22 Ağustos 2014 Cuma

NE YAPMALI?



NE YAPMALI?

Attila İlhan’ın altını çizdiği gibi Türk Milleti fazla ‘
dikti’, ‘ecnebileştirilmesi’ gerekti.

Sürüleştirme operasyonu uygulandı. İsa’nın koyunları olmalıydık. Şekillendirme bir ‘
çoban’ olgusunun kabullendirilmesi esasına dayalı. Siz düşünmeyeceksiniz. Biri size söyleyecek. Zaman aralıklarıyla bir sandık önünde sıraya gireceksiniz. Oyunuzu atıp bekleyeceksiniz. Sonra yine şekillendirilmiş bir yaşama geri döneceksiniz. Alışveriş merkezleri, güvencesiz iş ve ağır zehir işlevi gören aptal kutusu arasında kilitleneceksiniz.

Ama genetik hafızanız sürekli sizi rahatsız edecek. Gidişatın doğru olmadığını söyleyecek... Ruh sağlığınız bu çatışmaya dayanamaz hale gelecek, çatışmadan yorulup kendini dinlenmeye çekecek… Uyuşmayı çare olarak göreceksiniz.

Yıllardır üzerimizde uygulanan ‘şekillendirme’ operasyonu meyvalarını veriyor. Bizler için planlanan bu…

Gerek feysbuk sayfasında gerekse yurdun dört bir yanında katıldığım yüzlerce toplantıda defalarca aynı soruyla karşılaştım: ‘
Durumu anlatma.. Biz de biliyoruz! Hastayız! Sen çözümü söyle...

Acaba çözüme hazır olmayan kulaklar çözüm önerisini duyar mı? Soru bu. Malum içinde bulunduğumuz sistem, gözleri kör, kulakları sağır, dili peltek yapıyor…

Sözler ne denli somut olursa olsun ‘
emir’ kipi içermedikçe ‘soyut’ kalıyor. ‘Git şu partiye oy ver!’ kolayca anlaşılıyor da, ‘yerel olarak aşağıdan yukarıya örgütlenmek’ önerisi, uzun bir çaba ve her bireyin düşünsel ve fiili anlamda gücünü ortaya koymasını gerektirdiğinden ‘soyut’ kalıyor.

Bu gün çeşitli partilere gönül koyan vatanseverler, birbirlerini sevdikleri partiye ‘
ikna’ etme arayışı dışında ne yapıyorlar…

Hatırlatalım, Mustafa Kemâl Paşa Samsun’a çıktığında da Hürriyet ve İtilaf, İttihat ve Terakki partileri vardı… Ama o yerel örgütlenmelerle tüm yurttaki çoban ateşlerini birleştirerek işe başladı…

Demem o ki: her partinin tabanında BİZ varız. Önce bu gerçeği anlamalıyız. İşi aşı elinden alınmış, hayatı karartılmış Türk Milleti. 1946'dan beri çoğulcu demokrasi adı altında kandırılıyor. Demokrasinin ana ekseni çalışanların, emekçilerin örgütlenme özgürlüğü yok ama sandık başında '
demokrat' olduğunu zannediyor.

Futbol takımı tutar gibi parti tutarak özgür karar verdiğini sanıyor.

Geldiğimiz noktada istediğiniz muhalif partiye oy verin… Size parti işaret etmek haddim değil. Benim dikkat çektiğim konu seçim sarmalının çok ötesinde.

Türkiye’nin siyasi partilerini kim şekillendiriyor? … Partiler ne kadar ulusal çıkarların yörüngesinde gidiyor? Neden her seçimden önce umutluyuz ve hemen arkasından yılgınlık daha çok sırtımıza çöküyor?

Bakın Metin Aydoğan Ne yapmalı adlı kitabında bugün siyasi partilerin içinde bulunduğu açmazı anlatıyor:
Sınırları yasal düzenlemelerle belirlenen parti işleyişi, yasa koyucunun amaç ve istemlerine uygun olarak biçimlenir. Yasayı, meclis aracılığıyla çıkaran partilerdir. İktidar gücünü ele geçiren partiler, yitirmek istemedikleri bu gücü, siyasi demokrasinin sınırlarını genişletmek için değil, etki ve egemenliğini sürdürmek için kullanır. Yasalar, bu kullanımın araçları haline gelir. Mali kaynak başta olmak üzere devlet olanakları büyük partilere aktarılır… Türkiye’de ve dünyada siyaset, bugün, paraya ve güce bağlı, halkın yeralmadığı, büyük sermayenin denetim altında tuttuğu BİR ÇIKAR EYLEMİ HALİNE GELMİŞTİR: İktidara gelen/getirilen partiler bu işleyişi sağlayan araçlar durumundadırlar…. Programlarında ya da açıklamalarında ne söylenirse söylensin, halkın ve ulusun değil, destek aldıkları çevrelerin haklarını savunurlar. Çıkar sağlama esastır…


Aydoğan, küresel bir çetenin paylaşım azgınlığının çarkları arasında dönüp duran bir düzenekten bahsediyor. Uzun yıllardır her iktidara gelen parti, küresel ahtapotun kolları arasında kalıyor… Uluslar arası anlaşmalar, uyum yasaları, tahkim, eğitim ve sağlıkta halkın değil küresel şirketlerin çıkarları doğrultusunda adımlar atıyor… Seçim öncesi verilen tüm vaadler Washington ya da Londra veya Brüksel’deki bir imza dosyasında kayboluveriyor.

‘Demokrasi’ adı altında tüm ülkeleri ateşe boğan bir küresel ahtapot’la dost olmaya çalışan ve halkının çıkarları aleyhine kararlar alan çeşitli siyasi partileri 60 yıldır izlemedik mi?

Bu nasıl bir düzenektir? Aslında ne meclisi halk seçmektedir ne de yaşanan süreç ‘
demokratik’tir. Siyasi işleyiş o denli ustalıkla kurgulanmıştır ki, sistemi kurgulayanların dışında bir seçim sonucu elde edilmesi çok güç neredeyse olanaksızdır.

Tekelci bir siyaset ortamı vardır. Ve herkes ‘
oyum boşa gitmesin’ klişesi ile aldatılmıştır.

Parti dernek sendika vakıf ve sivil toplum örgütlerinin büyük çoğunluğu dış fonlarla bağlanmıştır. Parayı veren düdüğü çalar ve para alınan ülkenin politikaları doğrultusunda ‘düdük’ler ortaya çıkar. Bunlar medyadan gerekli sesleri yayar.

Parti içi demokrasiden söz bile edilemediği gibi ‘
sivil toplum kuruluşlarının’ büyük çoğunluğunda da durum aynıdır. Her şey lider sultası altındadır. Örgütler baştan bağlanır.

Partilerde seçilenler halkın değil, liderin seçtikleridir.


Ne yapmalı?

Bugün, birçok aydınımızın yıllardır, defalarca altını çizdiği YEREL DÜZEYDE BİR ARAYA GELİŞLER doğal sürecin sonucu olarak gerçekleşmektedir. Son yıllarda gittiğim yüzlerce bölgede yaptığım toplantılarda MHP’ye, CHP’ye, DSP’ye, İşçi Partisine, Saadet Partisine, HEPAR’a hatta AKP’ye oy veren kişilerle bir araya geldim. Bazı kereler tüm bu unsurların ortak davetiyle konuşmacı oldum.

Yurtseverliklerinden en ufak bir şüphe duyulamayacak birçok aydınımız, yaşamını bu vatana adamış birçok değerli kişi değişik görüş ve gruplara dahil olmuşlar, zaman zaman farklı partilerde de bulunmuşlardır. Şimdi değişik partilere derneklere mensup bu öncülerin partiler üstü oluşumlarda bir araya gelme zamanıdır. Ve bu olmaktadır da.

Hızla gerçekleştirilmesi gereken, bu birlikteliğin, mahalle, köy, ilçe, il, bölge bazında hayata geçirilmesidir.

Geçenlerde Rize’deki çay üreticilerinden bir mektup geldi. Diyor ki: ‘
En doğal çayı biz üretiyoruz. Ama satamıyoruz. Satsak parasını alamıyoruz. Çay fiyatı açıklanmıyor. Özel şirketler gırtlağımıza basıyor çayı ucuza kapatıyor. Çay üreticisi ölüyor! Kimse sesimizi duymuyor!

Daha iki gün önce, Karabük Kardemir işçilerinin haykırışı gelmişti: ‘
Sendika değiştirdiğimiz için haksız olarak işten atıldık. Dava açtık dava sürecinde çeşitli yerlerde işe konduk. Dava tamamlanana kadar yerleştirildiğimiz işyerlerinde çalışacağımızı sanıyorduk. Ama şimdi de işten çıkarıldık. Sendika yetkililerine ulaşamıyoruz. Şikayet edecek yerimiz yok Sokakta kaldık! Ölüyoruz! Sesimizi kimseye duyuramıyoruz!

Yurdun dört bir yanından akan bu mektuplarda emekçiler hasbelkader karşılaştıkları gazeteci yazar çizerden ‘ÇARE’ soruyorlar…

İşin tuhafı, seçim süreci olmasına karşın çeşitli partilerin milletvekili adaylarına da ulaşamıyorlar… Ulaşsalar da cevap alamıyorlar. Ya ‘
ceğiz cağız’ları duyuyorlar ya da ‘Filanca partiye oy vermemiş miydin sen!’ diye azarlanıyorlar!

Benim naçizane önerim bu noktaya odaklı. Ateşin yakmaya başladığı bugünlerde 3-5 aydının bir araya gelmesi ile değil, halkın içinden sade vatandaşın aktif katılımıyla tüm iller ve ilçelerde o yörenin somut dertlerini dillendiren ve çözüm üreten birimler kurulmalı.

Her mahallenin, yörenin, köyün, ilçenin, ilin dertlerini, yöre insanı olarak yakından bilen, kendi ilindeki sorunlara bulunan ‘çare’leri diğer illerdeki sorun sahipleriyle paylaşan ve büyüyen bir topluluk, yerel önderler ortaya çıkaracak ve tabandan örgütlenerek ulus çapında bir elele verişin tohumu olacaktır...

Önümüzde programı Amerikanın ünlü yatırım bankası J. P Morgan tarafından bize satılmış SEÇSİS sistemiyle yapılacak bir seçim var.

Seçimden sonraki gündem açık:
  • Yeni’ bir ‘federasyon’ Anayasası.
  • Suriye’den patlayacak kaosun İran ve Türkiye’ye sıçratılması…
  • Diyarbakır başkentli Kuzey Kürdistan belediyelerinin özerklik ilanı.
  • Üniter devlete son noktanın konulması!
  • Fırat ve Dicle başta olmak üzere akarsuların kontrolünün, petrol, altın, gümüş, bor ve diğer madenlerin küresel şirketlerin denetimine geçmesi…

Nisan ayında ‘Ne yapacağız’ diye soranlara hatırlatmaya çalışmıştım: ‘
Sandık kafalılıktan vazgeçin. Ufkun ötesine bakın.’ diye yazmıştım.

Önerim yakın tehlikelere karşı geniş tabanda yerel demokratik örgütlenmelerin gerçekleştirilmesidir. Bunun aydınlar birliği olarak değil, halkın içinden filizlenerek hayata geçmesi önemlidir. Bu yolla her şehirde, partiler üstü ŞURA/KONGRE’lerın toplanması ve vatansever unsurların tartışması sağlanır.

Bu yapı, milletvekili OLMAK ya da OLMAMAK anlayışının çok ötesinde bir anlayışla yürütülmek zorundadır.

Siz yine gönül koyduğunuz partilere oyunuzu verin ama daha ötesi için geniş tabanda bir araya gelme yolları üzerine de düşünelim…

Banu AVAR, 11 Haziran Mayıs 2011

Elmek: banuavar@superonline.com

20 Ağustos 2014 Çarşamba

“AB ve ABD’nin baştacı ve düşmanları”



Avrupa Birliği, özellikle AKP hükümeti, Tayyip, Fetullahçılar ve 2. Cumhuriyetçiler ile işbirliği yaparak, ülkemizdeki düşman ve dost unsurlar değerlendirmesini tersine çevirdi.
Hainler baş tacı yapıldı, kahramanlar cezaevlerine yollandı. Milliyetçilik adeta yasaklandı, ihanetler ödüllendirildi.
Misal; Kıbrıs sorununda Yunan ve Rum tezleri öne çıkarıldı,
Kıbrıs davası için hayatını adayan Rauf Denktaş, başta Tayyip olmak üzere
AB dayatmacılarının hedefi haline geldi, hayatı kendine zinden edildi…
Kıbrıs adeta Rum ülkesi sayıldı.
Ermeniler ve Ermenistan, Abdullah Gül ve Tayyip ikilisinin en çok sevdikleri arasında yerlerini aldı.
****
AKP Hükümeti döneminde neredeyse dünyanın tamamı sözde Ermeni soykırımı yasa tasasını kabul etti. Ermeni ihanetlerini belgeleyenler, dile getirenler başta Ergenekon olmak üzere çeşitli tertiplerle zindanlara dolduruldu.
Bu tertipte en çok kullanılan araçlar, gizli tanıklar ve Emniyet içinde çöreklenen Fetullahçıların yazdığı imzasız ihbar mektuplarıydı. Bakın Yüce Atatürk, Hasan Rıza Soyak’ın “Fotoğraflarla Atatürk” adlı kitabında yer alan sözlerinde imzasız ihbar mektup yazanlar hakkında neler söylemiş:
****
“Samimi ve dürüst insanlar aynı zamanda medeni cesaret sahibi olur, imzalarını saklamaya tenezzül etmezler. Belli ki bunu yazan ahlaksız yalancının biridir…”
Avrupa Birliği, Avrupa Parlamentosu aracılığı ile Türk hükümetlerine dikte etmeye çalıştığı ve AKP hükümetine kadar hiçbir hükümetten yüz bulamadığı iftira kapsamlı Ermeni soykırım tasarısını AB’ye girmenin olmazsa olmaz şartlarından olduğunu ilan etti.
Bu hızla giderse ülkemizi Ermeni kiliseleri ile dolduran, Azerbaycan bayraklarını çöplere atan AKP’lilerin birçoğunun sözde soykırımı tanımaları da yakındır…
PKK ve Öcalan, AB’nin ve tabii ki ABD’nin emri ile baş tacı edildi…
APO’nun idam cezasını lanetleyen Avrupa Parlamentosu kararları doğrultusunda APO baş danışman ilan edildi. Tayyip ona danışmadan ona heyetler göndermeden ondan görüş almadan adım atmaz oldu.
AB ve ABD yasakladı, sınır ötesi harekâtlar ve PKK’ya yönelik operasyonlar Tayyip ve ekibi tarafından durduruldu…
Başta Silivri zindanları olmak üzere cezaevleri; Kardak’da Yunan’ı denize döken, PKK’ya dağları dar eden kahramanlar, APO’yu sorgulayan, ülkeye getiren ve APO’nun tutuklanmasını istediği isimler ile dolduruldu.
****
Şehitler ve gaziler itilip kakılırken, PKK militanları ülkenin dört bir yanında en muteber insanlar sayıldı ve şov yapmaya başladı…
Tayyip ve AKP hükümeti ile birlikte hız alan AB istekleri sonucu; Türk Bayrağı ve Atatürk posteri açmak ya izne bağlandı ya da yasaklandı.
Kurum ve kuruluşlardan TC adı ve Türk bayrakları kaldırıldı. Apo ve PKK paçavraları ise ülkenin dört bir yanında serbestçe açıldı. Resmi kurumlar tabelalarından T.C yazısını birer birer kaldırdılar.
****
Ege meselesinde AB’nin dayatmaları sonucu Adalar, başta Kardak olmak üzere sessizce Yunanlılara devredildi. Yine Avrupa Parlamentosu’nun Kardak ile ilgili kararları doğrultusunda
Kardak kahramanları Poyrazköy ve benzeri iftiralarla cezaevlerine dolduruldular.
Yunanlılar Ege’deki 16 adamıza el koydu.
Deniz kuvvetlerinin neredeyse tamamı AB ve ABD’nin talimatları ile tutukevlerinde esir tutulduğundan, Yunanlıların bu oldu bittilerine karşı çıkan olmadı…
Atatürk’ün; “Türkiye’nin Rum Patrikhanesi için arazi üzerinde yer göstermeye ne mecburiyeti var, bu fesat ocağının hakiki yeri Yunanistan değil mi” dediği, Patrikhane AKP ve Tayyip döneminde altın çağını yaşadı ve Baş Papaz, Tayyip için; “Onu bize Tanrı gönderdi” sözlerini kullandı.
İnsan sormadan edemiyor, hadi onlara tanrıları gönderdi, peki bize kim gönderdi?


19 Ağustos 2014 Salı

“İNCE- İNCE” OYUNLAR




CHP Milletvekili ve Gurup Başkan vekili Muharrem İNCE, 5-6 Eylülde yapılacağı duyurulan CHP olağanüstü kurultayında Genel Başkan adaylığını ve Genel Başkan olursa izleyeceği politikaların ana çizgilerini de açıkladı.
"Bu noktada acil politikalar şunlar olmalı:
- Özgürlükçü demokrasiye ulaşmak ve yeni anayasa yapmak...
- AB ve 2023’de tam üyelik hedef olmalı.
- Dış politikanın saptırılan ekseni barış odaklı eksenine çevrilmeli.
- Kürt sorununun çözümünde TBMM etkin olmalı siyasi sorumluluğu olmayanlar etkin olmamalıdır”
Bu politika; Türkiye’nin bağımsızlığını ve egemenliğini ipotek altına alan AB üyeliğini, büyük bir ahmaklık ve utanmazlıkla savunan, Atatürkçü maskesi altında ABD ve AB Mandacılığı yapan siyasetin yol haritasıdır. Türkiye’nin Ulusal Egemenliğini Brüksel’e tesliminden yanadır.
AB’ye girmek demek, Ulusal Egemenliği AB devletine teslime razı olma anlamına gelmektedir. Peki, Ulusal Egemenliği AB’ye teslim etmenin anlamı nedir? Ulusal Egemenliği AB’ye teslim etmenin anlamı, Hıristiyan Avrupa Birliği’nin vesayeti altına girmek demektir.
 Adı, unvanı, makamı ve rütbesi ne olursa olsun, her kim ki AB yanlısıdır, o kişi “Ben Hıristiyan Avrupa Birliği’nin boyunduruğu altına girmeyi kabul ediyorum” demektedir.
AB yanlısı olan Kemal Kılıçdaroğlu ve (Genel Başkanlığa adaylığını açıklayan Muharrem İNCE)  AB mandacısıdırlar. Yani İnce ve Kılıçdaroğlu, Ulusal Egemenliğimizi Hıristiyan AB’ye teslime hazırdırlar. Ulusal Egemenlik elden gidince, ortada bir ulusal devlet kalmayacağı da bir gerçektir.”(1)
AB Mandacısı Muharrem İnce’nin “yeni anayasa yapma”önceliklerine koyması da Ulusal Egemenliğimizi Hıristiyan AB’ye teslime sabırsızlandığının göstergesidir. Çünkü Sömürgeci ABD, AB, uluslar üstü şirketler ve bunların içimizdeki uşakları, Türk Ulusunu ulusal egemenlikten yoksun ve savunmasız bırakmak için koro halinde ”YENİ ANAYASA” istemlerini her koşulda dillendirmekte ve dayatmaktadırlar.  
Yeni bir anayasa dayatmasındaki temel amaç, “Kayıtsız Şartsız Türk Milletine ait olan Ulusal Egemenliğin” Hıristiyan AB’ye devredilebilmesini sağlamaktır.
Mevcut anayasa ile yani 1982 Anayasası ile Ulusal Egemenliğimizin devri asla mümkün değildir. İşte bu nedenle, ABD-AB Mandacılarının “yeni anayasa yapma” konusunda “ayı ile yatağa girmeye bile razı” olmalarının nedeni budur.
İNCE, daha sonra Halk TV de katıldığı söyleşide; Atatürkçü olduğunu kanıtlayabilmek için;  Ne kadar Amerikancı, Ne kadar AB’ci, ne kadar bölücü, Ne kadar dinci olduğunu örnekler vererek açıkladı. Yani “merdi Kıpti şecaat arz ederken sirkatin söyler”(çingenin mert olanı, övünürken hırsızlığını söyler)  İNCE’DE öyle yaptı.
 Konuşmalarında; “Atatürkçülük” ten vazgeçtiğini,  sömürgeci ABD ve AB’ye, yani emperyalizme kayıtsız koşulsuz “biat” ettiğini, “deliğe süpürülmemek” için hiçbir onurlu devletin kabul edemeyeceği AB ve ABD dayatmalarını yerine getirebilecek bir “ehliyet ve deneyim” sahibi olduğunu kanıtlamak için çırpındı.
Arada bir “Atatürk adını” kullanarak izleyicilerin gazını almayı da ihmal etmedi. Biz Muharrem İnce’ye Yanıtı Atatürk’e bırakalım.
“Ahmaklar, memleketi Amerikan mandasına, İngiliz koruyuculuğuna bırakmakla kurtulacak sanıyorlar. Kendi rahatlarını sağlamak için bütün bir vatanı ve tarih boyunca devam edip gelen Türk bağımsızlığını feda ediyorlar.
“Oh, ne ala!... Mücadele yerine mandayı kabul edeceğiz ve rahata kavuşacağız!... Bu ne gaflet, ne körlük ve hatta ne budalalık! İstanbul'un yüce kişileri de bu fikirde. İçlerinden biri çıkıp da "Ya İstiklal, ya ölüm" diyemiyor."
”Yabancı bir devletin koruyuculuğunu istemek, insanlık niteliklerinden yoksunluğu, güçsüzlüğü ve beceriksizliği itiraf etmekten başka bir şey değildir. Gerçekten bu aşağılık duruma düşmemiş olanların, isteyerek başlarına yabancı bir yönetici getirmeleri hiç düşünülemez. Oysa Türk’ün onuru ve yetenekleri çok yüksek ve büyüktür.”

Atatürk’ün “Bu ne gaflet, ne körlük ve hatta ne budalalık!” diyerek şiddetle kınadığı mandacıların Mustafa Kemal Atatürk’ün Kurucusu olduğu CHP’ye Genel Başkan adayı olmaları “İNCE- İNCE” bir oyundan başka bir şey değildir..
RTE’nin  her seçimde kazanıyor olması, ne yurttaşların “makarna- kömür”e oy vermesinden, ne de şezlong tutkunluğundan.. Erdoğan karşıtı siyaset yapma iddiasında olan “İNCE”lerin ilkesizliği, omurgasızlığı, tutarsızlığıdır.
Çözüm Türkiye’nin tam bağımsızlığını ve egemenliğini ipotek altına alan AB üyeliğinin devlet politikası olmadığını açıklamak, Türkiye Cumhuriyeti anayasasının korunmasının ve Türk devletinin varlığının sürdürülmesinin her şeyin üstünde olduğunu yeniden hatırlamak ve hatırlatmaktadır.

19.08.2014
Mahmut ÖZYÜREK

(1)    Yılmaz Dikbaş