21 Aralık 2018 Cuma

Unutmayacağız, unutturmayacağız, affetmeyeceğiz... Siz bizlerin bedduasını alan adamsınız... E. Albay Murat Tulga yazdı


Adaletin siyasete kurban edildiği tarihsel olaylar vardır. Fransa’da yaşanan Dreyfus davası, hiç kuşkusuz bu tür olayların en ünlülerinden birisidir.
19’uncu Yüzyılın sonlarında, Fransa’da Albert Dreyfus adlı Yahudi kökenli bir subayın haksız yere casuslukla suçlanarak yüzeysel bir yargılama sonucunda zindana gönderilmesi olayı, Dreyfus Davası olarak adlandırılır.
Dreyfus Davası yalnızca bir hukuk ve ayrımcılık olayı değildir.
Başta ordu ve yargı olmak üzere Fransa’nın tüm kurumlarını temellerinden sarsan büyük bir toplum olayıdır. Fransa tarihinde önemli bir dönüm noktası olmuştur.
Bu dava çerçevesinde; Fransa toplumunda güç dağılımı keskinleşmiş, kilise ve devlet işlerinin ayrılması gibi sarsıcı önlemler alınmış, sağdaki milliyetçiler ile soldaki anti-militaristler arasında uzun sürecek bir kutuplaşma doğmuştur.
Yargılama süreci sonrası Dreyfus suçlu bulunmuş ve ömür boyu hapse mahkûm edilmiştir. Temyiz başvurusu da sonuç vermemiş, Dreyfus cezasını çekmek üzere Şeytan Adası’na, yani Henri Charriere'nin “Kelebek” adlı romanındaki meşhur cehenneme gönderilmiştir.


Yetersiz kanıtlara dayanan yargılama sırasında, Dreyfus suçlamayı reddetmesine rağmen hem kamuoyu hem de koyu Yahudi düşmanı bir kesimin başını çektiği Fransız basını mahkeme kararını olumlu karşılamıştır.
Ancak delil yarım yamalak, suçlamalar afakî olunca zamanla dava konusunda kuşkular belirmiş ve Dreyfus’un suçsuzluğuna inananların sayısı gitgide çoğalmıştır.
Fransız Gazeteci Emile Zola, 13 Ocak 1898’de, L’Aurore gazetesinin baş sayfasında “Suçluyorum başlıklı bir mektup yayımlayarak Dreyfus’un mahkûm olmasına neden olan ırkçı tavrı ve Fransız kurumlarını eleştirmiştir.
Emile Zola, o zamanki Fransa Cumhurbaşkanına hitaben yazdığı yazısını şöyle bitirmiştir:
“ …Gerçek su yüzüne çıkıyor ve hiçbir şey onu durduramayacak. Olay ancak bugün başlıyor, çünkü konular ancak bugün açık olarak ortaya çıktı. Bir yanda ışığın parlamasını istemeyen suçlular, öbür yanda ışığın parlaması için canlarını verecek doğrucular.
Gerçek toprağın altına kapatıldığı zaman, orada öyle bir toplanır, öyle bir patlama gücü kazanır ki, patladığı gün her şeyi kendisiyle birlikte havaya uçurur. İleri de yıkımların en gümbürtülüsünün hazırlanıp hazırlanmadığını göreceğiz…”
FRANSIZ GENELKURMAY'I BAŞARILI BİR SAVAŞ VERMEMİŞTİR
Dreyfus’un suçsuz olduğuna inananlarla Dreyfus üzerinden Yahudi düşmanlığını pekiştirenler arasında yaşanan bu savaşa ordu, meclis, hükümet, basın ve aydınlar da müdahil olmuştur.
Fransız Genelkurmay’ı bu davada hiç de başarılı bir savaş vermemiştir.
Dreyfus’u suçlu kabul ederek basınla işbirliği halinde Dreyfus’un suçsuz olduğunu ispatlayacak girişimlerin önünü kesmeye çalışmıştır.
Mahkûmiyete dayanak teşkil eden kâğıt parçasındaki (çizelge) el yazısının gerçekte başka birisine ait olduğunu ileri sürenler ya sürgüne gönderilmiş ya da cezalandırılmıştır.
Mesela, Dreyfus’un mahkûm olmasından iki yıl sonra askeri istihbaratın başına geçen Binbaşı Georges Picquart, Dreyfus dosyasını ayrıntılı bir şekilde inceledikten sonra gerçek suçlunun, çizelgeyi kaleme alan Walsin Esterhazy adındaki subay olduğuna kanaat getirmiş, Dreyfus davasının yeniden görülmesi gerektiğini savununca kendisini Tunus’a sürgüne gönderilmiş olarak bulmuştur.
Bu arada suçlanan Esterhazy de askeri mahkemede beraat etmiş, aklanmıştır.
Dreyfus savaşı o kadar kızışmıştır ki, dönemin Savaş Bakanı Cavaignac, aralarında Zola’nın da bulunduğu belli başlı Dreyfusçuların, devletin güvenliğini tehlikeye atmaktan ve anayasal düzene karşı komplo düzenlemekten dolayı Yüce Divan’da yargılanmalarını dahi talep etmiştir.        
Diğer yandan, Dreyfus’un suçsuz olduğunu savunan yazarlar da cezalandırılmıştır.
Émile Zola, Esterhazy’yi beraat ettiren yargıçların ordudan bu yönde emir aldıklarını yazınca 1 yıl hapis ve 3.000 frank para cezasına çarptırılmıştır.
Zola, bunun üzerine İngiltere’ye kaçmış ve hakkında af çıkıncaya kadar da Fransa’ya dönmemiştir.
Bir süre sonra olaylar Dreyfus’un lehine gelişmeye başlamıştır. Artık gerçek saklanamamıştır.
Dreyfus’un mahkûmiyetinde kullanılan belgelerin askeri istihbaratta görevli bir albay tarafından düzmece bir şekilde hazırlandığı ortaya çıkmış, adı geçen albay intihar etmiştir.
Askeri mahkemenin beraat ettirdiği Esterhazy de, Dreyfus’un mahkûm olmasına neden olan çizelgeyi kendisinin yazdığını itiraf etmiş ve İngiltere’ye kaçmıştır.
Bu olaylar üzerine Dreyfus davası yeniden başlamıştır.
"YAŞASIN HAKİKAT"
9 Eylül 1899 günü askeri mahkeme, adli hatayı kabul etmek yerine, Dreyfus’u bu kez hafifletici nedenleri dikkate alarak on yıl hapse mahkûm etmiş, adalet yine yerini bulmamıştır.
Dreyfus yeniden Şeytan Adası’na gönderilmiş, ancak, çok geçmeden Fransa Cumhurbaşkanı, Dreyfus’u affettiğini açıklamıştır.
Dreyfus’un tam olarak aklanması ise; 1906’da yeniden yargılanması ile mümkün olmuştur. Tam on bir yıl önce askeri okulun bahçesinde apoletleri sökülen Dreyfus için, aynı yerde yeni bir tören düzenlenmiş ve bölük komutanı olarak binbaşı rütbesiyle yeniden orduya alınmıştır.
Dreyfus’a ayrıca askeri onur (Legione d’honneur) nişanı verilmiştir.
Dreyfus kendisine “Yaşasın Dreyfus!” diye bağıranlara tarihi bir cevap vermiştir:
“Hayır, yaşasın hakikat!”
Zaman Dreyfus’un suçsuzluğunu pekiştirmiştir.
1930 yılında, askeri bilgileri kendisine sızdırdığı iddia edilen Alman Schwartzkoppen’in günlüğü yayınlandığında gerçek bir kez daha ortaya çıkmıştır. 
Ancak, Fransız ordusunun bu gerçeği tam anlamıyla kabul etmesi neredeyse yüzyıl almıştır. Anlaşılan Fransız Ordusu gerçeklerle biraz zor yüzleşmiştir.
25 Eylül 1995 tarihli, Time dergisinde, Fransız ordusunun aradan yüz yıl geçtikten sonra ilk kez kamuoyu önünde Dreyfus’un suçsuzluğunu resmen ilan ettiğine dair bir yazı yayınlanmıştır.
Fransız ordusunda üst düzey bir komutan olan General Jean-Louis Mourrut, ilk kez kamuoyuna Dreyfus’un suçsuz olduğunu ve ordunun yanlış yaptığını açıklamıştır.
1935 yılında Paris’te ölen Alfred Dreyfus’un aklanmanın ve gerçeğin ortaya çıkmasının huzuruyla ruhunun şad olduğunu düşünüyorum. [1]
Dreyfus’un hikâyesi böyle. Sonu güzel bitiyor.
Dreyfus Davası bir hukuk garabetidir.
Günümüz terminolojisiyle Yahudi karşıtlarının bir Yahudi subaya kumpas kurmasından başka bir şey değildir. Kumpas olunca işin içinde hukuk aramak ne yazık ki, biraz tuhaf kaçmaktadır.
Ama gerçek peşinde koşarak birine karşı yapılmış bir haksızlığın tüm topluma yapıldığını savunan korkusuz bir aydın grubunun varlığını ve bu çabaların sonucunda Dreyfus’un yeniden yargılanarak aklanmasını ve iade- i itibarının kendisine teslim edilmesini de yadsıyamayız.
Vicdan sahibi ve hakikati gören insanlar varmış Fransa’da.
Asıl sonuç bu. Hakikatler saklanamaz, bir gün zapt edilemeyecek şekilde ortaya çıkar. Aydınların görevi de hiç bir şeyden korkmadan ısrarla doğruların yanında olmaktır.
Dreyfus Davası kısaca bu şekilde.
İlk cümlemiz nasıl başlıyordu? “Adaletin siyasete kurban edilmesi.”
Bu kurban edilişler sadece Dreyfus Fransa’sı ile kaim değil, ne yazık ki insanlık tarihi ile birlikte paralel gidiyor. Ama olduğu yer ve zaman o kesit için tam bir utanç abidesi oluyor ve Dreyfus Davasında olduğu gibi tarihe kazınıyor.
Hiç bir Fransız’ın Dreyfus olayını göğsü kabararak anabileceğini düşünmüyorum.
Ya Türkiye…
YÜZLERCE TÜRK DREYFUS VAR
Kumpas davalar süreci. Bu sürecin Dreyfus davasından bir farkı var mı? Azı yok, çoğu var, bu davalarda tek Dreyfus yok, yüzlerce Türk Dreyfus var.
Adaletin siyasete kurban edilmesi demiştik.
Türkiye’de bunun birçok örneği var ve kumpas davalarda da ne yazık ki durum budur.
Dreyfus Davasından tam bir asır sonra yine askerlerin başrolde olduğu, Yahudi karşıtlığı yerine, bu sefer asker düşmanlığının ortaya çıkartıldığı, tamamıyla yetersiz kanıtlara dayandırılan ve adil yargılamanın hak götürdüğü, siyasi iktidar-yandaş basın-yargı üçgeni ile sahneye konulan, Fransız Dreyfus Davasının, Türkiye sürümü: Post-modern Dreyfus davaları, “ Kumpas Davalar”…
Davalar sonuçlandı, bütün sanıklar beraat etti.
Davalar süresince ve sonrasında birçok komutanımız, arkadaşımızı kaybettik, şehit verdik…
Kumpas davalara masumların kanı da bulaşmıştır.
Tüm beraat eden sanıklara bu devletin,  bu iktidarın, bu TSK’nin bir özür borcu yok mudur? Vardır tabii ki ama Fransa’da, Türkiye’de değil.
BIRAKIN AHKAM KESMEYİ...
CHP, Balyoz davası kararının ardından Türk Silahlı Kuvvetlerinin komuta kademesinde tasfiye edilmiş subaylara iade-i itibar bulunmak için hazırladıkları yasa teklifini, 20 Haziran 2014’te, TBMM Başkanlığı'na sunmuştur. İktidar Partisi bu yasayı gündeme almamıştır bile…
Dreyfus’a gösterilen vefanın Türkiye’de bir karşılığı var mıdır? Yoktur.
Bir özür dilemek, çekilen ezaya bir vefa var mıdır? Yoktur.
En son Alb. Murat Özenalp davasında Yargıtay’ın verdiği karar bu adaletsiz devletin ve yargının resmi görüntüsüdür.
MSB Hulusi Akar, son Meclis Bütçe görüşmelerde;
“Cezaevlerindeki arkadaşlarımın hayatını kolaylaştırmak için için her şeyi yaptım diyor…
'İçinizde yatağa yattığınız zaman düşünün, kafanızda tabanca varken hayır…' diyebilecek kaç kişi var? Denemeden söylemeyin” diyor…
Biz denedik Sayın Akar.
Silah arkadaşlarımız kafalarında adaletsizlik silahı varken direnirken öldüler…
Bırakın bize ahkam kesmeyi. 
Sizi ve vefasız komutanları bizler, Hasdal’da, Hadımköy’de, Mamak’da, Maltepe’de Şirinyer’de, Silivri’de, Sincan’da çok iyi tanıdık.
Gerçekleri, arkadaşlarımız için cenaze törenlerini, hapishanelerde çocuklarımıza yaptığımız düğünleri, bu gözler gördü. Her gün bin kere öldük.
Kumpas Davalarda sırasında yaşananlar; Türkiye’yi, Fransa’nın yaşadığı Dreyfus Davasından yüz yıl sonra bir Post-modern Dreyfus Davalar karanlığı ve ayıbı ile yüz yüze bırakmıştır. Bu ayıp sizin üyesi olduğunuz siyasi partinindir, o dönemin komutanlarınındır, sizindir Sayın Akar…
İşte bu yüzden size hakkımızı helal etmiyoruz…
Siz bizlerin bedduasını alan adamsınız…
Unutmayacağız, unutturmayacağız, affetmeyeceğiz…
V. Murat Tulga
[1] “Suçluyorum” Emile ZOLA, Can Yayınları


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder