Türkiye’de
tarım, özellikle son 30-35 yıllık krizinin dibine vurmuş durumda. Neoliberal
politikalarla piyasanın yıkıcı gücüne teslim edilen, üretim kapasitesi kırılan
ve üretici gücü olan kır emekçisi iflas noktasına getirilen tarım, ülkeyi
besleme özelliğini çoktan yitirmiş durumda.
Bu tabloya
karşın, gelişmeler, sektör için daha kötü günlerin habercisi niteliğinde.
TBMM’de görüşülmekte olan torba yasa ile getirilmeye çalışılan düzenlemeler,
yeni ve son bir özelleştirme dalgasının tarıma öldürücü darbeyi vurmaya
hazırlandığını gösteriyor.
Ekonomi’den
sorumlu Bakan; yatırım ve altyapı açığı bağlamında yapısal sorunları giderek
ağırlaşan, bilgi ve teknolojiyi içerememiş, yüksek girdi fiyatları ve
düzenlenemeyen çıktı piyasaları nedeniyle adeta bir kumar haline gelmiş tarım
sektörünün yetersiz rekabet gücü ortada iken, 2017 yılında tarımın da Gümrük
Birliği’ne dahil edileceğine ilişkin “müjde” verebiliyor..
Kötüsü; Bakanı
ilahiyatçı, Bakan Yardımcısı Hukukçu, Müsteşarı İş-Kur’cu olan Gıda Tarım ve
Hayvancılık Bakanlığı’nın bu konuda bilgiye dayalı yorum yapabilecek ne
kapasitesi, ne heyecanı var.
Daha kötüsü;
tıpkı Bakanlık gibi, sektörün temsilcileri de sessiz. İktidarı eleştirmenin
“milli iradeye” karşı gelmek olarak nitelendiği bugünlerde yaşananlar, Türkiye’nin
demokrasi “düzeyini” göstermesi açısından da ayrıca acı verici..
Yazının
başlığı, bu olumsuz havayı dağıtmak için herkesi rahatsız etme amacını taşıyor.
Amacımız, bu topraklarda tarıma elveda dememek için, daha fazla geç olmadan,
üretici ve tüketicilerin el birliği/güç birliği/akıl birliği yaparak tarımı
tasfiye hareketini savuşturmasına katkı sağlamaktır.
Bu bağlamda,
aşağıda, önce tarımın güncel bir fotoğrafı çekilecek, ardından tarım
sektöründeki özelleştirmelerin dünü, bugünü ve geleceği değerlendirilecektir.
ANADOLU’DA
ZAMAN
Anadolu
yarımadası, dünyada neolitik devrimin başladığı; başka bir deyişle, yerkürede
tarımsal üretimin ilk kez yapıldığı topraklardır. Kuşkusuz bu tesadüf değildir.
Bereketli toprakların su ve güneşle buluştuğu bu coğrafya, biyoçeşitlilik
açısından da eşsizdir. Dünyadaki 8 gen merkezinden 3’ü Anadolu’dadır, 3 bin’den
fazlası endemik olmak üzere 13 bin bitki çeşidi bu topraklarda yaşamaktadır.
İşte bu
özelliklere sahip bir üretim alanı, Türkiye, kasıtlı politikalarla çökertilen
tarım bağlamında, tarihinin en acı günlerini yaşıyor. Gerçekler istatistiklerle
çarpıtılamayacak kadar açık..
ÇÖKERTİLEN
ÜRETİM KAPASİTESİ, İTHALAT FATURALARINA YANSIYOR
2003 – 2015
döneminde Türkiye, tarım ve gıda ithalatı için yabancı ülkelere 400 milyar TL
para savurdu.
Türkiye; Rusya,
Almanya, Fransa, Ukrayna’dan buğday, İngiltere ve Hırvatistan’dan
arpa,Gürcistan’dan saman, ABD, Yunanistan, Türkmenistan ve Hindistan’dan pamuk,
Arjantin’densoya, ABD, Arjantin ve Brezilya’dan mısır, ABD Vietnam, İtalya ve
Tayland’dan çeltik ve pirinç,Etiyopya, Bangladeş, Mısır ve Çin’den kuru
fasulye, Kanada’dan nohut ve yeşil mercimek,ABD, Ukrayna ve Kanada’dan bezelye,
Bulgaristan’dan kurbanlık koyun, Şili, Uruguay ve Fransa’dan büyükbaş hayvan,
Bosna Hersek’ten lop et ithal eden bir ülke haline düşürüldü.
TARIM
DESTEKLENMEDİ, TERSİNE VERGİLENDİRİLDİ. ÇİFTÇİ İFLAS ETTİ
2003 – 2015
döneminde Türkiye, tarım desteğine ayırdığı paranın 5 katını ithalata
savurmuştur. Sözü edilen dönemde, tarım ve gıda ithalatına 400 milyar TL ödeme
yapılmışken, aynı dönemde iktidarın tarıma verdiğini iddia ettiği toplam nakit
destek miktarı79 milyar TL düzeyinde kalmıştır.
Tarım Kanunu
hükmü uyarınca, iktidarın çiftçiye 50 milyar TL borcu vardır. 2006 yılında
çıkarılan Tarım Kanunu’nun 21 inci madde hükmü, her yıl GSMH’nın % 1’inin tarım
desteği olarak ödeneceğini hükme bağlamıştır. Buna karşılık, 9 yıldır bunun
ancak yarısı ödenmiş olup, iktidar çiftçinin 50 milyar TL’sine el koymuş
durumdadır.
Ürettiği para
etmeyen, gübre-mazot- elektrik-su zamlarına yetişemeyen çiftçi iflas etmekte,
tarımdan kopmaktadır. Kredi – haciz – iflas kıskacına giren çiftçi
tarlasını/traktörünü satmakta, taahhüdü ihlal suçundan hapse giren çiftçi
sayısı her geçen gün artmaktadır. Son ondört yılda Türkiye’nin işlenen alan
büyüklüğü 27 milyon dönüm azalmıştır. Başka bir deyişle çiftçi, ektikçe zarar
ettiği için, iki Trakya Bölgesi büyüklüğündeki alanı işlemekten vazgeçmiş ve
terk etmiştir.
MAZOT, ÇİFTÇİYE
YAPILAN ZULMÜN EN AÇIK ÖRNEĞİDİR
Dünya petrol
fiyatlarındaki değişimler ve ülkelerin vergi oranları, mazotu en pahalı satan
ülkeler sıralamasında küçük değişimler yapabiliyor. Uluslararası Enerji Ajansı
verilerine göre, Türkiye bu listede daima ilk yedi içerisinde yer alıyor, zaman
zaman Norveç’i de geçerek birinci sırada yer alıyor.
Türkiye’deki
pahalı mazotun sebebi yüksek petrol fiyatları değil, yüksek vergilerdir.
Türkiye’de mazotun rafineri çıkış fiyatı 1,15 TL’dir. Buna 1,60 TL ÖTV, 44 kr
bayii ve dağıtıcı karı ve 64 kr KDV eklenmekte ve mazot 3,83 TL’den satılmaktadır.
ÖTV ve KDV toplamından oluşan vergi yükü 2,24 TL’dir.
Tarıma verilen
desteğin tamamı yalnızca mazot vergilerinden geri alınmaktadır. Türkiye’de
çiftçi toplam 4 milyon ton (4 milyar litre) vergi kullanmaktadır. Mazot
kullanan çiftçinin ödediği dolaylı vergi miktarı: 4 milyar litre * 2,24 TL =
8,96 milyar TL’dir. Tarıma verildiği iddia edilen toplam destek miktarı 2014
yılında 9,2, 2015 yılında 10,7, 2016 yılında 11,2 milyar TL olarak
açıklanmıştır.
Görüldüğü gibi,
desteğin neredeyse tamamı, yalnızca mazot üzerindeki dolaylı vergilerle geri
alınmaktadır. Tarımdaki diğer vergiler de düşünüldüğünde, AKP’nin tarımı
desteklemediği, tersine vergilendirdiği açıkça ortaya çıkmaktadır.
Mazot
desteğinin tam 12 katı, çiftçiden mazot vergisi olarak alınmaktadır: AKP’nin
mazota verdiğini iddia ettiği destek miktarı 2014 yılında 646, 2015 yılında
700, 2016 yılında ise 740 milyon TL’dir. Sözü edilen her bir yılda, mazot
üzerindeki dolaylı vergiler nedeniyle çiftçiden alınan haraç miktarı 9 milyar
TL dolayındadır. Verdiğinin 12 katını alıp, buna rağmen destek verdiğini iddia
etmek, AKP’nin sıradan propagandaları arasındadır.
HAYVANCILIK
ÇÖKTÜ, BESİCİ İFLAS ETTİ, HALKIMIZ ET YİYEMEZ HALE GELDİ
Çok değil 30
yıl evvel hayvancılıkta hem kendine yeten hem de komşu ülkelere canlı hayvan ve
lop et ihraç eden Türkiye, AKP sayesinde hem net ithalatçı hem de dünyanın en
pahalı kırmızı etinin satıldığı ülke haline gerilemiştir.
Türkiye’nin
sığır, manda, koyun ve keçiden oluşan canlı hayvan varlığı toplamı 1980 yılında
85 milyon iken, bugün 53 milyona gerilemiş, başka bir deyişle 32 milyon
azalmıştır. Oysa aynı dönemde nüfusumuz 34 milyon artmıştır.
Türkiye’nin
mera varlığı, 50 yıl evvelki düzeyin yarısına gerilemiştir. 1960 yılında 28,7
milyon hektar olan mera alanları, bugün 14,6 milyon hektar düzeyindedir.
Son 5 yılda 4
milyon baş canlı hayvan ithal edilmiş, canlı hayvan, et ve et ürünleri
ithalatına 4 milyar dolar para ödenmiştir. Halen, Konya kadar bir memleket olan
Bosna Hersek’ten et ithalatı yapılmaktadır.
Bir sanayi
ülkesi molan Almanya, kendi nüfusunu kendi ürettiği kırmızı et ile doyurmakta,
kg fiyatı4 Euro olan kırmızı etten ortalama bir Alman yılda 75 kg
tüketmektedir. Güya bir tarımülkesi olan Türkiye ise, dünyanın dört bir
yanından hayvan ve et ithal etmekte, kıymanın kilosu Almanya’dan en az 3 katı
pahalı olarak 42-43 TL’den satılmakta, vatandaşımız pahalı eti sofrasında
bayramdan bayrama görebilmekte, insanımızın yıllık ortalama et tüketimi bir
Alman’ın 1/6’sı düzeyi olan 12 kg da kalmaktadır
TÜRKİYE TARIMDA
NET İTHALATÇI BİR ÜLKE KONUMUNA GERİLEMİŞTİR
780 bin km2
yüzölçümüne sahipTürkiye, tarımsal hammadde dış ticaretinde, yıllara göre
değişmekle birlikte ortalama 1 milyar dolarlık ihracat, 8 milyar dolarlık
ithalat yapmakta ve 7 milyar dolar düzeyinde net açık vermektedir. Gıda
sanayinin katkısı bu tabloyu başa baş noktasına ancak getirebilmektedir.
Buna karşılık
547 bin km2 yüzölçümüne sahip Fransa hem tarımsal hammadde, hem gıda dış
ticaretinde net ihracatçı olup, dış ticaret fazlası yıllık 15 milyar Euro
düzeyindedir.
İspanya,506 bin
km2 yüzölçümüne sahip olup, aynı şekilde hem tarımsal hammadde hem de gıda dış
ticaretinde net ihracatçıdır; dış ticaret fazlası yıllık 16 milyar Euro
düzeyindedir.
41 bin km2
yüzölçümüne sahip Hollanda’nın ise, tarım ve gıdadaki dış ticaret fazlası
yıllık 40 milyar Euro eşiğini aşmış durumdadır.
Türkiye
açısından kabul edilemez bu tablonun ortaya çıkmasında, yıkıcı özelleştirme
uygulamalarının da büyük rolü vardır.
GEÇMİŞ
ÖZELLEŞTİRME SÜRECİ VE TARIMA ETKİLERİ
Tarımdaki
özelleştirme süreci, açık bir peşkeş öyküsüdür. Örneğin TEKEL İçki fabrikaları
290 milyon dolara özelleştirilmiş, satın alanlar 1 yıl geçmeden portföyün %
90’ının 800 milyon dolara satmışlar, birkaç yıl sonra da tesisler 2,1 milyar
dolara el değiştirmiştir.
Tarımdaki
özelleştirme süreci, aynı zamanda bir yabancılaştırma öyküsüdür. Örneğin TEKEL
İçki fabrikaları Amerikan Texas PasificCompany’den İngiliz Diego firmasına
geçmiş, TEKEL sigara fabrikaları ise British AmaricanTobacco’nun olmuştur.
Ancak peşkeş ve
yabancılaştırma, fotoğrafın yalnızca bir boyutudur. Diğer yandan, kamunun
tarımdan çekilmesiyle, girdi ve çıktı alanı tamamen piyasaya devredilmekte,
rant mekanizmaları devreye girmekte ve üretim araçları ile üretici güçlerin
yeniden üretimi önünde en büyük engel böylece oluşturulmaktadır.
Girdi
alanındaki özelleştirmelere yem ve gübre alanı en iyi örneklerdir. YEMSAN’ın
özelleştirilmesiyle karma yem alanı kuralsız piyasa koşullarına terk edilmiş,
çökertilen üretim kapasitesiyle 2/3’ü dışarıdan ithal edilen yem hammaddesinden
üretilen yemler çok yüksek fiyatlarla üreticiye satılmıştır. TÜGSAŞ, İGSAŞ ve
TZDK özelleştirmeleri gübre hammaddesi ithalatında tekelleşme yaratmış,
gübrenin üretim ve dağıtımı ise artan aracı kanallar elinde üretici sömürü
aracına dönüşmüştür.
Çıktı alanının
düzenlenmesi, hem üretici hem de milyonlarca tüketici açısından yaşamsal
önemdedir. Süt Endüstrisi Kurumu, Et Balık Kurumu ve TEKEL (İçki-sigara)
özelleştirmeleriyle kamunun devreden çıkması, sözü edilen alanlarda hızla özel
sektör tekellerinin oluşmasına neden olmuştur. Bu yapılar, üretici sömürüsünün
kolaylaşması için devraldıkları tesislerin önemli bölümünü kapatmışlardır.
Örneğin 6 sigara fabrikasından 5’i, içki fabrikalarının yarısından fazlası
kapatılmıştır. EBK’nun 35 tesisinden 18’i satılmış, 5’i bedelsiz devredilmiş,
3’ü tümüyle kapatılmıştır. Bu tablonun sonucu, içki fabrikaları için özel üzüm
çeşitleri üreten üreticinin ürününün elinde kalması, yerli tütün üretiminin ve
üreticisinin çökmesi, kırmızı et üretiminin gerilemesi ve yükselen fiyatlar
nedeniyle artan ithalat miktarlarına rağmen, piyasa spekülasyonlarının
önlenememesi bağlamında yurtiçi kırmızı et fiyatlarının Avrupa’nın 3 katına
çıkması şeklinde kendisini göstermiştir.
Özetle söylemek
gerekirse, tarım sektörünün geldiği noktayla ilgili yukarıda çizilen olumsuz
tabloya, özelleştirme sürecinin ölçülebilir ve büyük etkileri vardır.
YENİ
ÖZELLEŞTİRME SÜRECİ: TABUTA ÇAKILAN SON ÇİVİLER
AKP İktidarı,
şimdi yeni bir özelleştirme sürecini tahrik etme peşindedir. Bunun tarıma
yansıması ise, AOÇ, ÇAYKUR, Et ve Süt Kurumu, TŞFAŞ ve Şeker Kurumu, TİGEM,
TMO, DSİ, GAP ve Sulama Birliklerinin dağıtılması şeklinde kendisini
göstermektedir.
Yeni ve tümüyle
yıkıcı bu son dalganın her bir kurumu, şüphesiz, ayrı ayrı değerlendirmeyi hak
etmektedir. Bunu da yapma gayreti içinde olacağız. Ancak burada, bu genel yazı
kapsamında, mevcut işlevleri ve özelleştirme sonrası ortaya çıkacak durum
üzerine genel notlar verilecek ve bununla yetinilecektir.
Atatürk Orman
Çiftliği, memlekete modern tarımın gösterilmesi amacıyla kurulmuş bir öğretici
çiftliktir. İşlevini uzun yıllar boyunca yerine getirdikten sonra, yine uzunca
süren bir talan edilme dönemine girmiştir. Şimdi nihai amaç, öyle görünmektedir
ki, Atatürk Orman Çiftliği’ni Sarayın bahçesi haline dönüştürmektir.
Türkiye’de çay
üretiminin geçmişi henüz yüz yılı bulmamıştır. Uzak Asya’da geniş
plantasyonlarda ve çok düşük maliyetlerle üretilip ihraç edilmesi nedeniyle,
Türkiye’de çay üretiminin devamı, % 100’ün mutlaka üzerinde olması gereken
gümrük vergileri ve kamunun piyasayı düzenlemesi ile mümkündür. Aksi durumda
çay üretiminin nasıl yok olacağına en iyi ve yakın örnek, Gürcistan’dır.
Türkiye’de ÇAYKUR’un varlığına rağmen özel çay fabrikalarının üretici üzerinde
yarattığı sömürü, canlı öyküleriyle Rizeli’nin dilindedir. Bu nedenle
söylenmelidir ki, ÇAYKUR yoksa yerli çay da yoktur.
Et ve Süt
Kurumu’nun geçmişi, Et ve Balık Kurumu’na dayanmaktadır. 1990’lara kadar 35
kombina ve soğuk hava depoları ile hizmet veren EBK, özelleştirme sürecine
girmiş ve 1995-2004 aralığında 18 Kombina’sı satılmış (Şanlıurfa, Elazığ,
Bursa, Kars, Tatvan, Suluova, Afyon, Malatya, Kastamonu, Bayburt, Ağrı, Ankara,
Erzincan, Burdur, Gaziantep, Eskişehir, Sivas, Manisa); 5 Kombina’sı bedelsiz
devredilmiş (Kızıltepe, Yüksekova, Fatsa, Konya, Kayseri); 3 Kombina’sı ise
kapatılmıştır (Trabzon, Zeytinburnu, Haydarpaşa). EBK olmaksızın et piyasasının
regüle edilemediğinin acı örneklerle görülmesi üzerine, kurum 2005 yılında
özelleştirme sürecinden çıkartılmış ve adı Et ve Süt Kurumu olarak
değiştirilmiştir. Halen 11 Kombina ile (Adana, Ağrı, Bingöl, Diyarbakır,
Denizli, Erzurum, Sakarya, Sincan, Van, Yozgat, İstanbul) çalışmaya devam
etmektedir. Ancak altı çizilerek ifade edilmelidir ki, Et ve Süt Kurumu yerli
üretimi destekleme işlevinin yanında, daha çok ithalatın organize edildiği ve
rantın paylaştırıldığı bir merkez haline getirilmiştir. Bu nedenle de, sürekli
artan ithalata rağmen kırmızı ette tüketici fiyatları düzenlenememekte, piyasa
Bakan’ı da mahcup edercesine bildiğini yapmaktan çekinmemektedir. Et ve Süt
Kurumu’nun, 2005’ten 11 yıl sonra yeniden özelleştirme sürecine sokulması,
geçmişten ders alınamadığının açık işaretini oluşturmaktadır. Yapılması gereken
özelleştirme değil, kurumun üretici ve tüketici yararına çalışacak bir biçimde
reorganize edilmesidir.
Türkiye Şeker
Fabrikaları AŞ, kamuya ait 25 şeker fabrikasının şemsiyesini oluşturmaktadır.
Bunun dışında 5’i Pankobirlik 3’ü özel sektörün olmak üzere 8 pancar şekeri
fabrikası ve 5 nişasta bazlı şeker (NBŞ) fabrikası bulunmaktadır. Şekerde asıl
savaş, % 70’i Cargill ve ortaklıklarına ait bulunan NBŞ fabrikalarının kota
artırma isteğidir. Kontrol edil(e)meyen üretim dışında yasal kotanın
artırılması, şeker fabrikalarının kotalarının azalmasına ve dolayısıyla pancar
üretiminin de daralmasına neden olmaktadır. Diğer taraftan, Şeker Fabrikaları
AŞ bünyesinde çalışan fabrikaların (kabaca) 1/3’ü her yıl kar etmekte, 1/3’ü
başabaş noktada olmakta, 1/3’ü ise muhasebe zararı etmekle birlikte
yarattıkları dışsallıklarla ekonomiye katkı sunmaktadırlar. Bu kurumun
özelleştirilmesi ve fabrikaların satışı, bu nedenle, en çok 8 – 9 fabrikanın
açık kalmasına, diğerlerinin ise kapanmasına neden olacaktır. Bu durumun,
pancar üreticisi açısından yaratacağı olumsuzluklar ortadadır. Bu nedenle,
TŞFAŞ’nin özelleştirilmesi değil, yeniden yapılandırılması ülke yararınadır.
Verimli ve
kaliteli bir tarımsal üretim için, damızlık hayvan, fide, fidan, tohum gibi
üretim materyallerinin üretilmesi büyük önem taşır. Zirai Kombinalar, Devlet
Üretme Çiftlikleri ve TİGEM’ler (Tarım İşletmeleri Genel Müdürlüğü) bu amaçla
kurulan zincirin halkalarıdır. Geçmişte çok sayıda TİGEM satılmış, kalanlar da
önemli ölçüde işlevsizleştirilmiştir. Dünyada gen merkezi konumunda olan
Türkiye’nin, özellikle tohumda yabancı tekellerin insafına terk edilmiş olması,
kabul edilebilir bir durum değildir. Bu nedenle TİGEM’lerin tasfiyesi değil,
sağlam bir doğrultuda yeniden yapılandırılmasına büyük gereksinim vardır.
Toprak
Mahsulleri Ofisi, sıcak ve serin iklim tahılları (mısır, buğday, arpa, yulaf,
çavdar) fiyatlarının regüle edilmesinde 1938’den bu yana hizmet vermektedir.
Bunun yanında 1980’lerde Nadas Alanlarının Daraltılması Projesi çerçevesinde
özellikle nohut ve mercimek ekiminin ve üretiminin yaygınlaştırılması konusunda
çok başarılı çalışmalar yapmış, konusu olmamasına rağmen fındık krizinin
önlenmesi için de devreye sokulmuştur. Zaman içinde uzman olmayan yönetimlerle
etkinliği düşürülmüş, dış ticaret rantının devşirildiği bir kurum haline
dönüştürülmüştür. Türkiye, artık, her yıl 4 milyon ton düzeyinde buğday ithal
eder bir ülke konumundadır. Baklagillerin anavatanı olan Türkiye, çöken
üretimle, tüm baklagil ürünlerinde de net ithalatçı olmuştur. Bu ürünlerde
yeniden bir üretim hamlesi isteniyorsa, bu amacın TMO olmadan başarılamayacağı
bilinmelidir. Bu bağlamda TMO için de gerekli olan tasfiye değil, tümüyle
yeniden yapılandırma olmalıdır.
Nihayet sulama
alanı.. Tümüyle kapatılan Köy Hizmetleri ve 30 Büyükşehir’de kaldırılan İl Özel
İdareleri sonrasında, tarımsal sulama yatırımları için Devlet Su İşleri tek
merkez haline gelmiştir. Türkiye’nin teknik ve ekonomik ölçütlere göre
sulanabilir olup ta henüz suyla buluşturulamayan 4 milyon hektar düzeyinde
tarım alanı bulunmaktadır. Bugünkü yatırım hızıyla, bu alanları sulamaya
açabilmek için daha yüz yıla ihtiyaç vardır. GAP İdaresi de yatırımcı bir
kuruluş olmasına karşın, barajlarda tuttuğu suyun tarlayla buluşması için
gerekli sulama kanallarının yapımında açıklanması mümkün olmayan eksiklikler
gözlenmektedir. Az sayıda Sulama Kooperatifi ve çok sayıda Sulama Birliği ise,
sulamaya açılan alanların işletilmesinden sorumludurlar. Bu sayılan
kuruluşların özelleştirilmesi, suyun meta olma sürecini mutlaklaştıracaktır. Bu
bağlamda, su yönetiminin de suyun bir insan veçevre hakkı olduğu anlayışına
uygun biçimde reorganizesi gereklidir.
SONUÇ YERİNE
1980’lerin
ortalarından itibaren yürütülen özelleştirme sürecinde, “elde edilen toplam
gelir” 65 milyar dolardır. AKP dönemi tüm özelleştirmelerin % 87’sinin
yapıldığı bir dönem olarak öne çıkmaktadır. Bu dönemdeki 57 milyar dolarlık
özelleştirmenin 12 milyar doları masraflar için harcanmış olup, geriye kalan 45
milyar dolar ise Türkiye’nin 2 yıllık faiz ödemesine karşılık gelmektedir.
Bu bağlamda
söylenmelidir ki, neoliberal düzenin dayattığı özelleştirme uygulamaları,
sadece ortak varlıkların sermayeye peşkeş çekilmesi anlamını taşımamakta, bunun
yanında, kamunun devreden çıkmasıyla piyasanın yeni tekellerin insafına terk
edilmesi sonucunu da doğurmaktadır. Dünya deneyimi göstermiştir ki, “görünmez
el” sürekli olarak yurttaşın cebinden çalmaktadır.
Dünyanın tüm
önemli ülkelerinde desteklenen ve müdahale kuruluşlarıyla düzenlenen tarım
sektörü, özelleştirme uygulamalarına en duyarlı sektör konumundadır.
Tarım
sektöründe geçmişte görülen parçalı özelleştirme uygulamaları, muhatap sektörün
yalnız kalmasıyla kendisini göstermiştir. Sıranın kendisine gelmekte olduğunu
kavrayamayan diğer alt sektörler, TEKEL örneğinde olduğu gibi, işçi ve
çiftçinin feryatlarına yeterli dayanışma gösterememişlerdir.
Bu kez saldırı
toptandır. Dayanışmanın da bu doğrultuda ve gecikmeksizin örgütlenmesi bir
zorunluluk olarak ortadadır.
Doç. Dr. Gökhan
Günaydın