9 Ağustos 2016 Salı

FETHULLAHÇI ÖRÜMCEK AĞI



Tarih 29 Haziran 2009...
Türk Solu'nun 242. sayısı "Fethullahçı Örümcek Ağı" kapağıyla çıkmıştı. (Yazının tamamı bu paylaşımın altında)
Ara başlıklar şöyle:
- Abant Platformu: Ordu düşmanı yaygara platformu
- Fethullahçı yaygaranın etkisi
- Fethullahçı yaygara Türk milletinin kafasını eziyor
- Fethullahçıların Emniyetten Yargıya sızma operasyonu
- Toplum içindeki Fethullahçı virüs
- Geleneklerindeki Ordu düşmanlığı
- Fethullahçı tehlikenin esas kaynağı: Amerikan desteği

Yazıyı da ben kaleme almışım. Çok iyi hatırlıyorum, bu yazı yüzünden hem yazarı hem de derginin sorumlu yazı işleri müdürü olarak hakkımda dava açılmıştı Fethullah Gülen tarafından.

Tarihi tekrar hatırlatıyorum: 2009. AKP ile Cemaatin kol kola neşe içinde ülkeyi yönettiği yıllar. Ergenekon tertibinin en karanlık günleri. Pek çok muhalif ismin "aman bana da dokunmasınlar" dediği o dönemde bu kapağı çıkarmış ve devlet içindeki Fethullahçı örgütlenmeyi anlatmıştık.

Bugünlerde bakıyorum da herkes Cemaat düşmanı kesilmiş. Eeee, nasıl olsa AKP de Cemaat karşıtı oldu, şimdi kolay Fethullahçılar şöyledir, böyledir demek. Ama tekrar ediyorum, bugün televizyonlarda atıp tutanlar, şu kapağı yaptığımız 2009 yılında ne yapıyordu? Cemaate nasıl yanaşırım da bir ihale kaparım, çocuğumu okuturum, yeğenimi memur yaparım derdinde pek çoğu. O dönem Cemaatle kol kola girenler, mesela Melih Gökçek gibileri, bugün gelmiş Başyazarımız Gökçe Fırat'a (haşa) FETÖ'cü diye saldırıyor. Aslında yapmak istedikleri hem kendilerinin Cemaat ile ittifaklarını unutturmak hem de Gökçe Fırat'ı hapse atıp "sahte diploma" mevzusunu unutturmak.

------

29 Haziran 2009 tarihli yazımı aynen paylaşıyorum:

FETHULLAHÇI ÖRÜMCEK AĞI

ABANT PLATFORMU: ORDU DÜŞMANI YAYGARA PLATFORMU

Geçtiğimiz hafta sonu toplanan Fethullahçı Abant Platformu’nun sonuç bildirgesi şu maddeyle başlıyor:

“Askeri darbeler ve demokratik siyasi sürece karşı gerçekleştirilen müdahaleler, Türkiye’nin siyasal, sosyal ve ekonomik gelişmesine büyük zarar vermiştir. Demokrasimizin gelişip yerleşmemesinin en önemli sebebi bu darbe ve müdahalelerle yerleşen vesayet rejimidir.”

Bu bildirge 12 Eylül Askeri darbesinin ardından ortaya konulan “solu yok etme, bütün toplumsal muhalefeti ezme, serbest piyasa rejimini kurumsallaştırıp yerleştirme” programına karşı mı yazılmış. Hayır!

Ya da 12 Mart faşist askeri darbesini uyguladığı “Atatürkçü ve ilerici bütün aydınları içeri alma, devrimci gençlik hareketinin önderlerini yok etme, işçi ve köylü örgütlenmesini tarumar etme” programına karşı mı? Yine hayır...

Bu iki darbe de Türk toplumunu Amerikancı politikalar etrafında tekrar biçimlendirme, Amerikancılığa karşı çıkanları ezme amaçlıydı.

Tabii Abant Platformu’nda tartışılan bu değildi.

“Askeri darbelere ve askeri anayasalara karşıyız” derken neyi kastettikleri yapılan konuşmalarda ortaya çıktı. “Askeri darbe” derken idam edilen bir başbakan ve iki bakana ağıtlar yakıyorlardı. Yani 27 Mayıs’ı kastediyorlar. “Askeri anayasa” derken de 12 Eylül’den bahsediyorlar. Ama onu da hep belirttiğimiz gibi Kürtçü-İslamcı şekilde değiştirmek için eleştiriyorlar.

Çünkü normali şudur: Madem 12 Eylül Anayasasına karşısın, 12 Eylül döneminin baskısından, işkencelerinden, solu nasıl ezdiğinden bahsetmelisin!

Bunu tabii ki yapmazlar.

Solu ezen darbeye alkış, sağı durduran 27 Mayıslara hayır! Fethullahçı yaygaranın özü budur..,

FETHULLAHÇI YAYGARANIN ETKİSİ

Tabii Abant Platformu toplantısını tüm Türkiye’nin tartıştığı şu Taraf gazetesinin “Eylem Planı” manşetiyle birlikte değerlendirmek gerekiyor.

O zaman meselenin basit bir darbe karşıtlığı ve 27 Mayıs düşmanlığı olmadığı ortaya çıkacaktır.

Fotokopiyle yaratılan, bir tane A4 belgeyle yaratılan fırtınaya bakar mısınız?

Ordu içindeki darbe tezgâhı dedikleri şeyin belgesi olarak sundukları fotokopi kâğıt, boşanma davalarında bile kanıt olarak kullanılamaz.

Ancak yaratılan fırtına o kadar büyük ki, CHP’sinden MHP’sine bütün siyasi partiler “Ordu içindeki darbe yanlıları varsa hesap sorulmalı” masallarına ortak ediliyor.

Bütün toplum bir anda “darbe karşıtı” yapılıveriyor.

Öyle bir darbe korkusu yaratılıyor ki, bunu Abant Platformu’nda da duyuyoruz. Bakın konuşmacılardan biri ne demiş:

“Halkın iradesini bir türlü içine sindiremeyenler bugün bile BAAS rejimi ya da Pol Pot rejimi özlemiyle hükümeti devirmeyi, binlerce kişiyi yok etmeyi planlıyorlar. Bu kişi ve gruplar halkın iradesine karşı plan yapmaktan ne usanıyorlar ne de utanıyorlar.”

İnsan gerçekten de irkiliyor. Binlerce kişiyi yok etmeye çalışan darbe tezgâhçıları varmış... Kim demiş bunları? Bolu Valisi Halil İbrahim Akpınar. Bir nevi toplantının da ev sahibi.

Ama devletimizin bir valisi!

Kiracınızı evden çıkarmak isteseniz, “ıslak imzalı” bir kira sözleşmesi ister mahkeme.

Ama birileri fotokopi belgelerden yola çıkarak “binlerce kişiyi öldürme planları” yapan darbelerden bahsediyor.

Bu bir kampanya.

Bir yaygara.

Açık bir sindirme operasyonu.

AKP iktidarının Şeriatçı uygulamalarına, PKK’nın Kürt devleti kurma hayallerine dur diyecek bir Ordu’yu en başından sindirme operasyonu.

Bu operasyonun aktörleri ortada.

Sözde belgeyi CIA bülteni gibi çalışan bir gazete verdi: Taraf.

Amerikancı AKP iktidarı ve Başbakanı Tayyip, belge üzerinden “yasal yollarla Ordu’dan hesap sorma” görevini üstlendi.

Ancak bu senaryoda bir kesim var ki özellikle üzerinde durmak gerekiyor: Fethullahçılar.

Şu Abant’ta bir araya gelip “darbelere karşıyız” toplantıları düzenleyenler yani.

Fethullahçıların son “Eylem Planı” tartışmalarında toplumu ve Ordu’yu sindirme kampanyasının önde gideni olduğunu görebiliyoruz.

Bunda da medyadaki güçleri büyük önem taşıyor.

Şöyle bir düşünelim.

Yandaş medya denilen AKP işbirlikçisi medya Fethullah’ın kontrolünde. Aksiyon, Zaman, Samanyolu TV ve Mehtap TV cemaatin resmi yayın organları. Bugün gazetesi ve Kanaltürk Fethullahçı işadamı Akın İpek’in.

Yeni Şafak ve Vakit gibi dinci gazetelerde (söylemeye gerek yok) Fethullahçı yazarlar cirit atıyor.

Sabah ve Star gibi “Şeriatçı gözükmeyen” yandaş medya organlarında da Fethullahçı yazarlar ön planda. Örneğin Sabah’taki Emre Aköz ve Mahmut Övür. Star gazetesinin yeni ortağı da zaten başka bir Fethullahçı, Alaattin Kaya.

Fethullah’dan bağımsız gözüken Aydın Doğan medyasında bile önemli güçleri var.

Son olarak, Hürriyet gazetesinde haber koordinatörlüğüne getirilen Eyüp Can Sağlık cemaate bağlı gazetecilerden biri.

Cemaate ait Cihan Haber Ajansı da basının en önemli haber kaynaklarından. Kısacası Türk basınında önemli bir Fethullahçı yapılanmayla karşı karşıyayız.

FETHULLAHÇI YAYGARA TÜRK MİLLETİNİN KAFASINI EZİYOR

Fethullahçılar basında yarattıkları bu koroyla bir “yaygara gücü” oluşturmuş durumda.

Bu güç, resmen Türk milletinin kafasına kafasına vuruyor. Hem gerçek anlamda hem de mecazi anlamda...

Başını kaldıran Atatürkçünün kafasına Ergenekon tertibiyle vuruyorlar.

AKP’nin yaptıklarını sorgulayan Kürt-İslamcı rejime gidilmesini içine sindiremeyen askerin kafasına “Eylem Planı” haberleriyle vuruyorlar.

AKP’nin Anayasaya ve Türk yasalarına aykırı hareketlerine karşı gerekeni yapmak isteyen hukukçuları yürüttükleri yayınlarla ezmeye çalışıyorlar.

Ama çok daha önemlisi Türk milletinin “kafasının içini” değiştirmeye çalışıyorlar. Türkiye’de oluşabilecek her türlü milliyetçi yükselişe, Türk milletinin şehit cenazelerinde gösterdiği milliyetçi refleksten “Ne mutlu Türk’üm diyene” sözüne kadar, milliyetçi her şeye karşı bir “ırkçısınız” baskısı oluşturuyor.

Ve bu “yaygara gücü” Türk basınında önemli noktaları ele geçirdiği için de çok ses çıkarıyor.

Son “eylem planı belgesi” tartışmalarının bu kadar gürültü koparmasının nedeni de bu.

FETHULLAHÇILARIN EMNİYETTEN YARGIYA SIZMA OPERASYONU

Ancak sadece basın değil tabii ki Fethullahçıların sızdığı yerler.

Devlet kurumlarına da on yılların birikimi sonucunda sızmış durumdalar.

Bunu Fethullahçı yayın organlarının, özellikle Ergenekon tertibinin her yeni dalgasında bir polis bülteni gibi çıkmasından da anlayabilirsiniz.

Gözaltına alınanlar daha savcılığa çıkarılmadan, aramalarda ele geçirilenlerden tutun, polis sorgusunda sorulanlara kadar her şeyi ilk Fethullahçı gazetelerden okursunuz.

Haber metinleri bile polis tutanaklarına benzer.

Ama bu basit bir olay değil. Emniyet içindeki Fethullahçı yapılanmanın sızdırdığı bilgilerle yazılmıyor o haberler.

Gerçekleşen şey Emniyet içindeki Fethullahçı yapılanmanın tertiplerini kendi yayın organlarının desteğiyle devam ettirmesidir.

Yani ortada Fethullahçı Emniyet ile Fethullahçı medya arasındaki işbirliği var anlayacağınız.

Ancak bu işbirliğinin bir ayağı daha var: Yargı. Fethullahçılar Yargı içerisinde de yıllardır örgütlenmeye çalışıyorlar. Bunda belli oranda başarıya da ulaştılar.

Tabii Yargı diğer devlet kurumlarına göre hükümetlerden daha özerk olduğu için ve Atatürkçü bürokrasi bu kurumda daha zor kırılabildiği için, yargıdaki örgütlenmeleri henüz Emniyet’le karşılaştırıldığında çok zayıf.

Ama belli bir güç oluşturmuşlar.

Şemdinli İddianamesi hazırlanırken Fethullahçı bir savcının neler yapabildiğini görmüştük. Bu ülkenin Kara Kuvvetleri Komutanı’nın terörle mücadelesini “çete örgütleme”ye benzetebilmişti.

Şemdinli’de tek bir savcının başının altından çıkmıştı o iddianame.

Ancak yıllar geçtikçe karşımıza yeni iddianameler de gelmeye başladı.

Ve Ergenekon tertibiyle son noktaya vardı.

Artık Yargı içerisinde bir ekibin AKP iktidarıyla ortak bir çalışma içerisinde Atatürkçü hâkim ve savcıları tasfiye etmeye çalıştığını görüyoruz. Ama çok daha önemlisi, Yargı’nın gücünü Hükümet’in faşist baskılarıyla birleştirerek her tür muhalefeti ve Atatürkçü direniş odağını ortadan kaldırmaya çalışıyorlar.

Son “Eylem Planı” tartışmalarında meselenin ısrarla sivil yargıya taşınmak istenmesinin nedeni de bu. Fethullahçı yargı mensuplarıyla Ordu’dan da hesap sormak istiyorlar.

TOPLUM İÇİNDEKİ FETHULLAHÇI VİRÜS

Tabii Yargı içinde bu kadar örgütlenebilen bir cemaatin devletin diğer kurumlarında çok daha sağlam ve köklü bir yapılanma oluşturduğunu söylemeye gerek yok.

Fethullahçılık bir örümcek ağı gibi devlet içerisindeki gücünü yıllar yılı büyüttü.

Ama sadece devleti değil, toplumu da benzer bir şekilde sarıp sarmaladı.

Dershaneleri ve okullarıyla gençlerin beyinlerini yıkadılar. Cemaate ait şirketlerle Türk milletinin parasını cemaatlerine aktardılar ve büyük bir “saadet zinciri” oluşturdular.

Yüzbinlerce satan ve sokak sokak dağıtımını yaptıkları gazeteleriyle toplum içerisinde çok büyük bir etki yarattılar.

Zaten cemaat olarak camilerde, Kuran kurslarında da etkinler.

Ama yalnızca dini mekânlarda değil, meslek odalarından sendikalara, derneklerden vakıflara, her tür sivil toplum kuruluşuna da sızmış durumdalar. Bir kısmını bizzat kendileri kurmuş, bir kısmını da ele geçirmişler.

Kısacası, yalnızca devlet kurumlarına, Emniyet’e ve Yargı’ya sızan değil, toplum içine sızan bir yapılanmayla da karşı karşıyayız.

Doğal olarak bu çok daha tehlikeli.

Toplum içindeki bu Fethullahçı virüsün programı da belli:

Atatürk’e ve Atatürkçülüğe karşı gericilik.

Milliyetçiliğe karşı kozmopolitizm. Kürtçülük. Türk düşmanlığı.

Tam bağımsızlıkçı lığa karşı Amerikancılık.

Devletçiliğe karşı piyasacılık.

Devrimciliğe karşı cemaatçilik.

Cumhuriyetçiliğe karşı Kürt-İslam faşizmi.

Laikliğe karşı Şeriatçılık.

Halkçılığa karşı Ümmetçilik.

Demokrasiye karşı AKP’nin Ergenekon tertibine tam destek, faşist baskısını övme.

Asıl tehlike bu. Bürokrasi içindeki Fethullahçıları gücünüz oldu mu temizleyebilirsiniz. Ama toplum içindeki bu Fethullahçılıkla mücadele çok daha zor ve uzun bir süreç...

GELENEKLERİNDEKİ ORDU DÜŞMANLIĞI

Son “Eylem Planı” tartışmaları Fethullahçılardaki Ordu düşmanlığının da en güncel kanıtı.

Bu, Said’i Kürdi’ den beri geleneklerinde olan bir şey. Said’i Kürdi, Türkiye’nin en önemli gerici ayaklanmalarından biri olan 31 Mart’a katılanlardan biriydi. Hatta cami avlularında ayaklanmacıları provoke eden konuşmaları yapan hatiplerdendi. 31 Mart ayaklanması bilindiği gibi hem Meşrutiyete bir son verip gerici bir rejim kurmak, hem de Türk Ordusu içindeki ilerici örgütlenmeyi ortadan kaldırmayı amaçlıyordu. Zaten ayaklanan gericilerin ilk hedefleri de hep subaylar oluyordu.

Tam 100 yıl önce sokaklarda “din elden gidiyor” diye Türk subaylarına saldıranlar, bugün de aynı naralarla Ordu’dan hesap sormaya kalkışıyor.

Sordukları hesap aslında ele geçirdiklerini iddia ettikleri “Eylem Planı’nın hesabı değil.

Gerici yürüyüşlerinin Ordu, Atatürk ve bir bütün olarak Atatürkçüler tarafından 100 yıldır engellenmesini içlerine sindiremiyorlar. Sordukları hesap o.

Abant’ta bir araya gelip 27 Mayıs’ı hâlâ gündeme getirmelerinin, idam edilen Menderes’lerin ardından ağıt yakmalarının nedeni de bu.

Fethullahçılar Ordu’ya düşmandır, çünkü Türklükle, milletle, devletle alakası olmayan, hatta onlara karşı olan bir cemaat yapılanmasıdır.

Türk Ordusu da onların Şeriatçı yapılanmasına karşı olduğu için ve cemaat örgütlenmelerine aykırı olduğu için ortadan kaldırılmalıdır.

Tabii Türk’ün ordusu olduğu için de tehlikelidir.

Ordu onlar için bir engelden öte, yok edilmesi gereken bir hedeftir.

O yüzden Fethullahçıların Ordu düşmanlığını bir çeşit “nefsi müdafaa” gibi görmemek lazım. Köşeye sıkışmış kedinin son çırpınışları değildir Fethullahçıların Ordu karşıtlığı. Avının etrafında ağlarını sabırla ören örümcektir onlar. Yalnızca beyinleri “örümcek” büyüklüğünde değildir. Ağları da “örümcek ağı” kadar görünmez, sinsi, ama etkilidir.

Son yıllarda, Ordu düşmanlığının yanı sıra Ordu içerisinde de “sızma” hareketine devam ettikleri ortada. Fethullahçı yayın organlarının Ordu’dan sızan belgelerle yaptıkları, Ordu kaynaklı provokasyonlarının ve yalan haberlerinin bu kadar artması bile bunun göstergesi.

Son fethedilecek kale olarak gördükleri Ordu’yu da ele geçirdiler mi, işlerinin çok daha kolay olduğunu düşünüyorlar.

FETHULLAHÇI TEHLİKENİN ESAS KAYNAĞI: AMERİKAN DESTEĞİ

Peki, Fethullahçıları Türkiye Cumhuriyeti için bu kadar tehlikeli kılan esas şey ne?

Bu sorunun yanıtını Fethullah’ın yeni prenslerinden Alp Aslandoğan’ın açıklamalarında bulabilirsiniz:

“Gülen hareketinin yok edilmesinden bahsetmek anlamsız. Çünkü hareketin içindekiler, toplumun her kesiminden gelen Türk halkıdır.”

Bu meydan okumayı yapan Aslandoğan kim? Houston Üniversitesi’ndeki “Gülen Enstitüsü” nün yönetim kurulu üyesi. Açıklamayı da CIA’nın yan kuruluşlarından biri olan CSIS’in düzenlediği “Gülen Hareketi” toplantısında yapmış. (CSIS: Stratejik ve Uluslararası Çalışmalar Merkezi).

Houston Üniversitesi’nde Fethullah Gülen adına bir enstitünün neden açıldığını bir kenara bırakıyoruz.

Mesele de Alpdoğan’ın ne söylediğinden öte, nerede söylediği.

Beyefendi toplumun her kesimini temsil ediyoruz buyuruyor ama nereden? ABD’den! CIA kuruluşunda bir konferans düzenlemiş, Türk toplumunu ve Fethullahçılara direnen herkesi tehdit ediyor.

Cemaat lideri Fethullah deseniz, 10 yıldır ABD’de. O da hatırlarsanız ABD’den buyurmuştu “Ulusalcı dalgayı aşacağız” diye.

Üstelik onlar yalnızca ABD’de değiller. Aynı zamanda, ABD nerede isterlerse oradalar.

Fethullah’ın Türkiye dışındaki okullarının açıldığı ülkeleri dünya haritasında bir işaretleyin. Ve üstüne ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’ni yerleştirin. Nasıl da oturuyor değil mi?

Orta Asya’dan Afrika’ya, Ortadoğu’dan Balkanlar’a ABD operasyonlarının hedefindeki bütün ülkelerde görebilirsiniz Fethullah okullarını.

Bu bir tesadüf değil elbette.

Lideri ABD’de olan bir hareketin “kafası” da ABD’de olur.

ABD’nin Fethullahçıları yalnızca desteklemediğini, daha da ötesinde bizzat yönettiğini görmeden bu cemaatin Türkiye’ye yarattığı tehlikenin boyutları anlaşılamaz.
 29 Haziran 2009
Özgür Erdem

8 Ağustos 2016 Pazartesi

YİNE DEMOKRASİ TRAMVAYINA BİNDİ



İstanbul’a belediye başkanı oluşundan günümüze değin Recep Tayyip Erdoğan hedefini, amacını ve davasını hep açıkça söylemiştir.
Davasını, amacını ve hedefini, hiç saklamamış, hiç gizlememiştir.
Elbette süreç içinde taktiksel geri çekilmelerde bulunmuş, söylem değiştirir gibi yapmış, zaman zaman sessiz kalmış ama davasından, amacından, hedefinden hiç sapmamıştır.
Recep Tayyip Erdoğan’ın davasını, amacını, hedefini tek bir cümlede özetleyebiliriz:
Temelinde laiklik ilkesi bulunan cumhuriyet rejimini ortadan kaldırıp yerine “Osmanlı Şeriatı”na dayalı bir düzen getirmektir.

Recep Tayyip Erdoğan, bakın demokrasiyi nasıl algılıyordu:

“Peki, nasıl bir demokrasi?
Bu demokrasi amaç mı olacak, araç mı olacak?
Bize göre demokrasi hiçbir zaman amaç olamaz.”

Demokrasinin ulaşılması gereken bir amaç olmadığını vurgulayan Recep Tayyip Erdoğan, görüşlerini çok daha keskin ifadelerle şöyle açıklıyordu:

Demokrasi bizim için bir amaç değil, araçtır!
Amacımıza ulaşana kadar demokrasiye bağlıyız.
Demokrasi bizim için bir tramvaydır. İstediğimiz durağa gelince ineriz.”

Recep Tayyip Erdoğan, demokrasi tramvayına bindi.
Peki, ne zaman indi?
27 Mayıs 2013 tarihinde, demokrasi tramvayından indi.
Bu olayı çok kısa özetleyeyim.

AKP hükümeti ve İstanbul Belediyesi, İstanbul’da Taksim Gezi Parkı’nda “Topçu Kışlası” inşa etmeye karar verdi. Bunun için önce, yüzlerce ağacın kesilmesi gerekiyordu.
27 Mayıs 2013 günü iş makineleri parka girdi. Çok büyük çoğunluğunu 20- 40 yaş arası gençlerin oluşturduğu bir topluluk bu girişime karşı ayaklandı, iş makinelerinin önüne dikildi.
Devletin polisi Toma’larla, biber gazıyla ayaklananlara saldırdı.
Ayaklananların üzerinde değil tabanca, bıçak; bir tırnak makası bile yoktu!
Çoğu gençlerden oluşan protestocular; “Barış”, “Sevgi”, “İnsan Hak ve Özgürlüklerine Saygı”, “Demokrasi” diye haykırıyorlardı. Ellerinde Türk bayrakları vardı.
Recep Tayyip Erdoğan’ın emriyle polisler; barış, sevgi, insan hak ve özgürlüklerine saygı, Demokrasi isteyenlerin üzerine ateş açtı. 8 gencimizi öldürdü. Ondan fazla gencimizi kör etti. Sekiz binden fazla insanımızı yaraladı.
İstanbul Taksim Gezi Parkı’nda başlayan Demokrasi ayaklanması Türkiye’nin 80 iline yayıldı.
Devletin resmi rakamlarına göre Türkiye genelinde toplam 7 milyon insanımız gece gündüz ayaklanmayı sürdürdü.
Temelde Demokrasi’den başka bir talepleri olmayan insanlarımızın protestosu bir ay sürdü.
Peki, sonra ne oldu?

Değerli Dostlar,

Barış, Sevgi, İnsan Hak ve Özgürlüklerine Saygı ve Demokrasi isteyen en az 7 milyon insanımızın kalkışmasını, devletin polis gücünü kullanarak bastıran Recep Tayyip Erdoğan, yeniden Demokrasi tramvayına bindi.

Recep Tayyip Erdoğan, Demokrasi tramvayına istediği zaman biniyor, işine gelmediği zaman iniyordu.

Değerli Dostlar,

15 Temmuz 2016 akşamı, çok uzun zaman önce Türk ordusu içinde örgütlenmiş olan Fethullahçı subaylar, yani CIA ajanları, darbe girişiminde bulundu.
Tarihimizde ilk kez Türk halkı darbecilere karşı sokaklara döküldü, canları pahasına darbecilere geçit vermedi. Darbe girişiminin ilk saatlerinde cep telefonuyla bir televizyon kanalına bağlanıp halkımızın darbecilere karşı sokaklara, meydanlara çıkmasını isteyen Recep Tayyip Erdoğan’ın çağrısı başarılı oldu.
Darbecileri önleme aşamasında ve daha sonra yaptığı söylem ve uygulamalarda Recep Tayyip Erdoğan, bir kez daha Demokrasi tramvayına binmişti.
Recep Tayyip Erdoğan, “Demokrasiye inananları tankla, topla sindiremezsiniz!” diye haykırıyordu.
Halkın sokaklardan, alanlardan ayrılmamasını isteyen Recep Tayyip Erdoğan, bu önlemi “Demokrasi Nöbeti” olarak adlandırıyordu.

7 Ağustos 2016 Pazar günü İstanbul Kazlıçeşme’de yapılan, milyonlarca insanımızın katıldığı mitingin adı, medyada “Demokrasi Şöleni”, “Büyük Demokrasi Buluşması” olarak adlandırılıyordu.

Değerli Dostlar,

Bir kez daha Demokrasi tramvayına binmiş olan Recep Tayyip Erdoğan’ın demokrasi üzerine yaptığı söylemler milyonlarca insanımız tarafından coşkuyla paylaşılmaktadır.
Peki, bu ne zamana kadar sürecektir?
Daha açıkçası, Recep Tayyip Erdoğan Demokrasi tramvayından bir daha ne zaman inecektir?
Bu soruya cevap verme yerine, size bir öneride bulunabilirim.

İngilizlerin, Yunanlarla ilgili çok ünlü bir deyişleri vardır:
“Beware of Greeks, bearing gifts.”
Türkçe anlamını şöyle söyleyebilirim:
“Size hediyelerle yaklaşan Yunanlara dikkat ediniz!”
İngilizlerin bu ünlü deyişleri, bir tarihi olaya dayanmaktadır, çok kısa anlatayım.

Çanakkale’ye 30 km. uzaklıktaki Tevfikiye köyünün eski tarihteki adı Truva idi.
İsa’dan Önce 1184 yılında geçtiği anlatılan efsaneye göre, Truvalı prens Paris, Yunan Kralı’nın karısını kaçırır ve bu olay Yunanlarla Truvalılar arasında bir savaşa neden olur.
Yunanlar denizden Truva’yı kuşatma altına alırlar, ancak on yıl süren savaşlar başarısızlıkla sonuçlanır. Kale duvarları çok kalın taşlardan yapılmış Truva’ya giremezler.
Bunun üzerine, Yunanlar kurnaz bir oyun kurgularlar.
Tahtadan çok büyük bir at yaparlar ve bunu Truva’nın kale kapısı önüne bırakıp uzaklaşırlar.
Savaşın bittiğine inanan Truvalılar, Tahta At’ı tanrıların bir armağanı olarak algılayıp kentin içine çekerler.
Zafer kutlamalarıyla zil zurna sarhoş olan Truvalılar yattıktan sonra Tahta At’ın karnı açılır, saklanmış olan Yunan askerler dışarı çıkar, kale kapılarını ardına kadar açar, Yunanlar Truva’yı işgal eder, yakar, yıkar, binlerce Truvalıyı kılıçtan geçirir.
Truvalılar, Yunanlıların bıraktığı Tahta At’ı hediye sanmışlar ve bu yanılgılarını, hem vatanlarını hem de canlarını vererek ödemişlerdi.
İşte, bu tarihi olaydan büyük bir ders çıkaran İngilizler, “Size hediyelerle yaklaşan Yunanlılara dikkat ediniz!” demektedirler.

Değerli Dostlar,

Ben de İngilizlerin bu ünlü deyişinden esinlenerek şöyle diyorum:
“Demokrasi tramvayına istediği zaman binen, işine gelmediği zaman inen Recep Tayyip Erdoğan’a dikkat ediniz!”

Yılmaz Dikbaş
8 Ağustos 2016, Pazartesi
dikbas@kalinka.com.tr
0532 233 31 52