27 Nisan 2015 Pazartesi

Sağlığa kar temelli yaklaşıma karşı hak temelli yaklaşım



Sağlığa kar temelli yaklaşıma karşı hak temelli yaklaşım
Bugün “Dünya Sağlık Günü”. Dünya Sağlık Örgütü Anayasası’nın kabul edildiği 7 Nisan 1948 tarihine ithaf edilen Dünya Sağlık Günü, her yıl sağlıkta hak temelli yaklaşımın simgesi olarak kutlanıyor.
Sağlığa hak temelli yaklaşım Avrupa’da 1848 barikatlarında doğmuş, 1871 Komün günlerinde kısa bir süre yaşama geçmiş, fakat esas olarak 1917 Ekim devrimiyle Sovyetler Birliği’nde ete – kemiğe bürünmüştür. Sovyetler Birliği sağlık hizmetlerini sosyalleştirmiş ve bir devlet hizmeti olarak emekçilerin gereksinimlerine göre ve hak temelinde örgütlemiştir.
Sovyetler Birliği’ndeki bu gelişme, sermaye egemenliğindeki dünyaya uzun süre yansımamıştır. Ancak 1929’da içine düştüğü bunalımını aşamayan ve bunalımın yükünü emekçilerin sırtına yıkan sermaye, başta gelişmiş sanayi ülkeleri olmak üzere dünyanın bütün coğrafyalarında büyük prestij kaybına uğrayınca, faşizm tırmanışa geçmiş ve sermaye bunalımını aşabilmek için dünyayı İkinci Paylaşım Savaşı’na sürüklemiştir. Sermaye egemenliği altındaki toplumlar, sağlığa hak temelli yaklaşımla İkinci Paylaşım Savaşı sürecinde birlikte oldukları Sovyet askerleri sayesinde tanışmışlardır.  
İkinci Paylaşım Savaşı’ndan utkuyla çıkan anti-faşist güçlerin baskısıyla Dünya Sağlık Örgütü Anayasası’nda sağlık bir “insan hakkı” olarak tanımlamışsa da, savaş sonrası kendisini kısa sürede toparlayarak ekonomiyi düzeltmeyi başaran sermaye, sağlığa hak temelli yaklaşımı sağlık hizmetlerine “erişimi kolaylaştırmaya” indirgemeyi başarmıştır. Kapitalizmin 1960’larda “altın çağına” girmesiyle birlikte sermaye gelişmiş sanayi ülkelerinde emekçiler arasında yeniden prestij kazanmıştır.
Sermayenin gönenci uzun sürmemiş ve kapitalizm 1970’lerde yeniden durgunluğa girmiştir. Petrol krizinin körüklediği bunalım sermayeyi yeniden zora sokmuş, emekçiler arasında hoşnutsuzluğa yol açmıştır. Bu ortamda İkinci Paylaşım Savaşı sonrası parçalanan sömürge sisteminin boyunduruğundan kurtulan ülkelerin bağımsızlık kazanarak Dünya Sağlık Örgütü’nde sosyalist ülkelerle birlikte tutum almasıyla, sağlığa hak temelli yaklaşım daha da güç kazanmış ve bu güçle 1970’lerin sonuna doğru Kazakistan’ın başkenti Alma-ata’da Temel Sağlık Hizmetleri Konferansı toplanarak Alma-ata deklarasyonunu kabul etmiştir. 
Alma-ata deklarasyonu, Dünya Sağlık Örgütü Anayasası’nda sağlığın bir “hak” olarak tanımlanmasını bir kez daha, fakat bu kez çok güçlü bir şekilde teyit etmiştir. Sağlığa ve sağlık hizmetlerine bütüncül ve kapsamlı bir yaklaşım benimseyen deklarasyon, sağlığın politik, sosyal, ekonomik ve ekolojik belirleyicilerine vurgu yapmakta, insanların sağlığından devleti sorumlu tutmaktadır.
Ancak deklarasyona imza atmak zorunda kalan sermaye birkaç yıl içinde yeniden toparlanarak, emeğe karşı küresel ölçekte bir savaş başlatmıştır. Sermaye’nin Reagan – Thatcher ekürisi önderliğinde yürüttüğü bu savaşta önce geri bıraktırılmış ülkelerin emekçileri askeri, faşist darbelerle dize getirilmiş, daha sonra sosyalizmin çözülmesiyle birlikte birkaç ülke dışında bütün dünya sermayenin neoliberal politikalarına teslim olmuştur.
Neoliberal politikalarla sağlık ortamına kar temelli yaklaşım egemen olmuş ve emekçiler İkinci Paylaşım Savaşı sonrası elde ettikleri bütün kazanımları hızla yitirmeye başlamışlardır. Dünya sağlıkta karanlık bir döneme girmiştir. Dünya Sağlık Örgütü’nün sermayenin güdümüne girmesiyle birlikte Dünya Bankası ve diğer sermaye örgütleri eliyle sağlık bir hak olmaktan çıkartılmış ve sağlığa kar temelli yaklaşım egemen olmuştur.
Neoliberal politikalar 1990’lı yıllarda sağlıkta büyük bir tahribata yol açtmıştır. Sağlık hizmetlerine erişim sınırlanırken, sağlıkta eşitsizlikler hızla tırmanmaya başlamıştır. Toplumların sağlık gereksinimleriyle, sağlığın özelleştirilmesi ve piyasalaştırılması arasındaki çelişki derinleştikçe neoliberal politikalara tepkiler yükselmeye başlamıştır. Başta Latin Amerika ülkeleri olmak üzere dünyanın çeşitli coğrafyalarında sağlığa hak temelli yaklaşım talebi yeniden yükseltilmeye başlamıştır. Bu gelişmelere daha fazla sessiz kalamayan Dünya Sağlık Örgütü, 2008 yılında yayınladığı Dünya Sağlık Raporu’nda bu çelişkiyi şu tümcelerle ifade etmiştir:
“Sağlık bakımına erişimdeki ve sağlıktaki en büyük eşitsizlikler, sağlığın meta olarak görüldüğü ve sağlık hizmetlerinde amacın kar olduğu yerlerdedir. Bu durum gereksiz tetkikler ve işlemler yapılmasına, insanların hastanelere daha sık gitmesine ve hastanelerde daha uzun süre kalmasına, toplam maliyetlerin artmasına ve ödeme gücü olmayanların dışlanmasına yol açmaktadır”.
Bugün sağlık ortamında sağlığa hak temelli yaklaşım düşüncesi yeniden güç kazanmaktadır. Sermayenin neoliberal politikalarının hiçbir sağlık sorununa çözüm olamadığı, aksine bizzat kendisinin bir sağlık sorunu haline geldiği her gün daha iyi anlaşılmaktadır. Kuşkusuz sağlığa kar temelli yaklaşımın ortadan kaldırılması ve hak temelli yaklaşımın benimsenmesi sınıf savaşımının sorunudur. Dünyada sağlıkta hak temelli yaklaşımın egemen olması, işçi sınıfının mücadelesiyle mümkün olacaktır.
Dünya Sağlık Günü kutlu olsun. 
http://haber.sol.org.tr/blog/sinifin-sagligi/akif-akalin/sagliga-kar-temelli-yaklasima-karsi-hak-temelli-yaklasim-112802

Herkese ücretsiz ilaç sağlanması milyarlarca dolar tasarruf sağlayabilir



Karl Marx ve Friedrich Engels’in zamanından önce dahi radikal emekçiler, komünistler ve diğer sosyal aktivistler daima tamamen uygulanamaz, ütopik çözümler önermekle suçlanmışlardır.
İngiltere’de dokuma tezgahlarında kadınlar ve gençler için günlük çalışma saatini 10 saate indiren 1847 Fabrika Yasası, işverenler ve sağcı ekonomistler tarafından öfkeyle lanetlenmiştir. Saçma argümanlardan biri şöyledir: Kapitalistlerce “kazanılan” bütün kar işgününün son saatinde üretildiğinden, bu reform bütün ekonomik sistemi çökertecektir. Bu dönemden beri işgününü kısaltmak ve sömürünün yoğunluğunu azaltmak için mücadele eden işçi sınıfı kazanımlar elde etmiş, fakat kapitalizm yıkılmamıştır. Daha kısa işgününe (ve iş haftasına) yönelik tarihsel ilerleme, yakın zamanlarda neoliberal ekonomik saldırı tarafından geriletilmiştir.
Mesele şu: çılgınca görünen sosyal reformların, egemen sınıfın bizi inandırmak istediğinin aksine çok daha uygulanabilir olduğu ortaya çıkmıştır. Kanada’da kısmi bir sosyal reform listesi yaşlılık aylığı, işsizlik sigortası, sağlık hizmetlerinin sosyalleştirilmesi ve sendika hakkını kapsar. Bu düşüncelerin çoğu tehlikeli tehditler veya en azından tamamen karşılanamaz olarak yaftalanmışlardır. Gerçekte bu reformların başlangıçta komünistler tarafından yükseltilmesi bunları daha da “kabul edilemez” kılmıştır. Ancak bu reformların hepsi sonunda kitlesel işçi sınıfı mücadelelerine yanıt olarak benimsenmiştir. Egemen sınıfın bu tedbirleri, birçok çalışan insanın SSCB ve diğer sosyalist ülkelerdeki kardeşlerinin kazanımlarından etkilendiği Kanada’da devrimin gerekli olmadığını “kanıtlamak” için kısmen isteksiz olarak kabul ettiği de bir gerçektir.
Kanada Komünist Partisi on yıllardır başka bir reformu savunmaktadır: sağlık hizmetlerinin sosyalleştirilmesinin herkese ücretsiz ilaç sağlanması, diş sağlığı ve optik bakımı da kapsayacak şekilde genişletilmesi. Tahmin edileceği gibi sağcı ekonomistler ve politikacılar bu talebe her zaman ham hayal demişlerdir.
Ancak şimdi prestijli Kanada Tabipler Birliği (KTB) Dergisi’nde yayınlanan bir çalışma, herkese ücretsiz ilaç sağlanması planının, vergi mükelleflerine karşılanabilir bir fiyata tam kapsam sağlayarak, toplam ilaç harcamalarını milyarlarca dolar düşürebileceğini söylemektedir. 
Kanada’nın sosyalleştirme uygulamasının ilacı kapsamadığı tek gelişmiş ülke olduğunun az sayıda Kanadalı farkındadır. Bu durum özellikle kendilerine önerilen reçeteleri alamayan Kanadalılara (Kanadalıların yüzde 10’u) zarar vermektedir.
16 Mart (2015) tarihli çalışmada KTB Dergisi, ücretsiz ilaç sağlanmasının devlete toplam fazladan maliyetinin, ilaçların toptan satın alınmasından ve diğer tedbirlerden ne kadar tasarruf edileceğine bağlı olarak yılda 1 – 5.4 milyar dolar arasında değişeceğini söylemektedir. Böyle bir program esas olarak özel sektörün çalışanlarına sağladığı sağlık sigortaları üzerinden ilaçlar için harcadığı yıllık 8.2 milyar doları tasarruf etmesini sağlayacaktır.
Çalışmayı yayınlayan British Columbia Üniversitesi sağlık politikaları profesörü Steven Morgan “analiz yaptığımızda önce biraz şaşırdık” demiştir. “Wow. Kanada gerçekten herkese ücretsiz ilaç sağlayarak milyarlarca dolar tasarruf edebilir mi? Sonra hesaba daha derinden bakmaya başladık ve çok mantıklı geldi. Jenerik fiyatlardan yüzde 10 kadar tasarruf edebilirsiniz, marka fiyatlardan yüzde 10 kadar tasarruf edebilirsiniz ve daha maliyet-etkin reçetelemeyi teşvik ederek ek bir yüzde 10 daha tasarruf edebilirsiniz. Bu üçünü bir araya getirdiğinizde, çok büyük bir bütçenin yüzde 30’unu tasarruf edebilirsiniz. Böylece milyarlarca dolar tasarruf ediyorsunuz”.
Morgan’ın rakamları muhafazakar tahminlere dayanıyor. Morgan ve diğer yazarlar, Kanada’nın İsviçre, İtalya ve İspanya gibi ülkelerdekine benzer politikaları benimsemesi ve eyaletlerde uygulanan ilaç programlarında kullanıldığı görülen jenerik ilaç fiyatlarını sağlaması halinde, herkese ücretsiz ilaç planının, Kanada’da reçete ile satılan ilaçlara yapılan toplam harcamayı yılda 7.3 milyar dolar azaltacağını söylüyor.
Yazarlar, ilaçları ücretsiz sağlamanın hastaların gereksinim duydukları ilaçları alma şansını arttırdığını ileri süren Amerikan çalışmalarına dikkat çekiyorlar. Bu durum uzun vadede hastaların sağlıklarını iyileştirecek ve sağlık bakım sistemine olan taleplerini azaltacaktır.
Morgan şu sonuca ulaşıyor: “Herkese ücretsiz ilaç sağlanmasının maliyeti vergi mükellefleri karşılanamaz değildir. Tam tersine, ilaçların ücretsiz sağlanmaması vergi mükellefleri için sürdürülebilir değildir”.
Bu Harper (başbakan) muhafazakarlarının veya federal muhalefet partilerinin dahi gerçekten duymak istedikleri bir şey değil. Hükumetin vergi mükelleflerini savunduklarına ilişkin bütün demeçlerine rağmen, bütün kapitalist sistemin en karlı sektörlerinden biri üzerinde tekel kurmuş olan büyük ilaç şirketlerine çok daha fazla bağlılar.
CBC’ye röportaj veren Sağlık Bakanı Rona Ambrose herkese ücretsiz ilaç sağlamayı destekleyip desteklemediğine ilişkin konuşmayı reddetti. Ambrose bunun yerine eyaletlerin maliyetleri azaltmak için toptan satın alma sistemi hakkında konuşmak istedi.
Bu esas olarak Torilerin (muhafazakar parti), sosyalleştirmeyi ve Kanada’nın sosyal güvenlik ağının geri kalanını parçalamayı sürdürürken, harcamaları kısmak üzerinden politik çıkar elde etmesini amaçlayan çok ufak bir reforma benziyor.  Fakat nüfus yaşlandığından, herkese ücretsiz ilaç sağlanması daha da acil bir hale geliyor. Bu yılın sonunda yapılacak federal seçimlerde Komünist Parti bu talebi, taleplerinin üst sırasına koyacak. Sosyalleştirmenin genişletilmesi ütopik bir rüya değildir – bu çalışan insanların acil bir önceliğidir ve tamamen ekonomik yönden mantıklı bir taleptir.

Kaynak
Kimball Cariou. (2015). Universal Pharmacare Could Save Billions. People’s Voice. 1 – 15 April 2015.
http://haber.sol.org.tr/blog/sinifin-sagligi/ceviren-akif-akalin/herkese-ucretsiz-ilac-saglanmasi-milyarlarca-dolar-tasarruf

People’s Voice (Halkın Sesi), Kanada Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin on beş günde bir çıkan yayın organıdır. Makalenin yazarı Kimball Cariou derginin editörü ve KKP Merkez Komitesi üyesidir. 

26 Nisan 2015 Pazar

Lafı Dolandırmayın, Gündemi Adam Gibi Yorumlayın!.. Zahide Uçar



 
İçerideki vatan hainlerinden cesaret bulan Haçlı güruh, 100 yıl önce maşa olarak kullandığı Ermenileri yeniden kullanıyor. Sözde soykırım uydurması üzerinden Türkiye’yi köşeye sıkıştırmak istiyor. Ve bu oyuna AKP yardım ediyor.
Nasıl mı?
AKP siyaseti TBMM’sini işgal ettiği günden beri Ermeni Diasporasına çalışan isimleri kayırıp kolluyor, kucaklıyor. Böylece Ermeni iftiralarına sahip çıkanları cesaretlendiriyor.
2005 Yılında başlatılan “Ermeni Konferanslarını”AKP siyaseti destekledi.
“Osmanlı Ermeni Soykırımı yaptı” diyen Mahçupyan’ıDavut-Oğlu baş danışman yaptı. Mahçupyan PKK’ya “sakın silah bırakmayın” diyen kişidir. Aynı Devit-Oğlu Akdamar Adasında bulunan Ermeni utanç kilisesini ibate açtıklarında, Ermenilere hitaben;
“Bir gün dedelerinizin bıraktığı topraklara geri döneceksiniz” demiştir. Ermeniler dedelerinin topraklarına nasıl geri dönebilir? Ermeni Diasporasının hedefi olan 3T(Tanınma, Tazminat, Toprak) talepleri Türkiye tarafından kabul edildiğinde dönebilirler tabii ki…
BDP’liler “kendilerine sahip çıktığı için(!)” Papa’ya teşekkür etti. Peki Papa kime sahip çıktı? Ermeni Diasporasına… O zaman BDP Diasporanın Türkiye şubesi midir? Evet, görünen o ki, BDP Diaspora’nın Türkiye şubesidir.
Sol kesimden bazılarının el üstünde tuttuğu İsmail Beşikçi’ye Ermenistan ödül verdi.
Agos gazetesinin haberine göre;
“Sosyolog İsmail Beşikçi, Diyarbakır eski Belediye Başkanı Osman Baydemir ve İsmail Beşikci Vakfı Başkan Yardımcı Avukat Ruşen Arslan, Batı Ermenistan Kongresi’nin davetlisi olarak Ermenistan’a bir ziyaret gerçekleştirdi. Ermeni soykırımı konusunda çalışmalara yapan Türkiyeli araştırmacılar için hazırlanan GevorgSurenyants nişanı, bu sene ilk defa İsmail Beşikçi’ye verildi.
Yerevan Üniversitesi, insan hakları savunucusu olarak Baydemir’e de Ermeni sorunu ve varlıklarının korunması üzerine belediye başkanlığı döneminde yaptığı çalışmalardan dolayı nişan takttı.
Beşikçi: Kürdistan sorunu ve Ermeni sorunu ayrılamaz
Toplantıda bir konuşma yapan İsmail Beşikçi, Kürdistan sorunuyla ilgili araştırmalarının Ermeni sorununu karşısına çıkardığını, Kürdistan sorunuyla Ermeni sorunu arasında ayrılmaz bir bağ olduğunu o zaman fark ettiğini söyledi.
Baydemir: Soykırım torunlarının topraklarına gelme hakkı var.
Osman Baydemir ise, dünyanın neresinde olursa olsun, soykırıma uğramış Ermenilerin torunlarının gelip kendi topraklarına yerleşme haklarının olduğunu ve kardeş haklarla birlikte yaşayabileceklerini söyledi.
Baydemir, Belediye başkanlığı döneminde Ermeni varlıklarının korunması yönünde yapılanlardan da bahsederek, Ortadoğu’nun en büyük Ermeni kilisesi olan Diyarbakır’daki SurpGiragos Kilisesi’nin onarılması ve ibadete açılmasını örnek verdi.
İsmail Beşikçi, Ruşen Arslan ve Osman Baydemir Yerevan’dakiTsitsernakabert (Serçelerin Kalesi) Soykırım Anıtı’nı ziyaret ederek Ermeni Soykırımı’nda hayatını kaybedenlerin anısına bir çelenk bıraktı. (ÖÇ/GK)”Agos
Peki, ota-sapa bağıran şahıs bunlarla ilgili bir yorum yaptı mı? Yapmadı. Sizce neden? Karanlık odalarda verdikleri sözleri yerine getirebilmek için olmasın sakın?
Abdullah Gül’ün ABD Dışişleri Bakanı Powell ile yaptığı deşifre olan ve bugüne kadar inkar edilmeyen 2 sayfa dokuz maddelik gizli antlaşmanın maddelerden biri de Ermenistan ile olan ilişkilerin Ermenistan’ın çıkarları doğrultusunda geliştirilmesiydi.
Gelelim asıl meseleye:
Ergenekon kumpasından tutuksuz yargılanan Star gazetesinin Uzan Grubuna ait olduğu dönem Ankara Temsilciliğini yapan gazeteci Hayrullah Mahmut Özgür, savunmasında;
“CİA’nın çektiği Erdoğan CD’sini izledim, sanık oldum”demiştir. Ergenekon davasının 82. Duruşmasında Özgür’ün çapraz sorguda verdiği bilgilere göre:
Tayyip Bey, belediye başkanı olduğu dönemde Zapsu ile birlikte ABD Başkonsolosluğu’nu ziyaret ediyor. Başbakan olması halinde neler yapacağını anlatıp sözler veriyor. İşte bu sahnelerin videosunu bazı kişiler Hayrullah Mahmut’a izletiyorlar.
Özgür’ün ifadesinden bir bölüm:
“Görüntülerde RTE, Neo-Sevr dediğimiz sonradan yaşananlarla somutlanan ABD’yle gizli anlaşmanın tüm maddelerini kabul ettiğini, Ermeni soykırımının kabul edileceği, Büyük Ermeni devletinin kurulması, anayasa değişikliği, AB uyum yasalarının değiştirilmesi, TSK etkisizleştirilmesi vb tüm hususları kabul ettiğini söylemektedir. Başkaca taahhütlerde vardı, aklımda kalan bunlardır. Görüntülerde Cüneyt Zapsu da bulunmaktadır.”
Ne demişti Kaçaksaray sultanı? “Biz alıştıra alıştıra yapacağız” demişti değil mi? Alıştırdılar.
PKK ile işbirliğine başladıklarında uyutmaya “kültürel haklar” diye başladılar. Kendi yapacaklarını BDP(eski adıylaAHDP)’ye söylettiler. Oyunu gördüğüm için 2006 yılında;
“HDP AKP’nin mayın eşeği mi?” başlıklı bir yazı yazdım. Haklı çıktım. HDP-BDP konuşturularak halk alıştırıldı. Kültürel haklardan Federasyon dayatmasına geçildi. Öcalan, diğer adıyla ArtinAgopyan’ın mektubu mecliste okunur oldu. İktidar PKK ile paylaşıldı. Öcalan ile Yeni(yenilecek) Türkiye projesi yapıldı. Devletin kurumları Kandil ile ArtinAgopyan arasında postacı haline getirildi.
“Tüm gerçekler üç adımda gelirler: Önce alay edilir. İkinci olarak şiddetle karşı çıkılır. Son olarak, zaten belli olan bir şey denir ve kabul edilir.”Arthur Schopenhauer
Ne demişti Kaçak Saray sultanı? “Biz alıştıra alıştıra yapacağız” demişti değil mi? Alıştırdılar. Tele-misyon kanallarından milleti zehirlediler.
Şimdi sıra “soykırım iftiralarına” milleti alıştırmaktır.Bu alıştırmayı da özürcülerle, aydın görünümlükripto Ermenilerle gazete paçavralarından, kanalizasyonlardan yapıyorlar.
AKP geldiğinde soykırım iftirasını kabul eden ülke 6 taneydi. AKP iktidarından sonra bu sayı 80’i geçti. Üstelik bu yeni tanımalarda “soykırım yoktur” demek suç haline getirildi. Neden? AKP’nin mecburiyetleri sonucunda verdikleri sözlere güvenerek bu kararlar alınmış olmasın sakın?!.
2006’dan beri diyorum ki;
AKP ve Sultan’ın mecburiyetleri Türkiye’nin mecburiyetleri değildir. AKP Türkiye’nin güvenlik sorunudur diyorum.
Tele-misyon kanallarında “milli”kimlikle konuşan yazar-çizer-siyasetçi takımı şöyle bir yorumda bulunuyor:
“- Papa ve Almanya’nın soykırım kararına karşılık hükümet dik duramıyor”….
Allah Allah… Gerçekten öyle mi(!)?.
Ey şaşkın ördekler, sizlerde mi halkı kandırıyorsunuz? Hiçbirinizin aklına Hayrullah Mahmut Özgür’ün Silivri yargısına verdiği ifadeyi gündeme taşımak, sorgulamak, yaşadıklarımızla bir bağ kurmak gelmiyor mu?
Madem sizler utanmıyorsunuz, sizlerin adına ben sorayım. Hayrullah Mahmut Özgür’ün ifadesinde belirttiği;
“Görüntülerde RTE, Neo-Sevr dediğimiz sonradan yaşananlarla somutlanan ABD’yle gizli anlaşmanın tüm maddelerini kabul ettiğini, Ermeni soykırımının kabul edileceği, Büyük Ermeni devletinin kurulması, anayasa değişikliği, AB uyum yasalarının değiştirilmesi, TSK etkisizleştirilmesi vb tüm hususları kabul ettiğini söylemektedir. Başkaca taahhütlerde vardı, aklımda kalan bunlardır. Görüntülerde Cüneyt Zapsu da bulunmaktadır.” İfadesine dayanarak;
ABD Konsolosluğunda verilen sözlerinizi mi yerine getiriyorsunuz? Örtülü özür beyanlarınız bu verilen sözün gereği midir?

Zahide Uçar / edebiyatgazetesi