4 Kasım 2015 Çarşamba

Atatürkçüler Yenildiler. Belki bundan daha acısı, Atatürkçülerin henüz yenildiklerinin farkında olmayışlarıdır.



Yenilgi, birkaç ay, ya da birkaç yılda içinde gerçekleşmedi.
Sivil ve asker Atatürkçüler, 60 yıl öncesinden başlayarak adım adım yenilgiye doğru ilerlediler. Şimdi sizlere, Atatürkçülerin, aşama aşama yenilgiye doğru nasıl yürüdüklerini özetleyerek anlatayım:
·  Atatürkçüler; “Özelleştirmenin” asıl amacının ekonomik olmasının ötesinde siyasi olduğunu kavrayamadılar.
·  Pektim, Tüpraş, Seka, Tekel. Sümerbank, Türk Telekom başta olmak üzere Tüm Kamu İktisadi (KİT) kuruluşlarımız birer birer elden çıkarken geri durdular. Oysa bu kuruluşlar devletin, yani yoksul Türk halkının mallarıydı.
·  Yeraltı ve yerüstü madenlerimiz ve işletmelerimiz peşkeş çekilirken sessiz kaldılar. Limanlarımız, bankalarımız, elimizden alınırken Atatürkçüler umursamadılar.
·  Topraklarımız elden çıkmaya başladı, Türk çiftçisi kendi tohumunu ekemez oldu, Siyonist İsrail’den genetik yapısı tam bilinmeyen kısır tohumlar satın almak zorunda bırakıldı, Atatürkçülerin sesi çıkmadı.
·  Kısacası; Atatürkçüler, ekonomik kaleler teslim alınırken seyirci kaldılar. Tapusuz gecekondular yıkılırken taşla sopayla yoksul ailelerin direnişlerinden bile gerekli dersi çıkaramadılar.
·  Atatürkçüler; vatan dedikleri toprakların altında ve üstündeki tüm zenginliklerin gerçek sahipleri olduklarının farkında bile değillerdi.
·  Malını mülkünü kaybetmiş, değil ulusların, bireylerin bile yaşam savaşımı vermesinin çok güç olacağını, ekonomik kaleleri teslim alınmış ulusların bağımsızlıklarını da yitireceklerini göremediler. Bağımsızlık, Egemenlik, Manda ve Avrupa Birliği (AB) konularını tam kavrayamadılar, ne anladıkları ise açık ve net değil.
·  Atatürkçüler; AB’ne katılmanın aslında AB vesayeti altına girmek, kısacası AB Mandasını kabul etmek anlamına geldiği noktasında birleşmiş değillerdir.
Atatürkçülerin Başöğretmeni Mustafa Kemal değil mi?
·  Atatürkçüler; Başöğretmen Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışından yaklaşık üç ay sonra, 11 Ağustos 1919 tarihinde düzenlediği Erzurum Kongresinde söylediklerini okumamışlar, öğrenmemişler.
Erzurum Kongresi sürecinde Mustafa Kemal Paşa arkadaşlarına, Amerikan Mandası hakkında şunları söyler:
İstanbul Manda’dır tutturmuş gidiyor.
Bu olmayacaktır!
Benim anladığıma göre İstanbul’daki kişiler, bizi Amerikan’da Wilson’a, Senatoya, Kongreye müracaat ettirmek ve bütün Türk milleti namına istenen bir manda oyununa düşürmek istiyorlar.
Bu oyuna gelmeyeceğiz!
Öyle bir manda istenecek veya verilecekmiş ki, hükümdarlık hukukuna, hariçteki temsil hakkımıza, vatan bütünlüğümüze dokunmayacaklarmış.
Buna ve böylesine, Amerikalılar değil çocuklar bile güler!
Her şeyin başında, Amerikalılar kendilerine hiçbir çıkar sağlamayan böyle bir mandayı niçin kabul etsinler? Amerikalılar bizim kara gözlerimize mi âşık olacaklar, bu ne hayal ve gaflettir.
Hayır paşalar, Hayır beyefendiler, hayır hanımefendiler, hayır!
Manda yok! Ya istiklal, ya ölüm!.
Amerikan Mandası diye çırpınanlar, düşman işgali altında bulunan sinirleri ve zaafları ile bu millete ve bize inanmayanlardır. Bizim hayal ve macera peşinde koştuğumuzu sananlardır. Eğer bunlar Anadolu’nun ve Türk milletin gerçek duygularını bilseler, bizim çalışmalarımızın hedefini kavrayabilseler, Erzurum Kongresinin kararlarının nasıl bir vicdan ürünü olduğunu takdir edebilseler, bu yanlış fikirlerinden dolayı utanç duyarlar.
Bunlar ümitsizlik ve bozgunluk içinde gerçeklerden uzak olarak yaşayan ve ne yapacaklarını, ne yapılmakta olduğunu bilmeyen insanlardır.
Kongre, duygularını açıkça belirtmiştir. Heyet-i Temsiliye kararını vermiştir. Milli irade bilinç ve yolunu bulmuştur. Davamız yürümektedir ve yürüyecektir. Başarılı olmamak için hiçbir sebep yoktur.
Hiçbir olumsuz kararı tanımayacağız!
Milli egemenlik esasını ve Milli Meclis kararını ifadelendirmeyen hiçbir anlaşmayı etmeyecek, tanımayacağız!”
Son altmış yılın altmış Atatürkçüleri, (elbette istisnaları vardır) Mustafa Kemal Paşa’nın yukarıda verdiği dersi okumamışlar, anlamamışlar, öğrenmemişler, özümsememişlerdir.
·  Atatürkçüler, AB mandasını kabul için sadece müracaat etmekle kalmamış, başvurunun kabul edilmesi için yıllarca yalvar yakar olmuşlardır.
·  Atatürkçüler, Anadolu’nun ve Türk milletinin gerçek duygu ve isteklerinin neler olduğunu bilememişler, öğrenmek için hiçbir çaba harcamadıkları gibi, kendilerini ’seçkin’ kişiler olarak görüp halka tepeden bakmışlar. En sıkıcı Atatürkçü bilinenler, halkımızın yüzde 60’nın aptal olduğunu sapık bir zevkle söyleyip durmuşlardır.
·  Atatürkçüler, Türk haklını ‘koyun sürüsüne’ benzeterek hep bir çoban arayışı içinde olmuşlardır.
·  Atatürkçüler, bir yandan AB hibelerini ve Siyonist Soros dolarlarını cebe indirirken bir yandan da Türk halkını aşağılamaktan dolayı hiç utanç duymamışlardır.
·  Birinci Meclis’ten beri Mustafa Kemal karşıtı, Cumhuriyet ve Devrim karşıtı olan şeriatçılar, hilafetçiler, padişahçılar dış destek de alarak hiç ara vermeden, kendi deflerine doğru adım adım ilerlerken; Atatürkçüler ulusalcı bilince erişememişler ve Kemalist Devrimci yolu bulamamışlardır.
·  Atatürkçüler, ulusun bağımsızlığını ve egemenliğini elinden alan, vatanın bölünüp parçalanmasının yolunu açan tüm olumsuz kararları tanımış, kabullenmişlerdir.
Sivas Kongresine katılan üç İstanbul delegesinden biri olan Tıp Fakültesi 3. sınıf öğrencisi Tıbbiyeli Hikmet ile Mustafa Kemal arasında, 9 Eylül 1919 gecesi geçen konuşmayı, çoğu Atatürkçüler duymuştur.
·  Paşam, temsilcisi bulunduğum tıbbiyeler beni buraya bağımsızlık davamızı başarma yolundaki çalışmalara katılmak üzere gönderdiler. Mandayı kabul edemem! Eğer kabul edecek olanlar varsa, bunlar her kim olacak olursa olsunlar şiddetle reddeder ve kınarız. Varsayalım manda fikrini siz kabul ederseniz, sizi de reddeder, Mustafa Kemal’i vatan kurtarıcı değil vatan batırıcı olarak adlandırır ve lanetleriz!
·  Evlat, müsterih ol. Gençlikle iftihar ediyorum ve gençliğe güveniyorum. Biz, azınlıkta kalsak bile mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız tektir ve değişmez: Ya istiklal, ya ölüm!
·  Günümüz Atatürkçüler, Tıbbiyeli Hikmetin onurlu ve yiğit duruşunu, ABD vesayetçileri ve AB mandacıları karşısında sergileyemedikleri içi yenilmişlerdir.
·  Atatürkçüler, ilkelerin değil, yücelttikleri kişilerin takipçisi ve savunucusu olmuşlardır.
·  AB, Türkiye’de en az 3 bin kurum ve kuruluşa hibe dağıttı. En az 2 bin gazeteci, yazar, çizer, televizyon programcısı, AB hibeleri ile İĞFAL edildi.
·  Atatürkçüler, hibe iyi midir, değil midir, Hıristiyan AB den hibe almanın bir sakıncası var mıdır, yok mudur konusunda görüş birliğine varmış değillerdir.
·  AKP’nin seçim kazanıp iktidarda kalabilmek amacıyla yoksul halkımıza başta kömür olmak üzere bazı temel tüketim mallarını dağıtmasını kınayan, bu tür yardımları alan halkımızı da ‘bir paket makarnaya kendilerini sattılar’ diye aşağılayan Atatürkçülerin, AB’den, yani karşılıksız para almasında sakınca görmeyişlerine ne demeli?  Hıristiyan Avrupalının Müslüman Türklere karşılıksız para vermeyeceği gerçeğini hala kavrayamamış olan Atatürkçüler,’Bağımsızlık’ ve ‘Ulusal Egemenlik’ kavramlarından da hiçbir şey anlamadıklarını ortaya koymuşlardır.
·  Atatürkçüler, NATO’nun ne tür bir örgüt olduğunu tam öğrenemediler, irdelemediler. NATO’nun gerçek yapısını yazan, anlatan yurtsever araştırmacıları da dinlemediler, dinlemek istemediler. NATO demek ABD demektir, bilincine varamadılar. NATO’nun ulusal ordulara karşı olduğunu, ulusal orduları ortadan kaldırmayı hedeflediğini göremediler. NATO’ya katılmakla Türk Ordusunun da Amerikalı komutanların yönetimi ve denetimi altına girdiğini görmediler, görmek istemediler, görmezlikten geldiler.
·  Atatürkçüler, NATO’nun, daha doğrusu Pentagon’un onaylamadığı albayların Türk Ordusunda generalliğe yükseltilmediğini yarım yamalak, dedikodu düzeyinde duydular ama bunu fazla umursamadılar, “Kemalin Askerlerine nasıl olur da Amerikalıların komutan seçer”, diye sorgulamadılar, sorgulamaktan korktular.
·  I. Dünya Savaşında Osmanlı Ordusunun başında Alman generaller bulunuyordu. Osmanlı Devleti savaştan yenik çıktı
·  Atatürkçüler, 1950’den sonra Türk Ordusunun da yönetim ve denetiminin Amerikalıların eline geçmiş olmasında hiç kaygı duymadılar. ABD’nin Türk Ordusu içine CIA ajanları sokması, giderek ordunun içinden subayları devşirerek kendisine hizmet eden ajanlara dönüştürmesi de Atatürkçüleri hiç kaygılandırmadı, hatta hiç ilgilendirmedi.
·  Atatürkçüler, ABD hizmetkarı generalleri, şeriatçı genelkurmay başkanlarını, CIA ajanı subayları hiç sorgulamadığı gibi, sorgulamaya kalkan yurtseverleri sağlıksız bir ordu sevgisiyle önledi, susturdu.
·  Atatürkçüler, Türk Halkının Ordusu ‘Kemalin Askerleri’ olan Türk Silahlı Kuvvetleri ile bu ordunun yüksek komutanlarını ayrı ayrı ele alıp değerlendirme yeteneğini ve cesaretini göstermedi, gösteremedi. ‘Türk Ordusu bizim göz bebeğimizdir. Türk Ordusuna toz kondurtmayız. Ancak ordumuzun komutanlarını değerlendirmek ve eleştirmek de bizim hakkımız ve görevimizdir’ diyemedi. Bunu demekten çekindi.
·  Atatürkçüler, vatan hainliğine teşebbüs etmiş komutanları bile kucaklamayı, korumayı ulusalcılık sandı.
·  Atatürkçüler, Türk Ordusunun yönetim ve deneyimini ABD’ye ve onun hizmetindeki yüksek komutanlara bıraktığı için yenildi.
·  Atatürkçüler, Mustafa Kemalin “Eğer bir gün ‘Türk Milleti yenildi’ denilirse inanmayınız. Yenilen Komutanlardır!” sözlerindeki derin anlamı kavrayamadı ve ABD’ye teslim olmuş, AB mandasını kabul etmiş komutanlarla birlikte yenildi.
·  Atatürkçüler, ‘Kapitalizm’ ve ‘Emperyalizm’ deyimlerini sıkça kullandılar, ama deyimlerin kavramını tam anlayıp ete kemiğe . Emperyalizm karşıtı bilince ulaşamadılar
Oysa Başöğretmen bu konuda ders vermişti, şöyle demişti:
“En büyük düşman, düşmanların düşmanı ne falan ne de filan milletler; bilakis bu, adeta her tarafı kaplamış ve saltanat halinde bütün dünyaya hâkim olan Kapitalizm afeti ve onun çocuğu Emperyalizmdir!
Biz hakkımız savunmak ve bağımsızlığımızı güvencede bulundura bilmek için, bizi yok etmek isteyen Emperyalizme ve bizi yutmak isteyen Kapitalizme karşı ulus olarak savaşmayı yerinde gören bir öğretiyi izleyen insanlarız.”
·  Atatürkçüler, son altmış yıldır Kapitalizme ve Emperyalizme karşı savaşmadılar, karşı cephenin ürettiği, “Küreselleşme”, “Globalleşme”, “Yeni Dünya Düzeyi”, Serbest Piyasa Ekonomisi” gibi kavramlara kanmayı, bu kavramları savunmayı yeğlediler.
Bilgili donanımlı ve yetenekli ulusal yazarlarımız, günümüz Emperyalizmini tanımlamak amacıyla ortaya bir, “Küresel Çete” kavramını koydular. Tüm dünya halklarını ezip sömürmek ve yer küresinin tüm zenginliklerini ele geçirmek isteyen bu Küresel Çetenin en tepedeki üç gizli örgütünü ayrıntılarıyla tanıttılar.
*** CFR (Dış İlişkiler Konseyi
*** Bilderberg
*** Trilateral
Bu örgütlerin yöneticilerinin de Siyonist Yahudiler olduğunu vurguladılar. Bununla da kalmadılar, Küresel Çete örgütünün Türkiye’deki bağlantılarını da isim isim açıkladılar. Hayati önem taşıyan bu bilgiler, Atatürkçüleri ilgilendirmedi.
·  Atatürkçüler, tüm dünyaya yayılmış Masonların, Lions ve Rotary Kulüplerinin aslında Küresel Çetenin arka bahçeleri olduğunun bilincine varamadılar.
·  Atatürkçüler, Mustafa Kemalin 13 Ekim 1935 tarihinde Türkiye’deki tüm Mason localarını kapattırmış olmasının temelinde yatan önemli nedeni araştırmadılar, hiç okumadılar, hiç öğrenmediler. Masonluğu öven köşe yazarlarını Ulusalcı, Atatürkçü diye tanımlayıp kucakladılar.
·  Atatürkçüler, Cumhuriyet Devrimlerinin bir bütün olduğunu, bunların arasından yalnız birini, Laikliği öne çıkarıp, Laikliği savunmakla başarılı olamayacaklarının farkına varmadılar. Birinci Meclis Döneminde kurulmuş olan dört hükumette de bir “Din Bakanı” bulunduğunu ve bu bakanın protokolde Meclis Başkanı Mustafa Kemal’den sonra geldiğinden ve Mecliste bir de “ Şeriat Komisyonu” bulunduğunu öğrenemediler, haberleri olmadı.
27 Aralık 1949 tarihinde, yani İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı döneminde, Türk çocuklarının eğitimi resmen Amerikalılara teslim edildi. ABD ile imzalanan ikili anlaşma gereği, sekiz kişiden oluşan bir eğitim komisyonu kuruldu. Bu komisyonun adı; “Fullbright Eğitim Komisyonu” idi. Sekiz üyeden dördü Amerikalı, dördü de Türk’tü. Bu komisyonun görevi, Türk çocuklarının ilk, orta ve lisede okuyacağı derslerin müfredatını yani programlarını belirlemekti. Türk Ulusunun geleceği olan gençlerin eğitimi, yarısı Amerikalılardan oluşan bir komisyona bırakılıyordu. Komisyon bir konuda karar verirken oylar 4 evet 4 hayır çıkarsa ne olacaktı? Çözüme bakınız! O tarihte Ankara’da bulunan Amerikan Büyük Elçisinin vereceği oy, belirleyici olacaktı. Bu tür bir uygulama ancak sömürge ülkelerinde görülebilir.
·  27 Mayıs 1960 ihtilalini yapanlar,  kendilerini devrimci olarak niteleyenler “Fullbright Eğitim Komisyonu” nu ortadan kaldırmadılar!
·  Atatürkçü ve Halkçı olarak bilinen Bülent Ecevit, beş kez Başbakan oldu, beş kez hükumet kurdu. Neden “Fullbright Eğitim Komisyonu”nun sonunu getirmedi?
·  Köy Enstitülerinden mezun olmuş çok değerli yazarlar, aydınlar da “Fullbright Eğitim Komisyonu”na karşı neden tavır almadılar? Her yıl Köy Enstitülerinin kuruluş gününü yaşlı gözlerle anıp ağlaşacaklarına “Türk Çocuklarının eğitimi Amerikalılara teslim edilemez!” diye neden ayaklanmadılar?
·  Son altmış yılın yüksek komutanları da “Fullbright Eğitim Komisyonu’na” karşı bir tavır almadılar. Bir yandan Türk Ulusunun geleceği olan gençlerin eğitiminin Amerikalılara bırakılmasına göz yumarken, bir yandan da 10 Kasımlarda ve ulusal bayramlarda Anıtkabir’de Atatürk’ün manevi huzuruna çıkıp “İzindeyiz” diye yazmışlardır.
Açıkça belli oluyordu. Atatürkçüler; Atatürk’ün şu öğüdünü okumamışlar, ya da okumuş ama unutmuşlardı:
“Çocuklarımıza, gençlerimize her şeyden önce Türkiye’nin bağımsızlığına, kendi benliğine ve ulusal geleneklerine düşman olan bütün unsurlarla savaşmak gereği öğretilmelidir.”
Acı gerçeği hiç çekinmeden söylemek zorundayız: Atatürkçüler Yenildiler. Belki bundan daha acısı, Atatürkçülerin henüz yenildiklerinin farkında olmayışlarıdır.
Kaynak: Yılmaz DİKBAŞ/Atatürkçüler Yenildi- Nergiz Yayınları

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder