13 Mart 2017 Pazartesi

CEHALETTE BOĞULUP SITMADAN ÖLMEDİYSEK EĞER BUNU ONA BORÇLUYUZ



Atatürk'ün Cumhuriyet Mucizesinin Bilançosu
Bugün Cumhuriyetimizin 88. yıldönümü. Türk insanının "padişahın kullarından" "özgür bireyler" haline getirilmesinin, kadının "köle" durumundan kurtarılıp erkekle "eşit" kılınmasının, aşağılanan, dışlanan Türklere kimliklerinin ve kişiliklerinin yeniden hatırlatılmasının, "akıl" ve "bilim” in gücünün vurgulanmasının, kısaca bu milletin yeniden insan onuruna yakışır biçimde yaşamaya başlamasının 88. yıldönümü. Kutlu olsun!
Cumhuriyet Devrimi (Kurtuluş Savaşı ve sonrasındaki yenilikler) Atatürk’ün kafasında ilk gençlikten beri biçimlenen, tecrübeyle, bilgiyle harmanlanan, zaman içinde olgunlaşan ve yeri ve zamanı geldikçe aşama aşama düşünceden uygulamaya geçirilen bir uygarlık projesidir.
Atatürk, 1918’de I. Dünya Savaşı’ndan 550.000 kayıpla çıkan, Mondros Ateşkes Antlaşması’yla orduları dağıtılan, ağır silahları elinden alınan, tünelleri, demiryolları, tersaneleri, yer altı ve yer üstü zenginlikleri, telgraf hatları ele geçirilen, bu da yetmezmiş gibi elindeki son toprakları da emperyalistlerce işgal edilen, kapitülasyonlar altında ezilen, sanayileşmemiş, aşiret ve tarikat kıskacında, aydınlanmamış, geri kalmış yıkık ve perişan bir ülkeyi önce bağımsız sonra çağdaş bir ülke haline getirmeyi başarmıştır.
Yoksul, perişan, cahil, yılgın, moralsiz ve emperyalizmle kuşatılmış ve kışkırtılmış bir topluluktan önce bir “birlik”, sonra bir “ordu” sonra da bir “millet” yaratmıştır.
Atatürk, 1921 yılında TBMM'de emperyalist ve kapitalist Avrupa’ya, “Biz tüm ulus olarak bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı bütün ulusça savaşan insanlarız” diyerek başkaldırmış ve kazanmıştır.
Böylece dünyada ilk kez bir adam ve o adama inanan bir millet, eli kanlı emperyalizmi dize getirmiştir.
Bu büyük başarı Atatürk’ü ve Türk milletini ezilen-sömürülen Doğu’nun bağımsızlık sembolü haline getirmiştir. İslam dünyasına göre o, Hıristiyan emperyalizmini dize getiren “ALLAH’IN KILICIDIR”
Prof. Arnold Tyonbee, bu gerçeği şöyle ifade etmiştir: “Türk ulusu kendisi için savaşırken aynı zamanda yoksul ülkelerin de savaşını vermiştir. Kendisine karşı kabaran sel sularını Ankara kapılarında durdurarak İzmir’e, Trakya’ya, İstanbul’a doğru süren Türklerin başlattığı yeni akım belki de Irak, Suriye, Filistin, Mısır, Tunus, Cezayir ve Hindistan’a dek etkisini sürdürecek ve bu ülkeleri kaplayan Batı selini sürükleyip götürecektir.”
Atatürk, emperyalizmin ezberini bozan ilk ve tek doğuludur: Önce yetersiz insan gücü, yetersiz silah ve cephane, yetersiz bilgi, yetersiz para ve yetersiz moral gücüyle  sanayileşmiş, bilgili, zengin ve şımarık emperyalizmi yenmiş; sonra da ortaçağ kalıntısı, geri kalmış, yoksul, bağımlı, bilgisiz ve sağlıksız bir “ümmet” imparatorluğundan çağdaş bir “ulus” yaratmıştır.     
Atatürk, hiç abartısız önce bir vatan, sonra bir millet sonra da bu vatanda bağımsız yaşayacak millete çağdaş (uygar) bir gelecek hazırlamıştır.
Dünyanın hiçbir döneminde ve hiçbir yerinde bir millet için bu kadar çok olumlu şey yapan başka bir lider daha yoktur.
Özetlemek gerekirse Atatürk bu milleti iki kere kurtarmıştır: İlk kurtuluş; akılla-silahla-imanla-cesaretle- kazandığı Kurtuluş Savaşı, ikinci kurtuluş ise; akılla-kalemle-bilgiyle-azimle kazandığı Uygarlık Savaşı’dır.
Elimizde Yokluk ve Yoksulluk Var İsmet
Atatürk, cumhuriyetin ilanından bir gün sonra 30 Ekim 1923’te İsmet Paşa’yı köşke davet ederek, ona ülkenin içinde bulunduğu durumu, Osmanlı’dan devralınan mirası anlatmıştır. Atatürk sözlerine, “Bize  geri,  borçlu, hastalıklı bir vatan miras kaldı. Yoksul bir köylü devletiyiz…” diye başlamıştır.

Atatürk çok haklıdır…

Osmanlı’dan Cumhuriyete kalan miras, işgal altında bir vatan, bolca dış borç, yoksulluk, yoksunluk ve bir de bağnazlıktır.
İşte genç Türkiye Cumhuriyeti’ne 1923 yılı itibariyle Osmanlı’dan kalan miras:
  Nüfusun % 80’i kırsal bölgede yaşıyor. Bunun önemli bir bölümü yerleşik değil göçebe. 40 bin köyün 37 bininde ne okul var, ne postane, ne de dükkân. 40 bin köyde yaklaşık 11 milyon insan yaşıyor. Bu insanların ancak % 2’si okur-yazar. 37.000 köyde okul yok. 1922 istatistiklerine göre 1950 köyde sığır vebası var.
  Düşmanların tümüyle yaktığı köy sayısı 830. Yanan bina sayısı 114.408. Ülkeyi neredeyse yeniden kurmak gerekiyor.
  Dört mevsim kullanılabilir karayolu yok denecek kadar az. Kışın batağa dönüştüğü  için geçilmesi çok zor.
  4.000 km kadar demiryolu var Anadolu’da. Bir metresi bile bizim değil. Tamamen emperyalistlere hizmet ediyor. Üstelik yetersiz bir demiryolu ağı. Vatanın bütünlüğünü sağlamak için ülkenin kuzeyini güneyine, batısını doğusuna bağlamak lazım.
  Denizciliğimiz acınacak durumda. Donanma, II. Abdülhamit döneminde Haliç’te çürütülmüş.
  Köylü topraksız.  Sabanı ve öküzü bile yok. Doğu’da, Cumhuriyetle de insanlıkla da bağdaşmayan aşiret, bey, ağa, şeyh düzeni var. 
  Her yerde tefeciler, spekülatörler, savaş zenginleri halkı eziyor.
  Çok az tarım mühendisi var. Güya tarım ülkesiyiz ama ekmeklik unumuzun çoğunu dışarıdan getiriyoruz. Sığır vebası hayvancılığımızı öldürüyor.
  Tüm Türkiye’de sadece 337 doktor var. 150 kadar ilçede doktor yok. Doktor başına 30.000 kişi düşüyor. Sağlık memuru sayısı 434. Pek az şehirde eczane var.  Türkiye’deki toplam eczacı sayısı 60.
  Salgın hastalıklar insanımızı kırıyor. Üç milyon insanımız trahomlu. Sıtma, tifüs, verem, frengi, tifo salgın halinde. Bit ciddi sorun. Nüfusumuzun yarısı hasta denebilir. Bebek ölüm oranı % 60’ı geçiyor. Ebe sayısı çok az. 40 bin köye karşılık diplomalı ebe sayımız 136.
  Telefon, motor ve makine yok denecek kadar az. Teknolojiden yoksun bir ülkeyiz. Radyo ve sinema sadece büyük kentler de var…
  Ekonomik hayatımız da içler acısı bir halde. Kapitülasyonlar, dış borçlar ve Duyun-u Umumiye belimizi bükmüş, tarım ilkel yöntemlerle yapıldığı için ve topraklar bilinçsiz kullanıldığı için üretim çok az.
  Bütün sanayi ürünlerini dışarıdan alıyoruz. Şeker, un ve hatta kiremidi bile ithal etmek durumundayız. Avrupa’nın her çeşit malı için açık pazar halindeyiz.
  Toplam sanayi kuruluşumuz 282. Ağırlığı gıda, dokuma ve deri sanayi oluşturuyor. Bu kuruluşlardaki sermaye ve emeğin sadece % 15’i Türklerin. Geri kalanlar yabancı ve azınlıkların. Madenler, limanlar ve demiryolları yabancıların elinde.
  Osmanlı’dan bize kalan sadece dört önemli fabrika var: Hereke İpek Dokuma, Feshane Yün İplik, Bakırköy Bez ve Beykoz Deri fabrikaları... 
  Sanayi gelişmemiş, iktisatçımız da çok az. Çoğu bilip okuduğu kavramların dışına çıkamıyor. Mühendisimiz olmadığı gibi ara elemanımız da yok.
  Elektrik yalnız İstanbul ve İzmir’in bazı kentlerde var.
  Yunanistan’dan gelen göçmen sayısı 400.000’i geçmiş. Göçmenlere ordunun yiyecek stoklarından yardım ediliyor.
  Zorunlu okuma yaşındaki çocukların ancak dörtte birini okutabiliyoruz. Halkın eğitimi ise hiç çözülmemiş bir sorun olarak duruyor. Erkeklerin % 7’si, kadınların %04’ü okuma yazma biliyor. Kürtler arasında okuma yazma oranı %01 bile değil.
  Tüm ülkede 337.618 ilkokul öğrencisi var. Bu zorunlu öğrenim görmesi gereken çocuğun sadece dörtte biri. Ülkede toplam 4.770 ilkokul bulunuyor. Tüm ülkede sadece 153 ortaokul ve lise var. Ortaokullarda sadece 543, liselerde 230 kız öğrenci okuyor. Öğretmenlerin üçte biri öğretmenlik eğitimi görmemiş. Bizim okullarımızın azlığına ve niteliksizliğine karşın yabancıların çok sayıda nitelikli okulu var.
  Medreseler askerden kaçma yeri ve bağnazlık yuvası durumunda. Hurafeleri din diye öğreten ve öğrencilere “salavatı tefriciye” çektiren bir anlayış egemen. Medreselerde Türkçe yasak. Ülkede sadece bir üniversite var. O da yüksek Medrese düzeyinde eğitim veriyor. Çağın gelişmelerine kapalı. Akıl ve bilim çoktandır unutulmuş.
  Halk kitap okumuyor. 1729’dan 1830 yılına kadar 100 yıl içinde Osmanlı’da basılan toplam kitap sayısı sadece 180. Aynı sürede Batı’da basılan kitap sayısı ise 90.000. Basının toplam tirajı 100.000’i geçmiyor. Gazeteler ve dergiler, sadece İstanbul ve İzmir gibi büyük kentlerde az sayıda okuyucu bulabiliyor.
  Kitap yok, kütüphane yok, müze yok, tiyatro yok, sinema yok, radyo yok; halkı aydınlatacak, bilinçlendirecek, eğitecek kurumlar yok. Halk adeta kendi kaderine ve cami imamının, tarikat şeyhinin, Medrese ehlinin bilgisine ve insafına terk edilmiş durumda.
  Halk müziğe, heykele, tiyatroya, sinemaya, baloya, sanata, spora çok uzak.
  Halkta tarih bilinci yok. Tarih denince peygamberlerin ve padişahların hayat öyküleri anlaşılıyor. Birçok tarihi eserler yurt dışına kaçırılmış. Antik tarihten ve Arkeolojiden anlayan insan sayısı bir elin parmakları kadar.
  Türkçe ihmal edilmiş, sözcükler unutulmuş.  Türkçe Türkçeliğini yitirdiği için dilin adına Osmanlıca denilmiş. 600 yıldan fazla bir zaman içindeki özensizlik nedeniyle Arapça-Farsça ve Fransızca Türkçeyi adeta istila etmiş. Dahası eklemeli ve sesli harf sayısı çok fazla bir dil olan Türkçe, Türkçeye hiç uymayan çekimli ve sesli harf sayısı çok az bir dil olan Arapçanın alfabesiyle yazılmaya çalışılıyor. Arapça, Farsça ve Fransızca almış başını gitmiş, Türkçe unutulmaya terk edilmiş.
  Kadınlar ikinci sınıf, medeni, sosyal ve siyasal haklardan yoksun. Kadın erkek eşitliği yok. Bir gün kadınların da erkeklerle eşit haklara sahip olacakları, avukatlık, hâkimlik, pilotluk, profesörlük, milletvekilliği, atletizm yapabileceklerini hayal bile etmek mümkün değil.
  Birçok tarikat hayata yöne vermeye çalışıyor. Mezhep çatışmaları hat safhada. Falcılar, büyücüler, şeyhler, Şıhlar ayrıcalıklı konumda. Din istismarı çok yaygın.
  600 yıl boyunca Türkler ihmal edilmiş. Yönetim dönme devşirmelere bırakılmış.  Türkler, devlet yönetiminden dışlanmış, sadece köylü, çiftçi ve asker olabilmiş. Bu nedenle de kimliğini, kişiliğini ve kendine güvenini kaybetmiş. 
  Hukuk sistemi, yargı sistemi, anayasal düzen, hatta takvim, saat, ölçüler bile çağa uymayan bir durumda. Kılık kıyafet, “ne milli ne beynelmilel”, gülünç durumda…
  Biat kültürü hâkim, 600 yıldan fazla devam eden saltanat sistemi içinde halkın kaderi hep padişahın iki dudağı arasında olmuş. Padişah “rai” (çoban) mantığıyla “reaya”(sürü) diye gördüğü halkı gütmüş. Saray, devlet adamları, din adamları, gayrimüslim zenginler ayrıcalıklı “havas” yani üstün sınıf, Müslüman Türk halkı ise alt tabaka, yani “avam” olarak görülmüş.
İşte Cumhuriyet mucizesi bu korkunç tabloyu çok kısa bir sürede tamamen tersine çevirmiştir. Bu yokluk, yoksulluk ve geri kalmışlık içinde Atatürk ve çevresindeki “devrimci kadro”, sadece 15 yıl gibi çok kısa bir sürede dünyaya parmak ısırtacak bir başarıya imza atmıştır.
Üstelik ATATÜRK Cumhuriyet mucizesine imza atarken, ilk on yıl içinde bir büyük isyan (Şeyh Sait İsyanı), irili ufaklı çatışmalar, iki kısmı seferberlik ve bir büyük dünya krizi yaşanmıştır. Kısıtlı bütçesine rağmen yabancılardan çok fazla borç almadan kalkınmayı başarmıştır.
Cumhuriyet, İzmir İktisat Kongresi’yle başlayan kalkınma sürecinde denk bütçe, açık diplomasi, “yurtta barış dünyada barış” ilkeleriyle hareket etmiştir. Milletler Cemiyeti’ne ancak davet edilince girmiştir. Bu dönemde % 10 kalkınma hızı, %20 sanayileşme hızı yakalamıştır.
Son beş yılda ise, bir büyük isyan (Dersim İsyanı) ve irili ufaklı çatışmalar, Hatay ve Boğazlar sorununa rağmen Devletçi ekonomiyle ve kalkınma planlarıyla fabrikalarını, demiryollarını, bankalarını kurmuş ve büyük bir hızla sanayileşmiştir. Halkçılık ilkesi doğrultusunda halkevleri, halkodaları, köy öğretmen okulları, köy okulları, millet mektepleri, enstitüleri, yüksekokulları ve üniversitesini kurarak halkı bilinçlendirmiştir. 15 yıl gibi kısa bir sürede, ortaçağ kalıntısı geri kalmış bağımlı bir toplumdan çağdaş bir ulus yaratılmıştır. Neresinden bakarsanız bakınız bunun adı Atatürk ve Cumhuriyet mucizesidir.
İşte Atatürk ve Cumhuriyet mucizesinin kısa bir bilançosu:
  Kurtuluş Savaşı boyunca “milli egemenlik” ilkesi doğrultusunda hareket eden, emperyalist kuşatmayla çevrilmiş ve demokrasi geleneği olmayan bir ülkede “ille de meclis, önce meclis” diyerek milletin temsilcilerinden oluşan TBMM’yi açan, bütün bir ölüm kalım savaşını bu halk meclisiyle birlikte yürüten, daha sonra “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” diyerek 600 yıllık Osmanlı saltanatını yıkan, siyasal kültürü artırmak için bir siyasi parti kuran (CHP), Cumhuriyeti ilan eden, hilafeti kaldıran ve kadınlara seçme seçilme hakkı veren ve iktidarı denetlemek için bir parti daha kurup (SCF) demokrasinin alt yapısı hazırlayan Atatürk böylece, 600 yıldan fazla bir zamandır sultanlar-padişahlar-halifeler tarafından “rai” (çoban), “reaya” (sürü) mantığıyla güdülen bir “kul” kitlesinden, özgür iradesiyle kendi kaderini kendisi belirleyen “bireyler” yaratmıştır. Cumhuriyet sayesinde kul bireye, ümmet millete dönüşmüştür. Bu gerçek anlamda “devrimci” bir  dönüşümdür. İslam dünyası bugün hala Atatürk’ün yüzyılın başında yaptığı bu dönüşümü yapamamanın sıkıntılarını çekmektedir. İki dünya savaşı arasında meclisleri açık olan ve bir şekilde demokratik işleyişe sahip olan ülke sayısı Avrupa’da 5 Amerika’da 5 olmak üzere toplam 10 ülkedir. Türkiye de bu ülkelerden biridir. Dünya’da, 1920’de sadece 35 anayasal ve seçilmiş hükümet varken, bu sayı 1938’de 17’ye düşmüştür. 1944’de ise tüm dünyadaki 64 ülkenin sadece 12’si meclise ve anayasal düzene sahip, demokrat olarak adlandırılabilecek ülkelerdir. Türkiye de bu ülkelerden biridir. Türkiye, KADINLARA SEÇME SEÇİLME HAKKI VERME konusunda İslam dünyasında “1.”, Avrupa’da “7.”, Dünya’da “12.” sıradadır.
 Demokrasi ve kadın hakları konusunda oldukça geri kalmış bir İslam ülkesi olan Türkiye’nin bu başarısı, kelimenin tam anlamıyla göz kamaştırıcıdır. Avrupa’da faşist diktatörlüklerin kol gezdiği bir ortamda Atatürk demokrasiyi, “İnsan ırkının ümidi” ve “daima yükselen bir deniz” olarak adlandırmış ve bu doğrultuda Türkiye’yi demokrasiye hazırlamıştır. Nitekim bu hazırlıklardan sonra Türkiye 1946’da çok partili hayata 1950’de de demokrasiye geçmiştir.
  Atatürk, 600 yıldır Türkleri “etrak-ı bi idrak” diye merkezden çevreye dışlayan, onları çiftçi-köylü ve asker yapan, devlet yönetimini tamamen Hıristiyan-Yahudi-dönme-devşirme-soylu unsurlara bırakan, Kürtleri kullanma karşılığında onların aşiretleşmelerine ve fedaileşmelerine izin veren zihniyete son verip Türkleri yüzyıllar sonra yeniden çevreden merkeze taşımıştır. Cumhuriyet'le Türklere devlet kapıları yeniden açılmış, ülke yönetimi saltanat soylularının elinden alınarak halka verilmiştir
Cumhuriyet'le birlikte, yüzyıllar sonra ilk kez bu ülkede dönme-devşirme-saltanat soylusu olmayan sıradan halk kitleleri başbakan, cumhurbaşkanı ve bakan olabilmişlerdir. Yakın tarihimizde, Süleyman Demirel, Turgut Özal, Abdullah Gül, Tayyip Erdoğan gibi “halkın içinden gelmekle” övünen kişilerin ülke yönetiminde söz sahibi olmalarının tek nedeni Atatürk’ün ve Cumhuriyet'in Osmanlı’nın dönme-devşirme-soylu saltanatına son vermiş olmasıdır. Ama Atatürk ve genç Cumhuriyet sayesinde bakan, başbakan ve cumhurbaşkanı olan bu kişiler, Atatürk Cumhuriyeti’ni “jakoben” (tepeden inmeci) ve “seçkinci” olarak adlandırmışlar, kendilerini Osmanlı sultanlarıyla özdeşleştirmişlerdir. Akıl tutulması bu olsa gerekir.
Atatürk'ün genç Cumhuriyeti Türk Tarih Kurumu’nu, Türk Dil Kurumu’nu, Ankara Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’ni kurmuş, Türk Tarih Tezini ve Türk Dil Tezi’ni geliştirip Türkçenin yapısına uygun Yeni Türk Harflerini (Göktürk- Etrüsk- Latin Harfleri) kabul etmiş, Türk ağızlarında tarama ve derleme çalışmalarıyla unutulmaya yüz tutmuş Türk dilini yeniden açığa çıkarmış, böylece Osmanlı’da tarihini, dilini, dolayısıyla kimliğini ve kişiliğini kaybetme noktasına gelen Türklere yeniden dilini, tarihini; kısaca milli kimliğini anımsatmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” diyerek de Türkiye’deki herkesi, ırkına, cinsine, dinine bakmaksızınTürk milleti” diye adlandırmıştır.
  Atatürk, 1928’de Yeni Türk Harflerinin kabul edilmesinin ardından Millet Mekteplerini açtırmıştır. Ülke genelinde toplam 54.050 Millet Mektebi açılmıştır. Bunun 18.589’u şehirlerde, 35.46’sı köylerdedir. Bu okullarda toplam 46.000 öğretmen görev almıştır. 1929-1934 arasındaki 5 yıl içinde Millet Mekteplerine devam eden 2.305.924 kişiden 1.124.926 kişi yeni yazıyı öğrenip diploma almıştır. Millet Mekteplerinde 1929-1936 tarihleri arasında ise 2.546.051 kişi yeni yazıyı öğrenerek diploma almıştır.
Millet Mekteplerinde hiç okuma yazma bilmeyen 458.000 köylü kadından 152.968’ine okur-yazarlık belgesi verilmiştir. Türkiye’de 1927 yılında okuma-yazma oranı erkeklerde % 7 kadınlarda % 04 iken, Harf devriminden 7 yıl sonra, 1935 nüfus sayımına göre (toplam 17 milyon) okur-yazarlık oranı % 19,2’ye yükselmiştir. Bu oran, Harf devrimi öncesinin neredeyse iki katıdır. Okuma-yazma oranı sürekli artarak 1940-41’de % 22,4’e yükselmiştir. Neresinden bakılırsa bakılsın bu artış bir dünya rekorudur.
Köy eğitmenleri projesiyle Anadolu’nun en ücra köşelerine kadar genç ve idealist öğretmenler gönderilmiş, bu öğretmenler köylülerle birlikte kurdukları okullarda köy halkına hem okuma-yazma öğretmiş, hem bilim, sanat, kültür konularında temel bilgiler vermiş, hem de tarım, hayvancılık, bağcılık ve bahçecilik, el sanatları gibi konularda halkı eğitmiştir. 1940’ların ortalarına kadar 7000 köye okul götürülmüştür. Atatürk döneminde okul ve öğrenci sayılarında büyük bir artış görülmüştür. 1924-1936 yılları arasında ki 12 yılda ilkokul sayısı % 25’lik bir artışla 4.894’ten 6.112’ye çıkmış; 1936-1946 yılları arasındaki 10 yılda ise bu sayı % 146’lık bir artışla 6.112’den 15.009’a çıkmıştır. Öğrenci sayısındaki artış ise ilk dönemde % 92, ikinci dönemde ise % 114’tür. İsmail Hakkı Tonguç’un verdiği bilgilere göre bu ikinci dönemde asıl artış köylerde olmuştur. Bu dönemde okul sayısındaki artış % 185, öğrenci sayısındaki artış ise % 119’dur.
  Atatürk, tekkeleri, zaviyeleri ve türbeleri kapatarak, tarikatlara son vererek, falcılık, büyücülük, üfürükçülük ve din istismarıyla mücadele ederek, hurafelerin bataklığında debelenen bir topluma “gerçek dini” göstermek için çok ciddi adımlar atmıştır. Softalıkla, yobazlıkla mücadele etmiştir. Dine ve dindara değil, dinciye ve din oyunu aktörlerine karşı gelmiştir. Halkın dini gerçekleri hiçbir aracıya ihtiyaç duymadan anlaması için kutsal kitap Kuran-ı Kerim’i ve sağlam hadis kaynaklarını Türkçeye tercüme ettirmiştir. Bu iş için TBMM özel bir bütçe ayırmıştır. Elmalılı Hamdi Yazır’ın Kuran tefsir ve tercümesini ve Buhari’nin Hadis Kaynağını on binlerce takım bastırarak ülkenin dört bir yanına ücretsiz olarak dağıttırmıştır. 1924 yılından 1950 yılına kadar 352.000 takım dini kitap bastırılmış ve yurdun en ücra köşelerine kadar dağıtılmıştır. Bu kitapların dağılımı şöyledir: 45.000 adet Kuran-ı Kerim tercüme ve tefsiri (19’ar cilt), 60.000 adet Buhari Hadisleri tercüme ve izahı (12’şer cilt), 247.000 adet din kültürü eserleri… Şeri bir imparatorluk olarak bilinen Osmanlı’da 1400 ile 1730 yılları arasında, yani yaklaşık 300 yıllık bir dönemde telif olarak 14 tefsir, 48 fıkıh, 25 akit ve kelam, 11 ahlak, 44 değişik konular ve sadece 1 tane de hadisle ilgili kitap yazılmıştır. Yani Osmanlı’da yaklaşık 300 yıl boyunca din içerikli toplam 143 eser yazılmıştır. Görüldüğü gibi kimilerince “dinsizlikle” suçlanan genç Cumhuriyet’in dini konularda ortaya koyduğu eser sayısı “dindar” diye adlandırılan Osmanlı’da 300 yılda ortaya koyulan eser sayısından katbekat fazladır: 300 yılda sadece 143 dini esere karşılık, 25 yılda 352.000 takım dini eser… Kimin gerçekten daha dindar olduğuna siz karar verin! (Bu bilgilerin ayrıntılarına ulaşmak için bkz. Sinan Meydan, Atatürk İle Allah Arasında, 4.bas, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2012)
  Atatürk, dünya işlerini dinsel ilkelere göre değil, çağdaş hukuka, akıl ve bilim ilkelerine göre halletmek için şeri hukuka son vermiş, din adamlarıyla devlet adamlarının yetki ve sorumluluk alanlarını ayrıştırmıştır. Bir taraftan dinle dünya işlerini birbirinden ayırırken, diğer taraftan Kimsenin inanışına engel olunamaz… Biz düşünceye ve inanışa saygılıyız…” diyerek inanç ve ibadet özgürlüğünü anayasal güvence altına almıştır. Tarikatların, cemaatlerin, din istismarcılarının dini kendi kontrollerine almalarını engellemek için Diyanet İşleri Başkanlığı kurmuştur. Türk çocuğunun dinini-diyanetini doğru bir şekilde öğrenmesi için çalışmalar yaptırmış, köy okullarında din dersleri devam etmiş, bu derslerde 3. ve 4. sınıflarda Cumhuriyet Çocuğunun Din Dersleri adlı ders kitapları okutulmuştur. Atatürk, okullarda okutulan ve bazı bölümlerini bizzat kaleme aldığı Medeni Bilgiler ve Tarih II kitaplarında, “dinler” ve “İslam tarihi” konusunda eleştirel bir yaklaşım ortaya koyarak gençlerin “din” konusuna bile “akılcı” ve “eleştirel” bir gözle yaklaşmalarına zemin hazırlamıştır. Bu durum tamamen onun devrimci, stratejik ve taktisyen hareket tarzıyla ilgilidir. Atatürk'ün "Vatandaş İçin Medeni Bilgiler" kitabındaki "din" ve "İslam" eleştirilerini "onun dinsizliğine" kanıt gösterenler fena halde yanılmaktadırlar. Nasıl ki Atatürk'ün 1923 yılında Balıkesir Paşa Camii'nde minbere çıkıp hutbe okuması onun "dindarlığına" kanıt olarak gösterilemezse, 1930'da "Vatandaş İçin Medeni Bilgiler" kitabındaki "din eleştirileri" de onun "dinsizliğine" kanıt olarak gösterilemez. Çünkü her ikisi de tamamen koşullara göre yapılmış stratejik açıklamalardır.
1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat Kanunu’na göre İstanbul Darülfünun’u bünyesinde bir İlahiyat Fakültesi kurulmasına karar vermiştir. Üniversite Reformu’ndan sonra bu kurum Yüksek İslam Enstitüsü’ne dönüştürülmüştür. Camiler açık olmuş, ezanlar susmamış, ibadet devam etmiş, dini bayramlar bütün coşkusuyla kutlanmıştır. Dahası, camisi olmayan veya Kurtuluş Savaşı yıllarında camisi yıkılan köylere ve kentlere bizzat Atatürk cami yaptırmıştır. Örneğin, Eskişehir’in Mihalıççık köyündeki tarihi bir cami, Atatürk’ün verdiği 5000 lirayla yeniden yaptırılmıştır.  (Bu bilgilerin ayrıntılarına ulaşmak için bkz. Sinan Meydan, Atatürk İle Allah Arasında, 4.bas, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2012)
  Atatürk, Müslüman Türk milletini dünyanın gözü önünde gülünç duruma düşüren ve Batı’nın Türklere yönelik aşağılamalarına “görsel meşruiyet” kazandıran, çağın ve hayatın gerisinde kalmış, Türk kültürüyle uzaktan yakından hiçbir ilgisi olmayan garip kılık kıyafeti çıkarttırarak, bütün medeni dünyada kullanılan çağdaş kılık kıyafeti giydirmiştir. Atatürk, Şapka giydirdim ki, başa giyilen şeyle din değiştirilmeyeceğini anlasınlar…diyerek şapka devriminin bir gardırop meselesi değil bir zihniyet meselesi olduğunu anlatmak istemiştir. Türkiye’de tek bir Allah’ın kulu şapka giymediği için idam edilmemiş ve cezalandırılmamıştır. İstiklal Mahkemesi, şapka devrimine karşı kışkırtıcılık yapan, halkı isyana teşvik eden sadece 27 karşı devrimciye idam kararı vermiştir. Tük kadını tefritten ve ifrattan kaçınmalıdır” diyen Atatürk, kadınların kılık kıyafeti konusunda hiçbir yasal yaptırıma gitmemiştir. Yalnızca kadınların bilinçlendirilmesi ve yerel yönetimlerin bu konudaki tavsiye niteliğindeki kararlarıyla yetinmiştir. CHP’nin kadınların çarşaflarını, peçelerini, başörtülerini zorla çıkarttırdığı kocaman bir Cumhuriyet tarihi yalanıdır.
  Atatürk, çağdaş dünyayla ekonomik, kültürel ve siyasi ilişkileri arttırmak için çağdaş dünyanın kullandığı alfabe, takvim, saat, ölçü, hafta sonu tatilini kabul etmiştir. Böylece içe kapalı Türkiye, özellikle ticarete, kültürde ve siyasette çağdaş dünyaya açılmıştır. Bu bakımdan Atatürk Cumhuriyeti’nin “statükocu”, “içe kapalı” olduğu iddiası kocaman bir Cumhuriyet tarihi yalanıdır.
  Atatürk, çağın şartlarına ve hayatın gerçeklerine uymayan, modası geçmiş eski hukuk sistemini büyük oranda değiştirerek çağdaş dünyanın kullandığı zamana ve hayata uygun hukuk sistemini kabul etmiştir. Böylece kadın haklarını sınırlandıran Mecelle’nin yerine Türk aile yapısına uygun İsviçre Medeni Kanunu kabul edilmiş, bu kanunla Türk kadınlarına sosyal, kültürel ve ekonomik haklar tanınmış; çok kadınla evlilik yasaklanmış, resmi nikâh zorunlu hale gelmiş, kadının kocasını boşamasının ve kız çocuklara miras bırakılmasının önü açılmış, kadının çalışmasını ve sosyal hayata katılmasını engelleyen ortaçağ kalıntısı zihniyete büyük bir darbe vurulmuştur. Türk Ceza Kanunu İtalya’dan alınmıştır. Ancak, bu kanun bazılarının iddia ettiği gibi Faşist Musolini’nin ceza kanununun çevirisi değildir, bizim aldığımız ceza kanunu 1889 tarihli İtalyan Ceza Kanunu’nun çevirisidir. O dönemde dünyadaki en ileri ceza kanunu budur. Her alanda çağdaş hukuka geçilip eski hukuk kökünden sökülüp atılarak Osmanlı’daki hukuk karmaşasına son verilmiştir. Ankara Hukuk Mektebi açılarak çağdaş Türk hukukçuları yetiştirilmiştir.
  Atatürk, Tevhid-i Tedrisat Kanunu’yla yamalı bohça görünümündeki çok başlı eğitim sistemine son vererek eğitim öğretimi birleştirmiştir. Böylece çağın gerisinde kalan, uzun bir dönemdir kapılarını akıl ve bilime kapatan Medreseler kapatılmıştır. Türkiye’deki yabancı okullar kapatılmış, azınlık okulları Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanarak denetlenmiş, bu okullarda Türkçenin okutulması zorunlu kılınmıştır. Böylece, yabancı okullar (misyoner okulları), azınlık okulları, 19. yüzyılda açılan çağdaş okullar ve eski usul eğitim ve öğretim veren mektep ve medreseler arasında bocalayan gençlerin çağdaş, milli ve laik bir eğitim alabilmelerinin yolu açılmıştır.  
   Atatürk, bilgi üretemeyen, harf devrimi yapıldığında Latin harfleriyle yazacağıma kalemimi kırarımdiyen, Okul bahçesinde fotoğraf çektirmenin günah olduğunu” söyleyen hocaların görev yaptığı yüksek medrese görünümündeki Darülfünun’u kapatarak Nazi baskısından kaçan bilim insanlarının da istihdam edildiği İstanbul Üniversitesi’ni açtırmıştır. İstanbul Üniversitesi, 1930’lu yılların dünyasındaki en önemli üniversitelerden biridir. İstanbul Üniversitesi’nde görev alan yabancı bilim insanları arasında kendi alanlarında dünyaca ünlü çok sayıda bilim insanı vardır: İktisat profesörleri W. Röpke, A. Rüstow, G. Kessler, F. Neumark; kimya profesörleri F. Arndt, F. Haurowitz, E. M. Alsleben; tıp profesörleri P. Schwartz, R. Nissen, A. Eckstein; müzik profesörleri P. Hindemith, C. Ebert, E. Zuckmayer; hukuk profesörü E.Hirsh; kent bilimci Prof. E. Reuter… bunlardan sadece birkaçıdır. Dünyanın en önemli fizikçileri, matematikçileri, müzikologları, Sümerologları, Hititologları, antropologları İstanbul Üniversitesi’nde istihdam edilmiştir. Ayrıca Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi ve Ankara Hukuk Mektebi de genç Cumhuriyet'in güzide kültür kurumlarındandır.
  Atatürk, Türkiye’nin dört bir yanında Halkevleri-Halkodaları açtırarak, yüzyıllardır cahil bırakılmış, eğitimle, sanatla, kültürle, bilimle bütün bağları koparılmış Anadolu insanı her konuda aydınlatmaya çalışmıştır. Anadolu’nun en ücra köşesine kadar yayılan Halkevleri-Halkodaları uygulaması, Türkiye’de gerçek anlamda bir Anadolu Rönesans’ı başlatmıştır. Halkevleri-Halkodaları sayesinde Anadolu insanı eğitimle, sanatla, bilimle, kültürle, sporla tanışmıştır. Batı’dan yaklaşık 400 yıl kadar sonra Anadolu insanı gerçek anlamda ilk kez okuma-yazma öğrenmiş, tiyatro izlemiş, müzik dinlemiş, kitap okumuş, sergi gezmiş, heykel ve resim görmüş, dans etmiş, spor yapmış, kadınlı erkekli toplantılara katılmış, birlikte öğrenmiş ve birlikte eğlenmiştir. Anadolu’nun en ücra köşelerine kadar ulaşan Halkevleri, çölde bir vaha misali Anadolu bozkırına can vermiştir. 1932’de 24 Halkevi ve 34.000 üyesi vardır. Aradan geçen altı yıl sonra, 1938’de ise bu rakam 209 Halkevine ve erkek-kadın 100.000’den fazla üyeye ulaşmıştır. 1936 yılında 103 Halkevi çatısı altında çeşitli etkinliklere katılan insan sayısı 2 milyon 100 bin’dir.
  Atatürk aşiret ve tarikat kıskacındaki Doğu halkını rahatlatmak için toprak reformu yapmak istemiş, bu yönde ilk adımları da atmıştır. 1934 yılında çıkartılan İskân Kanunu’yla yoksul köylüye toprak dağıtılmıştır. Genç Cumhuriyet 1923-1938 arasında toplam, 246.431 aileye toplam 9.983.750 dekar toprak dağıtmıştır. Atatürk’ün, Doğu’daki ağa-şeyh-aşiret-tarikat yapılanmasını yok ederek halkı özgürleştirmek için attığı bu önemli adım, emperyalizmin kontrolünde halkı sömüren feodallerin tepkisiyle karşılaşmış ve Doğu Anadolu’da genç Cumhuriyete karşı Ağrı ve Dersim isyanları patlak vermiştir.
  Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nın hemen ardından 17 Şubat 1923teki İzmir İktisat Kongresi’yle Türkiye’nin ekonomik kalkınmasını başlatmıştır. 1923-1929 arasındaki liberal ağırlıklı Karma Ekonomi denemesi 1929’daki dünya ekonomik krizinin ardından 1930-1938 arasında Planlı Devletçiliğe dönüştürülmüştür 1927’deki Teşvik-i Sanayi Kanunu ve 1929’daki gümrük tariflerinin kontrolüyle canlanan ekonomi, 1934'te Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın ardından başlayan ağır sanayi hamlesiyle dosta düşmana parmak ısırtacak bir başarı elde etmiştir. Osmanlı’dan sadece 4 fabrika miras kalan genç Cumhuriyet, 1926-1938 arasında Türkiye’nin değişik bölgelerinde 28 fabrika kurmuştur. Bu fabrikalarda işçi hakları en üst düzeyde tutulmuş, işçiler ve yöre halkı için sosyal imkânlar sağlanmıştır. Bu fabrikalar aynı zamanda birer kültür kumudur. 1929-1938 arasında ağır sanayi üretimi % 152 artarken toplam sanayi üretimi % 80 artış göstermiştir. Artış kömürde % 100, kromda %  600, diğer madenlerde % 200 olurken, demir üretimi sıfırdan 180.000 tana çıkmış, şeker üretimi 200 misli artmıştır, 1930 yılında Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu ve yine aynı yıl Merkez Bankası’nın kuruluşu çerçevesinde, TL’nin sterlin, ABD doları ve İtalyan lireti karşısındaki değeri yükselmiştir. Ulusal bankaların sayısı giderek artmıştır. Ülke genelinde 1924'de 19 ulusal banka varken (15’i yabancıların) 1938'de bu sayı 39'a yükselmiştir (9’u yabancıların). 1923 yılında İthalat ihracat arasındaki fark (-60) iken, başarılı ekonomik politikalar sonunda 1938’de bu fark (-5)’e düşmüştür. 1929 dünya  ekonomik krizine rağmen 1924-1938 arasındaki büyüme hızı % 10’un altına düşmemiştir. Enflasyonsuz büyüme gerçekleştirilmiş, GSMH  3 katına, kişi başına milli gelir 2 katına çıkmıştır. 1923-1938 arasında 11 yıl boyunca gelir gider eşitliği sağlanmış (denk bütçe), 3 yıl gelir giderden fazla olmuştur. 1938’e gelindiğinde Merkez Bankası’nda 36 milyon dolar döviz, 26 ton altın vardır. Artık şeker, çimento, kereste ve deri ürünlerinde milli ihtiyacın tamamı, yünlü dokumada % 83’ü, pamuklu dokumada % 43’ü, kâğıtta % 32’si, camda ve cam eşyada % 63’ü milli üretimle karşılanmaktadır. 1938’de devletin Osmanlı borçlarından başka borcu yoktur.
  Atatürk, ülkenin dört biryanını demiryolu ağlarıyla birbirine bağlamıştır. Osmanlı’dan Cumhuriyete, yabancıların kontrolündeki 4.112 km demiryolu miras kalmıştır. 1928-1938 arasında bu demiryollarının 3.387 kilometrekaresi satın alınarak milleştirilmiştir. 1923’de 4.112 kilometre olan demiryolu uzunluğu, 1938’de 7.132 kilometreye ulaşmıştır. Yani Osmanlı’nın son 150 yılında üstelik tamamen yabancılara yaptırıp işlettiği demiryoluna yakın uzunlukta bir demiryolu ağını genç Cumhuriyet 10 yılda kendi imkânlarıyla yapmıştır. Üstelik Cumhuriyetin demiryolları, ülkenin doğusuyla batısını, kuzeyiyle güneyini eksiksiz birbirine bağlayan çok daha işlevsel niteliktedir. 1938’den günümüze kadar geçen 73 yılda yaklaşık, 1500 kilometre demiryolu yapıldığı göz önüne alınırsa, Atatürk Cumhuriyeti’nin demiryolu konusundaki başarısı çok daha iyi anlaşılacaktır. Atatürk, yol olmadığı için adeta kaderine terk edilmiş durumdaki köyleri merkeze bağlamak amacıyla köy yollarının yapımına ve onarımına büyük önem vermiştir. Bu doğrultuda çok kısa bir zamanda adeta bir dünya rekoru kırılmış ve 1923-1926 yılı arasında 27.850 km köy yolu açılmış onarılmış ve düzeltilmiştir.
    Atatürk, 1926 yılında Tayyare ve Motor Türk AŞ.’yi kurdurmuştur.  1928’de Kayseri’de  bir  Uçak Fabrikası kurularak üretme başlamıştır. Fabrika, Alman Junkers firmasıyla birlikte 1938 yılına kadar 15 adet Junkers A 20 Uçağı, 15 adet ABD Havk Muharebe Uçağı, 15 adet Gotha İrtibat Uçağı üretmiştir. Kayseri Uçak Fabrikası’nda toplam 112 uçak üretilmiştir.  Fabrika yurt dışından bile uçak siparişi almıştır.  Fabrika, 1939 yılından itibaren uçak üretimine  son vererek sadece Hava Kuvvetleri’ne ait uçakların bakım ve onarım işlerini yapmaya başlamıştır. 1925 yılında Vecihi Hürkuş, her şeyi ile yüzde yüz ilk Türk uçağını yapmıştır. 1936 yılında Nuri Demirağ, İstanbul Uçak Fabrikası’nı kurmuştur. Nu 37 koduyla uçak üretimine başlamıştır. Bu uçaklardan 24 adet üretilmiştir.
   Atatürk, Türk insanının belini büken amansız hastalıkların kökünü kazımıştır. Sağlık bakanlığına bağlı bir avuç idealist Cumhuriyet doktoru, sıtma, verem, tifüs, frengi, cüzzam ve trahom gibi salgın hastalıklarla mücadele etmiş ve bu hasatlıkları büyük oranda etkisiz hale getirmiştir. 1924 yılında 150 ilçede Muayene ve Tedavi evi açılmıştır. Hastane sayısı 1940’ta 198’e ulaşmıştır. 1926’da Manisa ve Elazığ’da Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastaneleri, Ankara ve Konya’da Doğum ve Çocuk Bakımevleri açılmıştır  Adana, Malatya, Antep, Kilis, Besni de Trahom Savaş Hastaneleri açılmıştır. Adana, Gaziantep, Malatya, Urfa ve Maraş’taki mücadele sırasında toplam 120 yataklı trahom hastaneleri kurulmuş ve yalnızca 1934 yılında müracaat eden 87.000 kişiden 2.215’i tedavi, 4.318’i ameliyat edilmiştir.  1925-1931 arasında ülke genelinde 40.000 trahomlu tedavi edilmiştir. Adana’da Sıtma Enstitüsü hizmete girmiştir. Değişik bölgelerde 11 Sıtma Dispanseri kurulmuştur. 1931 yılına kadar 2 milyon hasta tedavi edilmiştir. 1924-1938 arasında 17 milyon sıtmalı kontrolden geçirilmiştir, 5 milyonu tedavi edilmiştir, 350 kilometrekare bataklık kurutulmuştur. 1000 km kanal açılmıştır. Sıtmayla mücadele konusundaki bu büyük başarının dünyada eşi benzeri yoktur. 1922’de 22 olan Kızılay Dispanseri sayısı 1932’de 339’a, yatak sayısı ise 189’dan 1318’e çıkmıştır. 1960 yılına gelindiğine ülke genelinde doktor sayısı 9.826’ya, hemşire sayısı 2420’ye, ebe sayısı 3126’ya çıkmıştır.  1922’de 1.950 köyde sığır vebası vardı. 1932’de sığır vebası tamamen önlenmiştir.
   Atatürk, Türk insanına sanatı, sanatçıyı, tarihi, kültürü, sporu, çevreyi sevdirmiştir. Halkevleri aracılığıyla resim, heykel, müzik, tiyatro, sinema gibi sanatların Anadolu’nun dört bir yanına yayılmasını sağlamıştır. Yetenekli gençleri Avrupa'ya resim, müzik öğrenimi için göndermiştir Böylece Cemal Reşit Rey, Ulvi Cemal Erkin, Adnan Saygun gibi kompozitörler; Çallı İbrahim, Namık İsmail gibi ressamlar yetişmiştir. 1937’de Türkiye’deki ilk resim galerisini, Resim ve Heykel Müzesi’ni açmış, İbrahim Çallı başta olmak üzere dönemin Türk ressamlarıyla ilgilenmiş, İlk Türk operasının (Özsoy) hazırlanması için ünlü müzisyen Adnan Saygun'u görevlendirmiş, Cemal Reşit Rey'e de ilk konservatuarı kurdurmuştur. Türk müziğinin araştırılmasını sağlamış, çok sesli müziğin tanınıp dinlenmesi için mücadele etmiştir. Kulakları çok sesli Alafranga müziğe alıştırmak için bir süre çok sevdiği Alaturka müziği yasaklamıştır. (Bu durum da devrimci bir stratejidir). Cumhurbaşkanlığı Orkestrası’nı kurdurmuştur. Şehir tiyatrolarının yurdun en ücra köşelerine kadar turneler düzenleyerek halka temsiller vermesini sağlamıştır. Eski Türk oyunlarının yeniden hatırlanmasını ve oynanmasını istemiştir. Mevlana, Yunus Emre, Karacaoğlan’ın hatırlanmasını ve anılmasını; Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim, Mimar Sinan, Piri Reis gibi Türk büyükleri hakkında bilimsel araştırmaların yapılmasını ve bu kişilerin heykellerinin dikilmesini istemiştir. Nitekim Piri Reis hakkındaki ilk bilimsel araştırmalardan birini Manevi kızlarından tarihçi Afet İnan’a yaptırmıştır. Arkeolojiye, eski eserlere ve müzelere önem vermiş, Anadolu’nun köklü tarihinin sergilendiği müzeler açtırmıştır. Radyo yayınlarını başlatmış, sinemanın yayılmasına önayak olmuştur. Güreş, atletizm, havacılık, yüzme sporlarının gelişmesini, dahası bu branşlarda Türk kadın sporcuların yetişmesini sağlamıştır. Ankara’da Millet Bahçesi’nde bir Milli Sinema kurumuş orada halka açık filimler gösterilmiştir. Bireysel olarak da sinemayla ilgilenmiş, fırsat buldukça film izlemiş ve dahası, Kurtuluş Savaşı’nı anlatan bir film senaryosu yazmıştır. Atatürk, başta Ankara Orman çiftliği olmak üzere Türkiye’nin değişik yerlerinde kurduğu “örnek çiftliklerle” modern tarım-ileri hayvancılık yapılan ve biyoyakıt kullanılan çevreci bir Türkiye yaratmak istemiştir. Orman Çiftliği’ne 3 yılda 150 bin, Yalova-Termal arasındaki yola ise 2250 ağaç diktirmiştir. Yalova’da bir çınar ağacağının dalını korumak için ağacın hemen yanındaki köşkünü altına ray döşeterek birkaç metre yana kaydırmıştır. O günden sonra o köşke “yürüyen köşk” adı verilmiştir. Ölmeden önce, içinde örnek çiftliklerinin ve fabrikalarının da bütün mal varlığını "Ya istiklal ya ölüm!" diyerek uğruna hayatını tehlikeye attığı MİLLETİNE bağışlamıştır...
İşte Atatürk’ün  aklıyla, iradesiyle yarattığı Cumhuriyet mucizesinin çok kısa bir bilançosu…
İşte günümüzde kimilerince (kadim dinciler, dönme liberaller/liboşlar, İkinci Cumhuriyetçiler ve tatlısu solcuları) küçümsenmeye, sıradanlaştırılmaya, unutturulmaya çalışılan Atatürk gerçeği, Atatürk mucizesi…

Elinizi vicdanınıza koyup söyleyin haksız mıyım? “Cehalette boğulup sıtmadan ölmediysek eğer bunu O’na borçluyuz.” derken haksız mıyım?

Sinan MEYDAN


29 EKİM 2011