11 Ocak 2018 Perşembe

AH DEDE VAH DEDE



85 yaşını geçmiş Recep Dede, hastanede doğumhanenin kapısı önünde bekliyordu. Doğumhaneden çıkan doktor sağa sola baktı, Recep Dededen başka kimse yok! Doktor, Recep Dedeye sordu;
Doktor- “içeride doğum yapan bayan yakınınız mı?”
Adam- “Evet,eşim.”
Doktor- “Ama bayan 25 yaşlarında…”
Adam- “Tamam işte, eşim o. Niye şaşırdınız, baba olamaz mıyım yani?”
Doktor- “Yoo,…… aklıma benim dedem geldi de.”
Adam- “Nesi varmış dedenizin?”
Doktor- “Kendisi av meraklısı idi. sürekli ava çıkardı.
Ancak yaşlanınca zorlanmaya başladı.
Bir gün ava çıkacakken kendisini uyardık, aman yapma dedecim, sen yaşlandın, ava gidemezsin diye.
Kendisi Israr etti ve hazırlandı.
E, tabi yaşlılık, çıkarken tüfek yerine baston aldı eline.
Ben de kendisiyle gittim.
Ormanda bayağı yol yürüdükten sonra bir geyik gördük.
Dedim ya, dedem yaşlı.
Bastonu omzuna koydu, doğrulttu ve geyiğe bastonla ateş etti.
Geyik o anda vurulup yere düştü…
Adam- “Olur mu, başkası vurmuştur onu.” 
Doktor-Ben de onu demeye çalışıyorum işte ..

başkası vurmuştur 🙂
Erdoğan, anne tarafından büyük dedesinin Sarıkamış şehitlerinden olduğunu söyledi. Hatta büyüklerinin anlattığına göre, rahmetli büyük dedesi tüfeğine sarılmış bir vaziyette donarak ölmüş!
Elbette doğru söylüyordur. Erdoğan’ın nam yapmak için büyük dedesinin şehitliğine ihtiyacı yok ki! Dünyada onu tanımayan kalmadı.
Bence Sayın Cumhurbaşkanına, dedesinin şehit madalyasını büyük bir törenle takmak lazım, hakkıdır. Fakat Millî Savunma Bakanlığı 1990’lı yıllarda “ŞEHİTLERİMİZ” adlı 5 ciltlik bir kitap yayınladı.
Sarıkamış Şehitlerinin yer aldığı 1. Dünya Savaşı Şehitleri listesinde, Erdoğan’ın büyük dedesi Kemal Mutlu adı maalesef yok!
Değerli Okurlar;
Nedir bu Sayın Erdoğan’ın şanssızlığı yahu?
Üniversite bitirir, diploması yok, derler.
Kantin Subaylığı yapar, asker kaçağı derler.
Çocukları herkes gibi askerlik yapar, çürük raporu aldı yapmadı, derler.
17/25 darbedir der, hayır bal gibi hırsızlık yapıldı, derler.
Reza Zarraf “Hayırseverdir” der, yoo o tam bir dolandırıcıdır, casustur, derler.
Dolaptaki dolarlar “İmam Hatip için” der, geç onu hırsızlık parası onlar, derler.
Ben, darbeci (!) Millî Savunma Bakanlığının Erdoğan’ın büyük dedesinin şehitliğini tanımayan tavrını kınıyorum ve kayıtlarını düzeltmeye davet ediyorum. Gitsinler Rize’ye, büyüklere sorsunlar!
Bu arada bazı tarihi gerçekleri de açıklamak isterim;
-Benim baba tarafından büyük, büyük, büyük, büyük dedemin “karesi”, Fatih ile beraber İstanbul’u fethetmişti. Hatta Sultan Fatih, kahramanlığından dolayı Serdar Dedeme “Çamlıca Tepesini” bağışlamıştı. Şimdi oraya birileri cami yapıyor! Dedemin malını kimseye yedirtmem! Böyle biline…
-Anne tarafından büyük, büyük, büyük, büyük dedemin “karesi x küpü” kadarı, Küba’ya ilk camii yaptıran adamdır. Devletimden buradaki haklarımın da korunmasını talep ediyorum.
Şimdi sizler, “söylediklerinin doğru olduğunu nasıl bileceğiz” diye soracaksınız.
Benim kanıtım aynen Sayın Cumhurbaşkanın ki ile aynıdır ve doğrudur.
Kanıtımızın kaynağı “büyüklerimizin söyledikleridir.”
Bu arada bundan böyle “Devletin başına gelemeyecek Devlet’in de” dedelerini açıklamasını hasretle bekliyoruz! Soyunu-sopunu çok merak ediyoruz da!
Ah dede, vah dede sen neymişsin sen…
Sağlık ve başarı dileklerimle 
11 Ocak 2018
Rifat Serdaroğlu

BASIN AÇIKLAMASI “Arapçanın “kutsal bir dil” olduğu kuyruklu bir yalandır”



BASIN AÇIKLAMASI
“Arapçanın “kutsal bir dil” olduğu kuyruklu bir yalandır”
Millî Eğitim Bakanlığı: İmam Hatip Liseleri ve Ortaokulları öğrencilerinin bilimsel gelişmeleri takip edebilmeleri için Arapçayı şart koştu. MEB Din Öğretimi Genel Müdürü Nazif Yılmaz tarafından 81 ilin milli eğitim müdürlüklerine gönderilen yazıda, “yabancı dil sorununu çözmüş bireylerin yetişmesi ve güncel bilimsel ilerlemelerin takip edilebilmesi” amacıyla bütün imam hatiplere Arapça Bilgi ve Etkinlik yarışmalarının düzenlenmesi talimatı verildi.
İmam hatip öğrencilerinin “milli ve manevi değerlerine sahip bireyler olarak uluslararası düzeyde bilgi ve kültür sahibi olmalarını” da Arapçaya bağlandı. MEB Din Öğretimi Genel Müdürü Nazif Yılmaz’ın “Öğrenci Merkezli Arapça Öğretimi” başlığı ile yayımladığı ve Arapça öğretilirken ikinci bir dil kullanılmaması gerektiğini, öğrencilerin öğretmenleri ile ancak Arapça iletişim kurabileceklerini, başka seçenek bulunmadığını savladığı bildirisiyle imam hatiplerde (İH) Türkçeyi yasakladı.
Lise ve Ortaokulların büyük bir bölümünün İmam Hatip Okullarına dönüştürüldüğü Türkiye’de (Orta Okul ve Lise), Kur’an Kurslarında, İlahiyat Fakültelerinde, cemaatlerin yönetimindeki öğrenci (talebe) yurtlarında yoğun bir Arapçılık alabildiğince egemendir.
Arapça yarışmaları”, “Dünya Arap Dili Günü” kutlamaları gibi etkinliklerde Arapça, bir yabancı dil olarak değil “ümmetin mukaddes dili” olarak kutsanmaktadır. Bu okullarda Türkçeye ilişkin bir etkinlik görmek ise neredeyse olanaksızdır
Araplık, Arap dili ve Arap kültürü Araplar için elbette ki değerli ve önemlidir. Ancak bunların İslam adına veya başka bir düşünce adına Arap olmayan halklara dayatılması büyük bir insanlık suçudur.
Kuran’da geçen kelime ve kavramlar salt Kur ’ana özgü ve ilk defa Kuran’da kullanılan kelime ve kavramlar değildir.  Kuran’da yer alan kavramlar İslam’dan önce de puta tapar Araplar arasında hem de birçoğu puta tapım işlerini anlatır anlamlarda kullanılmaktaydı. Bu nedenle Arapçanın kutsal bir dil olduğu kuyruklu bir yalandır.  Kur’an, Arapça olduğu için değil içerdiği ilahi buyruklar nedeniyle saygın bir dindir. Kuran'ın hiçbir yerinde ibadetlerin Arapça yapılacağına ilişkin bir buyruk söz konusu değildir. Diğer yandan Türkçe, yetkin nitelikleri Türk ve yabancı dilbilimcilerce hayranlık duyularak ortaya konmuş bir bilim, felsefe, yazın (edebiyat) dilidir.
“Güncel bilimsel ilerlemelerin takip edilebilmesi için Arapçanın ön koşul” olduğunu ileri sürmek sapkınlıktır, aymazlıktır, Türk ulusuna Türk diline karşı yapılmış alçakça bir hayınlıktır.
Bu sav hem bilimsel, dilbilimsel hem tarihsel ve hem de dinsel dayanaktan yoksun ve insanların belleğini, tarihin kayıtlarını, bilimin verilerini ve yazılı belgeleri yok sayan ve daha da kötüsü Türk ulusunu aptal, akılsız ve beyinsiz yerine koyan bayağı ve iğrenç bir savdır.
“Güncel bilimsel ilerlemelerin takip edilebilmesi için Arapçanın ön koşul” olduğunu ileri sürmek Ulusal değerlerimizi, ulusal belleğimizi felç etme, ulusal bilinci silme, yerine emperyalizmin değerlerini koyma eylemidir.
Ülke kan gölü içindeyken, terör örgütleri cirit atarken, halkın can ve mal güvenliği, ülkenin ve ulusun bütünlüğü tehdit altında iken sinsice okullara Arapça dayatması tam bir sapkınlık ve aymazlıktır
Arap ümmetçiliği peşinde koşan Arapları, “kavmi necip” olarak gören gözü dönmüş irticacı yobazlar Osmanlı’nın son şeyhülislamlarından Mustafa Sabri Efendi’nin izinden gitmektedirler.
Mustafa Sabri, Yunanistan'da çıkardığı “Yarın” gazetesinde 1927 yılında yazdığı şiirde Türklüğüne tövbe ettiğini, Türklükten istifa ettiğini söylemişti. “Güncel bilimsel ilerlemelerin takip edilebilmesi için Arapçanın ön koşul” olduğunu ve “Türkçeyi yasaklayan” genelge yayınlayanlar Emperyalist yayılmacılığın Türk halkının belleksizleştirilmesi ile görevli yandaşları ve yerli memurlarıdır. 
Kendi dilini ve kültürünü hor gören, başka kültürlerin egemenliğine girmeyi yücelik sanan, bu yoz, yobaz anlayışa Karamanoğlu Mehmet Bey’in, Yunus Emre’nin, Karacaoğlan’ın, Pir Sultan Abdal’ın, Bilge önder Mustafa Kemal Atatürk’ün yolundan yürümeye ant içmiş olan bizler kesinlikle izin vermeyeceğiz.  
YÖNETİM KURULU ADINA:                                                      Mahmut ÖZYÜREK
ULUSAL EĞİTİM DERNEĞİ
ISPARTA ŞUBE BAŞKANI

10 Ocak 2018 Çarşamba

Dilekçe Yazmayı Nasıl Öğrendim



Yıl 1969 olmalı. Isparta Şarkikaraağaç Lisesi Orta son sınıfındayım. O yıllarda Ortaokuldan sonra Meslek Liselerine(Maliye, Ziraat, Hayvan Sağlık vb.) yazılı ve sözlü sınavla giriliyor. Giriş sınavlarına başvuru öğrenim gördüğümüz okullara yapılıyordu.
Ziraat Meslek Lisesine başvuru için okula gidiyorum. Karşımdan aynı sınıfta okuduğumuz Çiçekpınar köyünden bir arkadaş geldi.
-Hayırdır nereye gidiyorsun?
- Ziraat Meslek Lisesine başvuru yapmak için okula gidiyorum.
-Dilekçe yazdırdın mı?
Elimdeki kendi yazdığım dilekçeyi gösterdim.
-Hiç boş yere gitme, kabul etmiyorlar. Dilekçe daktilo ile yazılacakmış.
Kafam biraz karışmıştı ama çaresiz geriye döndüm. Bir ilçede daktilo ile dilekçeyi kime yazdırabilirdim ki? O yıllarda her yerde olduğu gibi adliyelerin çevresinde “Arzuhalciler” bulunur, köylerden gelenlerin adliyelere ve diğer resmi makamlara yazılacak dilekçelerini yazarlardı.
İki üç metrekarelik küçük dükkânında, kalın çerçeveli gözlüklü, yaşlı arzuhalcinin boş olduğunu görünce içeriye daldım. Gözlüğünün üzerinden bakarak;
-Ne vardı? Dedi.
-Şey bir dilekçe yazdıracaktım, ne kadara yazarsın?
-Nereye yazılacak bu dilekçe?
-“Okula” dedim. “Ziraat Meslek Lisesi sınavlarına başvuracaktım”. Elimdeki dilekçeyi de uzattım. Baktı, okudu sonra yüzüme alaycı bir tavırla bakarak “sana 2,5 liraya yazarım” dedi.
Kendime bol gelen, her gün okula giyilmekten bir hayli yıpranmış elbisemin tüm ceplerini karıştırdım. Çıka çıka 225 kuruş çıktı. Uzattım arzuhalciye. Aldı, saydı. Masaya vururcasına bıraktı. Hiçbir şey söylemeden yazmaya başladı. Sanırım 20 dakika sonra dilekçeyi elime tutuşturdu, “şurayı da imzalayacaksın” demeyi ihmal etmedi.
Hem okula doğru yürüyorum, bir taraftan da arzuhalcinin kırık dökük daktilosu ile yazdığı dilekçeyi okumaya çalışıyorum.  “Ş” ler “J” ile yazılmış. Noktalama falan da yok.
Okula girdim. Dilekçelerle ilgilenen Müdür yardımcımız aynı zamanda Türkçe öğretmenimiz Tufan Demir’di. Biraz soyadı gibi davranan, ama çok iyi bir öğretmendi. Tutucu bir İlçede TÖS(Türkiye Öğretmenler Sendikası) kurucusuydu.
Dilekçeyi masasına bıraktım. Bir adım geri çekildim ve bekledim. Masadan dilekçeyi aldı, şöyle bir göz atıp dilekçe elinde ayağa kalktı. Öğretmenimiz uzun boylu, ben ise kara kuru, bücür olunca, sanki tavana bakar gibi bakabiliyorum yüzüne. Onun elinde bir pisliği tutarmışçasına iğreti tuttuğu, benim ise tüm harçlığım olan 225 kuruş vererek yazdırdığım dilekçeyi birkaç kez katlayarak yırttı ve yere attı. Sonra ayakları ayaklarıma değercesine yaklaştı. “Lan ben size üç yılda bir dilekçe yazmayı öğretemedim mi! demesi ile birlikte sol yanağıma sanki gülle çarpmışçasına bir tokat vurdu ki, gözlerimin önünden yıldızlar geçti, gözlerimden yaş geldi. Sonra “git şimdi bir dilekçe yaz ve getir!” diyerek gürledi.
Kimseni yüzümü görmemesi için koşarak eve geldim. Kırık dökük masanın başına oturup yeniden bir dilekçe yazdım. Ama halen sol kulağım uğulduyor, yüzüm yanıyordu.
Ne yazdığımı, nasıl yazdığımı anımsamıyorum. Dilekçeyi bitirir bitirmez yine koşarak Okula gittim. Müdür yardımcımız Tufan Demir’in karşısındaydım. Yüreğim yerinden çıkacak gibiydi. Dilekçeyi masasına bıraktım, bir adım geri çekilerek beklemeye başladım. Tufan öğretmen gözlüğünü taktı, eline bir kalem aldı, dilekçeyi baştan sona okudu, gördüğü birkaç imla hatasını düzeltti.
Sonra bana döndü. “Kaç para vermiştin arzuhalciye?” dedi. Ben sanki fısıldayarak “225 kuruş” diyebildim. Cebinden 5 lira çıkardı. “Hadi al bunu git. Bir daha da dilekçeni başkasına yazdırma” diyerek saçlarımı okşadı.
Çok utanmıştım. Süklüm, püklüm çıktım okuldan. O günden bu yana uzmanlık isteyen dilekçelerimi bile başkasına yazdırmadım. Tufan Demir öğretmenim yaşıyorsa sağlık ve esenlik içinde, ölmüşse ışıklar içinde olsun. 10 Ocak 2018
Mahmut ÖZYÜREK