5 Şubat 2019 Salı

Çiftçi küstürüldü, gelecek endişe verici


Türkiye’nin gündeminden enflasyon, özellikle de gıda enflasyonu hiç eksik olmuyor. Çarşı pazarda el yakan fiyatların, 31 Mart’ta yapılacak seçimlerde sandığa yansıyacağı konusunda herkes hemfikir. Bunun farkında olan AKP rejimi, hayatın tüm alanlarından eksik etmediği polisiye önlemler ile sebze fiyatlarını düşüreceğini de umuyor ve deniyor.

Yakın zamanda, soğan fiyatı arttı diye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın talimatıyla soğan depolarına baskınlar yapıldı. Ama baskınlar fiyatı düşürmedi. Sonuçta iktidar çözümü soğanın gümrük vergisini sıfırlayarak ithalatta buldu.

Soğanı marketlerdeki diğer yüksek sebze fiyatları ile “mücadele” izledi. Cumhurbaşkanı Erdoğan 21 Ocak’ta marketlerle ilgili açıklamalarında özetle şöyle dedi: “Faiz, enflasyon düşerken marketlerde hâlâ sebze-meyve fiyatları düşmedi. Bu marketlerde, benim halkımı sömürme mücadelesini devam ettirenler varsa bunun hesabını da sorma görevi bizimdir ve sorarız.”

Oysa birilerinin Erdoğan’a hatırlatması gerekiyordu: Faizin, enflasyonun vergi indirimleri ile düşüyor görünmesi, gıda fiyatlarını düşürmüyor. Çünkü tarımsal üretimde kullanılan dışa bağımlı gübre, yem, ilaç gibi girdilerin fiyatı düşmediği gibi, sürekli olarak artıyor. Girdi maliyetlerini düşürmeden, fiyatlar nasıl düşebilir ki?

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre tarım üreticileri, yani çiftçiler, 2018’de ürün fiyatlarını ancak yüzde 16 artırabildi. Buna karşılık sanayi ürünlerinin fiyatı yüzde 34’e yakın arttı. Bu da tarım ile sanayi fiyatları arasındaki makasın 18 puana çıkması demek. Oysa tarım ve sanayi ürünlerinin fiyatları, 2003‘ten 2017’ye kadar birbirine çok yakın seyretmişti. 2018 bir kırılma yılı oldu. Bu kadar sert ayrışma ile birlikte korkulan, tarım üreticisinin küskünlüğünün daha da artması ve çiftçinin üretimden iyice uzaklaşması.

AKP rejimi, özellikle gıda ürünlerindeki artışı ithalatla terbiye etme gibi sonuç vermeyecek bir önlemle uğraşırken yüzleşmekten kaçtığı asıl sorun tarımsal ürün arzı yetersizliği. Bu durum, Merkez Bankası’nın 2018 Üçüncü Çeyrek Enflasyon Raporu’nda şöyle ifade edilmişti: “Türkiye’de işlenmemiş gıda ürünlerinde zaman zaman ortaya çıkan arz açıklarının ani ve yüksek fiyat artışlarına sebebiyet vermesi asıl itibarıyla yapısal faktörlerden kaynaklanmaktadır. Bu noktada, etkin ve dinamik bir tarımsal üretim planlaması yapılamaması önemli bir yapısal sorun olarak görülmektedir. Üretim planlaması yapılabilmesi için tarımsal istatistik, rekolte tahmini ve erken uyarı sistemi altyapısının güçlendirilmesi gerekmektedir.”

Üreticinin tarımdan uzaklaşması artarken, terbiyevi ithalatla üretici daha da soğutuluyor. Bunun sonucu, tarımın milli gelirdeki payının hızla azalması. Bu pay, 1998’de yüzde 10 iken 2017’de yüzde 6’ya kadar indi, 2018’in ilk dokuz ayında ise yüzde 3,7’ye kadar gerilemiş durumda.

Önemli bir tarım ve hayvancılık potansiyeli olan Türkiye’de tarımın gerilemesi, aslında 1980 sonrası izlenen politikalara kadar uzanıyor. 1980 öncesi dönemde tarıma önemli destekleri olan kamu kuruluşlarının Hazine’ye yük oluşturduğu gerekçesiyle özelleştirilmesi, tarımı önemli bir destekten mahrum bıraktı.

Bütün Avrupa Birliği ülkelerinde tarıma destekler korunur ve yer yer artırılırken Türkiye’de kamu maliyesinde mali disiplin sağlamak adına destekler azaltıldı. 18 Nisan 2006 tarihinde kabul edilen Tarım Kanunu ile çiftçiye destek yasal güvenceye alınmış gibi oldu ama fiili harcamalar farklı seyretti. Yasada, “Bütçeden ayrılacak kaynak, gayri safi milli hasılanın yüzde birinden az olamaz” denilmesine karşın çiftçi örgütü Türkiye Ziraat Odaları Birliği’ne göre uygulamada destekler, Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’nın (GYSH) yüzde 0,56’sında kaldı. 2018’de faiz dışı bütçe harcamaları yüzde 22’ye yakın artarken tarım destekleri yüzde 14 artabildi ve tarıma desteğin toplam bütçe harcamalardaki payı yüzde 2’yi bulmadı bile. Oysa tarımsal istihdam, ülke istihdamında yüzde 19’a yakın paya sahip.

Desteklerin azalması ile birlikte çiftçinin motivasyonu da azaldı. Bu da tarımı önemli bir nüfus için geçim alanı olmaktan çıkardı. Tarımsal üretimi gerçekleştiren çiftçi sayısı hızla azalıyor. 2000’de 21,5 milyon olan istihdam içinde tarımsal istihdam 7,7 milyon ile yüzde 36’ya yakın bir büyüklüğe sahipti. 2018’e gelindiğinde ekim ayında istihdam 29 milyondu ama tarımın toplamdaki payı yüzde 18,4’e geriledi. Başka bir ifadeyle, tarımdaki istihdam 17 yılda 2,4 milyon azalarak 5,3 milyona geriledi.

Özellikle genç kuşak kırsal nüfusun tarımı deneyimlemeden kentlere akması dikkat çekiyor. Tarım Bakanlığı ortalama çiftçi yaşını 55 olarak tahmin ediyor. “Genç çiftçi” yetiştirilmesi için başlatılan ve gençlere 30 bin TL (Yaklaşık 6 bin USD) hibe verilmesinden ibaret projeler ise sonuç vermekten uzak görünüyor.

Kırsalda yaşlanan nüfus ve üretimsizlik, tarımsal alanların ciddi oranda boş kalmasına neden olduğu gibi tarım alanları, özellikle kent merkezlerine yakın olanlar, inşaat arsasına dönüştü. TÜİK tarım verilerine göre toplam tarım alanları 2001 yılında 41 milyon hektar iken 2017 yılında 38 milyon hektara geriledi. Tarım alanının bu kadar kısa sürede yüzde 7,3 oranında azalması endişe verici. Sulama altyapısı da yetersiz. Tarım alanlarının ancak üçte birinde sulu tarım yapılması ise bir diğer önemli sorun.

Hayvancılık da gerileme halinde. Mera alanları daralıyor, ot verimi düşük. Endüstriyel yeme dayalı hayvancılık politikası sonucu, yem ham maddesinin yüzde 50’den fazlası ithalata bağımlı. Artan dövizle birlikte yem fiyatları da tırmanıyor ve hayvancılığı geriletiyor. Yem sanayinin en önemli girdilerini oluşturan arpanın yeterlilik derecesi yüzde 89, mısırın ise yüzde 88. Bu da yemde ithalata başvurulmasını gerektiriyor.

Özetle, tarım ve hayvancılık dışa bağımlı hale getirilirken döviz fiyatındaki sert artış 2018’de tarımı da sert biçimde vurdu ve çiftçiyi tarımdan soğutacak olumsuzluklara yol açtı, tarımın yapısal olan sorunları biraz daha ağırlaştı. Yapılması gereken, tarladan sofraya sorunları bir bütün olarak ele almak ve kronik hale gelen sorunlara çözüm üretmek. Bu sorunların en başında yüksek girdi fiyatları, çiftçinin demotive olması, üretimi terk etmesi, çiftçi yaş ortalamasının 55’i bulması, pazarlama zincirindeki sorunlar nedeniyle ürünün tüketiciye pahalı ulaşması geliyor. Ürün kayıpları, iklim değişikliğine bağlı felaketler, ithalatın yarattığı tahribat, üretici örgütlenmesinin yetersizliği konuları üstünde de hassasiyetle durulması gerekiyor.

Bu sorunların tümünü kucaklayan bütüncül bir tarım politikasının oluşturulması ve kararlılıkla uygulanması, tarımı ayağa kaldırmanın ön adımları olacaktır.
Mustafa Sönmez


ALINTI; https://www.al-monitor.com/pulse/tr/contents/articles/originals/2019/02/turkey-ailing-agriculture-faces-even-bleaker-future.html

3 Şubat 2019 Pazar

Göller bölgesinin incisi «salda Gölü» ne MİLLET BAHÇESİ yapmak ihanettir.



Geçtiğimiz yaz Türkiye’nin Maldivleri’nde yapılmak istenen 30 bin kişilik festivale izin vermeyen kurumun başındaki bakan, Salda Gölü’nde her türlü festivalin yapılacağı düzenlemeleri de içeren Millet Bahçesi yapılacağını açıkladı…
Yusuf Yavuz
Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum’un Burdur’un Yeşilova ilçesinde bulunan Salda Gölü’nde Millet Bahçesi yapılacağını açıklaması tepkilere neden oldu. CHP Burdur Milletvekili Mehmet Göker, Salda Gölü’nün dünya üzerinde Mars’ın toprak yapısıyla benzer özellikler taşıyan iki bölgeden biri olduğuna dikkat çekerek, “Doğal sit alanı olan Salda Gölüne park yapmak çevreye ve Salda Gölü markasına ihanet olacaktır” görüşünü dile getirirken gölün korunmasına yönelik bilimsel çalışmalarda bulunan Yard. Doç. Dr. Erol Kesici ise “Yapay parklar şehir içerisinde yapılmalı. Burası doğal müze. Pamukkale neyse Salda Gölü de aynı değerdedir. Burası zaten eşsiz bir doğal tabiat parkı” diye konuştu.
500 BİN ZİYARETÇİYİ AĞIRLAYAN SALDA GÖLÜ’NE MİLLET BAHÇESİ
Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum, Burdur’un Yeşilova ilçesinde bulunan Salda Gölü’nün yılda 500 bine yakın ziyaretçi ağırladığını belirterek göl çevresinde 300 bin metrekarelik alanda Millet Bahçesi yapılacağını açıkladı. Yapılacak düzenlemelerin bölgedeki istihdamı artıracağını dile getiren Bakan Kurum, şöyle konuştu:

PROJE 300 BİN METREKARELİK ALANDA UYGULANACAK
“Biz burayı Cumhurbaşkanlığımızın dün açıkladığı manifesto çerçevesinde çevreyi korumak adına, şehirlerimizi korumak adına özel çevre koruma bölgesi ilan edeceğiz. Bu ilan çerçevesinde, bulunduğumuz yaklaşık 300 bin metrekarelik alanda Salda Millet Bahçesi yapacağız. Bu da bir ilk olacak. Millet Bahçesi Projesi çerçevesinde buraya gelen turistlerimiz, yapacağımız otoparkta araçlarını park edecek. Geliş gidiş yollarını daha iyi şartlar altında yapmak suretiyle bu bölgeye gelen vatandaşımızın bungalov evlerde, kafeteryalarda dinlenmesi, yürüyüş yollarında, gezinti alanlarında gezmesini sağlayacak birçok düzenlemeyi de bu proje kapsamında yapmış olacağız.”

MESCİT VE FESTİVAL ALANLARI DA YAPILACAK
Göl etrafındaki çarpık düzenlemeye de değinen Kurum, Burdur Valiliği ile yapacakları proje çerçevesinde, her türlü festivalin ve programın yapılabileceği alanların da proje içerisinde yer alacağını, buraya tuvaletler ve mescit de yapılacağını dile getirdi.
SALDA GÖLÜ İNSAN BASKISI TEHDİDİ ALTINDA

Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum’un Salda Gölü’ne Millet Bahçesi yapılacağını açıklaması tepkilere neden oldu. Son yıllarda göl çevresinde artan insan baskısı ve hatalı kullanımlar yüzünden tehdit altında bulunan Salda Gölü’nün radikal koruma önlemleriyle yaşatılması gerekirken Bakanlığın aldığı Millet Bahçesi yapma kararı endişe yarattı.
‘PARKLAR ŞEHİRLERDE YAPILMALI, DOĞAL ALANLARI KORUNMALI’
Yard. Doç. Dr. Erol Kesici, parkların şehirlere yapılması
gerektiğini belirterek, Salda Gölü’nün korunmasını istedi.
Salda Gölü’nün çevresiyle birlikte korunması için alanda bilimsel çalışmalar yapan Yard. Doç. Dr. Erol Kesici, Pamukkale neyse Salda Gölü’nün de aynı değerde olduğunu belirterek, şunları dile getirdi: “Millet Bahçeleri, yıkılan ya da yıkılmış olan geniş alanların yeşil alanlarla donatılması amacıyla kurulacağı bildirilen alanlardı. Örneğin Konya ya da Eskişehir’de eski stadyumların olduğu alanlarda ya da İstanbul’daki Atatürk Havalimanı’nın bulunduğu bölge gibi alanlarda yapılacak yapay ağaçlandırmaları kapsıyor. Hâlbuki Salda Gölü zaten doğal bir tabiat parkı unvanına sahip. Salda Gölü bir doğa müzesi niteliğinde. Müzelerin ziyareti için uygulanan kurallar burada da uygulanmalı. Buranın yapılaşmaya değil, yönetim planında belirttiğimiz şekilde korunmaya ihtiyacı var. Yapılacak düzenlemeler de gölün dünyada örneğine az rastlanan ve canlı doku içeren beyaz kumsalların dışına yapılmalıdır. Burası zaten her yanı ağaçlarla ve endemik bitki türleriyle kaplı bir bölge. Parklar şehirlerin içerisinde yapılmalı. Doğal parklar insan eliyle yapılaşmamalı, korunmalı.”
‘SALDA GÖLÜNE MİLLET BAHÇESİ İHANETTİR, PROJE DURDURULMALI’
CHP Burdur Milletveklili ve TBMM Çevre Komisyonu Üyesi Mehmet Göker, Salda Gölü’ne Millet Bahçesi yapılmasının ihanet olacağı görüşünü savundu…
Konuyla ilgili bir basın açıklaması yapan CHP Burdur Milletvekili ve TBMM Çevre Komisyonu Üyesi Mehmet Göker ise Salda Gölü’nde yapılaşmaya kesinlikle izin verilmemesi gerektiğine işaret ederek şöyle konuştu: “Önümüzde Uzungöl gibi çok kötü bir örnek bulunmaktadır. Türkiye’nin en güzel doğa harikalarından biri olan Trabzon ilinin simgesi Uzungöl’ün çevresindeki yapılaşma nedeniyle nasıl kirlendiği ve manzarasının yok olduğu herkesin malumudur. Salda Göl’ünün çevresinde yapılacak olan bir yapılaşma gölün tüm orijinalitesini ve doğal yapısını bozacaktır. Salda Gölü ile ilgili hangi tasarruf olursa olsun ‘Ben yaptım oldu’ mantığı ile olmasını kimse istememektedir. Hastane yerinin Burdur Belediyesi’nce onaylanmadığı halde Çevre ve Şehircilik Bakanlığınca onaylanarak şehrin bir ucuna yapılması örneğinde olduğu gibi, doğal sit alanı olan Salda Gölüne park yapmak, çevreye ve Salda Gölü markasına ihanet olacaktır. Salda Gölü çevresinde olacak olan herhangi bir yapılaşma doğa katliamına yol açmakla eşdeğerdir. Millet Bahçesi adı altında yapılması planlanan proje derhal durdurulmalıdır. Salda Gölü’ne ihanet eden ve gölümüze göz diken bu tarz projelere karşı mücadelemiz her zaman ve her platformda sürecektir.”



27 Ocak 2019 Pazar

“DEMOKRASİ GETİRMEK” MALI GÖTÜRMEKTİR!..


Amerika'nın, Venezuela Devlet Başkanı Maduro'yu tanımama kararından sonra, bu devletin haritada yerini gösteremeyecek kadar konudan bihaber olan Amerikan hayranları, Maduro'nun ne kadar da “kötü” bir adam olduğunu anlatmak üzere kaleme sarıldılar.

Maduro'nun “kötülükleri” öne çıkartılınca, doğal olarak Venezuela halkını kurtaracak olanlar da ortaya çıkacaktır!

Peki, kim olabilir ki bu kurtarıcılar?

Kurgunun senaristi Amerika elbette!..

***

Bağımsız bir ülkeye müdahaleyi, bu şekilde “haklı zemine” oturtabileceğini düşünen Amerika'nın eski CIA Başkanı, şimdi Dışişleri Bakanı olan Mike Pompeo, “twiter” mesajını, iyice anlaşılsın diye İspanyolca yazdı:

“Venezuela'ya demokrasi getireceğiz” dedi.

Daha önce de aynı “kutsal amaçla”; Afganistan, Irak, Libya ve Suriye'ye de demokrasi getirmek için girip, milyonlarca sivil insanın ölümüne neden olmuşlardı...

Demokrasi getirmek onların işidir biliyoruz da, bizimkilere ne oluyor onu anlayamadık!..

***

Amerika'nın bu “insanca” girişimine “hak” vermeden önce, dilerseniz Venezuela'yı daha yakından tanıyalım:

Simon Bolivar öncülüğündeki bağımsızlık ateşi, taa 1813 yılında Venezuela'da yakıldı.

Bolivar, modern Güney Amerika'nın çoğunda ulusal bir simge olarak görülüyor ve 19. yüzyıl başlarındaki İspanyol bağımsızlık hareketinin büyük kahramanlarından biri olarak kabul ediliyor.

“Devrime hizmet eden herkes denizleri sürdü” ünlü sözüyle, umutsuzluğu umutlaştırmış bir liderdir.

Devrimleri tamamlayamadan, Venezuela'nın İkinci Cumhurbaşkanıyken yaşama veda etti.

***

1900'lerin başlarında tekrar ABD'ye bağımlı hale gelen Venezuela'yı, uzun yıllar diktatörler yönetti.

1998'de halkın ezici çoğunluğunun desteği ile iktidar, Hugo Chavez’e geçti.

Chavez, başta petrol olmak üzere, pek çok sektörde kamulaştırmaya gitti.

Bu millileştirmeler, Chavez'i ABD'nin hedefine oturttu.

11 Nisan 2002'de ABD destekli darbe girişimi oldu, üç gün içerisinde bastırıldı...

Chavez'in ölümünden sonra, yerine bugünkü Başkan Nicolas Maduro seçildi.

Maduro, Chavez'in politikalarını sürdürdü...

***

Venezuela, ABD'nin ekonomik yaptırımlarına karşı; ulusal petrol, doğal gaz ve maden kaynakları ile desteklenen “dijital para birimi Petro”yu piyasaya sürdü; bu durum ABD'yi oldukça rahatsız etti.

Amerika derin devleti, Chavez'e kestiği faturayı, Maduro'ya ödetmeye kararlı görünüyor:

2017'de Maduro'yu ortadan kaldırmak için bir helikopter saldırısı düzenlediler.

2018'de insansız hava aracı ile başarısız suikast girişiminde bulundular.

Petrol için ne gerekiyorsa onu yapıyorlar!..

***

Söz petrole kadar gelmişken, bu konudaki bilgilerimizi de tazelememiz iyi olacak:

Tası-tarağı toplayarak Suriye'den çekilme kararı alan ABD, küresel ticaretin para birimi olan doları karşılıksız basıyor.

Doların karşılığı ABD'nin silahlı gücüdür diyenler haksız sayılmazlar!

Buna rağmen, dış borcu 18 trilyon doları bulan ABD, diğer ülkelerin doğal kaynaklarını ithalat yolu ile de adeta “gasp” ediyor!

Öyle ya, karşılığı kaba güç olan para, ödeme aracı kabul edilebilir mi?

Ediliyor işte...

ABD'nin Venezuela'ya “demokrasi getirmek” istemesi de petrolün millileştirilmesi nedeniyledir.

Bir ölçüde de olsa, millileştirme ile yağma engelleniyor!..

ABD, ham petrol üretiminde; günde 9.352 milyon varille dünya üçüncüsüdür.

Günde, 1.158 milyon varil petrol ihracı yapmasına karşın, 7.969 milyon varil ithal etmektedir.

Bu nedenle dünyanın neresinde olursa olsun, çıkar bütün petrollerde kendisini hak sahibi görmektedir!

İhtiyaca binaen...

Bütün mesele budur...

***

İlginçtir, bizdeki Maduro yönetimi ile ilgili eleştiriler öyle vurgulu anlatılıyor ki, sanırsınız bunları Venezuela halkına değil de bize yapıyorlar:

Maduro yönetimi;

-Muhalif medyayı susturmuş, yayınlarını beğenmediği televizyon kanalları kablolu kanaldan çıkartmış,

-30 milyon nüfuslu ülkede, 20 milyona gıda kolileri dağıtmış,

-Enflasyonu yüzde 1 milyona çıkarmış,

-Günde 18 saate varan elektrik kesintileri yapmış,

-Temel gıda maddeleri ile ilaçları tedarik edemiyormuş,

-Resmi daireleri sadece Pazartesi ve Salı günleri çalıştırıyormuş,

-Güvenliği sağlayamıyormuş, bu yüzden her 21 dakikada bir cinayet işleniyormuş...

Mecliste çoğunluğu olan muhalefet ise, Başkanı görevden düşürebilmek için her yola başvurmasına rağmen başarısız olmuştur; bu başarısızlık da ordu, polis ve yargının Maduro elinde olmasına bağlıymış, bu yüzden (darbeden) başka çare kalmamışmış...

Buyurun buradan yakın!

Bu ve benzer nedenlerle, bizimkiler ABD'ye de karşıyız ile başlayan; “ama..... fakat.... lakin...” ile devam eden cümleler kuruyorlar...

***

Diyelim ki, anlatılanlar doğrudur; Maduro yönetiminin beceriksizliği, ABD’nin darbe girişimini haklı hale getirebilir mi?

Bugün Venezuela halkını sokağa çağırıp, iç savaşa sürükleyen Trump, yarın aynı şeyi, başka ülkelere ve bize yapmaz mı?

200 yıllık bağımsız bir ülke olan Venezuela'nın, uluslararası bankalarda biriktirilen 10 milyar dolar parasını, bloke etme hakkını nereden alıyorlar?

Bağımsız bir ülkenin “yönetimini belirleme” gibi sömürgeci devlet tutumunu, normal veya meşru göstermek için bir ülkedeki yönetim zafiyetleri, gerekçe olabilir mi?

Trump'un “twiter” mesajı ile geçici Devlet Başkanı olarak tanıdığı Meclis Başkanı Juan Guadio'yu, geleneksel olarak ABD uydusu olan Lima Grubuna üyeleri: Arjantin, Brezilya, Kanada, Şili, Kolombiya, Kosta Rika, Guatemala, Guyana, Honduras, Meksika, Panama, Paraguay, Peru ve Saint Lucia'nın tanımış olması, devletler hukuku anlamında “tanıma” yerine geçebilir mi?..

Tam bağımsızlıktan yana olan yurtseverlerin-devrimcilerin, bu olay karşısındaki duruşu son derece önemlidir.

ABD'nin yalanlarını papağan gibi tekrar etmek Türk halkına yakışmaz.

Emperyalist-sömürgecilere karşı, mazlum halklarla dayanışma içerisinde olmak ve sömürgecileri her zeminde kınamak, yapabileceğimiz ilk onurlu eylemdir...

Cemil Can


26 Ocak 2019 Cumartesi

Diyanet'in Yalanı


Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ücretsiz dağıttığı kitapta “Seküler alanlarda yüksek tahsil yapmanın dini inanç ve ibadetler üzerinde olumsuz etki yaptığı tespit edilmiştir” denildi.
Gerçekten öyle mi?
Din öldürmeyi, hırsızlık yapmayı, yaralamayı yasaklar.
Diyanet’in iddiası doğruysa “eğitim seviyesi yükseldikçe suç oranlarının artması” gerekir.
Suç
İlkokul (yüzde)
İlköğretim(yüzde)
Lise ve dengi Meslek Okulu(yüzde)

Hırsızlık
17.7
47.3
12.3

Yaralama
22.1
37.1
19.8

Öldürme
19.2
29.6
22.1

Suç
Okuryazar değil(yüzde)
Okuryazar diplomasız(yüzde)
İlköğretim (yüzde)
İlkokul(yüzde)
Hırsızlık
23.4
33.1
22.5
15.8
Kaynak: TÜİK
 AKP İktidara geldiğinden bu yana neredeyse Anasınıflarında bile “din eğitimini” zorunlu kıldı. Eğitim kurumlarını “imam hatip” okullarına dönüştürdü. Eğer Diyanet in iddiası doğruysa “suç oranlarının düşmesi” gerekirdi. Ama tam tersi olmuş.  
Yıl
2002
2017
Hükümlü ve Tutuklu sayısı
59.512
232.940
BAŞKACA BİR YORUMA GEREK VARMI?


24 Ocak 2019 Perşembe

ISPARTA ULUSAL GÜÇ BİRLİĞİ* 26.Adalet ve Demokrasi Haftası Ortak Basın Açıklaması


Uğur Mumcu’nun katledilerek aramızdan alınışının 26. Yılındayız. 26.Adalet ve Demokrasi Haftası içinde aynı zamanda “hain tuzaklarla” aramızdan alınan Muammer AKSOY, Bahriye ÜÇOK, A. Taner KIŞLALI, Necip HABEMİTOĞLU, Gaffar OKAN ve daha onlarca devrim şehidini bir kez daha anıyor ve arıyoruz.
Onlarca devrim şehidimiz arasında Uğur Mumcu’nun öldürülmesi suikastlar silsilesinin sembol olayı olarak öne çıkıyor. Bu siyasi suikastlar silsilesi, Türkiye'de işbirlikçiliğin, dinci gericiliğin; solun, Kemalizm in toplumsal etkisini kırmak, toplumsal muhalefeti etkisiz, eylemsiz,  toplumsal direnişi öndersiz, öncüsüz bırakmak için yaptığı, yaptırdığı veya kullandığı cinayetler olarak bir bütünlük taşıyor. Uğur Mumcu ve diğer devrim şehitlerimizin katilleri, gerçekte içeride uzantıları olan ULUSLARARASI bir PROJENİN YÜRÜTÜCÜLERİDİR. 100 yıllık cumhuriyet tarihimizde darağaçlarında sallanan yüreklere, kurşunlanan, ateşe verilen canlara, zindanlarda çürütülen onurlu direnişçilere ne yapıldıysa her biri bu projenin can yakıcı birer parçasıdır.

Bu uluslararası projenin yürütücüleri ve içimizdeki uzantıları;“ sağlıklarında büyük devrimcileri ardı arkası kesilmez kıyıcılıklarla ödüllendirirler; öğretilerini en vahşi düşmanlık, en koyu kin, en taşkın yalan ve kara çalma kampanyalarıyla karşılarlar.
Ölümlerinden sonra, büyük devrimcileri zararsız ikonlar durumuna getirmeye söz uygun düşerse azizleştirmeye, ezilen sınıfları “teselli etmek” ve onları aldatmak için adlarını bir hale ile süslemeye çalışırlar. Böylelikle, devrimci öğretileri içeriğinden yoksunlaştırılır, değerden düşürülür ve devrimci keskinliği giderilir.”
Bu durum Mustafa Kemal Atatürk başta olmak üzere, Uğur mumcu ve diğer devrim şehitlerimizin bedensel varlıklarının aramızdan alınmasından daha BÜYÜK SUİKAST eylemidir.
Ama unutulmamalı “ölen ve öldürülenlerle birlikte fikirleri de ölse ve öldürülse, bugün dünya hâlâ orta çağ karanlığı içinde kalırdı”. Oysa insanlık her gün ışığa, aydınlığa ve uygarlığa doğru, dünden daha hızlı koşuyor.
Bugün Türkiye’nin 150-200 yıllık demokrasi bikrimi, görkemli Kemalist devrimin ve 100 yıllık cumhuriyet kazanımları tümüyle sıfırlanma noktasına gelmiştir
Bu sonuç yalnızca sayıları 3-5 bini geçmeyen ihanet erbabı işbirlikçinin becerisinden değil, bu kazanımları koruma iddiasında olan sorumluluk almak yerine işi oluruna bırakan, “bir şeyin aslını öğrenmeden eleştirisini öğrenen” kitlelerin kayıtsızlığının, duyarsızlığının ve hareketsizliğinin sonucudur.  Kayıtsızlık irade yitimidir, asalaklıktır, korkaklıktır. Kayıtsız olmak yaşamamaktır. Kayıtsız, duyarsız kalmanın, olup bitenlere seyirci olmanın bedelini dinci faşist diktatörlüğün baskı, zulüm, hukuksuzluk örgüsü içinde yaşamakla ödüyoruz.
Adını doğru koyalım. Bugün yaşanan “başkanlık” değil din ambalajı ile örtülmüş faşist bir diktatörlüktür. Faşist diktatörlükler ise doğası gereği “insanlık suçu” işlemekten sabıkalıdırlar.
Bu faşist diktatörlüğü, bitmiş siyasi ömrünü ülkenin kaderiyle birleştirmeye çalışarak tehlikeli bir kumar oynayan bir despotun kaprisleriyle eşleştirmek aymazlığın, sapkınlığın ötesinde Devrimci mücadeleyi sırtından hançerlemektir.
İkiz ihanet sözleşmeleri, Avrupa birliği Anayasası, Yabancı sermayeye ülkenin tüm kaynaklarının açılması, Özelleştirmeden taşeronlaştırmaya ve giderek emeğin kölece istihdamı,  kamu çalışanlarının güvencesizleştirilmesi, kıdem tazminatı gibi kökleşmiş hakların gaspı,  Yeşil Yol projesi, üçüncü köprü, ulusal tarımın yerle yeksan edilmesi, sendikaların, kooperatiflerin işlevsizleştirilmesi, Ekonomik ve siyasi egemenliğin uluslararası güçlere peşkeş çekilmesi ile ilgili yasalar, İç Güvenlik Yasası ve daha onlarca ihanet düzenlemeleri bir despotun hırsını tatmin etmeye mi yönelikti?
Şunu unutmayalım; Küresel Sermaye ile bütünleşmiş yerli sermaye sınıfı artık ulusun, ulusal güçlerin bir parçası değil, Uluslararası egemenlerin Türkiye de örgütlenmiş eşgüdüm merkezleri, yağmacı Batının acenteleridir.
Batılılar, Pazar paylaşımlarının, tekelleşmenin, özelleştirmenin, yağmanın üzerini örtmek, gerçekleri gizlemek adına, İtalya ve Almanya da Faşist diktatörlüklerin kurulmasını ve dünyayı kan gölüne dönüştürülmesine Mussolini ve Hitler’in “çılgın hırslarının” ve “demokrasiden yoksunluğun” yol açtığı yalanını söylediler.
Türkiye de aynı oyun, aynı yöntem ve söylemlerle bir kez daha sergilenmektedir. Bu durum otuz yıl önceden Uğur Mumcu tarafından uyarılmış olmasına karşın, toplum tuzağa düşmeyecek uyanıklığı gösterememiş, yıllarca içinde bulunduğu aymazlık çukurundan çıkamayıp, olduğu yerde debelenmeye devam etmektedir.
Eğer bizler Uğur Mumcuyu anmanın yanı sıra ANLAYABİLSEYDİK, ANLATABİLSEYDİK bu kanlı kirli tuzaklara düşmeyecek Kemalist devrimin aydınlığını, gönencini yaşıyor olacaktık.
Sistem sahiplerinin tüm hokkabazlıklarına, işbirlikçilerin tüm baskı ve zulmüne karşın bu oyunu bozacağız. Meşruiyetimizi haklılığımızdan alarak çıktığımız yolda, zebaniler kızacak diye yöntemimizi değiştirecek veya onlara şirin görünme hesapları yapacak değiliz. Diğer bir anlatımla, düzenin sahipleri ve sarayın kapıkulları kılıcı zaten çekmiş durumdalar, bizlerin çekeceği kılıçlar için yapılacak meşruiyet tartışmalarına itibar edilmemeli ve yaşamın her alanında gereken yapılmalıdır.
Emperyalizmin dümen suyuna girmiş, iktidarı ele geçirmiş egemenlerin belirlediği meşruluk anlayışı, “tek kişi yasalarını” temel alırken, çoğu zamanda bu yasaları bile tanımazken, Kemalist devrimciler için meşruluk; doğru ve haklı olanın, Kemalist devrimin ve halkın çıkarına olanın savunulmasıdır. Bunun için savaşım verilmesidir.
Kemalistleri haklı ve meşru kılan; tüm kurumlarıyla işgal edilmiş bir sistemin vereceği “icazet” değil, işgale, gericiliğe ve haksızlığa başkaldırının, Kemalizm’in vazgeçilmez bir gereği ve önkoşulu olmasıdır.
Uğur Mumcu ve devrim şehitlerimizi Saygı ve özlemle anmanın yetmediğinin, yetmeyeceğinin bilinciyle bu suikastların hesabının er geç sorulacağını unutmayacağız, unutturmayacağız.    SAYGILARIMIZLA
*ISPARTA ULUSAL GÜÇ BİRLİĞİ PLATFORMU

1.Alevi Kültür Derneği Isparta Şubesi
2.Cumhuriyet Halk Partisi Isparta İl Örgütü
3.Cumhuriyet Kadınları Derneği Isparta Şub.
4.Eğitim-İş Isparta Şubesi
5.Eğitim-Sen Isparta Temsilciliği
6  Türkiye Gençlik Birliği Isparta Şubesi
7     Türkiye Emekli Astsubaylar Derneği Isparta Şb
8  Ulusal Eğitim Derneği Isparta Şubesi
9   Vatan Partisi Isparta İl Örgütü
10 Y.Kuşak Köy Enst. Dern. Isparta Şubesi