19 Kasım 2014 Çarşamba

Din Temelli Eğitim, Türkiye’nin Karşısında Bulunduğu En Büyük Tehlikedir Celal ŞENGÖR



İnsan eğitiminin iki amacı vardır:
1) Kişiyi yaşama hazırlamak,
2)Kişiye yaşamını sürdürebilmesi için belli bir beceri vermek.
Kişiyi yaşama hazırlamak demek, kişinin içinde yaşayacağı toplumun özelliklerine göre, o toplumla karşılıklı iletişiminde bulunmasını sağlamak demektir.
Kişiye yaşamını sürdürebilmesi için gerekli beceriyi kazandırmak ise, kişinin toplumun ihtiyaç gösterdiği işlerden birinde uzmanlık kazanarak gelirini kazanmasın temin etmek demektir.
Her iki amacın temelinde toplumla kişinin ilişkisini kurmak yatmaktadır.
Bu ilişki iki temel yolla kurulabilir.
Birincisi ve ilkel olanı, toplumu belli kalıplar içerisinde kalıplayarak her bireyi o kalıplara göre yetiştirmektir.
Bu en ilkel toplumlarda fiziki güce sahip bireyin toplumun diktatörü haline gelmesiyle yapılır ki bu diktatör konumundaki bireye hayvanlar âleminde genellikle alfa erkeği adı verilir.
Maymunlardan kurtlara, sürüler halinde yaşayan hayvan topluluklarında alfa erkeği belli bir sayıda dişiyi ve yavruyu kontrol eder.
Böyle bir düzende kontrol edilenlerin özgürlükleri sınırlıdır ve sadece ve sadece alfa erkeğinin istekleri doğrultusunda yaşamlarını sürdürebilirler.
Alfa erkeğinin değişmesi her zaman şiddet yoluyla olur.
Alfa durumuna geçmek isteyen genç bir erkek, yaşlanan alfa erkeğine meydan okur: Yapılan dövüş sonucu alfa erkek ya öldürülür ya da toplumdan dışlanarak yalnız bir yaşama mahkûm edilir.
İlkel insan topluluklarında ise, toplumu diktatörce yönetmek, diktatörün bireysel fiziksel gücünü aşan bir şeydir.
Onun için işin içine düşünce girer.Toplumun diğer öğelerinin düşüncelerini kontrol edebilen, yani onları istediğine inandıran, diktatör olur.Dolayısıyla diktatörlük için toplumun bir bütün olarak kabul edebileceği inanç sistemleri geliştirilmelidir.
İşte dinler kısmen bu ihtiyaçtan, yani toplumun yönetilmesi için gerekli bir araç olarak ortaya çıkmışlardır.
Dinlerin diğer amacı da, bireye yaşadığı çevreyi açıklamaktır: Doğa olayları niçin oluyor, niçin doğuyoruz, niçin ölüyoruz, ölene ne oluyor gibi sorular her zaman düşünmeyi öğrenen insanı meşgul etmiş olan sorulardır.
Bunlara hemen cevap bulamayan ilkel insan, kendince masallar uydurarak bunları izah etmeye çalışmış, bu uğraştan da dinler doğmuştur.
Kısaca din ilkel bir bilim ve aynı zamanda ilkel bir hukuktur.
Din ile bilimin ayrılması kolay olmuştur (ama çok uzun bir zaman almıştır):
Dinin getirdiği açıklamaların gözlemle çeliştiğini gören ve bunu dile getiren insanlar yeni açıklamalar arayarak ilk bilim insanları olarak toplumlara yeni bir yöntem öğretmişlerdir.
Bu yeni yöntemin temelinde şu iddia vardır:
Bireyin dışında gerçek bir dünya vardır.
Bu dünyaya ulaşmanın tek yolu gözlem ve muhakemedir.
Ancak gözlem işlemini yapan duyularımız mükemmel değildir.
Onun için her gözlem muhakeme filtresinden geçirilmelidir.
Bu filtre ise sürekli değişmek zorundadır, zira ona temel olacak bilginin kendisi de eninde sonunda gözleme dayanır.
O zaman gözlemi ne kadar çok birey yapar ve kendi aralarında gözlediklerini ne kadar özgürce tartışırlarsa o kadar gerçeği yakalama şansı olur.
Bu şekilde elde edilen ‘gerçeklere’ dahi tam olarak asla güvenilmez.
Bireyin öğrendiği her gerçek muhakkak bir miktar ‘yanlış’ içerir, çünkü her gözlenen nesne veya süreçte sonsuz gözlenmesi gereken öğe vardır.
Bunların hepsini gözlemeye ise ne fiziksel imkanlarımız ne de kısıtlı olan ömrümüz müsaade eder (bu ifadenin doğruluğunu anlamak için baş parmağınızdaki atomların elektronlarını saymayı deneyin!).
Ömrümüzün kısıtlı olması sorununu, bilgi edinme işini nesillere yayarak çözeriz.
Fiziksel imkânlarımız ise sürekli gelişmektedir.
Ancak kâinatın büyüklüğü her şeyi bilmemize engeldir.
Onun için elimizdeki en iyi bilgilerle yaşamak zorundayız ve her şeyi bildiğimizi asla iddia etmemeli, böyle iddialarda bulunanlara asla inanmamalıyız.
Dinler ise, her şeyi bilen birileri (tanrı, peygamber, papa vs) olduğunu iddia ederek bu iddiaya inanılmasını isterler.
Tarih, bu tür iddiaların hepsinin yanlış olduğunu, yani her şeyi bilenlerin iddia ettikleri bilgilerin de nihayet yanlışlarla dolu insan düşüncesinin ürünü olduğunu göstermiştir.
Özgür gözlem denetimine alınamayan düşünce ise diktatörlüklerin temelidir.
Türkiye’de din temelli eğitim istemek, ülkeyi yukarıda anlatılan ilkel diktatörlük rejimine mahkûm etmenin hazırlığını yapmak demektir.
Din temelli eğitim, şu anda ülkemizi mücadele edilmesi gereken bir numaralı düşmanıdır.
Gündelik siyasi çekişmelerin gürültüsünde bu unutulmamalıdır.
Celal ŞENGÖR

100 yıllık ihanet projesinin adı: Anadolu Federasyonu HEDEF ANAYASA



İhanet süreciyle Sevr yeniden masaya kondu. Federalizmin zeminini hazırlayan iktidar, müzakere ortağıyla birlikte 2015 seçiminde Anayasa’yı tek başına değiştirecek çoğunluğu elde etme peşinde
Haber: Salim Yavaşoğlu
AKP’nin kaçış projesi
Yurt Partisi lideri Tantan, küresel güçlerin kontrolünde yürütülen ihanet süreciyle Türkiye’nin federatif yapıya dönüştürülmek istendiğini söyledi. Tantan, “Türkiye’nin adını Anadolu Federe Devleti olarak değiştirmek istiyorlar. AKP, Türkiye’yi federal bir yapıya dönüştürürse işlemiş olduğu bütün suçları örtecek. Hepsi aynı projenin bir parçası gibi gözüküyor” dedi.
Fiiliyatta olur ama...
Yargıtay Onursal Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, “Anayasa’nın ilk 3 maddesini değiştirmek için değişiklik yapmaya kalkarsanız Anayasa Mahkemesi’nden döner. Hukuken Türkiye’nin federatif bir yapıya gitmesi için anayasada değişiklik yapmak mümkün değildir. Hukuken bunu söylüyorum ama fiiliyatta bunu gerçekleştirirseniz o zaman her şeyin çivisi çıkar” dedi.
Özal’ın da hayaliydi!
Korkut Özal, kardeşi 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın federal sistemi getirmek isteğini itiraf etmişti. Korkut Özal, şöyle demişti; “Rahmetli ağabeyim sorunun çözülmesi için Türkiye’nin isminin değiştirilebileceğini, Anadolu Cumhuriyeti yapılabileceğini söylemişti.” ABD yanlısı Özal’ın planında eyaletlerin, ABD’de olduğu gibi bir başkanla yönetilmesi hedefleniyordu.

Bölünmede hedef 367 AKP’li vekil!
İhanet sürecinde yeni aşamaya geçiliyor. İktidarın İmralı ve Kandil’le görüşmelerinde federasyon konusunda bir uzlaşmanın sağlandığı öne sürülüyor. Bu çerçevede anayasa değişikliği gerektiği belirtiliyor. Bunun için de AKP’nin önümüzdeki seçimlerde anayasayı değiştirebilecek 376 milletvekilliğini elde etmesi gerekiyor. Kulislerden sızan bilgilere göre, bebek katili Abdullah Öcalan, bu aşamanın gerçekleşmesi için sözde PKK’ya silah bırakma çağrısında bulunacak.  Seçimlerden bir iki ay önce yapılacak bu çağrının ardından kamuoyuna ‘iyi şeyler oluyor’ imajı verilerek AKP’ye hem Kürtler hem de diğer kesimlerin oy vermesi sağlanacak. Plan çerçevesinde AKP gerekli milletvekili sayısına ulaştığında da PKK’nın talepleri arasında ön sırada olan eyalet sistemi için düğmeye basılacak. İlk etapta Anayasa’nın değişmez maddeleri ortadan kaldırılacak.  Yargıtay Onursal Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, Anayasa değişikliğiyle bu işin olamayacağını ancak AKP’nin yine de fiilen bunu sağlayabileceğini söyledi.
Hukuken olmaz ama
Kanadoğlu, “Anayasanın değiştirilerek federatif bir sistem kurulması mümkün değildir. Eğer seçimlerden sonra anayasayı değiştirmek için 367 milletvekili sayısını elde eder, yine anayasayı değiştirmek için 330 milletvekili ile halk oylaması için gerekli sayıyı elde etseniz bile hukuken anayasayı değiştirmeniz mümkün değildir” dedi. Kanadoğlu şunları söyledi:  “Öncelikle Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter bir yapıdan federatif bir yapıya geçirilmesi için ilk 3 maddeyi değiştirmeniz gerekir ki anayasada 4. Madde var. Bu madde ilk üç maddenin değiştirilmesini bile teklif etmeyi mümkün kılmıyor. Ayrıca anayasanın ilk 3 maddesine bağlı diğer maddeleri de değiştirmeniz gerekir. Eğer ilk üç maddeyi değiştirmek için değişiklik yapmaya kalkarsanız anayasa mahkemesinden döner. İstediğiniz kadar kendinize bağlı bir anayasa mahkemesi yapısı oluşturun Anayasa Mahkemesi’nden bu değişiklik döner. Hukuken Türkiye’nin federatif bir yapıya gitmesi için anayasada değişiklik yapmak mümkün değildir. Hukuken bunu söylüyorum ama fiiliyatta bunu gerçekleştirirseniz o zaman her şeyin çivisi çıkar.”
Nisan ayında
Bilindiği gibi HDP Grup Başkanvekili ve İmralı heyetinin üyesi Pervin Buldan, bebek katili Öcalan’ın Mart veya Nisan ayında silahların bırakılması için terör örgütü PKK’ya çağrı yapabileceğini söylemişti. Buldan, AKP ile talepler konusunda uzlaşmaya varıldığı anda bunun devreye sokulacağını belirtmişti. Benzer açıklamalar AKP yönetimine yakın yazarlar tarafından da dile getirildi.
Yeniçağ yazdı Türkiye uyudu
Türkiye’yi federalizme götürecek alt yapı çalışmalarını, Yeniçağ manşetlerinden duyurmuştu.

İhanetin taşları
* İstinaf Mahkemeleri’yle yargının Ankara’yla bağlantısı kesildi.
* Kalkınma Ajansları kuruldu. Bu sayede karar organları merkez yerine bölgesel sisteme devredildi.
* Adalet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı mensupları, vali yardımcıları ve kaymakamlar, federal sistemi incelemeleri için ABD ve Avrupa’ya gönderildi.
* Büyükşehir Yasası çıkarılarak, belediye başkanlarına eğitimden, yatırımlara özerkliğe gidecek yetkiler tanındı.


18 Kasım 2014 Salı

“Türkiye Türklerindir!” / Figen ÖZEN


Mahremimize kadar girdiler. Hile ile kalelerimizi, tersanelerimizi işgal ettiler. Ordumuzu kışlalara hapsettiler. Milli varlıklarımızı sattılar. Saltanat koltuklarını şehitlerimizin, kefensiz bedenleri üzerine oturttular. Türkiye’yi yönettiğini iddia eden iktidar sahipleri; kendi çıkarlarını, sivil işgalcilerin bölücü planlarıyla birleştirdiler.

Tarih 30 Eylül. Erdoğan bilmem kaçıncı “Reform Paketi”ni açıklamıştır. Bu paketle; Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin Başbakanı olduğunu iddia eden bir kişi, açıkça Türk milletinin kanına ekmek doğramıştır.

Bu paketin tek bir hedefi vardır. Türk milleti ve Türklük… Sorun Türk Devleti’dir.

“Sorun, Atatürk’ün bir paşa fermanıyla yarattığı yapay ürün Türk devleti ve Türk milletidir. Sorun, Kemalizm ve Kemalizm’in milliyetçilik ve laiklik ilkeleridir. Sorun uyduruk, zorlama ve yapay Türk ulusudur. Böyle bir ulus yoktur.” (15-Eylül-1998 Konrand Adenauar Vakfı- Türkiye Danışmanı, Alman Doğu Enstitüsü Müdürü Udo Steinbach- Katolik Kilisesi- Lingen Akademisi’nde yaptığı konuşmadan)

Bu paket Udo Steinbach’ın temsil ettiği Haçlı düşüncesine secde edenlerin paketidir.

Okullardan andımız kaldırılmıştır. Artık hiçbir çocuk; “Varlığım, Türk varlığına armağan olsun” diyemeyecektir.

Ama Amerika’da ana sınıfından, lise son sınıfa kadar tüm çocuklar, ellerini kalplerinin üzerine koyarak şu andı kıyamete dek söyleyeceklerdir.

“Amerika Birleşik Devletleri’nin bayrağına

Ve o bayrağı simgeleyen cumhuriyete

Bağlılık için ant içiyorum.

Herkes için özgürlük ve adaletle, Tanrı’nın

Gözetiminde, bölünmez, tek vatan için...”

Türkiye’de ise “Türk’üm, Doğruyum…” demek etnik bölücülüktür. Amerika’da söylenen ant “faşizan” değildir. Ama Türkiye’ye gelince iş ve bakış açısı değişmektedir. O zaman biz anneler, babalar, nineler, dedeler etnik bölücülüğe devam edelim. Her gün çocuklarımızla, torunlarımızla birlikte “AND”ımızı tekrarlayalım. Hem kendimize, hem de çocuklarımıza büyük bir milletin, Türk milletinin bir ferdi olduğumuzu hatırlatalım. “Varlığım Türk varlığına armağan olsun!”

Erdoğan’ın referansı Türk milleti değildir. Küresel çetelerin başındaki efendilere, iktidarı uğruna verdiği sözlerdir. Dediği, doğrudur; yapılan ihanetlerin tamamı “Kurucular Kitabı”nda ve parti programında mevcuttur. Hatta Erdoğan ve iktidar partisi bu ihanet halkasını genişleterek, son kongrelerinde “63 maddelik” her satırı teslimiyet kokan bir manifesto hazırlamışlardır.

Ses bayrağımız Türkçe, gönderinden indirilerek, yabancı kökenli harflere teslim edilmektedir. Ana dilde eğitimin kapısı aralanmıştır. Rahip Maurizio Garzoni hortlamış, sevincinden def çalmaktadır mezarında.. Papa XVIII. Gregory ise İslamiyet’i hiç kimseye bırakmayan Başbakan’ı, Haçlı ordusuna hizmetlerinden dolayı tasdik etmektedir.

Bu pakette, “değiştirilemez, değiştirilmesi dahi teklif edilemez.” denilen mevcut Anayasa’nın 3. Maddesi açıkça ihlal edilmektedir.

Ey Türk milleti; toprakların satıldı, sustun…

Şehitlerine “kelle”, Öcalan’a “sayın” denildi, sustun.

PKK ile müzakere edildi, gene sustun.

Ordun “kafes”lendi, sustun. PKK elini kolunu sallaya, sallaya şehirlerde karargah kurdu, sustun.

Sana “ÇAPULCU” denildi, kabullendin ve sustun.

Milletin egemenliği önce AB’ye, daha sonra Öcalan’a devredildi, gene sessiz kaldın.

Atatürk ilke ve devrimleri tek, tek yok edildi, Cumhuriyet kimliksizleştirildi, sustun.

Aş, ekmek derdine düşürdüler seni. Sadakaya muhtaç ettiler, sessiz kaldın.

Bağımsızlığını elinden aldılar, yarı sömürge bir devlet oldun, gene sustun.

Şimdi sıra, vatanının tümünde, damarlarında dolaşan kanda, Türklüğünde, varlığında, dirlik ve beraberliğinde…

Hâlâ susacak mısınız, hâlâ susacak mıyız?

Unutmayın, korkunun ecele faydası yoktur. Ölümün bile şereflisi, şerefsizi vardır.

Ancak yaşamak ve mücadele etmek zamanıdır. Mustafa Kemal Paşa Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde yazdığı bir makalede “Türkler birleşiniz.” Demektedir.

Türkler hıyanete, gaflete, delalete karşı birleşin.

“Bu ülke, tarihte Türk’tü, bugün de Türk’tür ve sonsuza dek Türk olarak yaşayacaktır.”

“Türkiye Türklerindir.”



Figen ÖZEN
1 Ekim 2013

SIRÇA KÖŞK*/ Sabahattin Ali



SIRÇA KÖŞK*/ Sabahattin Ali
"Bir zamanlar boş gezmeyi iş yapmaktan çok seven üç arkadaş varmış... Bugünden yarına geçinmek, gittikleri yerlerin birinden yüz bulsalar, beşinden kovulmak canlarına tak demiş. Alın teriyle kazanıp gönül rahatlığıyla yemeyi de gözlerine kestiremezlermiş, çünkü elleri işe yatkın değilmiş. Bir gün, uzun bir yolculuktan sonra, yüksekçe bir tepede oturup aşağıdaki ovada yayılan büyük bir şehre garip garip bakarlar, acaba bu bilmediğimiz yerde nasıl karşılanacağız, diye acı acı düşünürlerken, içlerinden birinin aklına yaman bir fikir gelmiş, hemen yerinden fırlayıp: 'Gelin beraber, bu şehirde sırça köşk yapalım; ömrümüzün sonuna kadar bolluk içinde yaşarız!' demiş.
Ötekiler: 'Bu sırça köşk de nedir?' diye sormuşlar, beriki: 'durmayın, vakit kaybetmeyelim, yolda anlatırım!' diye onları peşine takmış, bayırdan aşağı kuş gibi hızla inmeye başlamışlar.
Elebaşı yolda üç beş sözle arkadaşlarına şehre varınca nasıl davranacaklarını öğretmiş. İndikleri şehir, o memleketin başşehri imiş. Be memlekette bütün millet çalışır, herkes elinden gelen işi yapar, kendi başına buyruk, beyler gibi yaşarmış. Tarlalarda, dükkânlarda insanlar arı gibi çalışır, kazanan kazanmayana destek olur, malını lüzumuna göre başkasıyla değişir, kavgasız dövüşsüz, efendisiz, uşaksız, ömrünün sonunu bulurmuş. Gündelik işlerini gördürmek, nizalarını yatıştırmak için aralarından seçtikleri adamlar hemşerilerine hizmet etmekten başka şey düşünmez, zorbalığı akıllarından bile geçirmezlermiş.
Bizim üç ahbap geldikleri sırada şehrin pazarıymış. Sokaklarda ekinler, yemişler, dokumalar, kumaşlar, demirler, kömürler küme küme durur, alıcı ile verici aracısız iş görürmüş. Ahbaplar, önceden aralarında sözbirliği ettikleri üzere, sokaklarda aylak aylak dolaşıp etraflarına bakarlar, başlarını sallayıp, yanlarından geçenlere duyuracak şekilde: 'Allah Allah... amma da acayip memleket ha!..' diye söylenirlermiş...
Bir sokak gitmişler, öbür sokağa varmışlar; ondan çıkıp başkasına dalmışlar, ama hep şaşkın şaşkın aynı sözleri tekrarlamışlar. Gitgide arkalarına bir sürü meraklı takılmış, bu yabancılar memleketin nesini acayip buldular acaba? diye aralarında soruşturmaya başlamış. Nihayet birisi dayanamayıp yabancılara sormuş: 'Neye şaşırıyorsunuz Allah aşkına?'
Ahbapların elebaşısı: 'Yahu, sizin memleketin sırça köşkü nerde?' diye öğrenmek istemiş.
'Ne sırça köşkü?'
'Nasıl? Sizin sırça köşkünüz yok mu?'
'O da neymiş?'
Elebaşı yanındaki dostlarına dönüp: 'Aman yarabbi, daha sırça köşkün ne olduğunu bilmiyorlar. Böyle memlekette durulmaz, hemen yolumuza gidelim!' demiş.
Şehir halkını daha çok merak sarmış. Ahbapların peşini bırakmamışlar. Beş on adım sonra önleyip tekrar sormuşlar: ‘Canım, neymiş şu sırça köşk? Anlatın bakalım, pek lüzumlu bir şeyse belki biz de yaparız!'
'Lüzumlu ne demek? Sırça köşkü olmayan şehir, sırça köşke bağlanmayan memleket olur mu? Haydi, dostlar gidelim!'
 Halk aralarında ayaküstü bir danışmışlar, sonra yabancıların yanına sokulup: 'Bizim başka şehirlerden ne diye noksanımız olsun? Mademki bu kadar lazımmış, hadi hep beraber şu sırça köşkü yapıverelim!' demişler.
Yabancıların elebaşısı: 'Olmaz.. Olmaz.. Sırça köşkü yapmak o kadar kolay değil.. Masraf ister, malzeme ister, işçi ister. Bırakın bizi de sırça köşkü olan şehre gidelim!’ demiş. Ama halk bırakmamış, ‘ne lazımsa verelim, kimselerin memleketinden aşağı kalmak istemeyiz!' diye direnmiş.
Oturup hesabını yapmışlar, hemen işe başlamışlar. Üç ahbap sırça köşkün mimarlığını üstüne almış, halk aralarından işçi seçmiş, arabacı ayırmış, şehrin en büyük meydanına kum taşımaya, kömür getirmeye başlamış. Bir kısmı da bu işte çalışanlara yiyecek, içecek getirir, giyim eşyası tedarik edermiş. Nihayet camlar eritilmiş, sırça duvarlar yükselmiş, bir kat tamam olunca üç ahbap içine yerleşmişler, halka demişler ki:
'İşte, sırça köşk oldu demektir. Daha tamam değil, memleketinizin şanına layık büyüklükte değil ama o da olur. Şimdi bunu iyi muhafaza etmek lazım, büyütmek lazım, adam ayırın, yiyeceği içeceği arttırın, aranızdan seçtiğiniz adamları da dağıtın, biz her işinize bakarız...'
Halk, artık bir sırça köşkümüz var, diye sevinmiş, kendi yediğinden, giydiğinden kesip sırça köşkte oturanlarla onların hizmetine ayrılanlara vermeye başlamış. Az sonra sırça köşkten emir çıkmış: 'Bir kat daha çıkmak lazım. Burası hem bize, hem hizmetimize bakanlara dar geliyor.'
Arabalar yeniden kum taşımış, sırça köşkün efendileriyle onlara hizmet edenlere, yapıda çalışanlara davarlara koyun, çuvallarla ekin, küfelerle yemiş getirmiş. İkinci kat tamam olunca, üç ahbap oraya da halk arasından kendiişlerine yarayabilecek olanları seçip yerleştirmişler. Onlar da burada ekmek elden su gölden yaşamanın tadını alınca, sırça köşkün çok lüzumlu bir şey olduğuna inanmışlar, hemşerilerini de inandırmak için gayrette kusur etmemişler.
Bu yolda sırça köşk yükseldikçe yükselmiş, kat üstüne kat binmiş. İçi oldukça dolmuş, sırça köşke girmenin kolayını bulan oradan çıkmak istemez, bunun tersine dışarıda kalanlar yolunu bulup içerde bir yer kapmaya uğraşırmış. Ama sırça köşkte oturanlarla onlara hizmet edenleri beslemek de halkın belini pek bükmüş.. Aralarında homurdananlar türemiş. Bir aralık: 'sırça köşk lazım, anladık ama bu kadar çok kadar odaya, bu kadar hazır yiyiciye ne lüzum var?' diye şöyle bir görünecek olmuşlar. Üç ahbabın elebaşısı onlara her odanın vazifesini iyice anlatmış: 'İşte’ demiş 'şu odada ben otururum, sırça köşkün başında ben varım, bensiz iş yürür mü? Ben olmasam sırça köşkünüz olur muydu? Şu odalarsa başyardımcılarımızın... Ta gurbet ellerden gelip sizi sırça köşke kavuşturduk, biz idare etmesek ne köşk kalır, ne siz kalırsınız!'
Halk: 'Pekâlâ' demiş, 'ama bir sürü aylakçının ne lüzumu var? Mesela şu odadaki ne iş görür?' 'O mu? Ne diyorsunuz? Sırça köşke giren malların hesabına o bakar; bu malları toplayanların başıdır. O olmasa, hiçbiriniz verdiğinizin nereye gittiğini bilemezsiniz. Buna gönlünüz razı olur mu?'
'Ee... Şu odadaki?'
'Sırça köşke zamanında mal göndermeyenleri, noksan mal gönderenleri, sırça köşkün kadrini bilmek istemeyip ona kastedenleri arar bulur.. Öyle sütü bozukları başıboş bırakmak olur mu?'
'Peki, ya şuradaki?'
'Sırça köşke girip çıkanların defterini tutar.'
'Bunu da anladık, ya bu odadaki?'
'Sırça köşkün odalarını süpürtür...'
Halk ne sorduysa cevabını almış, bütün odalarda aylak oturan insanların pek lüzumlu olduğuna inanmış; çünkü bunların kimi sırça köşkün ışıkçı başısı, kimi döşekçi başısı, kimi onun yamağı, kimi yamağının yamağı imiş... Eh artık bir sırça köşk olduktan sonra, onun hizmetine bakanlar, sonra bu hizmete bakanların hizmetine bakanlar elbette olacakmış. Ama sırça köşktekiler arttıkça, halkta onları doyuracak takat kalmamış. O zaman sırça köşkün adamları gelip herkesin yiyeceğini, giyeceğini zorla almışlar. Ayak direyenleri götürüp sırça köşkün bodrumuna kapamışlar. Halk, başına kendi sardırdığı bu beladan kurtulmaya kalkışamazmış; çünkü sırça köşkün adamları, gezdikleri, dolaştıkları yerde, onun hiçbir kuvvetin yıkamayacağı kadar sağlam olduğunu söyler, saf kimseleri buna inandırır, inanmayanları ise bin bir zulüm, bin bir hile ile sustururlarmış... Sırça köşkün de gözü doymak bilmez, istedikçe istermiş.
Baştakiler doğuştan tembel oldukları, sonradan yanaşanlar da çalışmayı çoktan unuttukları için, kendilerini besleyenlere, buna karşılık bir şeyler borçlu olduklarını akıllarına bile getirmezler, yalnız birbirlerinin hizmetine bakarlar, memleketin halkına, bir köylünün inekleriyle, köpeklerine baktığı kadar bile göz kulak olmazlarmış. Ama halkın gözü yıldığı için elindekini avucundakini vermiş. Artık bir gün verecek bir şeyi kalmamış, çünkü sırça köşkten çıkan bir emirle herkes elindeki son koyunu da vermeye çağrılmış... Getirmişler, teslim etmişler, söve saya dağılmaya başlamışlar... Onların böyle homurdandığını, artık verecek bir şeyleri kalmadığı için korkacak bir şeyleri de olmadığını fark eden bizim ahbapların elebaşısı sırça köşkün balkonuna çıkmış, sesini tatlılaştırıp onlara demiş ki: 'Ey millet, birçok şeyler verdiniz, büyük sıkıntılara katlandınız, ama dostun düşmanın hayran olduğu bir sırça köşk elde ettiniz.. Onun azameti, parlaklığı yanında üç beş çuval ekin, dört baş davar nedir ki?... Biz sizin şanınız, şerefiniz için çalışıyoruz, sizin iyiliğinizden başla bir şey düşünmüyoruz.. Bakın, bugün getirip bıraktığınız koyunların bile hepsini yemedik, boğazımızdan kestik, bir kısmını size geri vereceğiz. Bütün koyunların kelleri halka dağıtılsın!'
Sırça köşkten çıkan birçok hizmetkâr, biraz önce oraya canlı olarak giren, şimdi kesilip, yüzülüp kebap edilmeye başlanan koyunların kafalarını halka dağıtmışlar...
Kelleyi alanlar dağılmak üzereyken içlerinden biri elindeki başa bakarak hayretle bağırmış: 'İyi ama bu başın beynini almışlar!'
Elebaşı balkondan seslenmiş: 'Öyle.. Fakat siz beyni ne yapacaksınız? Pişirmesini bilmez, ziyan edersiniz!'
Başka biri: 'Peki, ya bu başların dili de yok!' diye haykırmış. Elebaşı aşağıya doğru eğilmiş: ‘Canım, dilin size lüzumu yok! Yemesini beceremezsiniz!'
Bir üçüncüsü: 'Yahu, bu kellelerin gözlerini de çıkarmışlar!'
Elebaşı ona da cevap vermiş: 'Siz o gözün de nasıl kullanılacağını bilemezsiniz, vazgeçin ondan da...'
Bunun üzerine halk, beyinsiz, dilsiz, gözsüz kelleriyle dağılmak üzereyken, aralarında canından bezmiş biri: 'Böyle başın da bana lüzumu yok!’ diyerek, boynuzundan tuttuğu kelleyi fırlatıvermiş. İşte o zaman herkesin şaştığı bir şey olmuş; hızla gidip sırça köşke çarpan kelle orada şangır! diye koskocaman bir gedik açmış.
Halk her şeyden sağlam, hiç bir zaman yıkılmaz, kırılmaz bildiği o koskoca sırça köşkün bu kadar çürük olduğunu görünce, elindeki kelleri birbiri arkasına ona fırlatmaya başlamış, göz açıp kapayıncaya kadar tuzla buz olan sırça köşk çökmüş, yıkılmış, içindekilerin çoğu cam kırıklarının altında ezilmiş, kapıya yakın yerlerdeki beş on kişi zor kurtulmuş...
Halk sırça köşkün enkazını çabuk temizlemiş, dünyada onsuz da yaşanabileceğini anlayarak eski hayatına dönmüş, işini yine arasından seçtiği adamlara gördürmüş, ama sırça köşkün kötü hatırasını uzun zaman zihninden çıkarmamış. İhtiyarlar çocuklarına ondan bahsederlerken, şu nasihati vermeyi unutmazlarmış: 'Sakın tepenize bir sırça köşk kurmayınız... Ama günün birinde nasılsa böyle bir sırça köşk kurulursa, onun yıkılmaz, devrilmez bir şey olduğunu sanmayın. En heybetlisini tuzla buz etmek için üç beş kelle fırlatmak yeter...'
 *Sırça Köşk, Sabahattin Ali (1945). YKY, 1. Baskı-2003