12 Mart 2015 Perşembe

“Milli Marşımız” “Vatan türkümüzün” kabul edilişinin 94. yılı



Sayı   :2015/13
 Konu: “Milli Marş”ımızın Kabul Edilişinin 94. Yılındayız.”              11.03.2015                                                                                                                                                                                             
 Kod: 32.011.159


BASINA VE KAMUOYUNA
Mehmet Akif  tarafından yazılan  İstiklal Marşımızın 12 Mart 1921’de Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından “Milli Marş” olarak kabul edilişinin 94. yılındayız.
İstiklal Marşımızın ana vurgusu;
Binlerce yıldır bağımsız, özgür yaşamış vatansever bir ulusun hiçbir güç tarafından “zincire vurulamayacağı”,
Kendilerini “medeni” olarak adlandıran, ancak mazlum milletlerin vatanlarını “canavarca” egemenlikleri altına alarak sömürgeleştiren “hayâsız” istilacılara karşı, Türk ulusunun tek ocak kalıncaya kadar göğsünü siper ederek çarpışacağıdır.
İstiklal Marşımız, dışarıya bağımlılığın, sömürü,  soygun ve zulüm düzeninin değil, ulusal bağımsızlığımızın, özgürlüğümüzün, yurt sevgisinin, ulusal egemenliğimizin ve ulusal birliğimizin dillendirildiği “Vatan türkümüzdür”.
İstiklal Marşımız, bütün ruhuyla ve özüyle devrimci bir marştır. Gerek doğru bir dünya görüşüyle, gerekse bunu ifade ederken kullandığı coşkun ifadelerle 94 yıldır Türk ulusunun antiemperyalist, tam bağımsızlıkçı soylu duygularını dillendiriyor ve dillendirecektir.
Bu nedenle İstiklal Marşımız en üst düzeyde anayasamız tarafından koruma altına alınmıştır. “TC Anayasası’nın 3. maddesi uyarınca Türkiye Devleti’nin “Millî marşı “İstiklal Marşı’dır. Bu hüküm de Anayasanın 4. maddesi uyarınca, değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez.
Varlığını ve iktidarını küresel çeteye borçlu olan AKP ve Erdoğan;  Kuva-i İnzibatiye artıklarının torunlarını da yanına alarak ülke yönetimine zorla, hile ve aldatma ile el koydu.
Siyaset, medya, üniversiteler, emniyet, ordu, yargı, diyanet, sendikalar, odalar, tarım, hayvancılık, sağlık, kısaca Kemalist Cumhuriyetin kurup yücelttiği tüm kurumları, hatta futbolu bile CFR’nin senaryosunu yazdığı operasyonlarla ele geçirildi. Milli duyguları iğdiş edilerek dönüştürülen, direnci kırılarak uyumlu hale getirilen kurumlar yenidünya düzeninin hizmetkârı konumuna getirildi.
Türk ulusunun yeniden uyanışını engellemek, milli bilincini yok etmek amacıyla bu milletin kanıyla, canıyla kazandığı kurtuluş savaşının ve ulusal bağımsızlığımızın, cumhuriyetimizin simgeleri olan milli bayramlarımızı yasaklayan, andımızı kaldıran ılımlı İslamcı çete, şimdi kirli ellerini “vatan türkümüz” İstiklal Marşı'mıza uzatmıştır.
Hiç gereği yokken, İstiklâl Marşı’nı şu ve bu şekilde değiştirme amaçlı girişimler, en hafif söylemle “gaflet, dalalet ve ihanettir”. İstiklal Marşı'mızın değiştirilmeye çalışılması, alternatif melodiler üretilerek kamuoyunda algı operasyonu yapılması Türkiye Cumhuriyeti'nin egemenlik hakkına, bağımsızlığına, cumhuriyetine doğrudan yapılmış bir saldırıdır. 
Akif’in 1925’te Mısır’a gitmesinin nedeni “Cumhuriyet Tarihi yalancılarının” dediği gibi şapka devrimine duyduğu tepki değil, Mısır Hıdivi’nin davetlisi olarak çalışmalarına orada daha rahat devam edeceğini düşünmesidir.
Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı Karşı devrimci softalarca neredeyse "Atatürk düşmanı" olmakla itham edilen Mehmet Akif', Mısır'dan Türkiye'ye döndüğünde Atatürk hakkında aynen şunları söylemiştir:
"Mısır'da onbir yıl kaldım. Fakat on bir saat daha kalsaydım artık çıldırırdım. Sana halisane (gerçek) bir fikrimi söyleyeyim mi: İnsanlık da Türkiye'de milliyetçilik de Türkiye'de Müslümanlık da Türkiye'de, hürriyetçilik de Türkiye'de. ALLAH BENİM ÖMRÜMDEN ALIP O'NA (MUSTAFA KEMAL'E) VERSİN"
“Milli Marşımız” “Vatan türkümüzün” kabul edilişinin 94. yılında, Bağımsızlığımızın önderi Mustafa Kemal Atatürk’ü  ve Bağımsızlığımızın anıt destanını yazan Mehmet Akif Ersoy’u saygı ve özlemle anıyoruz.

YÖNETİM KURULU ADINA :                                                             Mahmut  ÖZYÜREK
Ulusal Eğitim Derneği
Isparta Şube Başkanı

11 Mart 2015 Çarşamba

Kemalizm Nerenize Batıyor?



(Ben biliyorum amma terbiyem müsait değil söylemeye)

Fransız yazar Michel Paillarès’nin 1920’de basılan “Müttefikler Karşısında Kemalizm” (LE KÉMALISME DEVANT LES ALLIÉS1) başlıklı kitabından bir alıntı ile başlayalım sorgulamaya.

“General Townshend’ın bir röportajda itiraf ettiği gibi Fransız ve İngiliz karargâhları arasında irtibat subayı olan Albay Azan da bazı açıklamalarında, ateşkesten bu yana İngiliz’in Fransızları ve Türkleri aldattıklarına işaret etti. Bu aydınlatılması gereken bir noktadır.
Neyse ki İngilizler, eğer büyümesine izin verilirse Kemalizm’in ne büyük bir tehlike haline gelebileceğini anlamakta geç kalmadılar. Ayrıca, Ağustos’ta, (1919) Milliyetçilerin Ankara toplantısı sırasında [İngiliz] İstihbarat Bölümünden Suriye'de görevli Binbaşı Noel Halep’ten Diyarbakır’a geldi; Ankara Hükümeti’ne karşı Kürtleri ayaklandırmaya çalıştı. Jön Türkler’den [olduğunu sandığım] bu kişi Mustafa Kemal’e suikast amaçlı bir komplo düzenledi. Bu konuda büyük bir yaygara koptu; bize, İngilizleri zor durumda bırakacak belgelerin yayınlanacağını söylediler fakat sonunda bir şey çıkmadı. Binbaşı Noel amirleri tarafından azarlandı, ihtar verildi fakat hepsi bundan ibaret kaldı.”

1919 Ağustos’unda “büyük bir tehlike”den bahsediyorlar; Mustafa Kemal’in o güne kadar yaptığı tek şey ise, Haziran ayında yayınladığı Amasya Genelgesi. Daha bir şey yapmadan, yalnız niyetini belli etmesi emperyalistleri telâşa düşürüyor.

Ortada henüz Millet Meclisi yok, silah yok, ordu yok, para yok; bir avuç yaşamını bağımsızlık yoluna adamış vatanseverden başka görünen hiçbir şey yok.

Biz Türkler ise, Kemalizm sözcüğünü henüz duymamışız bile 1919’da; adamlar Kemalizm’in “ne büyük bir tehlike” haline gelebileceğinden korkuyorlar.

Ve buralarda başlıyor Kemalizm’e saldırılar, bu güne kadar bitmeyen ve artan bir hızla da devam eden.

Emperyalistler tarihleri boyunca aşağılık gördükleri ülkeler karşısında mağlubiyeti hiç tatmadılar; ta ki 1915’de, Anafartalar’da, o güne kadar tanımadıkları Mustafa Kemal ve Türk askeri onları doğduklarına pişman edene kadar.

Türkiye’yi bir ayda işgal altına alarak emperyalistlerin sömürgesi haline getirmesi beklenen Yunan ordusunu 9 Eylül’de İzmir’den denize döken Mustafa Kemal, 19 Mayıs 1919’da, içlerine yerleşen o korkunun haksız olmadığını gösterdi.

WikiLeaks, ABD Dışişleri Bakanlığına ait 1996 ile 2010 arasında yazışmalarından yaklaşık 250 bin kadarını ortaya döktü. Bunların arasında, Türkiye’de görevli ABD diplomatlarının merkezle yazışmaları diğer bütün ülkelerden çok daha fazla sayıda, tam 9562 belge var.
Bu belgelerin 226 tanesinde de “Kemalizm” ve “Kemalist” sözcükleri geçiyor. Her defasında, bir türlü başlarından def edemedikleri bir beladan bahseder gibiler, her defasında bu beladan bir kurtuluş yolu arıyor gibiler.

Bu belgelerden seçilen alıntılar 95 yılın silemediği korkunun bugün de devam ettiğini göstermeye yetiyor.

1989-1992 arası Misyon şefi, 1994’den 1997’e kadar ABD Büyükelçisi olarak Ankara’da bulunan Marc Grossman 18 Kasım 1996’da merkeze gönderdiği mesajda bakın ne diyor.

“TÜRKİYE’DE ŞERİAT ALÂMETLERİ 2

Başbakan Necmettin Erbakan’ın İslamcı Refah Partisi’nin artan oy sayısı ile Türkiye’de Şeriat düzenini geri getirme hevesinde olanların sayısı da artıyor görünüşünde. Aşağıda, Refah’ın İslamcı çevreleri ve Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan edindiğimiz görüşler ülkede, din, politika ve toplumun nereye yönlendiğinin alâmetleri. Burada, Türkiye’nin çoğunluğu inancına bağlı olan Kürt azınlığı başrolde olabilir.
Kürtler: Şeriat’a sadık
31 Ekimde, elçiliğin siyasi ataşesi ile görüşen Refah İstanbul milletvekili Kürt Mehmet Fuat Fırat kendi ırkından olanlar için dinin önemli olduğundan bahsetti. Fırat, Refah’ın Merkez Yönetim Kurulu (parti politikası belirleyen en yüksek kurul) üyesi ve Kürtlerin çoğunlukla yaşadığı, kendinin de köklerinin bulunduğu Hakkâri, Siirt ve diğer güneydoğu bölgesindeki illerden sorumlu olduğunu söyledi. (Not: Fırat’ın Kürtler ve İslam konusundaki uzmanlığı ünlü şeceresine dayanıyor. Fırat, 1925’de henüz emekleme devrinde olan laik Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı ilk büyük isyanın başı olan Palu’lu [Elâzığ’ın ilçesi] Şeyh Said’in torunu. Özellikle İslamcı Kürt milliyetçileri arasında olmak üzere, Şeyh Said bir nevi tarikat kahramanı oldu.)
Fırat, Kürtler şeriata sadıktırlar diyor. Bu, Fırat’ın ailesinin de bağlı olduğu (resmen yasak olan) Nakşibendi Tarikatı’nın öğretilerinin sonucu. Türkiye’de Nakşibendi müritlerinin çoğunluğunun Kürt olduğu söylüyor. Fırat, Nakşibendi Kürtler fanatik değiller diyor; kanıtlamak için daha sade ve ölçülü Nakşibendi ayinlerini vecit haline gelen Kadîrî Tarikatı mensupları ile karşılaştırdı. Fırat’ın görüşü, Kürtlerin istediği sadece ABD’de olan hukuksal düzen benzeri, kendi dillerini kullanabilme, kültürlerini geliştirebilme hakkı. Fırat’a göre, Şerait hukuku altında bu haklar tanınacak.
Müritlerini harcayarak, kendi çıkarları peşinde olan, devletle işbirliği yapan pek çok Nakşibendi şeyhinin kendini hayal kırıklığına uğrattığını söylüyor Fırat. Tek istedikleri şey para diyerek yakındı. Aşikâr bir gururla, bunların aksine, Şeyh Said bütün servetini bir ordu kurmaya kullandı; “parasını askerleri için harcadı” dedi.
Fırat, gençliğinde, eserleri mistik Nurcu hareketinin temeli olan İslam bilim adamı Said i Nursî (namı diğer Said i Kürdî) ile nasıl tanıştığını anlattı. Fırat’a göre Nursî, Müslümanlık ve Kürtlerin kültürel bağımsızlığı için faaliyetlerinden dolayı Mustafa Kemâl Atatürk tarafından hapsedilmişti. Nursî 1960’da ölümünden önce bir grup içinde Fırat’ın da bulunduğu Kürt ileri gelenine “Kürtler, Kemalistlerden intikamlarını alacakları” yemini ettirdi.”

Emperyalistlerin emirleriyle AKP’nin yaptığı “Kürt Açılımı” ve şimdi de Tayyip Erdoğan’ın Said i Nursî’yi göklere çıkararak, “Mekânı Cennet Olsun” demesi aslında Kemalistlerden intikam alırken aynı zamanda Şeriat’ı da geri getirme gayretidir.

12 Kasım 2002’de ABD Büyükelçisi W. Robert Pearson, iktidara geleli daha henüz iki hafta bile olmamış AKP’nin, devlet içindeki Kemalistlerle “başa çıkabilmesi”, “intikam alabilmesi” için ABD’ye muhtaç olduğunu merkeze anlatıyor.

“AK PARTİ DİNAMİKLERİ VE ABD ÇIKARLARI 3

Erdoğan’ın danışmanları isteseler de istemeseler de, devlet içindeki Kemalistlerin baskısına karşı koyabilmek için, ABD ile iyi ilişkilerin onlara yardımcı olacağını biliyorlar.”

Hemen ertesi gün, 13 Kasım’da çare arıyor, direktif veriyor Büyükelçi.

“AK PARTİ, PARTİ GENEL BAŞKAN ERDOĞAN’IN BAŞBAKAN OLMASININ ÖNÜNDEKİ ENGELLERİNİ KALDIRABİLİR Mİ? 4

Erdoğan’ın ve arkasındaki tabanın beklentilerini karşılayacak ve devlet istikrarını devam ettirecek çözüm:
Erdoğan sabırsızlığını kontrol edecek, yavaş fakat muntazam adımlarla ilerleyecek ve Kemalist Devletin sembollerine karşısına alıyor görünmeyecek”.

Hatırlasınız muhakkak; verilen emri yerine getiren Erdoğan, “Ben değiştim” diyordu o günlerde.

Hiç vakit kaybetmiyorlar; 16 Kasım’da Gül, Büyükelçiye beklediği müjdeyi veriyor.

“AK PARTİ ABDULLAH GÜL BAŞBAKAN OLARAK YENİ TÜRK HÜKÜMETİNİ KURUYOR 5

Gül sivil-asker ilişkilerindeki dengesizliğin düzeltilmesi gerektiği düşüncesinde; bizimle özel görüşmesinde açıkça, bu tür demokratik bir reformu getirmenin Kemalist Düzen tarafından ‘istikrarsızlaştırma’ olarak algılanacağını söyledi ve ‘olursa olsun’ dedi.”

Resmin bütününe baktığımızda ortaya çıkan, emperyalist çetelerin Kemalizm’den kurtuluşu iktidara getirdikleri AKP’de gördükleri ve ellerindeki bütün imkânlarla AKP’yi yönlendirdikleri, teşvik ettikleri, cesaret verdikleri ve destekledikleri.

Mustafa Kemal ne büyük bir kişi imiş ki ölüsü canlısından daha korkutucu bu emperyalist çeteler için.

Tam 95 yıl geçmiş aradan, adamlar bizim hainlerimizin de işbirliği yaptığı kumpaslarla hâlâ yıkamadılar Kemalizm’i ve biliyorlar ki hâlâ bela olarak devam etmeye yeminli, yolunda canını vermeye hazır milyonlar var.

Erkan Güçiz
erkanguciz@gmail.com


________________________________________

1. https://archive.org/download/lekmalisme ... ail_bw.pdf
2. http://wikileaks.org/cable/1996/11/96ANKARA12278.html
3. https://wikileaks.org/cable/2002/11/02ANKARA8139.html
4. https://wikileaks.org/cable/2002/11/02ANKARA8165.html
5. http://wikileaks.org/cable/2002/11/02ANKARA8358.html
Uluslar, egemenliklerini geçici bile olsa, bırakacağı meclislere dahi gereğinden fazla inanmamalı ve güvenmemelidir. Çünkü meclisler bile despotluk yapabilir ve bu despotluk bireysel despotluktan daha tehlikeli olabilir. Meclislerin öyle kararları olabilir ki, bu kararlar ulusun yaşamına giderilmesi olanaklı olmayan zararlar verebilir.
Gazi Mustafa Kemâl Atatürk



10 Mart 2015 Salı

KÜRTLER LENİN'E ÇOK KIZACAK (Liberal solcular-Yemez Ama Evetçi Devşirilmiş Sol)

VLADİMİR İLİÇ LENİN: “KİŞİ AYNI ZAMANDA HEM DEMOKRAT, HEM OKULLARI ULUSAL TOPLULUKLARA GÖRE AYIRMA İLKESİNİN SAVUNUCUSU OLAMAZ!”

Bir haftadır “Dil Bayramı”nı kutluyorduk.
Kaçımız bunu biliyor?
Türkçemiz garip, Türkçemiz yalnız; sindirilmiş, ezilmiş!
Ama bu ülkede, her ulusal topluluğun (her değişik halkın) “anadilde eğitim görmesi” gerektiğini vaazeden, kafamızı gözümüzü bilgisizlik ve cehaletle yararak konuşanları her gece üzülerek dinliyoruz.
Bu çarpık düşünceleri “sol” adına ve “demokratlık!” adına TV’lerde ileri sürenlere Lenin’in düşüncelerini anımsatmayı bir borç bildik.
Çünkü Lenin, -ta 1913 yılında- bu yazıyı sanki bu beyler için yazmış!
Bir edebiyatçı olarak, dil bayramımızı, aşağıdaki mükemmel yazıyla, yalancıların kararttığı temiz alanları aydınlatacağı, sosyalistlere cesaret vereceği umuduyla kutlamak istiyorum:
(Konumuz değil ama şunu da hemen belirteyim ki, bu kitapların Türkçe çevirilerinde “ulus” sözcüğü iki anlamda kullanılmaktadır: 1- Modern anlamda ulus, 2- Alp Er Tunga’nın deyimi anlamında ulus: yani halk, milliyet. “Ulusalcılık!” kavramı etrafındaki düşmanlık, çevirilerin işte bu 1.nin 2.ci anlamda yanlış yorumundan ortaya çıkmaktadır!)
***
“Kültürde ulusal özerklik (ya da ‘ulusal gelişmenin özgürlüğünü güvence altına alacak kurumların yaratılması’) denen planın ya da programın özü, her ulusal-topluluk için ayrı ayrı okullar kurulmasıdır!
(…)
Sorulması gereken soru, böyle bir bölünmeye, genel olarak demokrasi açısından ve özel olarak da proletaryanın sınıf savaşımının gerekleri açısından izin verilip verilmeyeceğidir.
Böyle bir soruyu hiç duraksamaksızın ‘kesinlikle izin verilemez!’ diye yanıtlamak için, ‘kültürde ulusal özerklik’ programının özünü yakalamak yeterlidir.
Başka başka uluslar (halklar (A.Y.) tek bir devletin sınırları içinde yaşadıkları sürece, milyonlarca, milyarlarca iktisadi, yasal, toplumsal bağla birbirlerine bağlıdırlar.
Eğitim bu bağlardan nasıl ayrı tutulabilir?
Bundun (Ayrılıkçı Yahudi Partisi, A.Y.) ‘çarpıcı saçmalık!’ bakımından klasik olan formülüyle söyleyelim; eğitim, devletin ‘yetki alanının dışına’ çıkarılabilir mi?
Eğer tek bir devletin sınırları içinde yaşayan değişik ulusal topluluklar, iktisadi bağlarla birbirine bağlıysalar, o ulusları ‘kültürel’ ve özellikle eğitsel alanda sürekli olarak bölüp ayırmak saçma ve gerici bir şey olur.
Tam tersine ulusal toplulukları eğitsel alanda birleştirme çabası gösterilmelidir!
(…)
Kişi aynı zamanda hem demokrat, hem okulları ulusal topluluklara göre ayırma ilkesinin savunucusu olamaz!
Dikkat edilsin ki bu noktada konuyu yalnızca genel demokratik (yani burjuva demokratik) görüş açısından tartışıyoruz.
Okulların, milli topluluklara göre ayrılmasına, işçi sınıfı savaşımı (sosyalizm, A.Y.) açısından çok daha şiddetle karşı koymalıyız!
Belli bir devletin içindeki ulusal topluluklar kapitalistlerinin, hangi ulustan olduklarını dikkate almaksızın tüm işçilere karşı yöneltilmiş olan şirketlerde, imalathanelerde birleştiklerini bilmeyen mi var?
Gelişkin kapitalizmi yakından tanıyan kent işçileri okulları ulusal topluluklara göre ayırmanın yalnızca zararlı bir tasarım olmakla kalmadığını, üstelik kapitalistlerin hilekarca bir dolandırıcılığı olduğunu içgüdüleriyle ve mutlaka anlarlar.
(…)
İşin aslında, ‘kültürde ulusal özerklik’, yani eğitimin ulusal-topluluklara göre kesinlikle ve tümden ayrılması, kapitalistler tarafından değil (çünkü onlar henüz işçileri bölmek için daha kaba yöntemlere başvuruyorlar), Avusturya’nın oportünist darkafalı aydınları tarafından bulunmuştur. Darkafalılıkta ve ulusalcılıkta (milliyetçilikte) eşi bulunmayacak olan bu düşüncenin, karma nüfuslu demokratik Batı Avrupa ülkelerinin hiçbirinde izine bile rastlanmaz.
Umutsuzluk içinde kıvranan küçük-burjuvadan gelme bu düşünce, ancak Doğu Avrupa’da, tüm kamu yaşamının, siyasal yaşamın küçük rezilce bir kavgayla gemlendiği, geri, feodal kilisenin siyasete egemen olduğu bir ülkede ortaya çıkabilirdi! (…)
İşte ‘kültürde ulusal özerklik’ denen budalaca düşünceyi yaratan psikoloji budur.
Enternasyonalizmini aziz tutan bilinçli işçiler, incelmiş ulusalcılığın (milliyetçiliğin) bu saçmasını asla kabul etmeyecektir!
(…)
Genel olarak tasfiyecilerle Bundçuların bu sorunda Avusturya’dan örnek göstermelerini okumak oldukça eğlendirici.
Her şey bir yana, çok-uluslu ülkeler içinde neden en geri olanı örnek alınıyor? Neden en ileri olanı örnek alınmıyor?
Bu, bir anayasa modeli için yüzünü Fransa, İsviçre, Amerika gibi ileri ülkelere değil ama daha çok Prusya ve Avusturya gibi geri ülkelere geri dönen kötü Rus liberallerinin, kadetlerin tavrıdır.
(…)
Rus emekçi sınıfı, bu gerici, zararlı ve küçük burjuva ulusalcı (milliyetçi) nitelikte düşünceyle çarpışagelmiştir ve bunu sürdürecektir!”
(V.İ.LENİN, “Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları” Çev. Yurdakul Fincancı, Sol Yayınları, Ekim 1993 Ankara, ikinci baskı, s. 95-96-97-98)
Ahmet Yıldız
Odatv.com

Toroslar’ın son şamanı: Paşa Dayı “Ben eğitimimi bu dağlarda aldım…” Yusuf Yavuz

Toroslar’ın son şamanı: Paşa Dayı “Ben eğitimimi bu dağlarda aldım…”
Yusuf Yavuz
Beydilli, tespih taneleri gibi Anadolu’nun dört bir yanına dağılmış Yörük aşiretlerinden birinin adı. Ankara, Samsun, Konya, Sivas, Şanlı Urfa ve Gaziantep gibi kentlerde aynı adla anılan köyler var. Bunlardan biri de Isparta’nın Sütçüler ilçesine bağlı olan Beydilli köyü. Kimi yerde ‘Beğdili’ ya da ‘Badıllı’ olarak da anılıyor.
beydili köyü detay (1)

BOZŞALBA KOKAN BEYDİLLİ EVLERİ
Sütçüler’e yaklaşık 45 kilometre uzaklıktaki Beydilli, Sarp dağının eteklerinde kurulmuş. Yakın zamana kadar yolu bulunmayan köye yol yapmanın, yeni bir köy kurmaktan daha pahalıya mal olacağını anlayan yetkililer, ilçe merkezine 20 kilometre uzaklıkta yeni bir köy kurmakta bulmuşlar çareyi. Bu yeni köyün adını da ‘Çimenova’ koymuşlar. Ancak şimdilerde ‘Eskiköy’ olarak adlandırılan Beydilli, Anadolu sivil mimarisini yansıtan özgün yapılarıyla dikkat çekiyor. Bir başka özelliği de her evin verandasında kurumaya bırakılan salvia bitkisinin keskin kokusunun tüm köyü sarmış olması. Hititler’den bugüne Anadolu’da şifa niyetine kullanılan bu bitkiye buralarda ‘şalba’ ya da ‘bozşalba’ da diyorlar.

SARP DAĞININ ETEKLERİNDE BİR ŞAMAN: PAŞA DAYI
Yukarı Köprüçay Havzası’ndaki köylerden biri olan Kesme ile Beydili arasındaki vadiden kıvrılarak geçen Köprüçay’ın aktığı vahşi kanyonları ve antik yolları görmek için Sütçüler’den yola çıkıyoruz. Çimenova köyüne uğrayıp buradan Nurullah Altıntaş’ı alacağız. Nurullah Altıntaş, yaşantısıyla ve karakteriyle, Anadolu’nun son şamanlarından biri. Bu yörede kendisine ‘Paşa Dayı’ diyorlarmış. Biz de öyle sesleniyoruz, 70 yaşındaki bu bilge şamana.

‘HER DERDİN DEVASI ÇAM PÜSESİ’
Paşa Dayı ile birlikte Çimenova’dan Eskiköy’e, Beydilli’ye doğru yola çıkıyoruz. Sarp dağına doğru yükseldikçe yer yer kayalık yolu çevreleyen birkaç yüz yaşında sedirler ve ardıçlar başlıyor. Paşa Dayı her taşın, her ağacın hikâyesini anlatıyor yol boyunca. Yol öylesine bozuk ki, zaman zaman evine gitmek için özel araç tutarak vadinin diğer tarafından 60 kilometre dolanmak zorunda kaldığını anlatıyor Paşa Dayı. “Eski köyde hayat zordu ama doktor nedir bilmezdik” diyor. Çimenova’ya taşınınca, yol, elektrik, otomobil ve doktor görmüşler ancak “beton evlerde hastalık da çoğaldı” diye söyleniyor: “eskiden çam ağacının reçinesinden terletme yoluyla ‘püse’ elde ederdik. Her derde şifa olarak kullanırdık. Şimdi unutuldu hepsi…”

150 KİLOMETRE’DEN ANTALYA LİMANINI İZLİYOR
Yaklaşık 2 bin metre yükseklikteki Nacakçı beline ulaşıyoruz. Güneybatımızda Bozburun, ileride Bey Dağlarının karlı tepeleri görünüyor. Elinizi uzatsanız dokunacakmışsınız hissi uyandırıyor. Paşa Dayı, zaman zaman Sarp Dağı’nın zirvesine çıkıp dürbünüyle, yaklaşık 150 kilometre uzaklıktan Antalya limanına yanaşan gemileri, şehrin ışıklarını buradan izlediğini anlatıyor.

‘EĞİTİMİMİ BU DAĞLARDA ALDIM’
Bu bölgenin insandaki sahicilik duygusunu besleyen bir yanı var. Her şey gerçek. Ama bir o kadar da gerçeküstü. Yaşamanın, hayatta kalmanın dayanışmaya ve mücadeleye dayalı olduğu, zor ama bir o kadar da özgür, vahşi bir coğrafya. Sırtında çantalarıyla bu zorlu yolu her gün yirmi kilometre inip çıkıyor Beydilli’li köylüler. Nacakçı Beli’ni geçince, bu özgür coğrafyanın insandaki umudu besleyen kimliklerinden biri olan Paşa Dayı ile koyu bir sohbete dalıyoruz. “Ben eğitimimi bu dağlarda aldım” diye anlatmaya başlıyor, Paşa Dayı.

paşa dayı4 (1)
beydili köyü detay (2)
paşa dayı3 
KÖY ENSTİTÜSÜ’NÜN HAVASINI SOLUYUNCA…
Aslında Isparta Gönen’deki Köy Enstitüsü’nü kazanmış ve kaydolmuş ancak babası öldüğü için kendisiyle ilgilenecek birisi olmayınca bu hakkını bir başkası gasp etmiş. “Benim yerime buralardan bir Eğitmen’in çocuğunu kaydettiler. Ben bu haksızlığı ömrüm boyunca unutmadım. Sonrasında köyüme döndüm ve haksızlığa uğramanın getirdiği hırsla hep okudum. Beş yüzün üzerinde kitap okudum, kendimi eğittim. Yaşar Kemal’den Mehmet Akif Ersoy’a, Karacaoğlan’a; ne bulduysam okudum” diye anlatıyor o günleri…

‘KARA SEVDAYA TUTULUP ŞİİRLER YAZDIM’
Köy Enstitüsünün havasını az da olsa koklayan Paşa Dayı, köyüne geri dönmüş ve ardından inanılmaz bir mücadeleye girişmiş. Köyün bir türlü bitmeyen yolu, suyu, elektriği… Hastalığı, sıtması… “Ömrüm buradaki insanların çilesine nasıl bir çare bulabilirim, bunu düşünmekle geçti. 16 muhtar eskittik. Bizimkisi halkın hizmetçiliği. Bu amaçla berberlik, sağlık işleri, yapı ustalığı, marangozluk, İmamlık; aklınıza ne gelirse yaptım. Kalay takımı da almıştım ancak körüğün dumanına dayanamadığım için kalaycılık yapmadım. Hala duruyor kalaycılık takımlarım. Ardından İbni Sina’nın kitaplarını inceledim; köyümüzün dağlarındaki otları, bitkileri tanıdım. Hangi otun hangi derde deva olduğunu öğrendim. 1955’lerde kara sevdaya tutuldum. Ve şiirler yazdım…
Bir tanesi şöyleydi:
Mevlam sabır versin aşkı çekene
Her kim olsa acır boyun bükene
Ben garip bülbülüm, salma dikene
Acı bana, güle kondur sevgilim”

“Sevdiğin kızı alabildin mi?” diye soruyoruz Paşa Dayı’ya; “Alsaydım onun adı kara sevda olmazdı. Şimdi bakıyorum, fuhuşun adı aşk, üç kağıdın adı iş olmuş” diye yanıtlıyor.
KAMUFLAJ GİYİNMİŞ YÖRÜK KÖYÜ: BEYDİLLİ

Paşa Dayı ile hararetli sohbet eşliğinde Beydilli’ni tepeden gören yamacın başında duruyoruz. Orta Torosların masalsı köylerinden biri karşımızda. Üzeri elle yontulmuş ahşapla kaplı taş duvar evler, ait olduğu coğrafyayla öylesine bütünleşmiş ki, burada bir köy olduğunu anlamanız için uzun süre ve dikkatle bakmanız gerekiyor. Kamuflaj giyinmiş bir Yörük köyü Beldilli. Köyün yaklaşık iki yüz yıl önce aşağıdaki Köprüçay’dan yükselen yamaçlardan buraya taşındığını anlatıyor, Paşa Dayı: “Geçmişte buradaki hayat çok başkaydı. Karşıdaki Kesme köyündeki bir dosta bir selam gönderirsin, işin her neyse onu mutlaka yerine getirir. Ya da oradan Beydilli’ne bir selam gelir, ne gerekiyorsa yapılır. Ne para ne pul; hiçbir şey yok. Biz böyle yaşadık. O zamanlar bir adam, bu dağların verdikleriyle en az on çocuğa bakabilirdi. Ama günümüze geldik, geçinmek zorlaştı. Şimdi bir kişi kendine bile zor bakıyor.”

paşa dayı1 (1)‘DEVLETİN BÜTÇESİNİ VERECEKLER, YALAN KONUŞMAM’
Karşıdaki dağlara bakarak konuşuyor Paşa Dayı. Burası Antalya sınırına en yakın nokta aynı zamanda. Manavgat’ın Yeşilbağ köyünün evleri görünüyor karşıda. Doğu’da Kartoz Dağı, dağı zigzag çizerek tırmanan yol faça gibi; 2 bin 200 metreden Beyşehir’e aşıyor. Yörüklerin göç yollarıyla paralel ilerliyor. “Eskiden Manavgat’ın Yeşilbağ köylüleri buraya gelirlerdi” diye anlatmayı sürdürüyor Paşa Dayı: “Domates, zeytin, nar getirirler, karşılığında bizden tereyağı ve çökelek, kıl ve davar alırlardı. Değişirdik ürettiklerimizi. Bal üretirdik bir de. Bakın biz pazarda balımızı satarken rahat duramazdık çünkü bizim balımız halisti. Kekik kokardı. Balın kokusuna o civarda ne kadar arı varsa hücum ederdi. Şimdi pazarlarda bal satıyorlar, bir tane arı konmuyor üzerine. Hileli ballar bütün balcıların namını kötülüyor. Ben elli sene arıcılık yaptım, derdimi anlatamıyorum. Artık iyiyle kötü birbirine karışmış. Ama bana devletin bütçesini verecekler, yalan konuşmam. Beydilli’nin özelliği de budur. Mert, yiğit ve dürüsttürler. Yörüklerin özelliği de budur.”

KEÇİ AYAĞINDAN ERKEKLİK ORGANI

Paşa Dayı’nın anlattıkları, Anadolu’nun binlerce yıllık yaşam ustalığının tanıklarının hala dokunulabilir uzaklıkta ve hala aramızda yaşadıklarının belgesi niteliğinde. Sözü yakın geçmişte yapılan eğlencelere ve düğünlere getiriyor. Beydilli, Kesme, Çukurca ve Manavgat’ın Yeşilbağ, Değirmenözü köyleri günler öncesinden verilen haberle toplanıp düğünler yapılıyormuş. Bu düğünlerdeki seyirlik oyunlardan birini anlatmaya başlayınca, Yıldız Cıbıroğlu’nun Kesme köyünde izlediği müthiş bir yorumla yazdığı yazıyı anımsıyorum. Paşa Dayı’dan biraz ayrıntı anlatmasını rica ediyorum, “Çok zevklidir. Esasında bir düğünde gelip göreceksiniz” diye başlıyor söze: “Oyundaki Arap, yüzünü isle boyayıp, davarın bir bacağını, bacaklarının arasına yerleştirirdi. Bu erkeklik organı oluyor. Arap’ın bir de yardımcısı var. Muhtar, Efe ve Efe’nin iki tane jandarması olur oyunda. Düğünlerdeki oyunlarda genellikle kız ve oğlan tarafı canlandırılır. Ama daha çok oğlan tarafı ele alınır. Meydan sahnedir. Oyunda köyün günlük yaşamı canlandırılır. Değirmen yapılır, yoğurt dövülür; efendim tahta biçilir. Köylü nasıl yaşıyorsa o canlandırılır.”

‘ARAP, MUHTAR’IN KULAĞINA PENİSİYLE DÜRTER’
Damat, uzunca bir sırığa elleri ve ayaklarından bağlanarak ortaya yakılan ateşte zarar görmeyecek şekilde temsili olarak pişirilirdi. Burada amaç oğlan tarafına temsili olarak çile çektirmek. Evlilik bir sözleşme. Bu sözleşme herkesin huzurunda yapılıyor. Akit bozulmasın diye yapılıyor bu temsil. ‘Kebap ince, şiş ince, ne hoş olur pişince’ diye bir tekerleme söylenir. Kebap pişince herkese yarımşar kilo, birer kilo dağıtılır. Ardından parası toplanır. Para ödenirken “vırt zırt, al beşer beşer” denilir. Bütün bunlar olurken Arap her şeyi kontrolü altında tutar. Seyircilerin başında bekler, itiraz eden olursa palaska ile onlara vurur ya da isle karalar. Sonra Arap Muhtarı muayene eder, dişlerini, hayalarını (testislerini) sayar. Sonra kulakları ağır işiten muhtarın kulaklarına keçi ayağından yapılma temsili penisiyle dürter, onu silkeler, uyarır.”

Paşa Dayı kendi kültürünü sadece anlatmamış, oturup bir de kitap yazmış. “Bin sayfa yazdım, yakında yayınlanacak” diyor ve ekliyor: “Burada bir tarih var, yüzyılların geleneği var. Ama yok olup gidiyor işte!”
paşa dayı1 (2) 
ARAP’IN KÖKENİ ‘BAYKARA-SOYTARI’
Yıldız Cıbıroğlu, 1986 yılında Kesme köyünde Paşa Dayı’nın anlattığı seyirlik oyunlardan birinin canlı tanıklığını yapmış. Paşa Dayı’nın anlattığı Arap’ın, “Baykara” olduğunu söylüyor. Bu bilgiyi Kesmeli bir kadından öğrenmiş. Baykara, ‘Soytarı’ anlamına geliyormuş. Kancıklık eden, kaba, kurnaz, dalkavuk, ahlaksız ve şeytan anlamında da kullanılmış. Cıbıroğlu, Eski pagan tapımlarda ılım günlerinde yapılan karnavalların İslam’ın etkisiyle toplu sünnet düğünlerindeki şenliğe dönüşmüş olduğunu aktarıyor: “Kesme dağ köyünde genç kızlar ve delikanlılar yaban meyveleri gibi sert ve farklı bir güzelliğe sahipler. O gece köyde toplu sünnet düğünü yapılacak… Meydanın ortasında kuru ağaçlar üç katlı köy evi yüksekliğinde üst üste yığılarak çok görkemli koca bir ateş yakılmış… Uzakta köyün içinden Baykara, peşi sıra yürüyen, şamata yapan çocuk kalabalığını yararak geliyor: Elinde anlı şanlı kırbacını sallayarak! Bu kırbaç oyunda çok önemli! Köyün tüm çocukları ardında. Arap’ın belinin biraz altında, göbeğinin hemen üstünden, koskoca uzun bıçak sapı gibi bir çıkıntı, Arap’ın hareketleriyle kımıltılı, hafif yaylanarak sallanıyor. Fallus mu? Nasıl olur? Şehirli kültürüm, algım ve önyargımla bir türlü bunun ne olduğunu anlayamıyorum: Şehirde sanat filminde cinsellik yorumlanabilir, ama burada olabilir mi? Şaşkınlığımın ve kabul edemeyişimin en büyük nedeni herkesin bunu doğal karşılaması. O nedenle kendi kendime, hayır, hayır, kesinlikle fallus değil, olamaz, diyorum. Öyleyse nedir? Dayanamayıp soruyorum: Eşim dahil bıyık altından gülüp susuyorlar. Kuşkum kalmıyor, fallusu karikatürize etmişler.”

‘BAYAĞILAŞMAYLA İLGİSİ YOK’
Ortada yanan büyük ateşin kıvrak yalazları arasından binlerce kıvılcım rüzgârın etkisiyle saçılıyor; koyu gecenin üstüne yükselip sönüyorlar, ama sürekli peşi peşine yenileri geliyor. Elektrik ışığı o kadar az ki gece burada simsiyah ve yumuşacık kadife gibi, yıldızlar üzerine döşenmiş elmas! Hangi yöne baksak dağlar çepeçevre kara gölgeler halinde kuşatıyor bizi. Çevreye vahşi, büyüleyici bir güzellik hakim. Bu yabanıl gecenin içinde karikatürize edilmiş fallusuyla Baykara yadırganmıyor, bayağılaşmayla uzak yakın ilgisi yok. Bu bir eğlence ve bu doğaya çok uyumlu. Genç kızlar ve kadınlar daha geride bir duvarın dibinde toplu halde ayakta dikilerek ve daha koyu gölgelerle kuşatılmış halde Baykara’yı gülerek izliyorlar.
‘ÇEMBER DARALINCA KIRBACINI SALLIYOR’
Köy kadınlarının da başka zaman karşılaşmadığım keyifli, canlı, enerjik bir havaları var. Genç Baykara şeytansı devinimlerle havalara sıçrayarak, ince gövdesini bir erkek kara kedi gibi gerip bacakları üzerinde yaylanarak, yukarda tuttuğu kırbacını hızla savurarak ahenkli hareketlerle dans ediyor. Etrafındaki halka daralınca kendine yer açmak için kırbacını sallar sallamaz kaçışıyorlar, çünkü kırbaç da isle boyandığından değdiği her yerde kapkara iz bırakıyor. Köyün beyaz gömlekli delikanlıları, daha önceki deneyleriyle bunu bildiklerinden Baykara’nın önünden kaçıyorlar.”
BAYKARA, ‘KARA ŞAMAN’MI?
Yıldız Cıbıroğlu, Baykara’nın dansını, hepsi de birer ritüele bağlı olan Mehmet Siyahkalem’in resimlerindeki büyücü şamanların dansını anımsattığını söylüyor; “Onların arasında da danseden karaderili bir adam vardır, belki o da boyanmış bir Baykara’ydı. Şamanist Türk topluluklarında ak şaman yanında çok korkulan kara şamanlar da vardı. Yakut inanışında ilk kam bir kara şamandı.”
EZİLENLERİN TİYATROSU
Cıbıroğlu, Bilim ve Ütopya Dergisi’nin Nisan 2011sayısında (s 202) yayımlanan yazısını, tiyatro bağlamında kültür ve kültürel kimlik kavramlarını sorgulayan yazılarıyla bilinen Ahmet Cemal’den alıntıladığı uzunca bir paragrafla bitiriyor: “Eğer bugün ülkemizde tiyatroların genç adayları (…) Grotowski’ yi, Stanislawski’yi, Brecht’i, Beckett’i, Artaud’yu, Genet’yi bilmeye ve tanımaya birincil önem verirken, içinde yetiştikleri kültürün ve o kültür tarafından biçimlenmiş toplumsal gerçekliğin en azından yakın tarihine eğilmeyi bir gereksinim olarak duyumsamıyorlarsa, ya da diyelim epik tiyatro, uyumsuz tiyatro, ezilenlerin tiyatrosu vb. üzerine, bu tiyatro türlerinin hepsinin kendi kültürel ortamlarının özgül koşullarından doğduğunu görmezden gelerek mangalda kül bırakmazken, örneğin bir zamanlar TAL’ in gündeminde olan ‘Anadolu İnsanının Kültürel Kimliğinde Oyun Kavramı’ türünden çözümlemelere ilgi duymuyorlarsa, o ülkedeki tiyatro eğitiminin ne ölçüde tiyatro eğitimi olduğu gerçekten tartışmalıdır.”

BEYDİLLİ CANLI BİR MÜZE
Beydilli, yazıya dökülerek kayıt altına alınanla, yaşananın; geçmişle bugünün iç içe geçtiği bir kültür katmanı. Yukarı Köprüçay Havzasını çevreleyen bir çok köyde olduğu gibi bu toprakların kadim kültürünün hiç değilse hala hafızalarda yaşadığı canlı bir müze niteliğinde. Paşa Dayı’nın anlattıklarıyla, Yıldız Cıbıroğlu’nun 25 yıl önce yaşayıp etkilendiği gösterinin içinden geçip, Köprüçay’ın yatağına iniyoruz. Antik yollar, Romalılardan kalma su kuyuları, Çukurca, Kesme, Asar; Dedegöl. Eşeklerle ve sırtlarında odun taşıyan Kesmeli sert yüzlü kadınları gördükçe, bu coğrafyada zamanın durduğuna inanıyoruz. İnsan merak ediyor, her ilde bir üniversite açmakla, öğrenci sayısıyla övünmeyi matah sayan siyasi otorite ‘bilim’ insanları, modernizmin girdabında kaybolmakta olan, Anadolu’nun binlerce yıllık kimliğinin son nüshası olan bu kültürün değerini ne zaman keşfedecekler?

yeniden yapılan çimenova köyüYeniden yapılan Çimenova Köyü
06.12.2011
© tüm hakları saklıdır