18 Mart 2013 Pazartesi

VATAN HAİNLİĞİNE DEVAM ETMEK İÇİN TEK ADRES "NAMUS CEPHELERİ"DİR!.

"Ne mutlu Türk'üm diyene!" diyenlerden misiniz?
Devletin, ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü savunuyor musunuz?
Atatürk'ün tam bağımsızlık anlayışı andınız mı?
"Ya İstiklâl-Ya Ölüm" şiarınız mı?

Vatan namustur deyip elinizde Türk bayrağı yollara mı düşüyorsunuz?
Hele, hele Türk milleti aralarında etnik, mezhepsel, dinsel ve siyasi farklılıklarını öteleyerek bir araya gelmeli ve "NAMUS CEPHELERİ"ni kurmalı diyorsanız, yandınız...

Olmaz arkadaşım suçlusunuz...Suçunuz çok büyük... Çünkü siz küresel çetelerin önünde diz çökenlerin planlarına karşı geliyorsunuz... CFR'nin isim babası olduğu iktidar partisi "DÜNYA HÜKÜMETİ"ne verdiği sözleri yerine getirirken, sizin ne haddinize vatanı savunmak BDP/PKK mitinglerini protesto etmek?

Azınlık muamelesi görmek, itilip kakılmak, Türk bayrağı taşıdığınız için göz altına alınmak, polis tarafından coplanmak, yerlerde sürüklenmek içinizi mi acıtıyor?
O zaman, Darülfünunlu Münevver Saime'nin Kadıköy Mitingi'ndeki şu haykırışını hatırlayın..
“Ben hürriyeti gasp edilmiş bir milletin kızı olarak, istiklâlime nasıl yürüyeceğimi söyleyeceğim. Bu beyanatım kollarımı bağlamak isteyenler için dikkate değer olmalıdır.
Bu millet yok edilemez…Biz yalnız ağlıyoruz.. Ağlayarak kazanılacak hak, hıçkırıklarımı işitecek kalp yok. TEŞKİLATA, NİHAYET FAALİYETE BAŞLAMAK LAZIMDIR.Darülfünunlu Münevver Saime- Kadıköy Mitingi.
Bugün de benim, sizin kısacası tüm Türk milletinin hürriyeti gasp edilmiş durumda… Silahsız, silahlı bir işgalle karşı, karşıyayız. Düşmanın var olduğunu biliyoruz.
Bakar-kör gibiyiz… Düşmanı görmekten aciziz, hayasızca bir işgal yurdumu sarmış durumdadır…
Düşman içimizde konuşlanmıştır. Kullandıkları silahlar son derece etkilidir. Bu silahların tetiği çekildiği zaman, fiziksel olarak kimsenin canı yanmamakta, kanı akmamaktadır.
Ama varlığımızdan, canımızdan ve hatta vatanımızın bölünmez bütünlüğünden parçalar koparılmaktadır.
*****

Bugün ülkenin bir çok yerinde emperyalizmin uşakları, şerefsizler miting düzenleyerek devlete, millete göz dağı vermek istediler. Polis koruması altında, şerefsizliklerini kürsülerden haykırdılar...Paçavraları ile alanları işgal ettiler...
"Gelin, yeni bir Türkiye inşa delim. Yeni bir Türkiye!... Kemalizm'i tarihin çöp sepetine atalım. Çöp sepetine..." Altan Tan- Erzurum Mitingi...
Onlar devlet koruması altında, bu devleti nasıl böleceklerini anlatılar. "APO'ya özgürlük" istediler. Eli kanlı bir katili, bir mahkumu kutsadılar... 
Devlet alanlarda, teröristlere teslim oldu..
****
Ama benim insanım bu hayasızlığa karşı çıktığı için yerlerde sürüklendi. Onların ellerinde sadece Türk bayrağı vardı. Devletin polisi acımasızdı. Bir polis Kocaeli'nde elindeki Türk bayrağını dalgalandıran Hakan'a "Bu vatanı sen mi kurtaracaksın" diye sordu...
Antalya'da Feza Türk bayrağı açarak BDP/PKK mitingini protesto ettiği için göz altına alındı. Silahı sadece bayraktı.. Suç deliliydi Türk bayrağı... Feza ve yanında dört kişi göz altına alındılar... Cem aradı beni. Nerede oldukları bilinmiyordu... Telefonlar birbiri ardına çalmaya başladı. Üç kişiydik Antalya'da...
 Çaresiz miydik? Korkuyor muyduk? Hayır... Öfkeli ve kızgındık.. Ve Gazanfer, o yürekli yurtsever birileri vasıtasıyla göz altına alınan arkadaşlarımızın nerede olduğunu öğrendi.  BDP/PKK şer ittifakından korumak için göz altında tutuluyorlarmış. Eğer gerçekten göz altına alınma nedenleri buysa (!);
"Ölü evi senin neyine? Gir ağla, çık ağla.."
Sen üç beş çapulcuya karşı, kendi vatandaşını korumak zorunda hissediyorsan kendini, " Devlet senin neyine, gir ağla, çık ağla"
****
Ey Türk; uyan ve kendine gel artık...Dün Çanakkale'yi geçemeyenler taşeronlar kullanarak ülkeni işgal ediyorlar. İktidarın başı başkanlık sistemi uğruna, çapulculara özerklik vaat ediyor. Öcalan'la devlet resmi müzakere masasına oturuyor. Küresel çetelerin şeytani planı BOP uygulanıyor.
Sen kendi ülkende, vatanında horlanıyorsun. Toprağın üstünde derin uykuya dalanların uyanma zamanıdır.
Tıpkı NUTUK gibi Türk bayrağı da suç delili kabul kabul ediliyor.
Yapacak tek bir şey var...Şairin dediği gibi "VATAN HAİNLİĞİ"ne devam etmek...
Vatan hainliğine devam etmek için tek adres NAMUS CEPHELERİDİR... 
S.Figen Özen

İktidar ve Sahte Muhalefete Karşı Vatanseverlere Çağrı!









İktidar ve Sahte Muhalefete Karşı Vatanseverlere Çağrı!

Katiller bugün meydanlarda gövde gösterisi yaptı! PKK devletin polisinin korumasındaydı. Meclis onlara kucak açmıştı. Meydanlara inen milli unsurlar polis tarafından gözaltına alındı! Tek tük oldukları için ne sesleri duyuldu ne de destek gördüler. Akşam haberlerinde yalan makinaları ‘barış önünde duran’ birkaç ‘faşist ırkçının’ icabına bakıldığını bildirecekler!

Milletin katili tüm ekranlarda ‘yükselen değer’, Öcalan, ve BDP arkasında yedi düvel, görevlerini uygun koşullarda ifa ediyorlar, olan bitene tepki duyanlar sadece fısıldaşıyor, çoğu sus pus, ya da sahte bir muhalefet içinde mapus!

BDPKK içten dıştan gelen tüm finans desteği ve Meclis destekli yaygın örgütüyle meydanları inletirken, az sayıda vatansever tepki gösteriyor . Milli bayramlarda yeri göğü inleten gençlik örgütleri, partililer, sendikalar sessizliği tercih ediyor, kendi cemaatlerini salonlara toplayıp milletvekilliği hayalleri görenler de var.

Sahte muhalefet uzun zaman önce şekillendirildi. Büyük bir çoğunluk böylelikle, ağzı mühürlü çuvalların içine atılıverdi!.. O çuvallar ABD’nin döşediği raylardaki katarlara uzun yıllar önce yerleştirildi!

Birileri Meclis hayalleri görüyor, halkın genç ve aktif unsurlarına bol keseden ümit dağıtılıyor, torbalara sokuluyor! MHP dilsiz. CHP her geçen gün biraz daha PKK'lı.

Bu sürecin sonunda ‘yepyeni bir MHP’ ve ‘yepyeni bir CHP’ ABD ve iç bağlantıları eliyle kurdurulacak gibi. AKP’nin kullanım süresi doldu. ‘Çözülme süreci’ yeni sağ ve sol partiler gerektiriyor. ‘Süreç’ içinde BDPKK yola devam ederken, yeni oluşumlar, halkın patlama noktasına gelmiş basıncını alacak, umut dağıtacak. Önümüzdeki seçim yıllarında Türk milletinin ‘yeni torbalar’da sessizce debelenmesi sağlanacak! Planları bu!

Birkaç ay içinde TBMM ‘değişime uğrayacak!’ diyor Selahattin Demirtaş. AKP yetkilileri de bu devletin kurulduğu 23 Nisan gününü ‘değişimin açıklanacağı’ gün olacağının işaretini veriyor!

BM Cenevre Sözleşmesi, İkiz Yasalar ve "R to P" (Koruma sorumluluğu) yasalarıyla PKK devletleşmeye taşınacak, Türk milleti ise ya sahte muhalefet torbasını yırtarak ayağa kalkacak ya da ölüme yatacaktır!

Bu durumda bu milletin CELADET (yiğitlik) gösteren unsurları, PARTİLER ÜSTÜ örgütlenmeyi mümkün kılacak ön adımlar için türkçü, dindar ve milli soldan kanaat önderleri biraraya gelmelidir. Şimdi değilse yarın, bu, daha ağır koşullar altında mutlaka gerçekleşecektir..

Bu konuda görüş bildirmek isteyenler şimdi konuşmalı ve sadece bu konuyu konuşmalıdırlar.

http://www.guncelmeydan.com/pano/iktidar-ve-sahte-muhalefete-karsi-vatanseverlere-cagri-banu-avar-t34073.html
Banu AVAR, 17 Mart 2013
banuavar@superonline.com

98. YILDÖNÜMÜNÜ KUTLADIĞIMIZ ÇANAKKALE ZAFERİ!

Prof. Dr. Özer OZANKAYA
Toplumbilimci



98. YILDÖNÜMÜNÜ KUTLADIĞIMIZ ÇANAKKALE ZAFERİ! 
98. yıldönümüne ulaştığımız 18 Mart Çanakkale Zaferi’nin, gerçek anlamı olan Türk ulusal birlik ve yurt bilincinin dirilip pekişmesi, uluslar arası sömürgeciliğin anlaşılıp tepelenebileceğinin kavranması, gerçek ulusal önderliğin anıtlaşmış örneğinin ortaya çıkması .. ile kutlanması gerekir.
İçi boş övünme demeçleri, siyasal ortamda ve camilerde İslam’a taban tabana aykırı bir din sömürüsü ile şehitlerimizin sözde anılması, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Mustafa Kemal Atatürk’ün adını bile anmayan hutbeler okutturması, şehitliklere gericilik gösterisi niteliğinde ziyaretler düzenlenmesi, …, başta Çanakkale’de saldırıya gelen ve bugün de emellerinden vazgeçmediği görülen sömürgeci düşmanların gözünde Türk ulusunu ve Türkiye Cumhuriyeti devletini çağdışı, güçsüz, özgürlük ve bağımsızlığın anlam ve değerini bilmeyen bir kitle olarak göstermek işlevini görmektedir.
Çanakkale’de bir ulusun ve bir yurdun kutarılmış olduğu üzerinde, bunu sağlayan yüksek düşünce gücü üzerinde hiç durulmaması, İstanbul’un ikinci bir “fatih”i olduğunun göz ardı edilmesi, bu ikinci “fatih”in, yani Mustafa Kemal Atatürk’ün 18 Martlarda,
29 Mayıslarda ya yasak savar gibi anılması ya da hatta adının bile hiç anılmaması; dahası, Çanakkale’nin gökten, gaipten birtakım sözde-güçlerce kurtarıldığı yolunda akıl ve mantık dışı, bilim dışı, hastalıklı ve çarpık düşüncelerin yayılması ve/ya da bunlara seyirci kalınması, … ne anlama geliyor?
Bunun yanında, daha doğrusu bu saptırmalarla eşgüdümlü olarak “Savaşın insancıl yüzünü anlatma” aldatmacasıyla, Çanakkale’deki düşman askerlerinin anı defterlerinin, mektuplarının, vb. yurdumuzu işgale geldikleri olgusu gözlerden saklanarak, onlara sempati uyandıracak biçimde kullanıldığı sözde-belgesel filmlerle neye hizmet edilmek isteniyor?
Bize göre bu savsaklama ve saptırma, Türk Bağımsızlık, Demokrasi ve Kalkınma Devrimine yönelmiş dış ve iç sömürgeci saldırının bir parçasıdır.
Çanakkale’yi doğru olarak anlamaktan alıkonulan Türk ulusu, Türk Devrimini de doğru anlamaktan alıkonulmuştur ve alıkonulmaktadır.
Çanakkale’nin aşağıda belirtilen gerçek anlamı Türk siyasal kadrolarınca gereğince benimsenip Türk ulusuna, onun yeni kuşaklarına bu özüyle anlatılsaydı, kuşku yok ki Türk Devrimi hem amaçları doğrultusunda daha büyük ölçüde ilerleyecek ve tüm ulusça bilinçle benimsenecekti; hem de dış ve iç sömürgenler, bugün BOP ve AB projeleri altında 75 milyonuyla tüm ulusumuzu ve yurdumuzu parçalamaktan, ulusal ekonomimizi çökertip yabancı mülkiyetine geçirmeğe; laik Türkiye Cumhuriyeti yerine İslamı da, Türklüğü de tümden aşağılayıp çürütmeğe yönelik ilkel bir din baskıcılığı devleti koyma utanmazlığına değin varan korkunç saldırılarından hiçbirisine kalkışamazlardı!
Çünkü Çanakkale Zaferi’nin de, Türk Kurtuluş Savaşı gibi, bilim ve özgürlük düşüncesine doğrulukla bağlı kalan bir önderlik sayesinde kazanıldığını vurgulamak büyük önem taşımaktadır.
Bu bağlamda belirtelim ki; iyi niyetle sık sık kullanılmakta olan “ŞU ÇILGIN TÜRKLER” deyimi de, “TÜRK MUCİZESİ” deyimi de, Türk Kurtuluş Savaşı ve Demokrasi Devriminin temelinde aklın ve bilimin, bilgelik düzeyinde bir önderliğin yattığı gerçeğini gölgeleyici nitelikte bir deyimdir.
Gerçekte ne Çanakkale Zaferi, ne de Türk Kurtuluş Savaşı “çılgınlık” ya da “mucize” ürünü olmayıp, çok yüksek bir bilgeliğin ürünüdür; bu nedenle “ÇILGIN” değil,
“ŞU BİLGE TÜRKLER” demenin daha doğru olduğunu bilmemiz gerekir.
Gelelim Çanakkale Zaferinin gerçek anlamına :
Bu büyük zafer:
· Türk Ulusunu yok olmaktan kurtarmıştır!
· Anadolu’nun Türk yurdu olmaktan çıkarılmasını, özellikle daha 1915’te, yani Çarlık Rusya’sı devrilmemişken, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun “Ermenistan” olmasını engellemiş, “Türkiye”yi haritadan silinmekten kurtarmış olan Birinci Kurtuluş Zaferimizdir!
· İstanbul’un Türk olmaktan çıkarılması yıkımını önleyen zaferdir!
· Tüm Anadolu halkının, “Türk ulusluğu” bilincinde kaynaşıp bütünleşmesini sağlayan direniş zaferidir!
· Bu “kurtuluş” ise, “Özgürlük ve bağımsızlığı karakter edinen, özgürlük düzeninin gerektirdiği gibi davranan” bir önderlik sayesinde başarılabilmiştir!
Çanakkale Zaferi’nin, yıldönümlerinde vurgulanmayan, bilinçlere yerleşmesi istenmeyen yaşamsal önemi, işte bu ölçüde büyüktür!
Hiçbir savaş komutansız kazanılamayacağına göre, Çanakkale zaferinin de bir komutanı olmalı değil mi?
Bu komutanın Alman Liman von Sanders değil, Mustafa Kemal olduğu,
Çanakkale’yi geçilmez kılan etkenin Mustafa Kemal’in sergilediği komutanlık dehası olduğu, Düşman Donanması Başkomutanı İngiliz General Hamilton tarafından bile teslim edilmiştir.
Oysa bu gerçeği, o gün de ulusumuz üzerindeki baskıcı, sömürgen, gerici güçler saklamaya çalışmışlardı; bugün de yine aynı nitelikteki güçler saklamaya çalışıyorlar. Çünkü Çanakkale Zaferinin hem dış, hem iç sömürgeciliği önleyici özünün ve sonucunun anlaşılması istenmemiştir, istenmemektedir!
Osmanlı Devleti’ni bir oldubittiyle Almanya yanında I. Dünya Savaşına sokan,
ondan önce de gizli bir anlaşmayla -Mustafa Kemal’in bütün protestolarına aldırmadan- tüm Osmanlı ordularını Alman generallerinin doğrudan komutası altına sokarak Alman sömürgeciliğine ülkeyi açan baskıcı Enver Paşa yönetimi, Çanakkale Zaferini anlatan bir derginin kapağında yayınlanacak olan Mustafa Kemal fotoğrafını, dergi basılırken
son dakikada çıkarttırmış, yerine Liman von Sanders’in fotoğrafını koydurtmuştu!
Bugün de ABD ve AB’nin güdümünde, AB ve SOROS paralarıyla kalem oynatan,
sözde belgesel filmler hazırlayan … gerici ve çıkarcı, açık ve örtülü işbirlikçi türediler, Çanakkale Zaferi’nin yaşamsal önemini yadsımakla, Mustafa Kemal’i gölgelemekle, hatta yoksamakla, Atatürk Cumhuriyeti’nin ilke ve kurumlarına saldırmakla, gerçekte ulusal bağımsızlığımızı, birliğimizi, yurt bütünlüğümüzü, laik hukuk devletimizi, ileri teknolojiye dayalı üretken ekonomi sahibi olma projemizi …  kısacası bütünüyle sömürgeciliği yenerek kurulmuş olan Atatürk Türkiye’sini yıkmaya çalışmaktadırlar.
Çanakkale Zaferi’nin doğru anlamıyla kavranması, bu hain sömürgeci saldırısını caydıracak bir ulusal bilinç oluşturur.
Bu nedenle Çanakkale Zaferini de, Türk Kurtuluş Savaşı’nı da, Türk Demokrasi Devrimini de, hiç yılmadan, bıkıp usanmadan iç ve dış, açık ve örtülü BOP işbirlikçisi sömürgeciyi caydırmak ve maskelerinin inmesini sağlayarak sindirmek için anlatmak ödevimizi aksatmadan yerine getireceğiz.
Cahit Külebi’nin güzel dizesinde belirttiği gibi
“Bin kez yurdumuzu kurtaran” Mustafa Kemal Atatürk’ün
ve
tüm Çanakkale şehit ve gazilerinin anıları önünde saygıyla eğiliyoruz. (16.3.2013)

16 Mart 2013 Cumartesi

Mataramda suyum donuk,"ÇANAKKALE GEÇİLMEZ"



ÇANAKKALE GEÇİLMEZ

Mataramda suyum donuk,
Karakış bu, soğuk mu soğuk…
Akar karlar üstünde oluk oluk,
Süzülür toprağa
Bereket bereket kanım,
Örter üstümü al bayrak,
Okşar, sarar beni vatanım.
                                                    M. KEMAL YILMAZ (Anısına Saygıyla..)

Çanakkale Savaşlarının başında, çıkarmadan önce 21 Nisan 1915’de İngiliz Generali Hamilton, birliklerine şu emri verir:
Önümüzde yeni zaman savaşlarında eşi görülmemiş bir macera bulunmaktadır… Gelibolu Yarımadasına bir kez ayak bastıktan sonra sonuna kadar savaşmak zorundasınız. Bütün dünya bizim ilerlememizi gözetliyor”.
Düşmanın karalılığını gösteren bu sözlere karşılık 8 Mayıs 1915’de Mustafa Kemal’in Arıburnu kuvvetleri komutanı olarak askerlerine söylediği sözler de, kararlılığın ne olduğunu tüm dünyaya gösterir. Bu kararlılıkta ölüm pahasına yurdu korumak vardır:
“SİZE SALDIRIYA GEÇMENİZİ EMRETMİYORUM, ÖLMEYİ EMREDİYORUM. BİZ ÖLÜNCEYE KADAR GEÇECEK ZAMAN İÇERİSİNDE YERİMİZE BAŞKA KUVVETLER GEÇEBİLİR”.

Amiral Carden’in yerine Bağlaşık Donanma komutanlığına atanan J.M. Robeck, Boğazı geçebilmek için 18 Mart 1915’de genel saldırıya geçti. Ancak, Türk Ordusunun büyük direnci karşısında amacına ulaşamadı, 16 gemisinden 10’unu kaybettiği için geri çekilmek zorunda kaldı.
Denizden İstanbul’a ulaşamayacaklarını anlayan İngiliz ve Fransızlar, sömürge ve dominyonlarından kuvvetlerle birlikte 25 Nisan 1915’de Seddülbahr, Kumkale ve Arıburnu’nda karaya çıktılar. Yetmiş bini bulan bu kuvvet içinde Yeni Zelandalı ve Avusturyalı askerlerden oluşan Anzaklar ile Hintli, Senegalli, Mısırlı Müslümanlar da bulunuyordu.
Karadan Osmanlı Başkentine yürüyebileceklerini sanan İngiliz ve Fransızlar bu kez de beklemedikleri bir savunma ve genç bir komutan M. Kemal ile karşılaştılar.
Sekiz buçuk ay sürecek olan ve iki taraftan 750 bin insanın katıldığı Çanakkale Savaşlarını, Osmanlı ordusuna komuta eden General Liman von Sanders, askeri uzman niteliğiyle değerlendirir:
“Düşmanın hazırlığını takdirle karşılamak gerekirdi. Kusurları, planlarını eski keşiflere göre yapmış olmaları ve Türk birliklerinin şiddetli karşı koymasını önceden hesaplayamamalarıydı. Bu nedenle ilk günlerde sert bir darbeyle başarı elde edilememiş ve gerçekte büyük olan bu harekât, kısa süreli ve kesin sonuçlu bir harekât olmaktan çıkmıştı.
Düşüncemize göre düşman, başlangıçta 80–90 bin kadar bir çıkarma kuvveti hazırlamıştı. Bu sırada 5. Ordunun ise ancak 50 bin askeri vardı ve bunun bir kısmı da asıl çıkarma yerlerinde ihtiyat (her an savaşa girecek durumda bırakılan yedek birlik) önlemleri için ayrılmıştı. Bundan başka topçu kuvveti bakımından düşmanın üstünlüğü söz götüremeyecek kadar açıktı. Ulaşım araçları ise sınırsızdı. 25 Nisan’da çeşitli yerlerden yapılan gözetlemelerde bize karşı 200 kadar büyük savaş ve nakliye gemisi kullanıldığı görülmüştü[i].”

Çanakkale’yi geçilmez kılan Mustafa Kemal’in, Çanakkale Savaşları izlenimleri anılarından tüm görkemiyle yansır:
            12 Nisan…
Bu esnada Conkbayırı’nın güneyindeki 261m. yükseklikteki tepede sahilin gözleme ve güvenliğiyle görevli bulunan bir askeri birliğin erleri Conkbayırı’na doğru koşmakta, kaçmakta olduğunu gördüm. Askerlerin önüne çıkarak:
—Niçin kaçıyorsunuz? Dedim.
—Efendim düşman! dediler.
—Nerede?
—İşte, diye 261m. yükseklikteki tepeyi gösterdiler.
Gerçekte düşmanın bir avcı hattı 261 rakımlı tepeye yaklaşmış ve tam serbestlikte ileriye doğru yürüyordu. Şimdi durumu düşünün: Ben kuvvetlerimi bırakmıştım, askerler on dakika dinlensinler diye.. düşman da bu tepeye gelmiş.. Demek ki düşman bana benim askerlerimden daha yakın! Ve düşman, benim bulunduğum yere gelse kuvvetlerim pek fena bir duruma düşecekti. O zaman artık bunu bilmiyorum, bir mantıksal usavurma mıdır, yoksa içgüdüsel midir bilmiyorum.
Kaçan askerlere:
—Düşmandan kaçılmaz dedim.
—Cephanemiz kalmadı, dediler.
—Cephaneniz yoksa süngünüz var dedim.
Ve bağırarak bunlara süngü taktırdım. Yere yatırdım. Aynı zamanda Conkbayırı’na doğru ilerlemekte olan piyade alayı ile cebel bataryasının yetişebilen askerlerine “marş marş”la benim bulunduğu yere gelmeleri için yanımdaki emir subayını geriye saldım. Bu askerler, süngü takıp yere yatınca düşman askerleri de yere yattı. Kazandığımız an bu andır.
            Ruşen Eşref Ünaydın bu durumu şöyle yorumluyor:
Bir koca muharebenin (savaşın) ufacık bir an’a bağlı olduğunu hatta bir ülke hayatının fena kullanılmış bir an yüzünden tehlikeye düşebileceğini, burada olduğu gibi iyi kullanılmış bir anın ise bir savaşın ve bir vatanın geleceğini iyileştireceğini o dakikayı görür gibi canlanmış bir anlatım ile duymak insanın tüylerini ürpertiyordu!
Mustafa. Kemal Paşa dedi ki:
—Kolun başında bulunan bölük yetişti. Bu bölüğe, cephanesiz bölüğü destekleyerek ateş açmasını emrettim. Yanıma gelmiş olan 57. alay 2. tabur kumandanı Yüzbaşı Ata Efendi’ye bütün taburlarıyla bu bölüğü destekleyerek, 261 rakımlı tepe üzerinden düşmana taarruz etmesini emrettim. Cebel Bataryasına Suyatağı’nda mevzi aldırarak, düşman piyadesi üzerine ateş açtırdım. Dereye saptığında biraz geciken diğer bir tabur kumandanı, üzerinden açılarak taarruza katıldı. Bundan sonra idi ki alay kumandanına bütün alayıyla benim yönelttiğim yönlerde düşmana saldırmasını emrettim.
Mustafa Kemal sayıca üstün olan düşman karşındaki başarının nelere bağlı olduğunu duygu derinliğiyle açıklıyor:
Fakat bence bu askeri düzenlemeden daha önemli olan bir etken vardır ki, o da herkes öldürmek ve ölmek için düşmana atılmıştı.
Bu öyle sıradan bir taarruz değil, herkesin başarmak veya ölmek kararıyla harekete istekli olduğu bir taarruzdu. Hatta ben kumandanlara sözlü verdiğim emirlere şunu eklemişimdir:
Size ben taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Bir ölünceye kadar geçecek zaman süresince yerimize başka kuvvetler ve kumandanlar geçecektir.
Ruşen Eşref bu anlatımı yorumluyor:
—Bu sözler Paşa’nın göğsünden o kadar kesin kararla çıkıyordu ki, muhakkak, kumandan o günü hayalinde tekrar yaşatıyordu. Bunları duydukça savaş araçları ne kadar ilerlerse ilerlesin, her şeyin üstünde gene ruh azminin, bir gaye uğruna fedakârlık etmenin bulunduğuna inanıyordum[ii].

Mustafa Kemal düşmanı geri püskürtmek, denize dökmek düşüncesindedir. Komutanlarına da kararlılıkla seslenir:
“İçimizde ve kumanda ettiğimiz askerlerde Balkan (savaşlarının) utancının ikinci bir safhasını görmektense burada ölmeyi tercih etmeyenlerin bulunacağını kesinlikle kabul etmem.”

18 Nisan
Yirmi dört saatten beri devem eden savaş askerin fazlasıyla yorgunluğuna neden olmuştu. Onun için verdiğim bir emirle taarruzu kestim. Fakat kazanılmış olan hattı güçlendirmekten, orada mıhlanıp kalmaktan başka vatanı kurtaracak çare yoktu. Bundan dolayı gereken emri verdim:
Benimle beraber burada muharebe eden bütün askerler, kesinlikle bilmelidir ki bize verilen namus görevini bütünüyle yerine getirebilmek için bir adım geri gitmek yoktur. Rahatlama uykusu aramanın bu dinlenmeden yalnız bizim değil, bütün milletimizin sonsuza dek yoksun kalmasına neden olacağına hepinizi hatırlatırım. Bütün arkadaşlarımın aynı düşüncede olduklarına ve düşmanı bütünüyle denize dökmedikçe yorgunluk eseri göstermeyeceklerine şüphe yoktur.
Mustafa Kemal Paşa’nın Genel Arıburnu Kuvvetlerini kapsayan kumandanlığı 4 Mayıs 1915 gününe kadar sürmüş, bu süre içerisinde oluşan çarpışmalar karşılıklı taarruzlar biçiminde olmuştur. Bu savaşlarda büyük kahramanlık sahneleri yaşanmıştır. Mustafa Kemal Paşa destan yaratanları anlatmaktadır:
Biz kişisel kahramanlık sahneleriyle uğraşmıyoruz yalnız size Bombasırtı olayını anlatmadan geçemeyeceğim. Karşılıklı siperler arası mesafemiz sekiz metre yani ölüm muhakkak…(kesin gerçek) Birinci siperdekiler, hiçbiri kurtulmamacasına tamamen düşüyor, ikincidekiler onların yerine gidiyor. Fakat ne imrenmeye değer (şayanı gıpta) bir anlayış ve inançla biliyor musunuz? Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini görüyor hiç ufak bir umutsuzluk bile göstermiyor; sarsılmak yok! Okumak bilenler ellerinde Kuranı Kerim, Cennet’e girmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler Kelime-i Şahadet çekerek yürüyorlar. Bu, Türk askerlerindeki ruh kuvvetini gösteren hayranlığa yaraşır ve kutlu bir örnektir. Emin olmalısınız ki Çanakkale Savaşını kazandıran, bu yüksek ruhtur[iii].

Conkbayırı’ndaki savaşta, 26 Temmuz günü düşmanın saldırılarını arttırmasıyla birlikte tehlikeli bir durum ortaya çıkar. Durumun önemini ve inceliğini gören Mustafa Kemal ordu komutanlığını uyarır. Ordu Kurmay Reisi Kazım Paşa, Ordu Kumandanı Liman von Sanders tarafından telefon başına çağrılır. Durumun nasıl göründüğüne ilişkin görüşleri sorulur. Mustafa Kemal Paşa, Conkbayırı’ndaki durumun kritik olduğunu ve önemini koruduğu, düzeltmek için önlem alınması gerektiğini söyler. Paşa anılarında bu durumu anlatır:
 Durum genelleşmiş, Anafartalar’a çıkmış ve çıkmakta olan büyük düşman kuvvetlerini nazarı dikkate almak ve ona göre genel önlemler düşünmek sevk ve idareyi birleştirmek ve sağlamlaştırmak gerekiyordu. Bu nedenle kurmay reisinin çare kalmadı mı? Sorusuna verdiğim yanıtta, bütün mevcut kuvvetlerin kumandam altına verilmesinden başka çare kalmadığını söyledim.
—Çok gelmez mi? dedi.
—Az gelir! dedim[iv].

Mustafa Kemal Paşa bir komutanın gerektiği zaman tüm sorumluluğu almasını bilmesi gerektiğini, bu yapılmadığı takdirde acı sonuçlar yaşanacağını vurgular:
“SORUMLULUKTAN KORKAN KUMANDANLARIN HİÇBİR ZAMAN GEREKEN KARAR VEREMEDİKLERİNİ, BUNUN SONUCUNDA İSE ACI FELAKETLER ORTAYA ÇIKTIĞINI BİZZAT BEN DE DEĞİŞİK ZAMANLARDA GÖRMÜŞÜMDÜR[v].

Mustafa Kemal Paşa 26–27 Temmuz gecesi Ordu Kumandanı Liman von Sanders tarafından ANAFARTALAR GRUBU KUMANDANLIĞINA atanır. Bu görevinden ayrılırken birlikte çalıştığı silah arkadaşlarına karşı ne tür hisler beslediğini soran Ruşen Eşref Ünaydın’a, Mustafa Kemal Paşa’nın verdiği yanıt:
İngilizler, Arıburnu çıkarmasında, bu cephedeki muharebelerde kumandanlarının askerlerinin gösterdikleri cesareti, dayanıklılığı, cenkçi özelliklerini olağanüstü bir dille beğendiklerini hatırlar ve duyururlar. Fakat düşünün ki bütün savaş araçlarıyla mükemmel suretle donatılmış büyük bir inat ve kararlılıkla Arıburnu sahillerine ayak basan düşmanımız yine o sahil kıyılarında kalmak zorunda kalmışlardır. Bundan dolayı subaylarımız, askerlerimizin duyguları vatanperverane ve diniyeleriyle, ulusuna özel yiğitlikleriyle bu derece kuvvetli bir düşmana karşı başkent (payitaht) kapılarını korumakla gerçekten övgüye değer bir mevki kazanmışlardır. Kumanda ettiğim kıtaların subay ve askerlerini birer birer takdir ederim. Bu yüce maksat uğruna canlarını kahramanca feda eden kutsal şehitlerimizin derin ve sonsuz bir saygıyla anarım[vi].
Mustafa Kemal Paşa Temmuz sonlarına doğru cephede solunan havanın ağırlaştığını belirtmektedir:
Dört aydır o yerden, yani ateş hattından 300 m. geride çürümüş cesetler ile bozulmuş bir hava solumakta idim. O gece saat on bir’de zindan gibi zifiri karanlıklar içinde oradan çıkınca ilk defa temiz bir hava karşısında bulundum. Fakat bu güzel havayı karanlık ve bilinmezlik içinde solumak kısmet oluyordu.

28 Temmuz– 10 Ağustos Conkbayırı Taarruzu:
Anafartalar Grup Komutanı Mustafa Kemal savaş günlerini anlatmayı sürdürüyor:
Bütün geceyi pek rahatsız ve uykusuz geçirdim. Bir taraftan Anafartalar mıntıkasından gelen raporlar ve çok yanlış fakat önemli haberler, beni bizzat uğraştırdığı gibi, bir taraftan da önceki günlerin felaketi sonucunda kıtasını, amirini kaybetmiş ve hâlâ bulamamış bir takım kumandanların doğrudan doğruya bana başvurusu, bir dakika bile dinlenmeye olanak bırakmadı.
1915 yılının Ağustos’unda İngilizler her zamanki inatçılıklarıyla Gelibolu’yu fethetmek ve İstanbul yolunu açmak üzere yeniden büyük bir girişimde bulundular. Bu sefer çok daha fazla asker hazırlamışlar, çok daha geniş çapta hazırlık yapmışlar, çok daha kocaman bir savaş makinesini harekete geçirmişlerdi. Her şey inceden inceye hesaplanmıştı; öyle ki insan aklının hesaplarına göre girişimin başarı kazanmaması olanaksız görünüyordu. Böylece o dramatik an gelip çattı; İngiliz Başkomutanı bu anı raporunda şu başlıkla belirtmekteydi: “Zafere iki dakika kala[vii].”

3 Ağustos Savaşı (Kireçtepe):
Kireçtepe Anafartalar savaş cephesinin sağ yönünde önemli bir mevzidir. Düşman, 3 Ağustos günü daha üstün kuvvetlerle yeniden Kireçtepe’ye saldırdı. Düşmanın pek ciddi olduğu anlaşılan bu saldırısına karşı yakından bizzat gerekli önlemleri almak için cephe gerisinde Turşun köyündeki fırka karargâhına gittim. Kireçtepe savaş meydanında yeterli miktarda kuvvetlerin hızla toplanması gereği belirmişti. Onun için yararlanması mümkün olan bütün askerleri çağırmak suretiyle öğleye kadar 12 tabur toplanmasını başardım. Çağrılan kuvvetler sürekli olarak savaş hattına yürüyorlardı.
En sonunda, subaylarından gerekenlerle birlikte bizzat ben de savaş hattına yaklaşmak gereğini hissettim. Bulunduğum yerden savaş hattına giden tek bir yol vardı. Bu yol sürekli sahil yakınından geçiyor, düşmanın sahile yaklaşmış olan iki torpidosu tarafından sürekli ateş altında bulunduruluyordu. Bu nedenle ileri hareket eden bütün birliklerin durmuş olduğunu gördüm. Hayvandan indim, kolun başına zorunlu durma noktasına geldim. Gerçekten oradan ileri geçmek ölümle kesin olarak temas etmek demektir. Oysa bugün bu birliklerin ileri geçmesi gerekiyordu. Önce ben yalnız olarak koşar adımla geçtim. Arkamdan ve birbirinden ara ile kurmay reisi ve yaverlerim geçtiler. Ondan sonra, toplanmış birlik kumandalarına “geçeceksiniz” dedim. Parça parça koşmak suretiyle istenilen birlikler geçirildi. Bu savaşın sonucunda düşman hareketi etkisiz bırakıldı. Öncekinden daha baskın bir durum alındı[viii].

8 Ağustos akşamı Anafarta çevresinde toplanan bütün birliklerin komutasını, Arıburnu Cephesinin kuzey kanadında bulunan 19. Tümen Komutanı Albay M. Kemal’e veren Liman von Sanders, o günleri komutan gözüyle değerlendirir:
“İlk askeri başarısını Trablusgarp’ta gösteren M. Kemal, sorumluluk ve görevden zevk duyan bir komutan özelliği taşıyordu. Daha 25 Nisan sabahı 19. Tümenle ve hiçbir yerden emir almaksızın kendiliğinden çatışmaya katılarak, düşmanı kıyıya kadar püskürtmüş ve ondan sonra üç ay süreyle kırılmaz bir güçle düşman saldırılarına karşı koymuştur. O’na tam anlamıyla güvenilebilirdi.
9 Ağustos sabahı erkenden, önceden üç kere emir edildiği halde yapılamayan taarruz, Azmakdere’nin iki yanında yapıldı ve düşman çeşitli yerlerden kıyıya doğru sürüldü. Ancak, Mestantepe düşmandan geri alınamadı. Kaybedilen 24 saat içinde birçok İngiliz askeri daha kıyıya çıkmış bulunuyordu.
Anafarta Savaşlarının ikinci buhranı da böylece atlatılmış oldu. Anafarta’da düşmanın ilerlemesi ancak son dakikada durdurulabildi.

9 Ağustos’taki saldırıda düşman ağır bir yenilgiye uğratılmıştır. 10 Ağustos sabahı düşmana şafakla birlikte saldırmak için bütün hazırlıklar yapılmıştır. Mustafa Kemal Anafartalar anılarında bu taarruzu anlatır:
Tanyeri ağarmak üzereydi. Çadırımın önüne çıktım. Gecenin karanlığı kalmıştı. Artık saldırma anıydı. Birkaç dakika sonra ortalık büsbütün ağaracak ve düşman, askerlerimizi görebilecekti. Düşmanın piyade, mitralyöz ateşi başlarsa, kara ve deniz toplarının mermileri bu sıkı düzende duran askerlerimizin üzerinde bir kez patlarsa, saldırının olanaksızlaşacağına kuşku duymuyordum. Hemen ileri koştum. Çok çabuk ve kısa bir teftiş yaptım. Önlerinden geçtiğim askerlere yüksek sesle selam verdim ve dedim ki:
“Askerler! Karşımızdaki düşmanı yeneceğimize hiç kuşkum yoktur. Ama siz acele etmeyin. Önce ben ileri gideyim. Siz, ben kırbacımla işaret verdiğim zaman hep birden atılırsınız!”
Ondan sonra saldırı hattının önünde bir yere dek gidildi ve oradan kırbacımı havaya kaldırarak saldırı işaretini verdim.
Bütün askerler, subaylar artık her şeyi unutmuşlar, gözlerini, yüreklerini verilecek işarete saplamışlardı. Süngüleri ve ayakları ileri uzatılmış askerlerimiz ve onların önünde tabancaları, kılıçları ellerinde subaylarımız, kırbacım aşağıya iner inmez, çelikten bir yığın gibi aslanca ileri atıldılar. Biraz sonra düşman siperleri içinde “Allah, Allah” tan başka ses duyulmaz oldu. Düşman silah kullanmaya zaman bulamadı. Boğaz boğaza kahramanca savaş sonunda, ilk çizgide bulunan düşman tümüyle yok edildi. Dört saat boğuşmadan sonra 23. ve 24. Alaylarımız Conkbayırı’nı düşmandan temizlediler ve 28. Alay da Şahinsırt’ın en yüksek yerini geri aldıktan sonra önüne rastlayan düşman birliklerini yendi ve bozdu.
Conkbayırı tepesi elimize geçtikten sonra, düşman karadan ve denizden yönettiği hızlı ve yoğun topçu ateşiyle Conkbayırı’nı cehenneme çevirmişti. Gökten şarapnel, demir parçaları yağıyordu. Büyük çaplı deniz toplarının tam vuruşlu taneleri yerin içine girdikten sonra patlıyor, yanımızda büyük çukurlar açıyordu. Bütün Conkbayırı dumanlar ve ateşler içinde kaldı. Herkes tevekkülle sonunu bekliyordu. Çevremiz şehitler ve yaralılarla doldu. Olan bitenleri seyrederken bir şarapnel parçası cebimdeki saati parça parça etti[ix].

15 Ağustos günü öğleden önce, Kocaçimen dağına ve bitişiğindeki Conkbayırı tepesine, M. Kemal’in kendisinin düzenlediği ve yönettiği taarruzla, düşman piyadesi bu tepelerden kuzey yamaçlarına doğru geri püskürtüldü. Taarruza Güney Grubu’nun yedek kuvvetleri de katıldı. Bu taarruz sonunda, savaş alanına egemen olan önemli tepelerin Türkler elinde kalması kesin olarak sağlandı.
Yeni çıkarma yerinin en kuzeyindeki yalçın ve çıplak Kireçtepe sırtlarında, 15 Ağustos günü çatışmanın üçüncü buhranı başladı. Kireçtepe, Suvla Körfezi’nden kuzeye doğru giderek yarımada ile Suvla Körfezi’nin arasını kesiyordu.
Suvla Körfezi’ne çıkarılan düşman, Kireçtepe’de bulunan Gelibolu Jandarma Taburunun tuttuğu yeri ele geçiremedi. İngilizlerin saldırılarına rağmen toprak kazanamadılar. Kuzeyde dış kanadımızdaki üçüncü bunalım da böylece atlatılmış oldu. Eğer 15–16 Ağustos’ta İngilizler Kireçtepe’yi ele geçirebilselerdi, bütün 5. Ordu’yu kuşatmış, savaşın kesin sonucunu lehlerine çevirmiş olacaklardı. Çünkü Kireçtepe sırtları kuzeyden geniş Anafartalar ovasına egemendi. Kireçtepe’nin doğu yamaçları da o durumdaydı ki, buradan Akbaş’a uzanan bütün vadi boyunca yarımadayı ikiye bölen bir saldırı yapılabilirdi.
Bu hareketler sonunda ortaya çıkan durum: İngiliz kuvvetleri kıyıdan içerlere girememiş, bütün önemli tepeler Türklerin elinde kalmıştı. Yarma harekâtı boşa çıkarılmış, üstelik Arıburnu Cephesi de kuzeye doğru biraz uzamıştı.

21 Ağustos günü düşman, o zamana kadar Anafartalar’a çıkardığı bütün kuvvetleriyle hem Anafartalar ovasında, hem de bunun iki yanında büyük bir taarruza girişti. Taarruz çok şiddetli oldu ve Türkler büyük kayıplar verdi. Ama son yedeklerin ve bu arada bir süvari birliğinin kullanılmasıyla bu saldırı Türkler tarafından önlendi.
…Bütün Türk birliklerinin cesaretleri, direnme güçleri ve vatan savunmasındaki inançları, her türlü takdirin üstündeydi. Deniz filolarının atışlarıyla en büyük desteğini gören düşman birliklerinin cesaretli saldırılarına rağmen, bu Türk birlikleri sayısız çatışmada yerlerini korudular[x].”
Anafartalar çıkarmasının başarısızlığa uğratılması, İngiliz planlarının bozulması M. Kemal’e “ANAFARTALAR KAHRAMANI” unvanını kazandırdı. Savaşın geldiği bu aşama Çanakkale Savaşı’nın yazgısını değiştirdiği gibi, I. Dünya Savaşı’nın sonuçlarını da etkiledi. Bu önemli olguyu Liman von Sanders gerçekçi bir biçimde saptar:
“Anafartalar çıkarması, ayrıntılı şekilde planlanmıştı. Amaç, bir yandan Çanakkale Boğazı’nı karadan Müttefiklere açmak, öte yandan 5. Ordu’nun geri ile bağlantısını kesmekti. Eğer Anafartalar çıkarmasıyla İngilizler, dilediklerini taktik bakımdan elde etmiş olsalardı, Boğaz’daki Türk bataryaları –cephaneleri de az olduğundan- bir süre sonra susmak zorunda kalacaklardı. Bir kere toplar aradan çıkınca, denizdeki mayınları toplamak da güç değildi. O zaman İngilizlerin kara ve deniz kuvvetleri birlikte büyük bir başarı kazanır, Çanakkale Boğazı’nı geçer ve İstanbul’a bir zafer yürüyüşü yapabilirdi. Türk-Bulgar Savaşında İstanbul’u kurtaran Çatalca hattı, iki yandan düşmanın gemi atışlarıyla karşı karşıya kalacağı için pek önemsiz bir duruma düşerdi. İngilizler ve Fransızların bu ilerlemesine Ruslar da yardım eder ve onlarda bir çıkarma yapardı. Nitekim Atina ve Bükreş üzerinden gelen pek çok haber, bugünlerde gemilerin ve birliklerin Odesa’da toplandığını bildiriyordu.
Böylece, Rusya ile Batı devletleri arasında güvenli bir bağlantı sağlanmış ve Türkiye, merkezi devletlerden kopartılmış olacaktı. Bu koşullar altında Bulgaristan’ın tarafsızlıktan ayrılması ve bizimle işbirliği yapması olanağı da kalmayacaktı.
Sekiz buçuk ay süren Çanakkale Savaşlarının ortalarına rastlayan Anafartalar çıkarması, işte bu nedenlerle, bu muharebelerin askeri ve politik açıdan doruk noktasını oluşturuyordu.”
Bu saldırıdan sonra savaş siper çatışmaları biçiminde sürdü. Bulundukları yerlerde siperlere girerek tutunmaya çalışan İngiliz ve Fransızlar en sonunda 19 Aralık 1915’de birliklerini geri çekmek zorunda kaldılar. 1916 yılının ilk haftasında da Gelibolu Yarımadasını tümüyle boşalttılar.
            Sekiz ayı aşkın süren kara savaşlarında iki taraf da ağır kayıplar verdiler. İngilizler 115 bini ölü olmak üzere 205 bin, Fransızlar 47 bin kişi kaybettiler. Türk kayıpları da 66 bini şehit olmak üzere 252.300’ü buldu.[xi].

ÇANAKKALE SAVAŞININ SONUÇLARI:
—Ulusal ant sınırları içerisinde geçen Çanakkale Savaşı, yalnızca Osmanlı Devleti’ni savaşın başında çökertilmekten kurtarmakla kalmamış, Ordunun Balkan Savaşlarıyla sarsılan güveninin yeniden oluşmasını sağlamıştır.
—Dünyanın en büyük donanmasına sahip olan İngiltere ve bağlaşıklarının bu ilk yenilgisi, sömürgeci uluslar karşısında ezilen uluslara cesaret vermiş, örnek olmuştur.
—İngiltere ve Fransa’nın Çarlık Rusya’sına yardım gönderememeleri ve Boğazların kapalı olması nedeniyle ticaretin engellenmesi, 1917 Bolşevik Devrimine yol açmıştır. Sovyet Devriminin sonrasında Ruslar I. Dünya Savaşı öncesi paylaşım antlaşmalarını geçersiz saymıştır. Böylece Osmanlı ordusunun önemli bir cephesi eksilmiştir. Asıl yarar, Ulusal Kurtuluş ve Bağımsızlık Savaşı esnasında ortaya çıkmış, cephe eksilmesinin yanında Sovyetlerden yardım ve destek alınmıştır.
—Avustralya ve Yeni Zelanda gibi İngiliz Dominyonlarından gelen askerler uzun süren savaşın sonunda yabancı topraklarda yitirdikleri yaşamlarının sömürgecilerin çıkarı için olduğunu görmüşler ve bu da ulusal bilinçlerini canlandırmıştır. Nitekim 9 Eylül 1922’de Yunanlılar, İzmir’de denize döküldükten sonra zafer kazanan Türk Ordularının kuzeye yönelerek Çanakkale boğaz bölgesine yaklaşması, orada bulunan İngiliz ve Fransız güçleri ile karşı karşıya gelmesi üzerine Churchill, dominyonlardan yeniden yardım istemiş ise de bu istek Avustralya Başkanı’nın, “Tek bir askerin hayatını tehlikeye koyamayacağını ve savaşa karar verilirse, dominyonlardan işbirliği istenmemesi gerektiği” yanıtıyla geri çevrilmiştir[xii].
—Çanakkale Savaşları uzun süre birbirine çok yakın siper çatışmaları ile sürdüğünden, özellikle Anzaklar, bu zaman süresince, dünya kamuoyunda hakkında sürekli olumsuz propaganda yapılan Türk askerinin, savaş gücünün yanında, insancıl yönlerini de görme fırsatı bulmuşlardır.
—Çanakkale Savaşları ulusal bağımsızlık savaşının önsözü olmuş ve Mustafa Kemal gibi bir dâhiyi ortaya çıkartarak Türk Ulusuna kazandırmıştır. Emperyalizme karşı ilk ders, Çanakkale Destanı ile verilmiş, Çanakkale’nin geçilmez olduğu kanıtlanmıştır.
—1917’den sonra Kuzeydoğudaki ulusal ant sınırları içerisinde bulunan yerler, Sovyetler, Gürcistan ve Ermenistan ile yapılan antlaşmalarla kazanılarak Kuzeydoğu sınırlarımız güvenceye alınmıştır. Böylece Batı cephesine asker, silah, araç gereç gönderilebilmiştir. Ayrıca Sovyet hükümetinin, bağımsızlık savaşı süresince vereceği destek ve yardımların yolu açılmıştır.

ATATÜRK DEVRİMİ – Fethi KARADUMAN


[i] L. Sanders, a.g.e. kitap I, s.87
[ii] Ruşen Eşref Ünaydın, Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal ile Mülakat, Cumhuriyet Kitapları, s.22–23–27
[iii] R.Ş.Ünaydın a.g.e. s.41–42
[iv] M. Kemal Atatürk, Anafartalar Hatıraları, Cumhuriyet Kitapları,  s.57
[v] R.Ş.Ünaydın, a.g.e. s.68
[vi] R.Ş.Ünaydın, a.g.e s.59–60
[vii] Dagobert von Mikusch, a.g.e. k.2,  s. 67
[viii] R.Ş.Ünaydın a.g.e. s.78–79
[ix] M. Kemal Anafartalar Hatıraları, s.92–93 
[x] L. Sanders, a.g.e. kitap I, s.112–117
[xi] Ş.Turan, a.g.e. s.49
[xii] Dr. Nejat Tarakçı, Çanakkale’de yok sayılan bir ulus kendini kanıtladı, Cumhuriyet Strateji eki, 14 Mart 2005 sayı: 37