4 Şubat 2014 Salı

İşimiz bu değil ama… Bülent ESİNOĞLU

Burhan Kuzu,” Sol iktidara az geldiği için az hırsızlık yapıyor” dedi.
Hayır.
Sol, kapitalist ilişkilerin, insan ve toplum doğasına aykırı yönlerini deşifre ederek yaşadığı için sağa göre daha dürüstür.
Eleştirdiği bir ilişkiyi kendisinin yürütmesi, solcuyu kendi doğası ile çelişkili kılar. Ve o ilişkiye girmemeye çalışır.
Sağcı ise, bu ilişkiyi doğal bir ilişki olarak kavrar. O ilişkiye girer.
Çok su götürür ve kişiden kişiye değişen, bir ahlak kavramını tartıştığımız için, bu işin sonu yoktur.
Kişi solcuyum der, NATO’yu savunur. Kişi vardır, sağcıyım der, NATO’ya karşı görüş bildirir.
Egemen sınıfların çıkarlarını savunan yoksul bir kimse, bu savunuyu bilerek yapmadığı için, o kendisine, ne kadar da sağcıyım dese de, sağcı değildir.
Bir kimseye sağcı denilebilmesi için, o kişinin egemen sınıfların çıkarını bilinçli ve kasıtlı olarak savunması gerekir.
Solcu içinde durum aynıdır.
Egemen sınıfların çıkarlarına karşı çıkmayan, o çıkarlarla bütünleşen bir kişi solcu olamaz.
Partiler için de durum aynıdır.
Sol partiyim diyecek, dünya egemenlerinin saldırı örgütü, NATO’yu savunacak.
Ne yapalım siyaset böyle yapılıyor, derseniz, buna sol gösterip sağ vurma ifadesi ile karşılık bulursunuz.
Tabandaki namuslu dürüst solculara da, aman solun oylarını bölmeyelim diyeceksin. Bir de kendini has, haram değmemiş sol sayacaksın.
Sol, bu işin hiçbir yerinde olmadığı gibi, ahlak hiç yoktur.
Batının tüm emperyalist kurum ve kuruluşlarını, Batının ülkemizdeki çıkarlarını doğal bir durum gibi kavrayacaksın ve kavratacaksın, buna da sol diyeceksin.
Bana göre, Burhan Kuzu yukarı da tanımını yaptığım solculara göre, çok daha dürüst duruyor.
Hiç olmazsa, sağın iktidarlarda çok kaldığını, dolayısıyla, daha çok hırsızlık yaptığını zımnen kabullenme erdemini göstermiş.
Kişinin ve partilerin ne söylediği değil nerede durduğudur, gerçeği belirleyen.
Milliyetçilik te böyle bir şey.
Ne kadar milliyetçiyim derse de, NATO yanlısı ise, gerisini konuşmaya gerek yoktur. Libya’da Suriye’de Amerikan politikalarını destekleyeceksin, sonra siyasi iktidara muhalefet yapıyormuş gibi yapacaksın.
Emperyalizme karşı durmayan sol, ya da milliyetçilik, ne sol’dur, ne de milliyetçidir.
Kahredici olanı; halkı savunuyormuş gibi yap, egemen sınıfları savun, stratejisidir.

Atatürk ve Hz.Muhammed, Bilinmeyen Gerçek!!!



SAKLANAN BELGE (Atatürk ve Hz.Muhammed…Bilinmeyen Gerçek!!!)
 (Can Ataklı 09.08.2008 Tarihli Yazısı)
Pazartesi akşamı Avrasya Televizyonu’ nda Lale Şıvgın’ın sunduğu ‘Beyin Fırtınası’ programına katılmıştım biliyorsunuz.
Programın diğer konukları Nevzat Yalçıntaş ile Erol Manisalı idi.
Nevzat Yalçıntaş program sırasında Atatürk’le ilgili küçük bir anekdota yer vererek ‘Suudiler 1926 yılında sınırları içinde tüm mezarlıkları yıkıyorlardı. Atatürk sıranın Hazreti Muhammed’in kabrine geldiğini öğrenince bir telgraf çekerek, ‘Eğer bir tek taşına bile dokunursanız ordumu
aşağı gönderirim’ demişti. Bunun üzerine Suudiler Hazreti Muhammed’in kabrine dokunamamıştı. Ama bu telgraf yok edildi’ dedi.
Programın ana konusu kapatma davası olduğu için bu konu fazla uzun sürmedi.
Programdan sonra Lale Şıvgın, yayının yapıldığı Doğatepe tesislerinde bizlere birer çorba ikram etti. Bundan yararlanarak Yalçıntaş’a ‘Hocam programda anlattığınız olayın ayrıntılarını söyleyebilir misiniz?’ diye sordum.
1981 yılında 12 Eylül askeri yönetimi Atatürk’ün 100. doğum yılı nedeniyle kapsamlı bir program hazırlamış. Prof. Yalçıntaş o dönemde İlim Kurulu’nun başına getirilmiş. Amaç Atatürk’le ilgili çeşitli kaynaklardan arşiv araştırması yapmak ve ‘bilinmeyen Atatürk’ü’ ortaya çıkarmakmış.
Yalçıntaş, ‘Dışişlerinde Münir Bey vardı. (Soyadını hatırlayamadı) İyi bir araştırmacı ve arşivciydi. Ona Dışişleri Bakanlığı arşivlerinin araştırılması görevi verilmişti’ diyerek anlatmaya başladı.
Sonra da sürdürdü: ‘Bir gün Münir Bey aradı.
Çok ilginç bir belge bulduğunu, bunu getirip göstermesi gerektiğini söyledi. O sırada benim çalıştığım başbakanlık binası ile dışişleri binası aynı yerde. Hemen atlayıp geldi. Çok heyecanlıydı.’
Prof. Yalçıntaş, Münir Bey’in gösterdiği belgeye baktığında çok şaşırdığını belirterek şöyle devam etti: ‘Belge bir telgraf metniydi. Henüz yeni kurulan Suudi devletinin kralına gönderilmişti. Telgrafta ‘Hazreti Muhammed’in mezarının yıkılacağını derin üzüntü içinde öğrendim. Bu kutsal emanete asla dokunamazsınız. Bir tek taşının bile zarar gördüğünü duyarsam orduyu aşağıya gönderirim’ anlamına gelen cümleler vardı.’
Yalçıntaş, burada Hazreti Muhammed’in mezarı ile ilgili kısa bir detay anlattı. İngiliz işgali sırasında komutan olan Fahrettin Paşa’nın kabri terk etmemek için uzun süre direndiğini, aç kaldıklarını bu nedenle çekirge yiyerek beslendiklerini, sonunda İngilizler’in hiçbir şekilde dokunmamaları kaydıyla Hazreti Muhammed’in mezarını terk ettiklerini ancak kutsal emanetleri de yanlarına aldıklarını söyledi.
Şimdi gelelim belgenin bulunmasından sonraki gelişmelere, çünkü vahim ve ilginç olan bu: Nevzat Yalçıntaş’ın anlattığına göre Münir Bey belgeyi önce bir üst amirine götürüyor. Belge oradan daha yukarı taşınıyor. Sonunda müsteşara oradan da Bakan İlter Türkmen’e geliyor.
Tabii Evren Başkanlığı’ndaki Milli Güvenlik Konseyi’nin de haberi oluyor.
Sorun şu: Bu belge ne yapılacak? Dönemin Atatürkçü komutanları ve onların emrindeki bürokrasi bu belgenin açıklanmasını istemiyor. Ancak belge de ortaya çıkmış bir kere. Sonunda o dönemde yazılan ve şimdi kitapçılarda tek nüshası bile kalmayan bir Atatürk kitabının içine, hiçbir anons yapılmadan konuyor.
Kısacası konu adeta kapatılıyor, sadece o tuğla gibi kalın kitabı sonuna kadar okuyanların dikkatini çekecek biçimde ‘zevahiri kurtarmak’ adına konuyor.
Peki bu belge şimdi nerede? Kimin koruması altında?
Bu da bilinmiyor.
Bilinen tek şey, Atatürk’ün İslam aleminin peygamberi Hazreti Muhammed’in mezarının ortadan kaldırılmasını önlemesi herkesten saklanıyor.
Hazreti Muhammed Mescidi Nebevi’de yatıyor
Hazreti Muhammed 571 yılında doğdu 632 yılında vefat etti. Peygamberimiz Medine’de oturduğu evde toprağa verildi. Bu mezar bugün dünyanın en büyük camisi olan Mescidi Nebevi’nin içinde.
Mescidi Nebevi, Hazreti Muhammed’in Mekke’den Medine’ye göç etmesinden sonra ilk namaz kıldığı yer. Hazreti
Muhammed, Medine’de oturduğu evin hemen yanına kentin ilk mescidini inşa ettirmişti. Bu mescit geçen yıllar içinde defalarca yenilendi.
Bugün 600 bin kişinin aynı anda namaz kılabildiği Mescidi Nebevi’nin korumasını çok uzun yıllar Osmanlı askeri yapmıştı.
Arabistan’da mezar adeti yoktur. Ölüler herhangi bir yerde toprağa verilir, üzerine belirleyici bir şey konmaz. Bu nedenle sadece Hazreti Muhammed’in mezar yeri ile ilgili bilgi vardır. O’nun dışındaki İslam büyüklerinin mezarlarının yeri bilinmez. Bir süre önce Hazreti Muhammed’in annesine ait olduğu ileri sürülen bir mezar ortaya çıkarılmıştı. Ancak Suudi yönetimi bu mezarı da ortadan kaldırmış ve yerine otopark yapmıştı.
Atatürk’ün müdahalesi olmasa Suudiler, Mescidi Nebevi’nin hemen dibindeki Hazreti Muhammed’in mezarını da tamamen ortadan kaldıracaktı. Nitekim Hazreti Muhammed’le aynı yere defnedildikleri bilinen Sahabe’nin önde gelen isimlerinin mezar yerleri bugün dümdüzdür.
Nevzat Yalçıntaş’la sohbetimiz sırasında ‘Bir gün Yaşar Nuri Öztürk Bey aradı. Benim bu anlattığımı duymuş, belgeye nasıl ulaşabileceğini sordu’ dedi. Ben de ‘Belgeyi bulmuş mu?’ diye sorunca ‘Onu bilemiyorum, ama galiba bir kitabına koymuş ben okuyamadım’ dedi.
Bunun üzerine önceki gün Yaşar Nuri Öztürk’ü aradım. Öztürk, Yalçıntaş’ın anlattıklarını doğrulayarak, ‘Ancak bunu henüz bir kitabıma koymadım.
Araştırmayı aşağı yukarı tamamladım, Gazi Mustafa Kemal ve İslam isimli çok kap samlı bir kitap hazırlıyorum, bunun bitmesi üç yılı alır. Konu bu kitapta yer alacak’ dedi.
Milletvekili olduğu sırada bu belgeye ulaşmak için çok çalıştığını söyleyen Öztürk, ‘Belge Dışişleri Bakanlığı arşivlerinde.
Milletvekili sıfatımla bu arşivlerde çalışmak için bakan Ali Babacan’a başvurdum, ama bana izin vermedi’ diye konuştu.
Öztürk’e ‘Peki hocam, böyle bir belgenin açıklanmasını neden istemiyorlar? ‘ diye sordum. Öztürk’ün cevabı çok ilginç oldu.
Şöyle dedi: ‘Atatürk’ü din ve İslam dışı göstermek isteyenler elbette bu belgeden rahatsız olacaklardır. Bu nedenle dini siyasete alet edenler emperyalistlerle iş birliği bile yapabiliyor.
Dincilerle İslamı reddedenler bu noktada birleşebiliyor. ‘
ATATÜRK’ÜN DİNİMİZDEN BİLİNÇLİ OLARAK
HIZLA UZAKLAŞTIRILMAYA ÇALIŞILDIĞI GÜNÜMÜZDE
LÜTFEN BU BİLGİ NOT’unu TANIDIKLARINIZLA PAYLAŞIN….

SEÇİMİ ALIRSAK KİM İKTİDAR OLACAK?/ Bekir COŞKUN

DOĞRU SÖZE NE DENİR Kİ?

3 Şubat 2014 Pazartesi

CHP NEDEN İKTİDARA YÜRÜYEMİYOR?



AKP-Cemaat kavgasında ortalık tarumar. Kavgalı taraflar devletin kapısını kilitleyip anahtarı denize attılar. Devlet kurumları iş yapamaz durumda. Kurumlar arası kavganın duracağı yok.

Yargı ne tarafsız ne de bağımsız. Cumhuriyetin savcıları birbirlerinden dosya kaçırmaktalar. Yargıçlar vicdanlarından çok, iktidarın sesini dinlemekteler. Polis AKP ile Cemaat arasında mekik dokumakta.

Yüksek yargı ise dillere destan. Topyekûn hareket etmek bu ara moda. AKP, yüksek yargıyı kendinden sanıyordu, Cemaat yandaşı çıktılar. AKP’nin büyük hayal kırıklığı bu.

Kimin telefonunun, kimlerce dinlendiği belirsiz. AKP ile Cemaat birbirlerini dinleme yarışındalar. Cemaat bir adım önde… Yakında kimsenin mahremi kalmayacak.

Ekonomik bunalım, insanların yaşamlarında zehirli hançer. Yurttaşlar, meteliğe kurşun atacak durumda neredeyse. Borçlu olmayanlar ise parmakla gösterilecek. Yoksulluk yazgıdan öte bir şey… İşsizlik, ev içlerinde kol gezmekte. Aşevlerindeki kuyruklar her gün daha da uzamakta. Çöpten geçinip karnını doyuranlar günden güne artmakta.

İnsanlar yoksulluktan inim inim inlerken yolsuzluk çığ gibi büyümekte. Bakan çocukları, başbakan yakınları, AKP’li işadamları ayakkabı kutularında paraları istiflemekteler. Eskiden evlerin bölümleri yatak, oturma ve çocuk odası diye adlandırılırdı. Şimdilerde AKP yolsuzlukçularının evlerinde bir de para odası var artık. Kasalı, para sayma makineli ve ayakkabı kutulu…

Dış politikada tam bir çöküş var. AKP, dost bırakmamış; herkesle kavgalı. RTE, kimsenin yüzüne bakacak durumda değil. Yüz yılda oluşan diplomasi birikimi bir çırpıda harcandı.

Türkiye’nin yollarında ortaçağ teröristleri kol gezmekte. Bölücü teröristlerse gemi çoktan azıya almış durumdalar.

AKP iktidarı, on bir yılda her şeyi alt üst etti. Halkın güveneceği bir kurum kalmadı neredeyse. Tüm bu koşullara bakınca muhalefetin doludizgin iktidara yürümesi gerekmez mi? Evet…

Peki, neden muhalefet partileri durgun? Neden muhalefet partileri, iktidar seçeneği olamamaktalar bir türlü? Bunun üzerinde düşünmek gerek.

Yolsuzluğun kol gezdiği bir ülkede dürüstlük iktidara yürür. Yönetemeyen bir iktidar partisinin yerine, halkı yönetebileceğine inandıran bir muhalefet partisi hızla iktidar seçeneği olur. Şöyle bir baktığımızda ne CHP ne de MHP’de bir iktidar yürüyüşü gözükmemekte. Neden mi?

Önümüzde yerel seçimler var. CHP aday belirlemeyi tıpkı AKP gibi yapmakta. Genel merkezden… Neredeyse belediye meclis üyelerinin tamamına yakını tepeden atanacak.

Yolsuzluk yapan gitsin istiyor halk. Ama sen ne yapıyorsun? Adı şaibeden şaibeye bulaşmış birini İstanbul’a aday yapıyorsun.

Devlet kilitlendi demiştik. Kilitleyen AKP ve Cemaat. Sen ne yapıyorsun? Cemaat’e, tek bir söz söylemiyorsun. Hatta bazı yöneticiler çıkıyor, Cemaat liderine saygılarını sunup övgülerde bulunuyor. O zaman da yurttaş diyor ki, “Siyasetçilerin birbirinden ne farkları var? Hepsinin kumaşı aynı.”

Bu durumda ne yapmalı? Kumaşı farklı adaylarla ortaya çıkmalı. İstanbul adayıyla ilgili fısıltı gazetesinde her gün yolsuzluk söylentileri dolaşmakta. Çekmelisin bu adayı geriye. Koymalısın onun yerine laf söz edilmeyecek birini. Bakalım ne olur o zaman? Yer yerinden oynamaz mı? Halk kenetlenmez mi dürüst adayın çevresinde? O zaman İstanbul’u yüzde doksan kazanır CHP. Açar iktidar yolunu kendine. Bunun için cesaret ve niyet gerekli…

İktidara yürümek istersen iktidar olursun. Yeter ki iste bunu.

Söylemler değişmeli. Hem de ivedilikle… Algı oluşturamıyor CHP. Yolsuzluğu gündemde tutamıyor. AKP-Cemaat kavgasını işleyemiyor ilmik ilmik. AKP’ye benzemeyi beceri sanmakta ufuksuz bazı yöneticiler. Cemaat’e güç bahşetmedeler bonkörce. Devletin derinlerine kök salmış bir yapıyı, meşrulaştırmanın sonuçlarını görememek büyük bir gaflet değil mi?

CHP, eleştirilere kulak asmalı. Özellikle Kemalistleri can kulağıyla dinlemeli. Dinlemeli ki iktidara yürüyeceği yol haritasını oluştursun. CHP yöneticileri, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarını iyi incelemeli. Türkiye’nin kurtuluş reçetesi orada… Yeter ki görecek gözler, anlayacak kişiler olsun.

                                               Adil Hacıömeroğlu

                                               1 Şubat 2014
 http://adiladalet.blogspot.com.tr/2014_02_01_archive.html


2 Şubat 2014 Pazar

ADD, HİZBULLAHİLERİN AYETULLAHLARIN HAMİSİ Mİ OLDU?/MUSTAFA YILDIRIM



30 Ocak 1990'da Emin Çölaşan'la söyleşisinde Muammer Aksoy'un “irtica” diye adlandırdığı, İslam devleti yolunda yürüyenlerle, yine onun “gaflet” içinde dedikleri kişi ve kuruluşlar “demokrasi” geliştirmek amacıyla “geçici ittifak” kurarken gelişmelere engel olunamayacak ve 30 Ocak 1990'da yayınlanan al Kudüs Kuvvetleri'nin hedefe koyduğu kişileri sıraladığı listenin sonuçları aynı günün akşamında anlaşılacaktı.
Hedefteki kişilerin adreslerini bulmak için bir postanede telefon rehberine bakmak yeterliydi. Muammer Aksoy’un rehberde hem ev adresi hem de büro adresi vardı.
Muammer Aksoy’un eve geliş-gidiş saatlerini belirleyen Ferhan Özmen, 31 Ocak, Çarşamba akşamı 2. Cadde’ye arabasıyla geldi. Kendi anlatımına göre sol kaldırımdan evine doğru yürüyen Muammer Aksoy’u geçerek apartmana girdi ve içerde beklemeye başladı. Bir süre sonra ana kapıdan giren Muammer Aksoy’a telaşsızca bakan Özmen, susturucu takılmış Baretta tabancasını kaldırdı ve arka arkaya üç el ateş etti. İki mermi Muammer Aksoy’un yüzüne, bir mermi de göğsüne…
73 yaşındaki Prof. Dr. Muammer Aksoy kanlar içinde yavaşça oturmak ister gibi yere yığıldı; dayanamadı ve sırtüstü uzanıp kaldı. Ferhan Özmen caddeye çıktı, aşağılara bıraktığı arabasıyla oradan uzaklaştı. Bir görev daha tamamlanmıştı. Görgü tanıkları da yalnızca sessiz, sakin caddeye bırakılmış olan o aracı anımsama çalışacaklardı.[1]
Cinayetin ardından alışıla gelmiş açıklamalar birbirini izledi. Yakın tarihlerdeki, özellikle Ankara’daki, terörist saldırılar ve “devrim ihracı” ile güçlenenlerin açık tehditlerine de dikkat edilmedi. Muammer Aksoy’un son sözlerine de aldırmayanlar, daha sonraları Turan Dursun’un asıl katilleri işaret eden açıklamlarına da aldırmadan, suikasti yıllarca suikastı ABD’ye bağlayarak işin kolayına kaçtılar ve Hizbullahilerle onları yöneten Kum Ayetullahlarını gölgelediler.
Sonraki seri cinayetlerde de görüleceği gibi bu tutum değişmedi. Hatta suikastçılar yakalanıp, İran’daki eğitimlerini, İranlı ameliyatçıları, Nasır Tagipur’u, Mehdi Haşemi’yi, Tahran’da ilişki kurdukları Selahattin Eş aracılığıyla Sepah yöneticileriyle girdikleri ilişkilerini, silahlı eğitim ayrıntılarını açıklamalarına karşın bu gölgeleyici tutum değişmeyeceklerdi. Daha da ilginci, Muammer Aksoy, İslam darbecilerine karşı savaşım için ADD’yi kurmuştu. Suikast yıl dönümlerinde önce İslam darbecilerini öne çıkaran ADD’nin yöneticileri yıllar geçtikçe aynı gölgeleyici tavrı takınacaklardı.
Aksoy’un kurduğu ADD, cinayetten ve ortaya çıkan gerçeklerden habersizmişçesine, 23 yıl sonra bile tavrını değiştirmedi. Aydınlık gazetesinin arka sayfasında manşetten ADD Genel Sekreteri Öner Tanık imzasıyla yayınlanan yazıda “Prof. Dr. Muammer Aksoy’u 24 yıl önce bugün yitirdik. Onunki eceliyle bir ölüm değildi, faili meçhul bir katliamda yitirdik” denilecek ve İran bir yana bırakılarak al Kudüs Kuvvetleri’nin, İslami hareket Örgütü’nün öteki suikastleriyle birlikte Aksoy’un öldürülüşü de “Kontrgerilla-CIA” odaklarıyla ABD’ye bağlanacak ve İran ayetullahları aklanacaktı.[2]
ABD yayılmacılığına karşı çıkacağız derken Türkiye'ye saldırmaktan geri kalmayan Kum'un ayetullahlarıyla kol kola girmek isteyenler bilmelidirler ki toplumu yanlış bilgiyle yönlendirmekte CIA-MOSSAD ile yarışmaktadırlar!



[1] Emin Çölaşan, Muammer Aksoy ile görüşen son gazeteciydi. Görüşmeyle ilgili ayrıntıları suikast gecesi kaleme alarak bir gün sonraki Hürriyet’te yayınladı. Emin Çölaşan, “Dava Adamı Muammer Hoca”, Hürriyet, 1.2.1990 Aynı yayın için ayrıca bkz. Muammer Aksoy, Atatürk’ün Laik Hukuk Devleti, s.180 - 182
[2] ADD nGenel Sekreter Yardımcısı Öner Tanık, “Öncesi ve sonrasıyla Muammer Aksoy cinayeti”, Aydınlık, 31 Ocak 2014, s.20