Orduya siyaset sokmak, üstelik dinci siyaset sokmak, art arda
darbeler alan bu büyük kurumu; emir-komuta zinciri bozulmuş, savaşkanlık
ruhunu yitirmiş, disiplinsiz bir insan kalabalığı haline getirecektir.
Yönetime gelen her parti, orduya kendi adamlarını ve politik farklılıklarını
taşıyarak, orduyu ordu olmaktan çıkaracaktır. Enver Paşa’nın ordunun
komutasını Almanlara vermesinden ve İnönü’nün NATO’ya teslim etmesinden
(NATO'ya giriş için İnönü başvurdu, Menderes imzaladı) sonra, orduya en büyük
zararı, aceleyle çıkarılan kararnameler verecektir.
|
Kararnameler
15 Temmuz darbe
kalkışmasından sonra; olağanüstü hal ilan edildi, çok sayıda insan tutuklandı
ve art arda kanun kuvvetinde kararnameler çıkarıldı/çıkarılıyor. Kararnamelerde
dikkat çeken özellik, AKP çevrelerinde ve yandaş basında eskiden beri dile
getirilen istemleri içermesi ve önceden hazırlandığı izlenimi vermesiydi.
Devlet Personel
Yasası’nın değiştirilmesi, Jandarma’nın tümüyle İçişleri Bakanlığı’na
bağlanması, valilerin jandarma genel komutanı olabilmesi, askeri okulların
Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanması ve zaman içinde kapatılması, Genel
Kurmay’ın Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması, imam hatip mezunlarının Harp
Okulları’na girmesi, askeri yargının kaldırılması... gibi yaklaşımlar,
çıkarılan ve çıkarılacağı söylenen kararnamelerin konusu olacağa benziyor.
Tartışılmadan
ve eleştirilmeden, yaptım oldu anlayışıyla alınan bu tür kararlar, Kurtuluş
Savaşı’nı kazanan gazi ordunun siyasileşmesi ve güçsüzleşmesi anlamına
gelecektir. Söylenenler gerçekleşirse, Atatürk’ün kurduğu ordu bir başka orduya
dönüşecektir. Bakanlıkların ne hale getirildiği gözünüze alındığında, durumun
vahameti daha iyi anlaşılacaktır.
Kendi
Ordusundan Korkma
Yöneticilerin
kendi ordusundan korkma davranışı, Türk toplumunun yabancısı olmadığı bir
konudur. Osmanlı padişahları, özellikle 19.yüzyıl’da; ülkeyi savunacak orduyu
tahtları için tehlike olarak görmüştür. Ya ortadan kaldırıp kendine bağlı yeni
ordular kurmuşlar ya da bilinçli olarak orduyu zayıf bırakmışlardır.
2.Mahmut,
Yeniçeri Ocağı’nı ortadan kaldırırken yerine kendisine bağlı yeni bir ordu olan
Eşkinci Ocağı’nı kurdu. Ancak, bu girişim, darbeyi önlemedi. Oğlu Abdülaziz,
bir suhte (medrese öğrencisi) darbesiyle tahttan indirildi.
Yerine geçen
yeğeni Abdulhamit, yaşadığı sürece darbe olasılığından korktu ve orduyla ilgili
karar yetkisini tümüyle kendi üzerine aldı. Ordunun güçlenmesini istemedi.
Donanmayı Haliç’te çürümeye terk etti. Atamalarda yeterliliğe değil saraya
bağlılığa önem verdi. Komutanların her hareketini izleyen hafiye birimleri
oluşturdu, orduya büyük tatbikat yaptırmadı.
Ancak, o da
darbeyi önleyemedi. İttihat ve Terakki Partisi’ne bağlı subaylar tarafından
tahttan indirildi. Darbeleri ortaya çıkaran nedenlerin, toplumların gelişme
istemine yanıt veremeyen yetersiz yönetimler olduğunu göremedi ve aldığı onca
zabıta önlemine karşın darbeyle yönetimden uzaklaştırıldı. Darbe korkusuyla
orduyu mahvetti ama yine de darbeyi önleyemedi.
Siyaset ve Ordu
Darbe
korkusuyla orduya siyaset sokmak; Osmanlı Ordusu’nu, içinde birbirine düşman
kümelerinin olduğu başıbozuk bir kalabalık haline getirdi. Emir komuta
ilişkisi bozuldu. Ortak duygularla ülke savunmasında görev yapacak subaylar,
birbirine kuşkuyla bakan güvenilmez karşıtlar haline geldi. İttihat ve
Terakki Partisi’nin ordu içindeki gizli örgütlerine karşı, Hürriyet ve İtilaf
Partisi, Halâskâr Zâbitân (Kurtarıcı Subaylar) örgütünü kurdu. Bu örgütler
birbirlerine karşı suikastlar düzenledi, baskınlar yaptı. Ordu, iki düşman
ülkenin askerlerinin aynı çatı altında tutulduğu bir örgüt haline geldi.
Orduya siyaset
bulaştıran ittihatçı-itilafçı çatışması, Balkan yenilgisiyle başlayan, Osmanlı
İmparatorluğu’nun dağılmasıyla sonuçlanan yıkıcı sürecin hem nedeni hem de
belirleyicisi oldu. Darbe önleme amacıyla yapılan siyasileşme orduyu ordu
olmaktan çıkardı ve Türk tarihinde benzeri olmayan utanç verici Balkan
yenilgisine yol açtı. Osmanlı Ordusu, 200 bin askeriyle, daha düne kadar küçük
birer eyalet olan ülkelere yenildi.
Balkan
yenilgisi, ordunun yapısıyla oynamanın nelere yol açacağını gösteren, ders
alınması gereken çarpıcı bir örnektir. İncelenmesi ve bugüne yönelik sonuçlar
çıkarılması gerekir.
Balkan Savaşı
Balkan
devletlerinin en küçüğü Karadağ, gücünden ve konumundan beklenmeyen bir
tutumla, 8 Ekim 1912’de, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı savaş açtığını duyurdu.
Bilinçli bir hazırlığın ürünü olan bu garip çıkış, gerçekte, Balkanlar’daki
Türk varlığına son vermeyi amaçlayan genel bir kalkışmanın başlangıcıydı.
Yunanistan, Sırbistan, Bulgaristan ve Karadağ, aralarında anlaşmışlar; Osmanlı
Devleti’ne karşı, birlikte davranma kararı almışlardı.
Karadağ’dan on
gün sonra Yunanistan ve Bulgaristan, on iki gün sonra da Sırbistan savaşa
katıldı. Trablusgarp’da, topraklarını açıktan savunamayacak kadar silik bir
görünüm veren Hükümet, büyüğü ve küçüğüyle tüm düşmanlarının yüreklenmesine yol
açmış, herkes payına düşeni almak için zamanın geldiğine inanmıştı.
Utanç Verici
Yenilgi
Balkan
devletlerinin ortak hareket ettiği Birinci Balkan Savaşı’nda (1912), Osmanlı
Ordusu o denli çabuk ve kolay yenilmişti ki; sonuç, yalnızca Türkiye ya da
Balkan devletlerini değil, Avrupalı büyükler ve Rusya dahil, tüm dünyayı
şaşırtmıştı. Yüzyıllar boyu eyalet olarak korunan küçük devletçikler,
İmparatorluk Ordusu’nu bir anda ve inanılması güç bir kesinlikle yenmişti.
Asker sayısı az
olmayan Osmanlı Ordusu, “sanki birbirleriyle bağlantısı olmayan insanlardan
oluşan bir yığıntı gibi, gizemli bir üflemeyle birdenbire havaya savrulmuş”;
Rumeli’deki Türk birlikleri, “aydınlatılması güç bir genel uyuşukluğun,
uyanılmayan bir uykunun sersemliği içinde”1 dağılıp gitmişti.
Türk
askerlerinin savaşkanlığı bu değildi. Nitekim, genç kuşak subayların orduda
etkili olmaya başlamasıyla durum çabuk değişti. Balkan Savaşı’nda neredeyse
kendiliğinden dağılan ordu, birkaç yıl sonra Çanakkale başta olmak üzere
Galiçya’dan Yemen’e dek, on ayrı cephede büyük direnç gösterdi, başarıyla savaştı.
Balkan
Savaşları’na katılmış olan tarih araştırmacısı General Fahri Belen (1892-1975),
Türkiye için “bir felaket” olarak nitelediği Balkan yenilgisinin, Türk
ordusuna değil “kokuşmuş Osmanlı anlayışına” ait olduğunu söyler ve şu yorumu
yapar: “Balkan Savaşlarında, Türklerin savaş gücünü artık tümden
yitirdiği sanıldı. Oysa savaşta yenilen Türk askeri değil, kokuşmuş Osmanlı
anlayışı ve bu anlayışı sürdüren yöneticilerdi. Nitekim, yeni yetişen genç
kuşak, ilerdeki savaşlarda, özellikle İstiklal Savaşı’nda, Türkler’in savaş
gücünü yitirmediğini tüm dünyaya gösterecekti”.2
Yenilginin
Nedenleri
Balkan Savaşı
çıktığında, ekonomik çöküşle bütünleşen siyasi çözülme, kesin ve uzlaşmaz
ayrılıklar durumuna gelerek, ülkenin her yanına yayılmıştı. Dış karışma ve
azınlıkların bir türlü bitmeyen ayrılıkçı istekleri, ittihatçı-itilafçı
çatışmasıyla iç içe geçerek, toplum yaşamını ayakta tutan hemen tüm değerleri,
özellikle yönetim işleyişini, adeta yok etmişti. Osmanlı toplumu, birbirlerinin
varlığına katlanamayan, yüzlerini bile görmek istemeyen insanların oluşturduğu,
belki de onlarca parçaya ayrılmıştı.
Ayrılıklar
yalnızca; Türk-Rum ve Ermeni, Türk-Arap, Kürt-Ermeni ya da Müslüman-Hıristiyan
çelişkilerinden oluşmuyordu. Müslüman’la Müslüman, Türk’le Türk arasında da
derinleşip yayılmıştı. Düşmanlık durumuna gelen siyasi bölünme, gülmece
konusu olacak ayrılıklara varmıştı. Mezarlık yanından geçenler, “okudukları
fatiha’nın” politik rakipleri için geçerli olmamasını dileyip, “ben duamı
ittihatçıların ruhuna gönderiyorum” diyebiliyordu.3
Devlet ve ordu
yapısı içten çürümüştü. Gereksinimleri karşılanmayan ordu, uzun yıllar
yeniliklere kapalı tutulmuş, baskı altına alınmıştı. Tahtını korumayı tek
siyasi ölçüt sayan padişahlar, orduya savaşacak olanaklar sağlamak bir yana,
güçsüzleşmesi için hemen her şeyi yapmışlardı.
Paşalık dahil
her türlü rütbe, buyruklarla, saraya bağlı kişilere armağan olarak veriliyordu.
Orduda, alaylı denilen okuma yazma bilmez ‘subaylar’, hatta paşalar vardı.
Önemli yerlere bunlar getiriliyor, yetenekli ve yurtsever subaylar etkin
görevlerden uzak tutuluyordu.
Özellikle
20.yüzyıl başında, particilik (fırkacılık) ve düşünce farklılıkları, subaylar
arasında ayrıcalıklara yol açmış, orduda sıkıdüzen diye bir şey kalmamıştı.
Komutanların terfilerinde yeterlilik (liyakat) değil, saraya bağlılık
belirleyici oluyordu. Atamalarında padişaha yön veren sadrazamlar, kendilerini
o yere getirten yabancı büyükelçilerin yönlendirmesi altındaydılar. Örneğin
“Sadrazam Reşit Paşa İngilizler’in, Ali Paşa Fransızlar’ın, Mahmut Nedim Paşa
Ruslar’ın adamıydı”.4 Enver Paşa ve ittihatçı önderler ise Almanların etkisi
altında, onların isteği yönünde siyaset yapıyorlardı.
Balkan
savaşları sırasında cepheleri dolaşan Fransız gazeteci Stephane Losannes’ın
saptamaları, Türk ordusunun o günlerde ne durumda olduğunu gösteren çarpıcı
örneklerdir: “Lüleburgaz savaşı dört günden beri aralıksız sürüyordu.
Türk Ordusu’nun Başkomutanı Abdullah Paşa, genel karargahı olan Sakız köyünde
küçük bir evde kapanmış kalmıştı. Daily Telegraph gazetesinin savaş muhabiri
Smith Bartlet kendisini orada rastlantı olarak buldu. Başkomutan açlıktan
ölüyordu. Emir subayları, evin fakir bahçesindeki toprakları adeta
tırnaklarıyla kazarak bir iki mısır kökü çıkarmaya çalışıyorlardı. Bu kökleri,
bir parça unla bulamaç gibi pişiriyorlardı. İşte, 175 bin kişilik orduya
kumanda eden zatın bütün yiyeceği buydu”.5
Yenilginin
Götürdükleri
Balkan
Savaşları, kimsenin aklına bile gelmeyen ve Rumeli Türkleri’ni perişan eden
büyük yitiklerle sonuçlandı. Girit, Yunanistan’a bağlandı (1908). Osmanlı
Devleti, yüz milyon mark karşılığında, Doğu Rumeli’den tümüyle çekildi.6
Avusturya-Macaristan
İmparatorluğu, Bosna-Hersek’i kendisine bağladı (1908).7 Ege’de Onikiada elden
çıktı.8 Selanik, Yunanlılar tarafından işgal edildi (1912).
Makedonya ve
kıyı şeridinin tümü Yunanistan’a verildi, Osmanlı İmparatorluğu Meriç’e dek
çekildi.9 Bulgar Ordusu İstanbul’un dibine, Çatalca’ya dek ilerledi.10
Mustafa
Kemal’in Ordusu
Mustafa Kemal,
Türk ordusunu Kurtuluş Savaşı içinde kurdu ve geçmişteki yanlışlardan çıkardığı
sonuçlarla orduyu kesin olarak siyaset dışında tuttu. Ordu kurmak, eğitmek ve
savaştırmak; O’nun en iyi bildiği işti. Her konuda olduğu gibi bu konuda da
kendini yetiştirmiş, kuramsal ve eylemsel olarak askeri tarihe geçen
uygulamalar yapmıştı.
Cumhuriyet’in
koruma ve kollanmasını emanet ettiği ordunun üzerine titriyordu. Ona kendisi
karışmadığı gibi kimseyi karıştırmadı. Yarattığı ordunun; yapılanmasını,
işleyişini ve karar süreçlerini belirledi. Belirleyip uygulamaya döktüğü
kurallar bütünü, Türkiye’ye özgüydü ve mükemmeldi.
Mustafa Kemal’in kurduğu
orduya ilk büyük darbe, en yakın silah arkadaşı İnönü’den geldi. Türk Ordusu’nu
NATO’nun emrine verdi. O günden sonra; darbeler, tasfiyeler ve çatışmalarla
dolu uzun bir süreç yaşandı ve ordu Atatürk’ün ordusu olmaktan çıktı, NATO’ya
bağlı bir ordu oldu.
Tehlikeli Süreç
Şimdi, orduyu
çok tehlikeli bir süreç bekliyor. Darbe kalkışmasının yarattığı
korku, karar vericileri; Atatürk’ün başarısı kanıtlanmış uygulamalara değil,
tarihsel olarak bağlılık duydukları Osmanlı padişahlarının tutumuna yöneltiyor. Orduya din ve siyaseti sokacak köklü dönüşümlerden söz ediliyor.
Jandarmayı İçişlerine bağlıyor, valiye general rütbesi veriyor. Basına yapılan
açıklamalarda, Genel Kurmay’ın Cumhurbaşkanlığı’na, Kuvvet Komutanlıkları’nın
Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanacağı, askeri okulların kapatılacağı, Harp
Okulları’na imam hatip mezunlarının alınacağı söyleniyor. Bunlar, orduyu, bağlı
olarak ülkeyi; Osmanlı’nın yıkılış dönemine götürecek uygulamalardır. Eğer
gerçekleşirse, Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı’nın gittiği yola girecek ve parçalanma
tehlikesi içinde tarikatlar arası çatışmalarla boğuşmak zorunda kalacaktır.
DİPNOTLAR
1 “Tek Adam”
Ş.S.Aydemir, I.Cilt, Remzi Kit., 9.Bas. İst.-1983, sf.170
2 “20.Yüzyıl
Tarihi” Arkın Kit., Sayı 16, İst.-1970, sf.313
3 “Devrim Hareketleri
İçinde Atatürk ve Atatürkçülük” Prof.Tarık Zafer Tunaya, Arba Yay., 3.Bas.,
İst.-1994, sf.21
4 “Osmanlı
Tarihi” Prof.Enver Ziya Karal; ak, Vural
Savaş, “Militan Atatürkçülük” Bilgi Yay., 2001, sf.90
5 “Tek Adam”
Ş.S.Aydemir, I.Cilt, Remzi Kit, 9.Bas., İst.-1983, sf.170-171
6 Büyük Larousse,
Gelişim Yayınları, 4.Cilt, sf.1991-1992
7 “Jön Türkler ve
Araplar” Hasan Kayalı, Tar.Vak.Yurt Yay. 1998, sf.61
8 “Jön Türkler
Modernizmi ve Alman Ruhu”, Mustafa Gencer, İletişim Yay., sf.57
9 “Tek Adam”
Ş.S.Aydemir, I.Cilt, Remzi Kit., 9.Bas., İst.-1983, sf.168
10 a.g.e. sf.168
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder