30 Temmuz 2016 Cumartesi

KENDİ ORDUSUNDAN KORKMAK/ Metin AYDOĞAN




Orduya siyaset sokmak, üstelik dinci siyaset sokmak, art arda darbeler alan bu büyük kurumu; emir-komuta zinciri bozulmuş, savaşkanlık ruhunu yitirmiş, disiplinsiz bir insan kalabalığı haline getirecektir. Yönetime gelen her parti, orduya kendi adamlarını ve politik farklılıklarını taşıyarak, orduyu ordu olmaktan çıkaracaktır. Enver Paşa’nın ordunun komutasını Almanlara vermesinden ve İnönü’nün NATO’ya teslim etmesinden (NATO'ya giriş için İnönü başvurdu, Menderes imzaladı) sonra, orduya en büyük zararı, aceleyle çıkarılan kararnameler verecektir.

Kararnameler

15 Temmuz darbe kalkışmasından sonra; olağanüstü hal ilan edildi, çok sayıda insan tutuklandı ve art arda kanun kuvvetinde kararnameler çıkarıldı/çıkarılıyor. Kararnamelerde dikkat çeken özellik, AKP çevrelerinde ve yandaş basında eskiden beri dile getirilen istemleri içermesi ve önceden hazırlandığı izlenimi vermesiydi.
Devlet Personel Yasası’nın değiştirilmesi, Jandarma’nın tümüyle İçişleri Bakanlığı’na bağlanması, valilerin jandarma genel komutanı olabilmesi, askeri okulların Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanması ve zaman içinde kapatılması, Genel Kurmay’ın Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması, imam hatip mezunlarının Harp Okulları’na girmesi, askeri yargının kaldırılması... gibi yaklaşımlar, çıkarılan ve çıkarılacağı söylenen kararnamelerin konusu olacağa benziyor.
Tartışılmadan ve eleştirilmeden, yaptım oldu anlayışıyla alınan bu tür kararlar, Kurtuluş Savaşı’nı kazanan gazi ordunun siyasileşmesi ve güçsüzleşmesi anlamına gelecektir. Söylenenler gerçekleşirse, Atatürk’ün kurduğu ordu bir başka orduya dönüşecektir. Bakanlıkların ne hale getirildiği gözünüze alındığında, durumun vahameti daha iyi anlaşılacaktır.

Kendi Ordusundan Korkma

Yöneticilerin kendi ordusundan korkma davranışı, Türk toplumunun yabancısı olmadığı bir konudur. Osmanlı padişahları, özellikle 19.yüzyıl’da; ülkeyi savunacak orduyu tahtları için tehlike olarak görmüştür. Ya ortadan kaldırıp kendine bağlı yeni ordular kurmuşlar ya da bilinçli olarak orduyu zayıf bırakmışlardır.
2.Mahmut, Yeniçeri Ocağı’nı ortadan kaldırırken yerine kendisine bağlı yeni bir ordu olan Eşkinci Ocağı’nı kurdu. Ancak, bu girişim, darbeyi önlemedi. Oğlu Abdülaziz, bir suhte (medrese öğrencisi) darbesiyle tahttan indirildi.
Yerine geçen yeğeni Abdulhamit, yaşadığı sürece darbe olasılığından korktu ve orduyla ilgili karar yetkisini tümüyle kendi üzerine aldı. Ordunun güçlenmesini istemedi. Donanmayı Haliç’te çürümeye terk etti. Atamalarda yeterliliğe değil saraya bağlılığa önem verdi. Komutanların her hareketini izleyen hafiye birimleri oluşturdu, orduya büyük tatbikat yaptırmadı.
Ancak, o da darbeyi önleyemedi. İttihat ve Terakki Partisi’ne bağlı subaylar tarafından tahttan indirildi. Darbeleri ortaya çıkaran nedenlerin, toplumların gelişme istemine yanıt veremeyen yetersiz yönetimler olduğunu göremedi ve aldığı onca zabıta önlemine karşın darbeyle yönetimden uzaklaştırıldı. Darbe korkusuyla orduyu mahvetti ama yine de darbeyi önleyemedi.

Siyaset ve Ordu

Darbe korkusuyla orduya siyaset sokmak; Osmanlı Ordusu’nu, içinde birbirine düşman kümelerinin olduğu başıbozuk bir kalabalık haline getirdi. Emir komuta ilişkisi bozuldu. Ortak duygularla ülke savunmasında görev yapacak subaylar, birbirine kuşkuyla bakan güvenilmez karşıtlar haline geldi. İttihat ve Terakki Partisi’nin ordu içindeki gizli örgütlerine karşı, Hürriyet ve İtilaf Partisi, Halâskâr Zâbitân (Kurtarıcı Subaylar) örgütünü kurdu. Bu örgütler birbirlerine karşı suikastlar düzenledi, baskınlar yaptı. Ordu, iki düşman ülkenin askerlerinin aynı çatı altında tutulduğu bir örgüt haline geldi.
Orduya siyaset bulaştıran ittihatçı-itilafçı çatışması, Balkan yenilgisiyle başlayan, Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasıyla sonuçlanan yıkıcı sürecin hem nedeni hem de belirleyicisi oldu. Darbe önleme amacıyla yapılan siyasileşme orduyu ordu olmaktan çıkardı ve Türk tarihinde benzeri olmayan utanç verici Balkan yenilgisine yol açtı. Osmanlı Ordusu, 200 bin askeriyle, daha düne kadar küçük birer eyalet olan ülkelere yenildi.
Balkan yenilgisi, ordunun yapısıyla oynamanın nelere yol açacağını gösteren, ders alınması gereken çarpıcı bir örnektir. İncelenmesi ve bugüne yönelik sonuçlar çıkarılması gerekir.

Balkan Savaşı

Balkan devletlerinin en küçüğü Karadağ, gücünden ve konumundan beklenmeyen bir tutumla, 8 Ekim 1912’de, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı savaş açtığını duyurdu. Bilinçli bir hazırlığın ürünü olan bu garip çıkış, gerçekte, Balkanlar’daki Türk varlığına son vermeyi amaçlayan genel bir kalkışmanın başlangıcıydı. Yunanistan, Sırbistan, Bulgaristan ve Karadağ, aralarında anlaşmışlar; Osmanlı Devleti’ne karşı, birlikte davranma kararı almışlardı.
Karadağ’dan on gün sonra Yunanistan ve Bulgaristan, on iki gün sonra da Sırbistan savaşa katıldı. Trablusgarp’da, topraklarını açıktan savunamayacak kadar silik bir görünüm veren Hükümet, büyüğü ve küçüğüyle tüm düşmanlarının yüreklenmesine yol açmış, herkes payına düşeni almak için zamanın geldiğine inanmıştı.

Utanç Verici Yenilgi

Balkan devletlerinin ortak hareket ettiği Birinci Balkan Savaşı’nda (1912), Osmanlı Ordusu o denli çabuk ve kolay yenilmişti ki; sonuç, yalnızca Türkiye ya da Balkan devletlerini değil, Avrupalı büyükler ve Rusya dahil, tüm dünyayı şaşırtmıştı. Yüzyıllar boyu eyalet olarak korunan küçük devletçikler, İmparatorluk Ordusu’nu bir anda ve inanılması güç bir kesinlikle yenmişti.
Asker sayısı az olmayan Osmanlı Ordusu, “sanki birbirleriyle bağlantısı olmayan insanlardan oluşan bir yığıntı gibi, gizemli bir üflemeyle birdenbire havaya savrulmuş”; Rumeli’deki Türk birlikleri, “aydınlatılması güç bir genel uyuşukluğun, uyanılmayan bir uykunun sersemliği içinde”1 dağılıp gitmişti.
Türk askerlerinin savaşkanlığı bu değildi. Nitekim, genç kuşak subayların orduda etkili olmaya başlamasıyla durum çabuk değişti. Balkan Savaşı’nda neredeyse kendiliğinden dağılan ordu, birkaç yıl sonra Çanakkale başta olmak üzere Galiçya’dan Yemen’e dek, on ayrı cephede büyük direnç gösterdi, başarıyla savaştı.
Balkan Savaşları’na katılmış olan tarih araştırmacısı General Fahri Belen (1892-1975), Türkiye için “bir felaket” olarak nitelediği Balkan yenilgisinin, Türk ordusuna değil “kokuşmuş Osmanlı anlayışına” ait olduğunu söyler ve şu yorumu yapar: “Balkan Savaşlarında, Türklerin savaş gücünü artık tümden yitirdiği sanıldı. Oysa savaşta yenilen Türk askeri değil, kokuşmuş Osmanlı anlayışı ve bu anlayışı sürdüren yöneticilerdi. Nitekim, yeni yetişen genç kuşak, ilerdeki savaşlarda, özellikle İstiklal Savaşı’nda, Türkler’in savaş gücünü yitirmediğini tüm dünyaya gösterecekti”.2

Yenilginin Nedenleri

Balkan Savaşı çıktığında, ekonomik çöküşle bütünleşen siyasi çözülme, kesin ve uzlaşmaz ayrılıklar durumuna gelerek, ülkenin her yanına yayılmıştı. Dış karışma ve azınlıkların bir türlü bitmeyen ayrılıkçı istekleri, ittihatçı-itilafçı çatışmasıyla iç içe geçerek, toplum yaşamını ayakta tutan hemen tüm değerleri, özellikle yönetim işleyişini, adeta yok etmişti. Osmanlı toplumu, birbirlerinin varlığına katlanamayan, yüzlerini bile görmek istemeyen insanların oluşturduğu, belki de onlarca parçaya ayrılmıştı.
Ayrılıklar yalnızca; Türk-Rum ve Ermeni, Türk-Arap, Kürt-Ermeni ya da Müslüman-Hıristiyan çelişkilerinden oluşmuyordu. Müslüman’la Müslüman, Türk’le Türk arasında da derinleşip yayılmıştı. Düşmanlık durumuna gelen siyasi bölünme, gülmece konusu olacak ayrılıklara varmıştı. Mezarlık yanından geçenler, “okudukları fatiha’nın” politik rakipleri için geçerli olmamasını dileyip, “ben duamı ittihatçıların ruhuna gönderiyorum” diyebiliyordu.3
Devlet ve ordu yapısı içten çürümüştü. Gereksinimleri karşılanmayan ordu, uzun yıllar yeniliklere kapalı tutulmuş, baskı altına alınmıştı. Tahtını korumayı tek siyasi ölçüt sayan padişahlar, orduya savaşacak olanaklar sağlamak bir yana, güçsüzleşmesi için hemen her şeyi yapmışlardı.
Paşalık dahil her türlü rütbe, buyruklarla, saraya bağlı kişilere armağan olarak veriliyordu. Orduda, alaylı denilen okuma yazma bilmez ‘subaylar’, hatta paşalar vardı. Önemli yerlere bunlar getiriliyor, yetenekli ve yurtsever subaylar etkin görevlerden uzak tutuluyordu.
Özellikle 20.yüzyıl başında, particilik (fırkacılık) ve düşünce farklılıkları, subaylar arasında ayrıcalıklara yol açmış, orduda sıkıdüzen diye bir şey kalmamıştı. Komutanların terfilerinde yeterlilik (liyakat) değil, saraya bağlılık belirleyici oluyordu. Atamalarında padişaha yön veren sadrazamlar, kendilerini o yere getirten yabancı büyükelçilerin yönlendirmesi altındaydılar. Örneğin “Sadrazam Reşit Paşa İngilizler’in, Ali Paşa Fransızlar’ın, Mahmut Nedim Paşa Ruslar’ın adamıydı”.4 Enver Paşa ve ittihatçı önderler ise Almanların etkisi altında, onların isteği yönünde siyaset yapıyorlardı.
Balkan savaşları sırasında cepheleri dolaşan Fransız gazeteci Stephane Losannes’ın saptamaları, Türk ordusunun o günlerde ne durumda olduğunu gösteren çarpıcı örneklerdir: “Lüleburgaz savaşı dört günden beri aralıksız sürüyordu. Türk Ordusu’nun Başkomutanı Abdullah Paşa, genel karargahı olan Sakız köyünde küçük bir evde kapanmış kalmıştı. Daily Telegraph gazetesinin savaş muhabiri Smith Bartlet kendisini orada rastlantı olarak buldu. Başkomutan açlıktan ölüyordu. Emir subayları, evin fakir bahçesindeki toprakları adeta tırnaklarıyla kazarak bir iki mısır kökü çıkarmaya çalışıyorlardı. Bu kökleri, bir parça unla bulamaç gibi pişiriyorlardı. İşte, 175 bin kişilik orduya kumanda eden zatın bütün yiyeceği buydu”.5

Yenilginin Götürdükleri

Balkan Savaşları, kimsenin aklına bile gelmeyen ve Rumeli Türkleri’ni perişan eden büyük yitiklerle sonuçlandı. Girit, Yunanistan’a bağlandı (1908). Osmanlı Devleti, yüz milyon mark karşılığında, Doğu Rumeli’den tümüyle çekildi.6
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Bosna-Hersek’i kendisine bağladı (1908).7 Ege’de Onikiada elden çıktı.8 Selanik, Yunanlılar tarafından işgal edildi (1912).
Makedonya ve kıyı şeridinin tümü Yunanistan’a verildi, Osmanlı İmparatorluğu Meriç’e dek çekildi.9 Bulgar Ordusu İstanbul’un dibine, Çatalca’ya dek ilerledi.10

Mustafa Kemal’in Ordusu

Mustafa Kemal, Türk ordusunu Kurtuluş Savaşı içinde kurdu ve geçmişteki yanlışlardan çıkardığı sonuçlarla orduyu kesin olarak siyaset dışında tuttu. Ordu kurmak, eğitmek ve savaştırmak; O’nun en iyi bildiği işti. Her konuda olduğu gibi bu konuda da kendini yetiştirmiş, kuramsal ve eylemsel olarak askeri tarihe geçen uygulamalar yapmıştı.
Cumhuriyet’in koruma ve kollanmasını emanet ettiği ordunun üzerine titriyordu. Ona kendisi karışmadığı gibi kimseyi karıştırmadı. Yarattığı ordunun; yapılanmasını, işleyişini ve karar süreçlerini belirledi. Belirleyip uygulamaya döktüğü kurallar bütünü, Türkiye’ye özgüydü ve mükemmeldi.
Mustafa Kemal’in kurduğu orduya ilk büyük darbe, en yakın silah arkadaşı İnönü’den geldi. Türk Ordusu’nu NATO’nun emrine verdi. O günden sonra; darbeler, tasfiyeler ve çatışmalarla dolu uzun bir süreç yaşandı ve ordu Atatürk’ün ordusu olmaktan çıktı, NATO’ya bağlı bir ordu oldu.

Tehlikeli Süreç

Şimdi, orduyu çok tehlikeli bir süreç bekliyor. Darbe kalkışmasının yarattığı korku, karar vericileri; Atatürk’ün başarısı kanıtlanmış uygulamalara değil, tarihsel olarak bağlılık duydukları Osmanlı padişahlarının tutumuna yöneltiyor. Orduya din ve siyaseti sokacak köklü dönüşümlerden söz ediliyor. Jandarmayı İçişlerine bağlıyor, valiye general rütbesi veriyor. Basına yapılan açıklamalarda, Genel Kurmay’ın Cumhurbaşkanlığı’na, Kuvvet Komutanlıkları’nın Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanacağı, askeri okulların kapatılacağı, Harp Okulları’na imam hatip mezunlarının alınacağı söyleniyor. Bunlar, orduyu, bağlı olarak ülkeyi; Osmanlı’nın yıkılış dönemine götürecek uygulamalardır. Eğer gerçekleşirse, Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı’nın gittiği yola girecek ve parçalanma tehlikesi içinde tarikatlar arası çatışmalarla boğuşmak zorunda kalacaktır.

DİPNOTLAR

1             “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, I.Cilt, Remzi Kit., 9.Bas. İst.-1983, sf.170
2             “20.Yüzyıl Tarihi” Arkın Kit., Sayı 16, İst.-1970, sf.313
3        “Devrim Hareketleri İçinde Atatürk ve Atatürkçülük” Prof.Tarık Zafer Tunaya, Arba Yay., 3.Bas., İst.-1994, sf.21
4             “Osmanlı Tarihi” Prof.Enver Ziya Karal;  ak, Vural Savaş, “Militan Atatürkçülük” Bilgi Yay., 2001, sf.90
5             “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, I.Cilt, Remzi Kit, 9.Bas., İst.-1983, sf.170-171
6             Büyük Larousse, Gelişim Yayınları, 4.Cilt, sf.1991-1992
7             “Jön Türkler ve Araplar” Hasan Kayalı, Tar.Vak.Yurt Yay. 1998, sf.61
8             “Jön Türkler Modernizmi ve Alman Ruhu”, Mustafa Gencer, İletişim Yay., sf.57
9             “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, I.Cilt, Remzi Kit., 9.Bas., İst.-1983, sf.168
10          a.g.e. sf.168




“Şehit Ali İhsan Kalmaz’a utanmazca saldırı” KİM DARBECİ?



Sayı:2016/15
 Konu: “Şehit Ali İhsan Kalmaz’a utanmazca saldırı”                                                           30 Temmuz 2016          
Kod: 32.011.159
BASIN AÇIKLAMASI
15 Temmuz FETÖ darbe girişimi üzerine Tarihi ve Kültürel Mirası Araştırma ve Koruma Derneği, Isparta Milli Eğitim Müdürlüğü'ne başvurarak Şehit Ali İhsan Kalmaz Lisesi'nin adının değiştirilmesini istemiş.
Dernek, Milli Eğitim Müdürlüğü'ne yazdığı dilekçede şunları yazmış;
"27 Mayıs 1960 darbesinde Büyük Postahane binasını ele geçirmeye çalışırken 22 yaşındaki genç ihtilalci Harbiyeli Topçu Teğmen öldürülmüştür. Ancak bu teğmen ve aynı darbede ölen ihtilalci 5 kişi Hürriyet şehitleri ilan edilmiş ve Anıtkabir'e gömülmüş ve ülkemizdeki pek çok okula isimleri verilmiştir. Bu utanç maalesef bizim şehrimiz Isparta'da da mevcuttur.”
Biz Bağımsızlığımızın, özgürlüğümüzün, kuruluş değerlerimizin, Türk devriminin temellerine ilk dinamitleri yerleştiren bir iktidara karşı TSK’nın ülke ve ulusun varlığına, birliğine sahip çıkma adına giriştiği hareket sırasında şehit düşen “Ali İhsan KALMAZ”I bir kez daha saygı ile anıyoruz.
Ancak “durumdan vazife çıkarma” işgüzarlığını gösteren Tarihi ve Kültürel Mirası Araştırma ve Koruma Derneği üstüne vazife olmayan bu girişimi niçin yaptı?
Adı geçen derneğin bu dilekçeyi verdiği aynı günlerde yerel ve yaygın basında bir haber daha gündeme düştü.
Haber FETÖ operasyonu kapsamında gözaltına alınan BAKA ekibinin sorgusu tamamlandı. BAKA genel Sekreteri Mehmet Sırrı Özen ve 5 görevli tutuklandı.”
Demek ki BAKA genel Sekreteri Mehmet Sırrı Özen referansı, beslendiği kaynak Said Nursi olan NUR tarikatının en güçlü cemaati olan Fetullah Gülen Terör Örgütü hareketinin üyesi olmaktan şüpheli olarak tutuklanmış.
BAKA genel Sekreteri Mehmet Sırrı Özen, göreve atandıktan sonra BAKA -Tarihi ve Kültürel Mirası Araştırma ve Koruma Derneği ile ortak bir proje oluşturmuşlar.
Projenin adı: “NUR YOLU
Projeye göre; “Isparta’da Bediüzzaman Said-i Nursi odaklı İnanç Turizmi’ ne kazandırılabilecek tam 172 güzergâh bulunuyor. Barla’ da şehir altyapısının İnanç Turizmi’ ne yanıt verecek hale getirilmesi için şu ana değin ortalama 20 Milyon TL harcama yapıldı. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın desteği ile de Valilik tarafından Barla Bediüzzaman ve Risale-i Nur Müzesi inşa edilecek. Geniş açıdan İnanç Turizmi odaklı projenin tarafları arasında Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık Tanıtım Fonu ve Barla Kültür, Eğitim ve Sosyal Yardımlaşma Vakfı da bulunuyor. Projelerin Koordinatörü ise Eğirdir Kaymakamı Abdullah Akdaş”
FETÖ gibi Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti düşmanı dinci çetelerin doğmaması için bunların beslendiği Said’i Nursi’ci yapılanmalara karşı kararlı mücadele yapılması yaşamsal bir zorunluluktur.
Fetullah Gülen’in Said Nursi’ye manen ve ilmen medyun olduğu yadsınamaz bir gerçekliktir.
Said Kürdi(Nursi); Kurtarıcımız ve kurucumuz Mustafa Kemal Atatürk’e "Saltanat-ı hilâfeti" mahveden bir Deccal” , "şimal tarafında zuhur" eden bir Büyük Deccal de vardır. ,"o insafsız, o çok kusurlu adam" . "Ayasofya Camisini puthaneye, Meşîhat Dairesini (Osmanlı Diyanet Dairesi) kızların lisesine çeviren adamı sevmemek suç olması imkânı var mı" "günahkârlar", "seyyiesiz", "Süfyan", "Nefreti âmmeye lâyık adam", "Deccal", "İslam’ın en büyük fitne-i diniyelerinden”, “Türkiye'nin siyasi rejimi Nur Saadetini söndürmeye çalışmaktadır.” “Kemalistler seviyesiz, anarşist kimselerdir.” diye saldırır.
Fethullah’ın Hizmet Hareketi’nin merkezinde, Nursi’nin DERSANE modelini örnek alan “Işık Evleri” vardır.
Bu cemaat evlerinde Cumhuriyet'in adı “KEFERE DÜZENİ”, Atatürk'ün adı ise “DECCAL”dir. “Işık Evlerinde” “ALTIN KUŞAK” adı verilen gençlere Said Nursi’nin Risaleleri okutulur. Buradaki gençlere  “ilk hedefiniz devlet kurumları; ordu, milli eğitim, hâkimler ve savcılar cephesi, emniyet ve polis teşkilatı, ticaret odakları” … Diye hedef gösterilir.
Demek ki 15 Temmuz darbe girişimcileri ilhamlarını Said Nursi’den almaktadırlar/almışlardır.
FETÖ ye (sözde) karşı duruyor gibi görünen, ancak Said Nursi’yi yüceltmek için Projeler hazırlayan Tarihi ve Kültürel Mirası Araştırma ve Koruma Derneği, Şehit Ali İhsan Kalmaz’a utanmazca saldırırken bir kez daha düşünmeli. Cumhuriyet, Atatürk, Türk devrimi karşıtlığının varacağı son durak ihanet erbablığıdır.

YÖNETİM KURULU ADINA:                                                          Mahmut ÖZYÜREK
ULUSAL EĞİTİM DERNEĞİ
ISPARTA ŞUBE BAŞKANI

23 Temmuz 2016 Cumartesi

TARİKATIN İYİSİ, KÖTÜSÜ OLUR MU?





 “Generaller, Amiraller ve Nur Tarikatı” başlıklı yazımda, ordumuzun “Beyin Takımını” oluşturan kurmay subaylarımızın nasıl uzun ve çetin bir eğitim ve öğretimden geçtiklerini kısaca anlatmıştım.

Birkaç istisna dışında, general ve amirallerin tümü “Kurmay”dır.
Kurmay subaylarımızın tanımı şöyle verilmektedir:
“Ahlâk ve karakteri yüksek, inisiyatif ve yaratıcı güce sahip, doğru karara ulaşma ve verilen kararı en etkili şekilde uygulama yeteneği olan, çağı okuyabilen, muhakeme ve planlama becerisi gelişmiş, bilimsel düşünen akıllı, zeki ve Atatürk ilke ve devrimlerine bağlı, Türkiye Cumhuriyetini iç ve dış düşmanlara karşı canı pahasına koruma ve kollamaya hazır askerlerimize Kurmay Subay denilir.”

15 Temmuz 2016 Cuma günü, darbe girişiminde bulunan Fethullahçı Terör Örgütü üyeleri arasında 118 general ve amiralin olduğunu kahredici bir şaşkınlık ve derin bir düş kırıklığıyla öğrenince şu soruları sormuştuk:
Nasıl olmuş da ordumuzun toplam 358 Atatürkçü general ve amiralinden 118’i Fethullahçı olmuştu?
Fethullahçı demek, Nur tarikatından olmak demekti.
Nur tarikatını eğitimsiz, Türkçeyi sonradan öğrenmiş, Arapça yazan TIMARHANELİK Kürt Said kurmuştu.
Nasıl olmuş da akıllı ve zeki 118 çağdaş general ve amiralimiz TIMARHANELİK Said Nursi’nin yazdığı, Risale-i Nur adını verilen deli saçması kitapçıklara inanmıştı?
Atatürkçü görüşü tam olarak benimsemiş olması gereken 118 general ve amiralimiz, Atatürk’ün şu sözlerini bilmiyorlar mıydı?
“Efendiler ve ey millet iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve mensuplar memleketi olamaz, en doğru, en gerçek tarikat uygarlık tarikatıdır.”
Cumhuriyet tarihimizi çok iyi okuyup öğrenerek yetişmiş olması gereken 118 general ve amiral, 30 Kasım 1927 tarihinde çıkarılan bir yasayla; tarikatların, tekke ve zaviyelerin kapatılmış olduğunu, birtakım dinsel unvanların kullanılmasının yasaklanmış olduğunu öğrenmemişler miydi?

Değerli Dostlar,

Bilimsel düşünmeyi öğrenmiş olması gereken 118 general ve amiral, Nur tarikatına gerçekten “dini inanç ve iman” ile mi bağlıydılar?
Eğer aralarındaki bağ, dini inanç ve iman değilse, 118 general ve amiralin Nur tarikatı ile arasındaki gerçek bağ neydi?

İşte bu soruları değerli okurlarıma sormuş, onların görüş ve yorumlarını beklediğimi bildirmiştim.

Değerli Dostlar,

Nur tarikatından olanlarla yani, Nurcularla yani, Nur Cemaati ile AKP iktidarının çok uzun bir süre birlikte oldukları herkesçe bilinen bir gerçektir.
Fakat uzun süren bir ortaklıktan sonra, Fethullahçı olarak adlandırılan Nurculara “Paralelci”, “Devlet İçindeki Paralel Yapı” damgası vurulup dışlanmış ve daha sonra Nurcular, Nur Cemaati, Fethullahçılar; “Fethullah Terör Örgütü” (FETO) olarak resmen ilan edilmiştir..
15 Temmuz 2016 Cuma günü darbe girişiminde bulunanlar da işte bu örgütün üyeleri yani, Paralelciler yani, Nur tarikatı üyeleridir.

Değerli Dostlar,

Peki, Türkiye’de Nur tarikatından başka tarikatlar yok mudur?
Türkiye’de başlıca şu tarikatlar bulunmaktadır:
Nakşibendi, Kadiri, Rufai, Nurcular, Halveti, Kubrevi, Süleymancılar, Mevlevi, Cerrahi, İskenderpaşa Cemaati, Melamiler, Işıkçılar, İhlasçılar, Hizbul Tahrir.
Bu tarikatlar içinde en yaygını, en ünlüsü Nakşibendî tarikatıdır.
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Eski Dekanı Prof. Dr. Zekeriya Beyaz bu konuda şu bilgiyi veriyor:
“Nakşîlik gizlidir. Kalp ile zikir yaparlar, zikirleri, toplantıları gizlidir.”
Bundan şunu anlamamız gerekiyor:
Nakşilik, tıpkı Masonluk gibi yarı gizli bir örgüttür.

Yarı gizli Nakşibendî tarikatı müritlerinden bugüne kadar Türkiye’de cumhurbaşkanları, başbakanlar, bakanlar, milletvekilleri, yüksek bürokratlar çıkmıştır. İşte bunlardan bazıları:

Turgut Özal (Cumhurbaşkanı), Recep Tayyip Erdoğan (Cumhurbaşkanı), Necmettin Erbakan (Başbakan), Ahmet Davutoğlu (Başbakan), Binali Yıldırım (Başbakan), Korkut Özal (Bakan), Ali Babacan (Bakan), Abdülkadir Aksu (Bakan), M. Ali Şahin (Bakan), Beşir Atalay (Bakan), Vecdi Gönül (Bakan), Ali Coşkun (Bakan).

Değerli Dostlar,

Soru sorma hakkını kullanıyorum.
Nur tarikatı kötü, Nakşibendî tarikatı iyi midir?
Nurcular devletin içine sızmış, daha sonra darbe girişiminde bulunan teröristler ise; devletin en üst kademelerine çıkmış Nakşibendîler el üstünde tutulması gereken yüce kişiler midir?
Nurcular “Paralel” ise, Nakşibendîler “Eşkenar” mıdır?

Değerli Dostlar,

Tarikatlar konusunu, “GELİN YÜZLEŞELİM” adlı kitabımda belgelere dayalı ayrıntılı olarak yazdım. Burada sadece çok önemli birkaç gerçeği dile getireceğim.

İslam dininde tarikatlara yer yoktur.
İslam’ın kutsal kitabı Kuran’da bölünüp parçalanma olarak nitelenen tarikatçılık reddedilir, tarikatçıların öbür dünyada şiddetle cezalandırılacağı bildirilir.

Laiklik temelinde kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti’nde tarikatlar kapatılmış, tarikatçılık yasaklanmıştır.

Prof. Dr. Zekeriya Beyaz bakın ne diyor:
“Günümüz tarikatları holdingleşmeyi ve siyasi makamlara tırmanmayı gaye edinmiştir. Bir tarikata girmek zengin olmanın yolu haline gelmiştir.”

Sözü daha fazla uzatmadan sonlandırıyorum.
Yalnız Fethullahçı Terör Örgütü yani, Nur tarikatı değil; Türkiye’deki tüm tarikatlar ABD’nin gizli istihbarat servisi CIA’nın denetimindedir. Tüm tarikat şeyhleri CIA ajanlarıyla “al takke ver külah” ilişkisi içindedir.

15 Temmuz 2016 günü darbe girişiminde bulunan Fethullaçılar da, darbeyi önleyenler de aynı merkezin emrinde yani, ABD’nin buyruğu altındadır.

Bu denklem bozulmadan Türkiye düzlüğe çıkamayacak, Türk milleti bağımsızlığına kavuşamayacaktır.

Yılmaz Dikbaş
23 Temmuz 2016, Cumartesi
dikbas@kalinka.com.tr
0532 233 31 52