1 Ocak 2015 Perşembe

Dincilere kısa yanıtlar – Fırat Bayram



Yıllarca “Başörtülü kızlara üniversitede ikna odası kurdular” diye ağlaşanlar, küçücük çocuklara kendi dinlerini ve mezheplerini benimsetmek için devlet eliyle kurulmuş ikna odalarını şimdi savunuyorsa bunun adı iki yüzlülük değil midir?

Soru – cevap şeklinde gidelim, tane tane anlatalım.

Soru: Din dersinin zorunluluğu tartışılıyor da kimya dersinin zorunluluğu neden tartışılmıyor?

El Cevap: Kimya evrenseldir, herkes için tek bir kimya vardır. Din ise herkesin inanç durumuna göre değişmektedir. Kimya kanıtlanabilirdir, olgulara dayanır. Din ise spekülatiftir, desteksiz kişisel inanca dayanır. Kimya gelişime ve düzeltilmeye açıktır. Din ise kapalı ve dogmatiktir. Kimya bir bilim dalıdır. Dinin bilimle ilgisi yoktur. Kimya işe yarar. Bilime burun kıvıranlar bile bilimin ürünlerinden faydalanır. Din ne işe yarıyor? O dine inanmayan insanlar o dinin hiçbir şeyinden faydalanmazlar. Dinin insanlığa katkısı kalmamıştır. Kimyanın zararı yoktur. Dinin zararı olmadığı söylenebilir mi? Kimya tehdit içermez. Din ise cehennemde yanmakla tehdit etmek üzerine inşa olmuştur. Bu tür tehditler çocukların üzerinde olumsuz etki yapar.

Kendine güveni olan hiçbir din, henüz doğru ile yanlışı tam ayıramayan, aklı ‘baliğ’ olmamış çocuklara kendini benimsetmeye çalışmaz. Zaten İslam geleneğinde çocuğa dini öğretme görevi babanındır, baba yoksa amcanındır. Yani aile içinde öğretilir. Eskiden okul mu varmış? Şimdiki zorunlu ders ısrarının sebebi dini herkese dayatmak ve tek tip inanç yaratmaktır.

Soru: Seni veya çocuklarını zorunlu din dersi yoluyla Müslüman/Sünni yapabilir miyiz?

El Cevap: Yapamazsınız. İnancınızı dayatmaya kalktığınızı hissederim. Baskı yaptığınız yönünde algılarım. Benden nefret ettiğinizi, varlığıma tahammül edemediğinizi, asimile etmeye çalıştığınızı düşünürüm. Bu yüzden içimde size dönük nefret duygusu oluşmaya başlar. Dinini dayatanlar, dine dönük olası tepkiden şikayet etme hakkını yitirirler. Zaten ben zorunlu din dersleri gördüm, hepsinden de yüksek notla geçtim ama sonuç ortada! Belki dini daha az bilseydim Müslüman kalabilirdim.

Soru: Din dersi olmasın da uyuşturucu bağımlısı mı olunsun?

El Cevap: “Uyuşturucu kullanmak çok günah, kullanırsanız cehennemde yanarsınız” demekle uyuşturucu sorunu çözülebiliyor olsaydı şimdiye çoktan çözülürdü. Zaten bu tek cümlenin yanına ikincisi konamaz. Söyledin bitti, sonra? Başka ne söylenebilir ki? Kaldı ki bunu her zaman söylemek mümkündür. Zorunlu derse ne gerek var? Dinsizlerin daha çok uyuşturucu kullandığı yönünde hiçbir bilimsel veri yoktur. Bu tür ön yargıları olanların beri yandan da mazlum edebiyatı yapması anlaşılır şey değildir. İnançsızlık her türlü kötülüğü yapabilir olmayı beraberinde getirmez. Kötülükte dudak uçuklatacak işleri yapanlar (kafa kesip top oynamak gibi) daha çok kendini ‘inançlı’ olarak tanımlayan kesimden çıkmaktadır. Kendileri zulmedenler, başkalarının zalimliğinden dem vuramaz.

Soru: Dindar bir nesil istemenin nesi problemli?

El Cevap: Kendi inancını dayatıyor, topluma şekillendirilecek hamur muamelesi yapıyorsunuz. Nesi problemsiz? Başka bir ülkede yabancı bir din sizin çocuklarınıza dayatılsa hoşunuza gider miydi? Kendinize yapılmasını istemediğiniz bir şeyi başkasına yapmak ahlak dışı değil midir? Din adına yapılan ahlak dışılıklar artık yetmedi mi? Din eğitimini ‘sivil toplumda’ veya yüzyıllardır olduğu gibi aile içinde vermek varken devlet okulu diye tutturmanın iyi niyetli tarafı var mı? Tek derdiniz asimilasyon.

Soru: Ben nasıl Marksist olmadığım halde Marksizmi biliyorsam senin de dini bilmen gerekmez mi?

El Cevap: Marksizm sana zorunlu ders olarak okutulmadı. Kendin araştırıp öğrendin. Ben de dini kendim araştırıp öğrenebilirim. Tabi merak edersem! Artık iletişim çağında yaşıyoruz, internet elimizin altında. Bilgiye erişmek çok kolay. İslam hakkında bilgi almak isteyen birinin internete girip yüzlerce İslami siteden birini seçmesi ve bilgi edinmesi birkaç saniyelik iştir. Hal böyleyken din dersi için ayrılan bütçeye yazık.

%99’unun Müslüman olduğu söylenen bir ülkede dini tanımam için ders görmeme gerek yok zaten. Ben Danimarka’da yaşamıyorum ki! Kimse İslam’dan habersiz değil. Dinini biliyor ve kabul etmiyorum; bunu sindirebilmeyi öğren artık. Bana inancını kendi güzel ahlakınla, yaşayışınla, davranışınla, vicdanınla gösterebiliyorsan buyur göster. Bunu yapamıyorsan, zorunlu derslerde ne hikayeler anlatırsan anlat ikna olmam.

Yıllarca “Başörtülü kızlara üniversitede ikna odası kurdular” diye ağlaşanlar, küçücük çocuklara kendi dinlerini ve mezheplerini benimsetmek için devlet eliyle kurulmuş ikna odalarını şimdi savunuyorsa bunun adı iki yüzlülük değil midir?

Soru: Dersin adı ‘Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi’. Bu derslerde ahlak bilgisi de öğretiliyor. Ahlaka da mı karşısın?

El Cevap: Ahlakın, dinin tekeline sokulmasına karşıyım. Ahlakın, sure ezberleyip tesettüre girmeye indirgenmesine karşıyım. Ahlakın, cehennemle korkutarak gerçekleştirilebileceği fikrini de sorunlu buluyorum. Örneğin, ‘çalmamak’ en temel ahlaki ilkelerdendir. Bu ilkeye kendileri uyamayanlar çocuklara ne kadar okutabilir?

Soru: Ama dini yanlış anlayıp IŞİD gibi ‘öfkeli gençler’ ortaya çıkmaması için din dersi gerekmez mi?

El Cevap: IŞİD’e ülkemizden de katılımlar olduğu biliniyor ve ülkemizde sittin senedir din dersi zorunlu! Belli ki katılımı düşürmemiş. Dinin doğru anlaşılması için devlet başımıza din hocasını nöbetçi dikecekse, yani dini kişisel olarak öğrenmemiz sakıncalıysa o zaman Kuran-ı Kerim mealleri de yasaklansın. Zira birileri bu kitabı okuyup yanlış yorumlayabilir. Kuran sadece din dersinde, din hocalarının gözetiminde okunsun. Bu mantık buraya varır.  Bunu mu savunuyorsunuz? Benim için hava hoş! Yeter ki tutarlı olun.

Kaldı ki zorunlu din dersi sadece Müslümanlara okutuluyor değil. Müslüman (Sünni) olmayanın zaten ‘yanlış anlayıp’ da IŞİD’ci olması mümkün değil. IŞİD gibi örgütlerin olmaması için zorunlu din dersi koymak değil, bu tür örgütlere el altından verilen desteği kesmek gerekiyor.

Soru: Ortaöğretimde türbana neden karşı çıkıyorsun?

El Cevap: Örtünme konusu yetişkinler arasındaki bir tartışmadır. Çocukları türbana yönlendirip ‘küçük kadınlar’ haline getirmek, yetişkinlik yaşının algılarda 10’a düşürülmesinin önünü açmak kabul edilecek şey değildir! Bu kafayla ‘çocuk gelin’ sorunu da bitmez. Çocukları en az son 10 yıldır ülkeyi kutuplaştıran bir konunun parçası kılmanın ne gereği var? Piercing ve dövme konusunda karar alması yasaklanan öğrenciler türban konusunda kendi kararlarını mı alacak? Herkes biliyor ki dinci ailelerin kızlarını daha küçük yaşta örtünmeye zorlamasının önü açılıyor. Oysa türban yasağı varken hiç değilse küçük yaştaki kızlar bir süre de olsa özgürce giyinebiliyor, rüzgarı saçlarında hissedebiliyordu. Bazı yasaklar, insanı özgürleştirir!

Eğitim laik ve bilimsel içerikli olmalıdır. Okullar bilim yuvasıdır. Dogmatik bir inancın sembollerine sıkıca sarılarak okullara girmeye çalışmak, tersinden bir örnek verecek olursak, imam hatipte okumak isteyen birinin ısrarla okula şortla girmeye çalışmasına benzer. Daha okula girerken dinsel sembole fanatik biçimde tutunuyorsan henüz kapıdan girerken dahi bilime karşı kendinde bir duvar örüyorsun demektir. Bu fanatizmle içeri girilmesi, iyi niyetle bilim öğrenilmek istendiğine değil, bir kaleyi fethetme girişimine benziyor. Bunun özgürlükle ilgisi yok; dinci ideolojik ısrarla ilgisi var.

Ben öğretmenlerin de türbansız olması gerektiğine inanıyorum. Çocuklar türbanlı bir öğretmenle karşılaşıp neden türban taktığını sordular veya türbanlı bir arkadaşlarına böyle bir soru sordular diyelim. Gelen cevap nasıl olacaktır? “Allahın emri, takmayanlar yanacak!” demeyecekler mi? Bunu duyan bir çocuğun (hele ki annesinin başı açıksa) psikolojisi ne olacaktır? Türban ‘güçlü bir sembol’dür ve çocukların onunla karşılaşmama hakkı vardır.

Şunun bilinmesi gerekiyor; başörtüsü emrine dönük inanç, örtünmeyenlerin günah işlediği ve cehennemde ceza görmeyi hak ettiği yönündeki bir inancı da içinde barındırıyor. Sırf senden farklı giyindim diye benim yanacağımı söylüyor ve bunu onaylıyorsan bu bir nefret inancıdır. Türbanın bu denli tepki çekmesi de bu yüzdendir. Hiç gereği yokken cehennem cezalarının hedefi kılınıp ahlaki eksiklik suçlamalarına muhatap olmak herkesin sinirini bozar. ‘Yanacağına inanıyorum ama seni seviyorum’ diye bir şey olmaz. Benden nefret ediyorsun, üstelik sırf senin kadar örtünmedim diye! Herkes böyle bir inanca tepki gösterecektir. Nitekim dünyanın her yerinde İslamcıların bu tesettür inancı tepki çekiyor. Ve İslamcıların bu tepkiyi anlamaya dönük hiçbir çabaları yok. Benden nefret etmekte serbestsin. Ama çocuklar nefretle yüz yüze kalmamalı. En azından müsaade edin, büyüsünler. Sonra doya doya nefret edersiniz.

Soru: Özgürlükçü değil misin yoksa?

El Cevap: Salak değilim! Bu örtünme hamlesinin genel konsept (dincileşme) içerisinde değerlendirilmesi gerektiğini görüyorum. Dövme veya piercing söz konusu olunca çocuk kabul ettiğiniz insanları türban söz konusu olunca nasıl da yetişkin kabul edebildiğinizi, buradaki çifte standardı görüyorum.

30 Aralık 2014 Salı

ATATÜRK'ün Dil Devrimine dil uzatan Cumhuriyet yazarına yanıt/ Tarık Konal



      Saygın Arkadaşlarım
      Bugün Cumhuriyet'in spor sayfasında Orhan Can adlı yazar (!) Bilge Önder ATATÜRK'ün Dil Devrimi'ne dil uzattı.
      Dilde devrim olmaz, dilde evrim olur ” dedi Orhan Can. Onun bu gülünç tümcesini okuduğumda, şaşırmadım.
      Bu tümce Yazaç (harf) ile Dil Devrimi'nin başlatıldığı günden günümüze “karşıdevrimciler”ce sürekli yinelenmiş, sürekli gevelenmiştir; bu nedenle bu tümce dil devrimcilerine yabancı değildir...
      Ancak gerçek, Orhan Can'ın tanımlamasındakiyle ilintisizdir.
      Devrim, bir ulusun çağın gerisinde kalmasına neden olan kurumlarının yerine çağcıl kurumlar kurması, çağcıl girişimler başlatmasıdır.
      Bunun bilincine varamadığı anlaşılan Orhan Can -bir karşıdevrimci değilse- bir dardağarcıklı olduğunu sergilemiştir bu tümcesiyle...
      Devrim değil de evrim'miş... Türkçe, içine Osmanoğullarınca katılmış Arapça-Farsça sözcüklerin, bir evrimle (kimbilir kaç yüzyıl sürecek bir evrimle) yerlerini Türçeye bırakmasını mı bekleyecekti? Us yoksunu muydu bu ulus?
      Türkçe, Mehter Marşlı Yürüyüş benzeri bir evrimle (!) gelişmeyi mi bekleyecekti, yoksa bir Bilge Önder'in “koşaradım”lı, ardışık devrimlerini mi yeğleyecekti? 
                                                               * * *
       Orhan Can, dardağarcıklı olarak kalmak yerine, Dil Devrimleri konusunda bir araştırma yapsaydı, Dil Devrimlerinin, dünyada ulusal devletlerin kurulmasına neden olmuş çok anlamlı devinimler olduğunu görecekti.
       XV. yüzyılda Avrupa'da Hıristiyan ümmetliğinden kurtulma ile başlayan uluslaşma sürecinde toplumların, öncelikle ele aldıkları konu, ulusal dilleriydi.
       Uluslar, XII. yüzyılda -evrim'i beklemeden- öz kimliklerini kavramaya koyuldular...
       Fransa ile Almanya 1690 -1790 yılları arasında ulusal dillerini Hıristiyanların ortak dili olan Latince'den ayırıp ulusal dilleriyle eğitime geçtiler. Macarlar XIX. yüzyılda dillerinden 10 bin yabancı sözcüğü ayıkladılar, uzaklaştırdılar.
       İtalyanlar ise yazın alanında İtalyancayı -bunlardan çok daha önce- XIII. yüzyılda kullanmaya başladı. Dante, 1310'da İlahi Komedya'sını, Galileo (1564 -1642), gökyüzünde olup bitenleri İtalyan dilinin Padau lehçesiyle yazdı. Galileo, bununla da yetinmedi, Latincedeki tüm gökyüzü terimlerini İtalyancaya çevirdi.
       Dünyada uluslaşma süreci başlamışken, ulusal diller günyüzüne çıkmışken Türkçemizin başına gelenler ise tam bir karabasandı.
       Türkçemiz, Karahanlılar Döneminde (932-1212) İslamla birlikte Arap Abecesi de benimsenince, bir din dili olan Arapçanın saldırısına uğradı. Göktürk Yazıtlarında (700 - 735), Kutadgu Bilig'de (1069) yer alan olağanüstü güzellikteki sözcüklerimiz yerlerini Arapça, Farsçaya bırakır oldu.
       Saygın Ulusumuz, yalnızca din değiştirdiğini sanıyordu; oysa en önemli ulusal kültür öğesini, dilini yitirmeye başlamıştı.
       Dilimize yalnızca Arapça-Farsça sözcükler değil o dillerin dilkuralları da yerleşmeye başladı. Bu olumsuzluk sürdü, gitti. Osmanlı Dönemiyle birlikte öz dilimiz Türkçemiz, bir karmadil olan “16 yamalı bohça Osmanlıca”nın içinde bir azınlık durumuna düştü, düşürüldü...
       Karamanoğlu Mehmet Bey'in buyruğu (1277), Yunus'un (1240-1320), Karacaoğlan'ın (1606-1679) tadına doyulmaz güzellikteki şiirleri, sözcükleri, Türkçemizin tümden yitip gitmesini geciktirdiyse de dilimizdeki yabancı sözcük oranının giderek yükselmesini önleyemedi.
       Göktürk Yazıtlarında % 1, Kutadgu Bilig'de % 2, Yunus Emre'de % 13, Süleyman Çelebi'nin (1351-1422) Mevlit'inde % 24 olan yabancı sözcük oranı, Baki ile Nefi'de (XVI. XVII. yüzyıllarda) % 70'e yükselmişti. 
       Bu utanılası bir durumdu.
       Bu utanılası duruma, bir Bilge Önder “dur” diyecekti, kuşkusuz.
       Ulusuna ulusal bağımsızlığını armağan etmiş olan Bilge Önderimiz, saygın ulusumuzun iyemli dilini de yabancı dillere kölelikten kurtaracaktı kuşkusuz...
                                                   * * *
       1928 yılında “bu ulus, utanmak için yaratılmadı” diyerek Yazaç (harf) Devrimi'ni başlatan Bilge Önder ATATÜRK, 12 Temmuz 1932'de de Türk Dil Kurumu'nu kurarak Dil Devrimi'ni başlattı.
       Türk çocukları, kendilerine “bir müsellesin mesahayı sathiyesi kaidesiyle irtifaının hasılı zarbının nısfına müsavidir” biçiminde, gülünç Osmanlıcayla öğretilen uzambilim (geometri) kuralını “bir üçgenin yüzey alanı, tabanı ile yüksekliğinin çarpımının yarısına eşittir” biçimde, apak bir Türkçeyle okumaya, yazmaya, öğrenemeye Dil Devrimiyla başladılar...
       Bu konudaki çabalara ilişkin olarak binlerce betik / okunca (kitap) yazılmıştır.
       Burada bunları anmak olanaksız...
       (Yalnızca TDK'nin sayısı 400'e ulaşmış Türk Dili Dergilerini edinse, bunları okusa bir yurttaş, Dil Devriminin görkemiyle tanışır, dardağarcıklılıktan kurtulur...) 
       Sözün özü:
       Dil Devrimi, karşısına çıkarılan tüm engellere karşın ilerledi, gelişti, yüceldi...
       Dil Devrimi'nden önce 1930 yılında, gazete haber dilinde Türkçe sözcükler % 35 oranındayken, 1965 yılında bu oran % 61'e, 1970 yılında % 71'e yükseldi. Günümüzde bu oranın % 80'lere ulaştığı söylenebilir.    
                                                               * * *
       Anadolu Aydınlanma Devrimi'nin güncesi Cumhuriyet'in yazarlarına bu oranı artırmak düşer.
       Cumhuriyet yazarına, Dil Devrimini küçümseyen aymazlar* gibi davranmak düşmez...
       Orhan Can'a kendine gel! demek istiyorum.
       Orhan Can, sen sen ol, Cumhuriyet okuruna, karşıdevrimin tümceleriyle seslenme!
       Orhan Can, bilmiyor olsa da, günümüzde -şimdilik- öğrenmemiş olsa da Bilge Önder ATATÜRK'ün Devrimleri, aymazların küçümsemeleri, aymazların örselemeleriyle sarsılacak denli köksüz değildir...
       Cumhuriyet okuru, bunu ona öğretmek için erinmezse de bu konudaki görev, öncelikle Cumhuriyet yönetimine düşse gerektir!   29 Aralık 2014
                                                                            
                                                                     Bilge Önder ATATÜRK'ün
                                                                     Dil Devrimi'ni doğru alımlamış
                                                                     bir öz Türkçe tutkunu,
                                                                     Cumhuriyet'in 60 yıllık okuru
                                                                     Tarık Konal


* Aymaz. Bu sözcük Dil devrimini küçümsemeye çalışanları tanımlamak ereğiyle, Bilge Önder ATATÜRK tarafından kullanılmıştır. Bu konuya ilişkin bilgiyi, “Bize öz Türkçe yaraşır” adlı betiğimde okurlara sundum.
,    .

27 Aralık 2014 Cumartesi

ÖZLÜ DEYİŞLERDE GEZİNMEK/Muammer Doğan Rahmetli Amcam, " Kadının orospu'sunu çekerim de, erkeğin orospu'sunu çekemem " derdi..!



" Ez zane, biyifza3 le mertu; vel harame, biyifza3 le rüsku..! "
Zina eden zani, karısına korkar; Harami, hırsız da, malına korkar..!
Harika vurgusu olan, özünü, yaşam gerçekliğinden alan bir Arap halk deyişidir.. Etrafımızda olan bitenlere baktığımız zaman, bunun vücut bulmuş örneklerini çokça gördüğümüz şu kesitte, bu deyişin, hayat ile isabetli bir imtihan oluşturduğunu düşünüyorum...
Bazı gevşek kadınları, kendi gibi gevşek gören, kimi ahlaksız erkekler; para-mal-makam ve benzer cazip olanaklar eşliğinde, kendileriyle beraber olan kadınlardan yola çıkarak, çoğunun, böyle olduğu sanısıyla, kendi karısından bile şüphelenir; onu sıkar, kapatır, mumya gibi örter, eve hapseder.. Ters bir orantıyla, her tür kadına, ve özellikle kendi deyimleriyle 'açık' kadına bakmaktan kendini alıkoymaz, dahası, beraber olma adına şirret hamleler de yapar..!
Rahmetli Amcam, " Kadının orospu'sunu çekerim de, erkeğin orospu'sunu çekemem " derdi..!
Feodal ataerkil erkek egemen anlayışın, dinsel bağnazlık ile tavan yaptığı son yıllarıyla ülkemiz toplum gerçeği, kadın cinayetlerinin, namus-ahlak bekçiliği ile aklı-evvel girişim ve yaptırımlarının, kendisiyle anılır hale geldi, getirildi.. Eh, ne de olsa, bu konuda, epey zengin bir mirasa sahibizdir; kız çocuklarının diri diri toprağa gömüldüğü, İslamiyet öncesi mirası, İslamiyet adı altında, yeniden, ve daha zengin yoğurmasını bilmişiz, yetmez mi ?(!).. ..........
Hırsız refleksi de böyledir.. Hırsız bir karakter, herkesi, kendi hırsızlığına rakip görür, aniden tepki koyar.. Siyasal nitelikten yoksun tüm kavga ve kapışmalara bir bakınız; göreceğiniz tüm kavgalar, pastayı bölüşme kavgası, ve bu uğurda bitmez bir hırs ve kin kavgasıdır..!!
Makam ve mevki ile, her tür apoletin karıştığı bu kirli kavga, zararı, sahipleriyle sınırlı kalmayan, ülke değer ve dokusunu zedeleyen, itibarsızlaştıran, ve özünde, halkın emek ve birikimlerini gasp eden, kirli bir kavga; bir it dalaşıdır..!!! .......
Eskiler, hep söyler; kadına ve paraya zaafiyeti olandan adam olmaz..! Gelin görün ki, bu zaafiyetin, toplumun dokusunu oluşturmasına ramak kalmış iken; kavga hakkını onurla koruyan adam gibi adamlar da, yeteri kadar itibar görmez, görmüyor..!!! .......
Unutmadan; bir de emek hırsızlığı vardır.. Başkasının emeğini, alın terini, yazısını, şiirini, resmini, her türden sanat eserini; eser sahibinin adını zikretmeden, tırnak içine de almadan, kendi eseri gibi kullanan hırsızlar da vardır; onların yaptığı da onursuz bir emek hırsızlığı türüdür.. Sevdiğiniz bir özneye, iki satır karalamış iseniz, o, sizin öz ve iç yoğunluğunuzu anlatan duygu seliniz; bir başkasının, kendi eşine, sevgilisine, veya arkadaşına, rahatlıkla kopyalamaktan çekinmediği, kimi söz, ve emek hırsızlığına iyi bir örnektir..!! .......
Anlaşılmaz garabetler diyarında, daha çok halk deyişi, ve özlü soyutlamaları, bir kıyas olma adına gündemimize almamız gerekecektir. Söz ile eylemi, laf ile icraatı, başka türlü uyumlaştırmak mümkün olmayacaktır..!

YÜREĞİ ÖNDE GİDENLERE SELAM OLSUN..! M.DOĞAN/ 27 ARALIK 2014