30 Temmuz 2016 Cumartesi

KENDİ ORDUSUNDAN KORKMAK/ Metin AYDOĞAN




Orduya siyaset sokmak, üstelik dinci siyaset sokmak, art arda darbeler alan bu büyük kurumu; emir-komuta zinciri bozulmuş, savaşkanlık ruhunu yitirmiş, disiplinsiz bir insan kalabalığı haline getirecektir. Yönetime gelen her parti, orduya kendi adamlarını ve politik farklılıklarını taşıyarak, orduyu ordu olmaktan çıkaracaktır. Enver Paşa’nın ordunun komutasını Almanlara vermesinden ve İnönü’nün NATO’ya teslim etmesinden (NATO'ya giriş için İnönü başvurdu, Menderes imzaladı) sonra, orduya en büyük zararı, aceleyle çıkarılan kararnameler verecektir.

Kararnameler

15 Temmuz darbe kalkışmasından sonra; olağanüstü hal ilan edildi, çok sayıda insan tutuklandı ve art arda kanun kuvvetinde kararnameler çıkarıldı/çıkarılıyor. Kararnamelerde dikkat çeken özellik, AKP çevrelerinde ve yandaş basında eskiden beri dile getirilen istemleri içermesi ve önceden hazırlandığı izlenimi vermesiydi.
Devlet Personel Yasası’nın değiştirilmesi, Jandarma’nın tümüyle İçişleri Bakanlığı’na bağlanması, valilerin jandarma genel komutanı olabilmesi, askeri okulların Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanması ve zaman içinde kapatılması, Genel Kurmay’ın Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması, imam hatip mezunlarının Harp Okulları’na girmesi, askeri yargının kaldırılması... gibi yaklaşımlar, çıkarılan ve çıkarılacağı söylenen kararnamelerin konusu olacağa benziyor.
Tartışılmadan ve eleştirilmeden, yaptım oldu anlayışıyla alınan bu tür kararlar, Kurtuluş Savaşı’nı kazanan gazi ordunun siyasileşmesi ve güçsüzleşmesi anlamına gelecektir. Söylenenler gerçekleşirse, Atatürk’ün kurduğu ordu bir başka orduya dönüşecektir. Bakanlıkların ne hale getirildiği gözünüze alındığında, durumun vahameti daha iyi anlaşılacaktır.

Kendi Ordusundan Korkma

Yöneticilerin kendi ordusundan korkma davranışı, Türk toplumunun yabancısı olmadığı bir konudur. Osmanlı padişahları, özellikle 19.yüzyıl’da; ülkeyi savunacak orduyu tahtları için tehlike olarak görmüştür. Ya ortadan kaldırıp kendine bağlı yeni ordular kurmuşlar ya da bilinçli olarak orduyu zayıf bırakmışlardır.
2.Mahmut, Yeniçeri Ocağı’nı ortadan kaldırırken yerine kendisine bağlı yeni bir ordu olan Eşkinci Ocağı’nı kurdu. Ancak, bu girişim, darbeyi önlemedi. Oğlu Abdülaziz, bir suhte (medrese öğrencisi) darbesiyle tahttan indirildi.
Yerine geçen yeğeni Abdulhamit, yaşadığı sürece darbe olasılığından korktu ve orduyla ilgili karar yetkisini tümüyle kendi üzerine aldı. Ordunun güçlenmesini istemedi. Donanmayı Haliç’te çürümeye terk etti. Atamalarda yeterliliğe değil saraya bağlılığa önem verdi. Komutanların her hareketini izleyen hafiye birimleri oluşturdu, orduya büyük tatbikat yaptırmadı.
Ancak, o da darbeyi önleyemedi. İttihat ve Terakki Partisi’ne bağlı subaylar tarafından tahttan indirildi. Darbeleri ortaya çıkaran nedenlerin, toplumların gelişme istemine yanıt veremeyen yetersiz yönetimler olduğunu göremedi ve aldığı onca zabıta önlemine karşın darbeyle yönetimden uzaklaştırıldı. Darbe korkusuyla orduyu mahvetti ama yine de darbeyi önleyemedi.

Siyaset ve Ordu

Darbe korkusuyla orduya siyaset sokmak; Osmanlı Ordusu’nu, içinde birbirine düşman kümelerinin olduğu başıbozuk bir kalabalık haline getirdi. Emir komuta ilişkisi bozuldu. Ortak duygularla ülke savunmasında görev yapacak subaylar, birbirine kuşkuyla bakan güvenilmez karşıtlar haline geldi. İttihat ve Terakki Partisi’nin ordu içindeki gizli örgütlerine karşı, Hürriyet ve İtilaf Partisi, Halâskâr Zâbitân (Kurtarıcı Subaylar) örgütünü kurdu. Bu örgütler birbirlerine karşı suikastlar düzenledi, baskınlar yaptı. Ordu, iki düşman ülkenin askerlerinin aynı çatı altında tutulduğu bir örgüt haline geldi.
Orduya siyaset bulaştıran ittihatçı-itilafçı çatışması, Balkan yenilgisiyle başlayan, Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasıyla sonuçlanan yıkıcı sürecin hem nedeni hem de belirleyicisi oldu. Darbe önleme amacıyla yapılan siyasileşme orduyu ordu olmaktan çıkardı ve Türk tarihinde benzeri olmayan utanç verici Balkan yenilgisine yol açtı. Osmanlı Ordusu, 200 bin askeriyle, daha düne kadar küçük birer eyalet olan ülkelere yenildi.
Balkan yenilgisi, ordunun yapısıyla oynamanın nelere yol açacağını gösteren, ders alınması gereken çarpıcı bir örnektir. İncelenmesi ve bugüne yönelik sonuçlar çıkarılması gerekir.

Balkan Savaşı

Balkan devletlerinin en küçüğü Karadağ, gücünden ve konumundan beklenmeyen bir tutumla, 8 Ekim 1912’de, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı savaş açtığını duyurdu. Bilinçli bir hazırlığın ürünü olan bu garip çıkış, gerçekte, Balkanlar’daki Türk varlığına son vermeyi amaçlayan genel bir kalkışmanın başlangıcıydı. Yunanistan, Sırbistan, Bulgaristan ve Karadağ, aralarında anlaşmışlar; Osmanlı Devleti’ne karşı, birlikte davranma kararı almışlardı.
Karadağ’dan on gün sonra Yunanistan ve Bulgaristan, on iki gün sonra da Sırbistan savaşa katıldı. Trablusgarp’da, topraklarını açıktan savunamayacak kadar silik bir görünüm veren Hükümet, büyüğü ve küçüğüyle tüm düşmanlarının yüreklenmesine yol açmış, herkes payına düşeni almak için zamanın geldiğine inanmıştı.

Utanç Verici Yenilgi

Balkan devletlerinin ortak hareket ettiği Birinci Balkan Savaşı’nda (1912), Osmanlı Ordusu o denli çabuk ve kolay yenilmişti ki; sonuç, yalnızca Türkiye ya da Balkan devletlerini değil, Avrupalı büyükler ve Rusya dahil, tüm dünyayı şaşırtmıştı. Yüzyıllar boyu eyalet olarak korunan küçük devletçikler, İmparatorluk Ordusu’nu bir anda ve inanılması güç bir kesinlikle yenmişti.
Asker sayısı az olmayan Osmanlı Ordusu, “sanki birbirleriyle bağlantısı olmayan insanlardan oluşan bir yığıntı gibi, gizemli bir üflemeyle birdenbire havaya savrulmuş”; Rumeli’deki Türk birlikleri, “aydınlatılması güç bir genel uyuşukluğun, uyanılmayan bir uykunun sersemliği içinde”1 dağılıp gitmişti.
Türk askerlerinin savaşkanlığı bu değildi. Nitekim, genç kuşak subayların orduda etkili olmaya başlamasıyla durum çabuk değişti. Balkan Savaşı’nda neredeyse kendiliğinden dağılan ordu, birkaç yıl sonra Çanakkale başta olmak üzere Galiçya’dan Yemen’e dek, on ayrı cephede büyük direnç gösterdi, başarıyla savaştı.
Balkan Savaşları’na katılmış olan tarih araştırmacısı General Fahri Belen (1892-1975), Türkiye için “bir felaket” olarak nitelediği Balkan yenilgisinin, Türk ordusuna değil “kokuşmuş Osmanlı anlayışına” ait olduğunu söyler ve şu yorumu yapar: “Balkan Savaşlarında, Türklerin savaş gücünü artık tümden yitirdiği sanıldı. Oysa savaşta yenilen Türk askeri değil, kokuşmuş Osmanlı anlayışı ve bu anlayışı sürdüren yöneticilerdi. Nitekim, yeni yetişen genç kuşak, ilerdeki savaşlarda, özellikle İstiklal Savaşı’nda, Türkler’in savaş gücünü yitirmediğini tüm dünyaya gösterecekti”.2

Yenilginin Nedenleri

Balkan Savaşı çıktığında, ekonomik çöküşle bütünleşen siyasi çözülme, kesin ve uzlaşmaz ayrılıklar durumuna gelerek, ülkenin her yanına yayılmıştı. Dış karışma ve azınlıkların bir türlü bitmeyen ayrılıkçı istekleri, ittihatçı-itilafçı çatışmasıyla iç içe geçerek, toplum yaşamını ayakta tutan hemen tüm değerleri, özellikle yönetim işleyişini, adeta yok etmişti. Osmanlı toplumu, birbirlerinin varlığına katlanamayan, yüzlerini bile görmek istemeyen insanların oluşturduğu, belki de onlarca parçaya ayrılmıştı.
Ayrılıklar yalnızca; Türk-Rum ve Ermeni, Türk-Arap, Kürt-Ermeni ya da Müslüman-Hıristiyan çelişkilerinden oluşmuyordu. Müslüman’la Müslüman, Türk’le Türk arasında da derinleşip yayılmıştı. Düşmanlık durumuna gelen siyasi bölünme, gülmece konusu olacak ayrılıklara varmıştı. Mezarlık yanından geçenler, “okudukları fatiha’nın” politik rakipleri için geçerli olmamasını dileyip, “ben duamı ittihatçıların ruhuna gönderiyorum” diyebiliyordu.3
Devlet ve ordu yapısı içten çürümüştü. Gereksinimleri karşılanmayan ordu, uzun yıllar yeniliklere kapalı tutulmuş, baskı altına alınmıştı. Tahtını korumayı tek siyasi ölçüt sayan padişahlar, orduya savaşacak olanaklar sağlamak bir yana, güçsüzleşmesi için hemen her şeyi yapmışlardı.
Paşalık dahil her türlü rütbe, buyruklarla, saraya bağlı kişilere armağan olarak veriliyordu. Orduda, alaylı denilen okuma yazma bilmez ‘subaylar’, hatta paşalar vardı. Önemli yerlere bunlar getiriliyor, yetenekli ve yurtsever subaylar etkin görevlerden uzak tutuluyordu.
Özellikle 20.yüzyıl başında, particilik (fırkacılık) ve düşünce farklılıkları, subaylar arasında ayrıcalıklara yol açmış, orduda sıkıdüzen diye bir şey kalmamıştı. Komutanların terfilerinde yeterlilik (liyakat) değil, saraya bağlılık belirleyici oluyordu. Atamalarında padişaha yön veren sadrazamlar, kendilerini o yere getirten yabancı büyükelçilerin yönlendirmesi altındaydılar. Örneğin “Sadrazam Reşit Paşa İngilizler’in, Ali Paşa Fransızlar’ın, Mahmut Nedim Paşa Ruslar’ın adamıydı”.4 Enver Paşa ve ittihatçı önderler ise Almanların etkisi altında, onların isteği yönünde siyaset yapıyorlardı.
Balkan savaşları sırasında cepheleri dolaşan Fransız gazeteci Stephane Losannes’ın saptamaları, Türk ordusunun o günlerde ne durumda olduğunu gösteren çarpıcı örneklerdir: “Lüleburgaz savaşı dört günden beri aralıksız sürüyordu. Türk Ordusu’nun Başkomutanı Abdullah Paşa, genel karargahı olan Sakız köyünde küçük bir evde kapanmış kalmıştı. Daily Telegraph gazetesinin savaş muhabiri Smith Bartlet kendisini orada rastlantı olarak buldu. Başkomutan açlıktan ölüyordu. Emir subayları, evin fakir bahçesindeki toprakları adeta tırnaklarıyla kazarak bir iki mısır kökü çıkarmaya çalışıyorlardı. Bu kökleri, bir parça unla bulamaç gibi pişiriyorlardı. İşte, 175 bin kişilik orduya kumanda eden zatın bütün yiyeceği buydu”.5

Yenilginin Götürdükleri

Balkan Savaşları, kimsenin aklına bile gelmeyen ve Rumeli Türkleri’ni perişan eden büyük yitiklerle sonuçlandı. Girit, Yunanistan’a bağlandı (1908). Osmanlı Devleti, yüz milyon mark karşılığında, Doğu Rumeli’den tümüyle çekildi.6
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Bosna-Hersek’i kendisine bağladı (1908).7 Ege’de Onikiada elden çıktı.8 Selanik, Yunanlılar tarafından işgal edildi (1912).
Makedonya ve kıyı şeridinin tümü Yunanistan’a verildi, Osmanlı İmparatorluğu Meriç’e dek çekildi.9 Bulgar Ordusu İstanbul’un dibine, Çatalca’ya dek ilerledi.10

Mustafa Kemal’in Ordusu

Mustafa Kemal, Türk ordusunu Kurtuluş Savaşı içinde kurdu ve geçmişteki yanlışlardan çıkardığı sonuçlarla orduyu kesin olarak siyaset dışında tuttu. Ordu kurmak, eğitmek ve savaştırmak; O’nun en iyi bildiği işti. Her konuda olduğu gibi bu konuda da kendini yetiştirmiş, kuramsal ve eylemsel olarak askeri tarihe geçen uygulamalar yapmıştı.
Cumhuriyet’in koruma ve kollanmasını emanet ettiği ordunun üzerine titriyordu. Ona kendisi karışmadığı gibi kimseyi karıştırmadı. Yarattığı ordunun; yapılanmasını, işleyişini ve karar süreçlerini belirledi. Belirleyip uygulamaya döktüğü kurallar bütünü, Türkiye’ye özgüydü ve mükemmeldi.
Mustafa Kemal’in kurduğu orduya ilk büyük darbe, en yakın silah arkadaşı İnönü’den geldi. Türk Ordusu’nu NATO’nun emrine verdi. O günden sonra; darbeler, tasfiyeler ve çatışmalarla dolu uzun bir süreç yaşandı ve ordu Atatürk’ün ordusu olmaktan çıktı, NATO’ya bağlı bir ordu oldu.

Tehlikeli Süreç

Şimdi, orduyu çok tehlikeli bir süreç bekliyor. Darbe kalkışmasının yarattığı korku, karar vericileri; Atatürk’ün başarısı kanıtlanmış uygulamalara değil, tarihsel olarak bağlılık duydukları Osmanlı padişahlarının tutumuna yöneltiyor. Orduya din ve siyaseti sokacak köklü dönüşümlerden söz ediliyor. Jandarmayı İçişlerine bağlıyor, valiye general rütbesi veriyor. Basına yapılan açıklamalarda, Genel Kurmay’ın Cumhurbaşkanlığı’na, Kuvvet Komutanlıkları’nın Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanacağı, askeri okulların kapatılacağı, Harp Okulları’na imam hatip mezunlarının alınacağı söyleniyor. Bunlar, orduyu, bağlı olarak ülkeyi; Osmanlı’nın yıkılış dönemine götürecek uygulamalardır. Eğer gerçekleşirse, Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı’nın gittiği yola girecek ve parçalanma tehlikesi içinde tarikatlar arası çatışmalarla boğuşmak zorunda kalacaktır.

DİPNOTLAR

1             “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, I.Cilt, Remzi Kit., 9.Bas. İst.-1983, sf.170
2             “20.Yüzyıl Tarihi” Arkın Kit., Sayı 16, İst.-1970, sf.313
3        “Devrim Hareketleri İçinde Atatürk ve Atatürkçülük” Prof.Tarık Zafer Tunaya, Arba Yay., 3.Bas., İst.-1994, sf.21
4             “Osmanlı Tarihi” Prof.Enver Ziya Karal;  ak, Vural Savaş, “Militan Atatürkçülük” Bilgi Yay., 2001, sf.90
5             “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, I.Cilt, Remzi Kit, 9.Bas., İst.-1983, sf.170-171
6             Büyük Larousse, Gelişim Yayınları, 4.Cilt, sf.1991-1992
7             “Jön Türkler ve Araplar” Hasan Kayalı, Tar.Vak.Yurt Yay. 1998, sf.61
8             “Jön Türkler Modernizmi ve Alman Ruhu”, Mustafa Gencer, İletişim Yay., sf.57
9             “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, I.Cilt, Remzi Kit., 9.Bas., İst.-1983, sf.168
10          a.g.e. sf.168




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder