Atatürk'ün Cumhuriyet Mucizesinin
Bilançosu
Bugün Cumhuriyetimizin 88.
yıldönümü. Türk insanının "padişahın kullarından" "özgür
bireyler" haline getirilmesinin, kadının "köle" durumundan
kurtarılıp erkekle "eşit" kılınmasının, aşağılanan, dışlanan Türklere
kimliklerinin ve kişiliklerinin yeniden hatırlatılmasının, "akıl" ve
"bilim” in gücünün vurgulanmasının, kısaca bu milletin yeniden
insan onuruna yakışır biçimde yaşamaya başlamasının 88. yıldönümü. Kutlu
olsun!
Cumhuriyet Devrimi (Kurtuluş
Savaşı ve sonrasındaki yenilikler) Atatürk’ün kafasında ilk gençlikten beri
biçimlenen, tecrübeyle, bilgiyle harmanlanan, zaman içinde olgunlaşan ve yeri
ve zamanı geldikçe aşama aşama düşünceden uygulamaya geçirilen bir uygarlık
projesidir.
Atatürk, 1918’de
I. Dünya Savaşı’ndan 550.000 kayıpla çıkan, Mondros Ateşkes Antlaşması’yla
orduları dağıtılan, ağır silahları elinden alınan, tünelleri, demiryolları,
tersaneleri, yer altı ve yer üstü zenginlikleri, telgraf hatları ele geçirilen,
bu da yetmezmiş gibi elindeki son toprakları da emperyalistlerce işgal edilen,
kapitülasyonlar altında ezilen, sanayileşmemiş, aşiret ve tarikat kıskacında,
aydınlanmamış, geri kalmış yıkık ve perişan bir ülkeyi önce bağımsız
sonra çağdaş bir ülke haline getirmeyi başarmıştır.
Yoksul, perişan, cahil, yılgın,
moralsiz ve emperyalizmle kuşatılmış ve kışkırtılmış bir topluluktan önce bir
“birlik”, sonra bir “ordu” sonra da bir “millet” yaratmıştır.
Atatürk, 1921 yılında TBMM'de
emperyalist ve kapitalist Avrupa’ya, “Biz tüm ulus olarak bizi mahvetmek
isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı bütün ulusça
savaşan insanlarız” diyerek başkaldırmış ve kazanmıştır.
Böylece dünyada ilk kez bir adam
ve o adama inanan bir millet, eli kanlı emperyalizmi dize getirmiştir.
Bu büyük başarı Atatürk’ü ve Türk
milletini ezilen-sömürülen Doğu’nun bağımsızlık sembolü haline
getirmiştir. İslam dünyasına göre o, Hıristiyan emperyalizmini dize getiren “ALLAH’IN
KILICIDIR”
Prof. Arnold Tyonbee, bu gerçeği
şöyle ifade etmiştir: “Türk ulusu kendisi için savaşırken aynı
zamanda yoksul ülkelerin de savaşını vermiştir. Kendisine karşı kabaran sel
sularını Ankara kapılarında durdurarak İzmir’e, Trakya’ya, İstanbul’a doğru
süren Türklerin başlattığı yeni akım belki de Irak, Suriye, Filistin, Mısır,
Tunus, Cezayir ve Hindistan’a dek etkisini sürdürecek ve bu ülkeleri kaplayan Batı
selini sürükleyip götürecektir.”
Atatürk, emperyalizmin ezberini
bozan ilk ve tek doğuludur: Önce yetersiz insan gücü, yetersiz silah ve
cephane, yetersiz bilgi, yetersiz para ve yetersiz moral gücüyle
sanayileşmiş, bilgili, zengin ve şımarık emperyalizmi yenmiş; sonra da ortaçağ
kalıntısı, geri kalmış, yoksul, bağımlı, bilgisiz ve sağlıksız bir “ümmet”
imparatorluğundan çağdaş bir “ulus” yaratmıştır.
Atatürk, hiç
abartısız önce bir vatan, sonra bir millet sonra da bu vatanda
bağımsız yaşayacak millete çağdaş (uygar) bir gelecek hazırlamıştır.
Dünyanın hiçbir döneminde ve
hiçbir yerinde bir millet için bu kadar çok olumlu şey yapan başka bir lider
daha yoktur.
Özetlemek gerekirse Atatürk bu
milleti iki kere kurtarmıştır: İlk kurtuluş; akılla-silahla-imanla-cesaretle-
kazandığı Kurtuluş Savaşı, ikinci kurtuluş ise;
akılla-kalemle-bilgiyle-azimle kazandığı Uygarlık Savaşı’dır.
Elimizde Yokluk ve Yoksulluk Var
İsmet
Atatürk,
cumhuriyetin ilanından bir gün sonra 30 Ekim 1923’te İsmet Paşa’yı köşke
davet ederek, ona ülkenin içinde bulunduğu durumu, Osmanlı’dan devralınan
mirası anlatmıştır. Atatürk sözlerine, “Bize geri, borçlu,
hastalıklı bir vatan miras kaldı. Yoksul bir köylü devletiyiz…” diye
başlamıştır.
Atatürk çok haklıdır…
Osmanlı’dan Cumhuriyete kalan miras, işgal altında bir vatan, bolca dış borç, yoksulluk, yoksunluk ve bir de bağnazlıktır.
Atatürk çok haklıdır…
Osmanlı’dan Cumhuriyete kalan miras, işgal altında bir vatan, bolca dış borç, yoksulluk, yoksunluk ve bir de bağnazlıktır.
İşte genç Türkiye Cumhuriyeti’ne
1923 yılı itibariyle Osmanlı’dan kalan miras:
♦ Nüfusun % 80’i kırsal bölgede yaşıyor.
Bunun önemli bir bölümü yerleşik değil göçebe. 40 bin köyün 37 bininde ne okul
var, ne postane, ne de dükkân. 40 bin köyde yaklaşık 11 milyon insan yaşıyor.
Bu insanların ancak % 2’si okur-yazar. 37.000 köyde okul yok. 1922
istatistiklerine göre 1950 köyde sığır vebası var.
♦ Düşmanların tümüyle yaktığı köy sayısı
830. Yanan bina sayısı 114.408. Ülkeyi neredeyse yeniden kurmak gerekiyor.
♦ Dört mevsim kullanılabilir karayolu
yok denecek kadar az. Kışın batağa dönüştüğü için geçilmesi çok zor.
♦ 4.000 km kadar demiryolu var Anadolu’da.
Bir metresi bile bizim değil. Tamamen emperyalistlere hizmet ediyor. Üstelik
yetersiz bir demiryolu ağı. Vatanın bütünlüğünü sağlamak için ülkenin kuzeyini
güneyine, batısını doğusuna bağlamak lazım.
♦ Denizciliğimiz acınacak durumda.
Donanma, II. Abdülhamit döneminde Haliç’te çürütülmüş.
♦ Köylü topraksız. Sabanı ve öküzü
bile yok. Doğu’da, Cumhuriyetle de insanlıkla da bağdaşmayan aşiret, bey, ağa,
şeyh düzeni var.
♦ Her yerde tefeciler, spekülatörler,
savaş zenginleri halkı eziyor.
♦ Çok az tarım mühendisi var. Güya tarım
ülkesiyiz ama ekmeklik unumuzun çoğunu dışarıdan getiriyoruz. Sığır vebası
hayvancılığımızı öldürüyor.
♦ Tüm Türkiye’de sadece 337 doktor var.
150 kadar ilçede doktor yok. Doktor başına 30.000 kişi düşüyor. Sağlık memuru
sayısı 434. Pek az şehirde eczane var. Türkiye’deki toplam eczacı sayısı
60.
♦ Salgın hastalıklar insanımızı kırıyor.
Üç milyon insanımız trahomlu. Sıtma, tifüs, verem, frengi, tifo salgın halinde.
Bit ciddi sorun. Nüfusumuzun yarısı hasta denebilir. Bebek ölüm oranı % 60’ı
geçiyor. Ebe sayısı çok az. 40 bin köye karşılık diplomalı ebe sayımız 136.
♦ Telefon, motor ve makine yok denecek
kadar az. Teknolojiden yoksun bir ülkeyiz. Radyo ve sinema sadece büyük kentler
de var…
♦ Ekonomik hayatımız da içler acısı bir
halde. Kapitülasyonlar, dış borçlar ve Duyun-u Umumiye belimizi bükmüş, tarım
ilkel yöntemlerle yapıldığı için ve topraklar bilinçsiz kullanıldığı için
üretim çok az.
♦ Bütün sanayi ürünlerini dışarıdan
alıyoruz. Şeker, un ve hatta kiremidi bile ithal etmek durumundayız. Avrupa’nın
her çeşit malı için açık pazar halindeyiz.
♦ Toplam sanayi kuruluşumuz 282.
Ağırlığı gıda, dokuma ve deri sanayi oluşturuyor. Bu kuruluşlardaki sermaye ve
emeğin sadece % 15’i Türklerin. Geri kalanlar yabancı ve azınlıkların.
Madenler, limanlar ve demiryolları yabancıların elinde.
♦ Osmanlı’dan bize kalan sadece dört
önemli fabrika var: Hereke İpek Dokuma, Feshane Yün İplik, Bakırköy Bez ve
Beykoz Deri fabrikaları...
♦ Sanayi gelişmemiş, iktisatçımız da çok
az. Çoğu bilip okuduğu kavramların dışına çıkamıyor. Mühendisimiz olmadığı gibi
ara elemanımız da yok.
♦ Elektrik yalnız İstanbul ve İzmir’in
bazı kentlerde var.
♦ Yunanistan’dan gelen göçmen sayısı
400.000’i geçmiş. Göçmenlere ordunun yiyecek stoklarından yardım ediliyor.
♦ Zorunlu okuma yaşındaki çocukların
ancak dörtte birini okutabiliyoruz. Halkın eğitimi ise hiç çözülmemiş bir sorun
olarak duruyor. Erkeklerin % 7’si, kadınların %04’ü okuma yazma biliyor.
Kürtler arasında okuma yazma oranı %01 bile değil.
♦ Tüm ülkede 337.618 ilkokul öğrencisi
var. Bu zorunlu öğrenim görmesi gereken çocuğun sadece dörtte biri. Ülkede
toplam 4.770 ilkokul bulunuyor. Tüm ülkede sadece 153 ortaokul ve lise var.
Ortaokullarda sadece 543, liselerde 230 kız öğrenci okuyor. Öğretmenlerin üçte
biri öğretmenlik eğitimi görmemiş. Bizim okullarımızın azlığına ve
niteliksizliğine karşın yabancıların çok sayıda nitelikli okulu var.
♦ Medreseler askerden kaçma yeri ve
bağnazlık yuvası durumunda. Hurafeleri din diye öğreten ve öğrencilere
“salavatı tefriciye” çektiren bir anlayış egemen. Medreselerde Türkçe yasak.
Ülkede sadece bir üniversite var. O da yüksek Medrese düzeyinde eğitim veriyor.
Çağın gelişmelerine kapalı. Akıl ve bilim çoktandır unutulmuş.
♦ Halk kitap okumuyor. 1729’dan 1830
yılına kadar 100 yıl içinde Osmanlı’da basılan toplam kitap sayısı sadece 180.
Aynı sürede Batı’da basılan kitap sayısı ise 90.000. Basının toplam tirajı
100.000’i geçmiyor. Gazeteler ve dergiler, sadece İstanbul ve İzmir gibi büyük
kentlerde az sayıda okuyucu bulabiliyor.
♦ Kitap yok, kütüphane yok, müze yok,
tiyatro yok, sinema yok, radyo yok; halkı aydınlatacak, bilinçlendirecek,
eğitecek kurumlar yok. Halk adeta kendi kaderine ve cami imamının, tarikat
şeyhinin, Medrese ehlinin bilgisine ve insafına terk edilmiş durumda.
♦ Halk müziğe, heykele, tiyatroya,
sinemaya, baloya, sanata, spora çok uzak.
♦ Halkta tarih bilinci yok. Tarih
denince peygamberlerin ve padişahların hayat öyküleri anlaşılıyor. Birçok
tarihi eserler yurt dışına kaçırılmış. Antik tarihten ve Arkeolojiden anlayan
insan sayısı bir elin parmakları kadar.
♦ Türkçe ihmal edilmiş, sözcükler
unutulmuş. Türkçe Türkçeliğini yitirdiği için dilin adına Osmanlıca
denilmiş. 600 yıldan fazla bir zaman içindeki özensizlik nedeniyle
Arapça-Farsça ve Fransızca Türkçeyi adeta istila etmiş. Dahası eklemeli ve
sesli harf sayısı çok fazla bir dil olan Türkçe, Türkçeye hiç uymayan çekimli
ve sesli harf sayısı çok az bir dil olan Arapçanın alfabesiyle yazılmaya
çalışılıyor. Arapça, Farsça ve Fransızca almış başını gitmiş, Türkçe unutulmaya
terk edilmiş.
♦ Kadınlar ikinci sınıf, medeni, sosyal
ve siyasal haklardan yoksun. Kadın erkek eşitliği yok. Bir gün kadınların da
erkeklerle eşit haklara sahip olacakları, avukatlık, hâkimlik, pilotluk,
profesörlük, milletvekilliği, atletizm yapabileceklerini hayal bile etmek
mümkün değil.
♦ Birçok tarikat hayata yöne vermeye
çalışıyor. Mezhep çatışmaları hat safhada. Falcılar, büyücüler, şeyhler, Şıhlar
ayrıcalıklı konumda. Din istismarı çok yaygın.
♦ 600 yıl boyunca Türkler ihmal edilmiş.
Yönetim dönme devşirmelere bırakılmış. Türkler, devlet yönetiminden
dışlanmış, sadece köylü, çiftçi ve asker olabilmiş. Bu nedenle de kimliğini,
kişiliğini ve kendine güvenini kaybetmiş.
♦ Hukuk sistemi, yargı sistemi, anayasal
düzen, hatta takvim, saat, ölçüler bile çağa uymayan bir durumda. Kılık
kıyafet, “ne milli ne beynelmilel”, gülünç durumda…
♦ Biat kültürü hâkim, 600 yıldan fazla
devam eden saltanat sistemi içinde halkın kaderi hep padişahın iki dudağı
arasında olmuş. Padişah “rai” (çoban) mantığıyla “reaya”(sürü) diye gördüğü
halkı gütmüş. Saray, devlet adamları, din adamları, gayrimüslim zenginler
ayrıcalıklı “havas” yani üstün sınıf, Müslüman Türk halkı ise alt tabaka, yani
“avam” olarak görülmüş.
İşte Cumhuriyet mucizesi bu
korkunç tabloyu çok kısa bir sürede tamamen tersine çevirmiştir. Bu yokluk,
yoksulluk ve geri kalmışlık içinde Atatürk ve çevresindeki “devrimci kadro”,
sadece 15 yıl gibi çok kısa bir sürede dünyaya parmak ısırtacak bir başarıya
imza atmıştır.
Üstelik ATATÜRK Cumhuriyet
mucizesine imza atarken, ilk on yıl içinde bir büyük isyan (Şeyh Sait İsyanı),
irili ufaklı çatışmalar, iki kısmı seferberlik ve bir büyük dünya krizi yaşanmıştır.
Kısıtlı bütçesine rağmen yabancılardan çok fazla borç almadan kalkınmayı
başarmıştır.
Cumhuriyet, İzmir İktisat
Kongresi’yle başlayan kalkınma sürecinde denk bütçe, açık diplomasi, “yurtta
barış dünyada barış” ilkeleriyle hareket etmiştir. Milletler Cemiyeti’ne ancak
davet edilince girmiştir. Bu dönemde % 10 kalkınma hızı, %20 sanayileşme hızı
yakalamıştır.
Son beş yılda ise, bir büyük
isyan (Dersim İsyanı) ve irili ufaklı çatışmalar, Hatay ve Boğazlar sorununa
rağmen Devletçi ekonomiyle ve kalkınma planlarıyla fabrikalarını,
demiryollarını, bankalarını kurmuş ve büyük bir hızla sanayileşmiştir.
Halkçılık ilkesi doğrultusunda halkevleri, halkodaları, köy öğretmen okulları,
köy okulları, millet mektepleri, enstitüleri, yüksekokulları ve üniversitesini kurarak
halkı bilinçlendirmiştir. 15 yıl gibi kısa bir sürede, ortaçağ kalıntısı geri
kalmış bağımlı bir toplumdan çağdaş bir ulus yaratılmıştır. Neresinden
bakarsanız bakınız bunun adı Atatürk ve Cumhuriyet mucizesidir.
İşte Atatürk ve Cumhuriyet
mucizesinin kısa bir bilançosu:
♦ Kurtuluş Savaşı boyunca “milli
egemenlik” ilkesi doğrultusunda hareket eden, emperyalist kuşatmayla
çevrilmiş ve demokrasi geleneği olmayan bir ülkede “ille de meclis, önce
meclis” diyerek milletin temsilcilerinden oluşan TBMM’yi açan,
bütün bir ölüm kalım savaşını bu halk meclisiyle birlikte yürüten, daha sonra
“egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” diyerek 600 yıllık
Osmanlı saltanatını yıkan, siyasal kültürü artırmak için bir siyasi parti
kuran (CHP), Cumhuriyeti ilan eden, hilafeti kaldıran ve kadınlara
seçme seçilme hakkı veren ve iktidarı denetlemek için bir parti daha
kurup (SCF) demokrasinin alt yapısı hazırlayan Atatürk böylece, 600
yıldan fazla bir zamandır sultanlar-padişahlar-halifeler tarafından “rai”
(çoban), “reaya” (sürü) mantığıyla güdülen bir “kul” kitlesinden, özgür
iradesiyle kendi kaderini kendisi belirleyen “bireyler” yaratmıştır. Cumhuriyet
sayesinde kul bireye, ümmet millete dönüşmüştür. Bu gerçek anlamda “devrimci”
bir dönüşümdür. İslam dünyası bugün hala Atatürk’ün yüzyılın başında
yaptığı bu dönüşümü yapamamanın sıkıntılarını çekmektedir. İki dünya savaşı
arasında meclisleri açık olan ve bir şekilde demokratik işleyişe sahip olan
ülke sayısı Avrupa’da 5 Amerika’da 5 olmak üzere toplam 10 ülkedir. Türkiye de
bu ülkelerden biridir. Dünya’da, 1920’de sadece 35 anayasal ve seçilmiş hükümet
varken, bu sayı 1938’de 17’ye düşmüştür. 1944’de ise tüm dünyadaki 64 ülkenin
sadece 12’si meclise ve anayasal düzene sahip, demokrat olarak
adlandırılabilecek ülkelerdir. Türkiye de bu ülkelerden biridir. Türkiye,
KADINLARA SEÇME SEÇİLME HAKKI VERME konusunda İslam dünyasında “1.”, Avrupa’da
“7.”, Dünya’da “12.” sıradadır.
Demokrasi ve kadın hakları
konusunda oldukça geri kalmış bir İslam ülkesi olan Türkiye’nin bu başarısı,
kelimenin tam anlamıyla göz kamaştırıcıdır. Avrupa’da faşist diktatörlüklerin
kol gezdiği bir ortamda Atatürk demokrasiyi, “İnsan ırkının ümidi” ve “daima
yükselen bir deniz” olarak adlandırmış ve bu doğrultuda Türkiye’yi
demokrasiye hazırlamıştır. Nitekim bu hazırlıklardan sonra Türkiye 1946’da çok
partili hayata 1950’de de demokrasiye geçmiştir.
♦ Atatürk,
600 yıldır Türkleri “etrak-ı bi idrak” diye merkezden çevreye dışlayan,
onları çiftçi-köylü ve asker yapan, devlet yönetimini tamamen Hıristiyan-Yahudi-dönme-devşirme-soylu
unsurlara bırakan, Kürtleri kullanma karşılığında onların
aşiretleşmelerine ve fedaileşmelerine izin veren zihniyete son verip Türkleri
yüzyıllar sonra yeniden çevreden merkeze taşımıştır. Cumhuriyet'le Türklere
devlet kapıları yeniden açılmış, ülke yönetimi saltanat soylularının
elinden alınarak halka verilmiştir
Cumhuriyet'le birlikte, yüzyıllar
sonra ilk kez bu ülkede dönme-devşirme-saltanat soylusu olmayan sıradan halk
kitleleri başbakan, cumhurbaşkanı ve bakan
olabilmişlerdir. Yakın tarihimizde, Süleyman Demirel, Turgut Özal, Abdullah
Gül, Tayyip Erdoğan gibi “halkın içinden gelmekle” övünen kişilerin ülke
yönetiminde söz sahibi olmalarının tek nedeni Atatürk’ün ve Cumhuriyet'in Osmanlı’nın
dönme-devşirme-soylu saltanatına son vermiş olmasıdır. Ama Atatürk ve genç
Cumhuriyet sayesinde bakan, başbakan ve cumhurbaşkanı olan bu kişiler, Atatürk
Cumhuriyeti’ni “jakoben” (tepeden inmeci) ve “seçkinci” olarak adlandırmışlar,
kendilerini Osmanlı sultanlarıyla özdeşleştirmişlerdir. Akıl tutulması bu olsa
gerekir.
Atatürk'ün genç Cumhuriyeti Türk
Tarih Kurumu’nu, Türk Dil Kurumu’nu, Ankara Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’ni kurmuş,
Türk Tarih Tezini ve Türk Dil Tezi’ni geliştirip Türkçenin yapısına
uygun Yeni Türk Harflerini (Göktürk- Etrüsk- Latin Harfleri) kabul
etmiş, Türk ağızlarında tarama ve derleme çalışmalarıyla
unutulmaya yüz tutmuş Türk dilini yeniden açığa çıkarmış, böylece Osmanlı’da
tarihini, dilini, dolayısıyla kimliğini ve kişiliğini kaybetme noktasına gelen
Türklere yeniden dilini, tarihini; kısaca milli kimliğini anımsatmıştır.
“Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir”
diyerek de Türkiye’deki herkesi, ırkına, cinsine, dinine bakmaksızın
“Türk milleti” diye adlandırmıştır.
♦ Atatürk,
1928’de Yeni Türk Harflerinin kabul edilmesinin ardından Millet Mekteplerini
açtırmıştır. Ülke genelinde toplam 54.050 Millet Mektebi açılmıştır.
Bunun 18.589’u şehirlerde, 35.46’sı köylerdedir. Bu okullarda toplam 46.000
öğretmen görev almıştır. 1929-1934 arasındaki 5 yıl içinde Millet
Mekteplerine devam eden 2.305.924 kişiden 1.124.926 kişi yeni yazıyı öğrenip
diploma almıştır. Millet Mekteplerinde 1929-1936 tarihleri arasında ise
2.546.051 kişi yeni yazıyı öğrenerek diploma almıştır.
Millet Mekteplerinde hiç okuma
yazma bilmeyen 458.000 köylü kadından 152.968’ine okur-yazarlık belgesi
verilmiştir. Türkiye’de 1927 yılında okuma-yazma oranı
erkeklerde % 7 kadınlarda % 04 iken, Harf devriminden 7 yıl sonra,
1935 nüfus sayımına göre (toplam 17 milyon) okur-yazarlık oranı % 19,2’ye
yükselmiştir. Bu oran, Harf devrimi öncesinin neredeyse iki katıdır.
Okuma-yazma oranı sürekli artarak 1940-41’de % 22,4’e yükselmiştir.
Neresinden bakılırsa bakılsın bu artış bir dünya rekorudur.
Köy eğitmenleri projesiyle Anadolu’nun
en ücra köşelerine kadar genç ve idealist öğretmenler gönderilmiş, bu
öğretmenler köylülerle birlikte kurdukları okullarda köy halkına hem
okuma-yazma öğretmiş, hem bilim, sanat, kültür konularında temel bilgiler
vermiş, hem de tarım, hayvancılık, bağcılık ve bahçecilik, el sanatları gibi
konularda halkı eğitmiştir. 1940’ların ortalarına kadar 7000 köye okul götürülmüştür.
Atatürk döneminde okul ve öğrenci sayılarında büyük bir artış görülmüştür. 1924-1936
yılları arasında ki 12 yılda ilkokul sayısı % 25’lik bir artışla 4.894’ten
6.112’ye çıkmış; 1936-1946 yılları arasındaki 10 yılda ise bu sayı % 146’lık
bir artışla 6.112’den 15.009’a çıkmıştır. Öğrenci sayısındaki artış ise ilk
dönemde % 92, ikinci dönemde ise % 114’tür. İsmail Hakkı Tonguç’un verdiği
bilgilere göre bu ikinci dönemde asıl artış köylerde olmuştur. Bu dönemde okul
sayısındaki artış % 185, öğrenci sayısındaki artış ise % 119’dur.
♦ Atatürk,
tekkeleri, zaviyeleri ve türbeleri kapatarak, tarikatlara son
vererek, falcılık, büyücülük, üfürükçülük ve din istismarıyla mücadele
ederek, hurafelerin bataklığında debelenen bir topluma “gerçek dini”
göstermek için çok ciddi adımlar atmıştır. Softalıkla, yobazlıkla mücadele
etmiştir. Dine ve dindara değil, dinciye ve din oyunu aktörlerine karşı gelmiştir.
Halkın dini gerçekleri hiçbir aracıya ihtiyaç duymadan anlaması için kutsal
kitap Kuran-ı Kerim’i ve sağlam hadis kaynaklarını Türkçeye
tercüme ettirmiştir. Bu iş için TBMM özel bir bütçe ayırmıştır. Elmalılı
Hamdi Yazır’ın Kuran tefsir ve tercümesini ve Buhari’nin Hadis
Kaynağını on binlerce takım bastırarak ülkenin dört bir yanına ücretsiz
olarak dağıttırmıştır. 1924 yılından 1950 yılına kadar 352.000 takım
dini kitap bastırılmış ve yurdun en ücra köşelerine kadar dağıtılmıştır. Bu
kitapların dağılımı şöyledir: 45.000 adet Kuran-ı Kerim tercüme ve tefsiri
(19’ar cilt), 60.000 adet Buhari Hadisleri tercüme ve izahı (12’şer cilt),
247.000 adet din kültürü eserleri… Şeri bir imparatorluk olarak bilinen
Osmanlı’da 1400 ile 1730 yılları arasında, yani yaklaşık 300 yıllık bir
dönemde telif olarak 14 tefsir, 48 fıkıh, 25 akit ve kelam, 11 ahlak, 44
değişik konular ve sadece 1 tane de hadisle ilgili kitap
yazılmıştır. Yani Osmanlı’da yaklaşık 300 yıl boyunca din içerikli toplam
143 eser yazılmıştır. Görüldüğü gibi kimilerince “dinsizlikle” suçlanan
genç Cumhuriyet’in dini konularda ortaya koyduğu eser sayısı “dindar” diye
adlandırılan Osmanlı’da 300 yılda ortaya koyulan eser sayısından katbekat
fazladır: 300 yılda sadece 143 dini esere karşılık, 25 yılda 352.000 takım
dini eser… Kimin gerçekten daha dindar olduğuna siz karar verin! (Bu bilgilerin
ayrıntılarına ulaşmak için bkz. Sinan Meydan, Atatürk İle Allah Arasında,
4.bas, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2012)
♦ Atatürk, dünya işlerini dinsel ilkelere göre değil, çağdaş
hukuka, akıl ve bilim ilkelerine göre halletmek için şeri hukuka son
vermiş, din adamlarıyla devlet adamlarının yetki ve sorumluluk alanlarını
ayrıştırmıştır. Bir taraftan dinle dünya işlerini birbirinden ayırırken, diğer
taraftan “Kimsenin inanışına engel olunamaz… Biz düşünceye ve inanışa
saygılıyız…” diyerek inanç ve ibadet özgürlüğünü anayasal
güvence altına almıştır. Tarikatların, cemaatlerin, din istismarcılarının dini
kendi kontrollerine almalarını engellemek için Diyanet İşleri Başkanlığı
kurmuştur. Türk çocuğunun dinini-diyanetini doğru bir şekilde öğrenmesi için
çalışmalar yaptırmış, köy okullarında din dersleri devam etmiş, bu
derslerde 3. ve 4. sınıflarda “Cumhuriyet Çocuğunun Din Dersleri”
adlı ders kitapları okutulmuştur. Atatürk, okullarda okutulan ve bazı
bölümlerini bizzat kaleme aldığı Medeni Bilgiler ve Tarih II
kitaplarında, “dinler” ve “İslam tarihi” konusunda eleştirel bir yaklaşım
ortaya koyarak gençlerin “din” konusuna bile “akılcı” ve “eleştirel” bir gözle
yaklaşmalarına zemin hazırlamıştır. Bu durum tamamen onun devrimci, stratejik
ve taktisyen hareket tarzıyla ilgilidir. Atatürk'ün "Vatandaş İçin
Medeni Bilgiler" kitabındaki "din" ve "İslam"
eleştirilerini "onun dinsizliğine" kanıt gösterenler fena halde
yanılmaktadırlar. Nasıl ki Atatürk'ün 1923 yılında Balıkesir Paşa Camii'nde
minbere çıkıp hutbe okuması onun "dindarlığına" kanıt olarak
gösterilemezse, 1930'da "Vatandaş İçin Medeni Bilgiler" kitabındaki
"din eleştirileri" de onun "dinsizliğine" kanıt olarak
gösterilemez. Çünkü her ikisi de tamamen koşullara göre yapılmış stratejik
açıklamalardır.
1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat
Kanunu’na göre İstanbul Darülfünun’u bünyesinde bir İlahiyat Fakültesi
kurulmasına karar vermiştir. Üniversite Reformu’ndan sonra bu kurum Yüksek
İslam Enstitüsü’ne dönüştürülmüştür. Camiler açık olmuş, ezanlar
susmamış, ibadet devam etmiş, dini bayramlar bütün coşkusuyla kutlanmıştır.
Dahası, camisi olmayan veya Kurtuluş Savaşı yıllarında camisi yıkılan köylere
ve kentlere bizzat Atatürk cami yaptırmıştır. Örneğin, Eskişehir’in
Mihalıççık köyündeki tarihi bir cami, Atatürk’ün verdiği 5000
lirayla yeniden yaptırılmıştır. (Bu bilgilerin ayrıntılarına ulaşmak
için bkz. Sinan Meydan, Atatürk İle Allah Arasında, 4.bas, İnkılap Kitabevi,
İstanbul, 2012)
♦ Atatürk, Müslüman
Türk milletini dünyanın gözü önünde gülünç duruma düşüren ve Batı’nın Türklere
yönelik aşağılamalarına “görsel meşruiyet” kazandıran, çağın ve hayatın
gerisinde kalmış, Türk kültürüyle uzaktan yakından hiçbir ilgisi olmayan garip
kılık kıyafeti çıkarttırarak, bütün medeni dünyada kullanılan çağdaş kılık
kıyafeti giydirmiştir. Atatürk, “Şapka giydirdim ki, başa giyilen
şeyle din değiştirilmeyeceğini anlasınlar…” diyerek şapka devriminin
bir gardırop meselesi değil bir zihniyet meselesi olduğunu anlatmak istemiştir.
Türkiye’de tek bir Allah’ın kulu şapka giymediği için idam edilmemiş ve
cezalandırılmamıştır. İstiklal Mahkemesi, şapka devrimine karşı
kışkırtıcılık yapan, halkı isyana teşvik eden sadece 27 karşı devrimciye
idam kararı vermiştir. “Tük kadını tefritten ve ifrattan kaçınmalıdır”
diyen Atatürk, kadınların kılık kıyafeti konusunda hiçbir yasal
yaptırıma gitmemiştir. Yalnızca kadınların bilinçlendirilmesi ve yerel
yönetimlerin bu konudaki tavsiye niteliğindeki kararlarıyla yetinmiştir.
CHP’nin kadınların çarşaflarını, peçelerini, başörtülerini zorla çıkarttırdığı
kocaman bir Cumhuriyet tarihi yalanıdır.
♦ Atatürk, çağdaş dünyayla ekonomik, kültürel ve
siyasi ilişkileri arttırmak için çağdaş
dünyanın kullandığı alfabe, takvim, saat, ölçü, hafta sonu tatilini kabul
etmiştir. Böylece içe kapalı Türkiye, özellikle ticarete, kültürde ve siyasette
çağdaş dünyaya açılmıştır. Bu bakımdan Atatürk Cumhuriyeti’nin “statükocu”,
“içe kapalı” olduğu iddiası kocaman bir Cumhuriyet tarihi yalanıdır.
♦ Atatürk, çağın şartlarına ve hayatın gerçeklerine uymayan, modası geçmiş eski hukuk sistemini büyük oranda
değiştirerek çağdaş dünyanın kullandığı zamana ve hayata uygun hukuk
sistemini kabul etmiştir. Böylece kadın haklarını sınırlandıran Mecelle’nin
yerine Türk aile yapısına uygun İsviçre Medeni Kanunu kabul edilmiş, bu
kanunla Türk kadınlarına sosyal, kültürel ve ekonomik haklar tanınmış; çok
kadınla evlilik yasaklanmış, resmi nikâh zorunlu hale gelmiş, kadının kocasını
boşamasının ve kız çocuklara miras bırakılmasının önü açılmış, kadının
çalışmasını ve sosyal hayata katılmasını engelleyen ortaçağ kalıntısı zihniyete
büyük bir darbe vurulmuştur. Türk Ceza Kanunu İtalya’dan alınmıştır. Ancak,
bu kanun bazılarının iddia ettiği gibi Faşist Musolini’nin ceza kanununun
çevirisi değildir, bizim aldığımız ceza kanunu 1889 tarihli İtalyan Ceza
Kanunu’nun çevirisidir. O dönemde dünyadaki en ileri ceza kanunu budur. Her
alanda çağdaş hukuka geçilip eski hukuk kökünden sökülüp atılarak Osmanlı’daki
hukuk karmaşasına son verilmiştir. Ankara Hukuk Mektebi açılarak
çağdaş Türk hukukçuları yetiştirilmiştir.
♦ Atatürk,
Tevhid-i Tedrisat Kanunu’yla yamalı bohça görünümündeki çok başlı eğitim
sistemine son vererek eğitim öğretimi birleştirmiştir. Böylece çağın gerisinde
kalan, uzun bir dönemdir kapılarını akıl ve bilime kapatan Medreseler
kapatılmıştır. Türkiye’deki yabancı okullar kapatılmış, azınlık
okulları Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanarak denetlenmiş, bu okullarda Türkçenin
okutulması zorunlu kılınmıştır. Böylece, yabancı okullar (misyoner
okulları), azınlık okulları, 19. yüzyılda açılan çağdaş okullar ve
eski usul eğitim ve öğretim veren mektep ve medreseler arasında
bocalayan gençlerin çağdaş, milli ve laik bir eğitim alabilmelerinin yolu
açılmıştır.
♦ Atatürk,
bilgi üretemeyen, harf devrimi yapıldığında “Latin harfleriyle yazacağıma
kalemimi kırarım” diyen, “Okul bahçesinde fotoğraf çektirmenin
günah olduğunu” söyleyen hocaların görev yaptığı yüksek medrese
görünümündeki Darülfünun’u kapatarak Nazi baskısından kaçan bilim
insanlarının da istihdam edildiği İstanbul Üniversitesi’ni
açtırmıştır. İstanbul Üniversitesi, 1930’lu yılların dünyasındaki en
önemli üniversitelerden biridir. İstanbul Üniversitesi’nde görev alan yabancı
bilim insanları arasında kendi alanlarında dünyaca ünlü çok sayıda bilim insanı
vardır: İktisat profesörleri W. Röpke, A. Rüstow, G. Kessler, F. Neumark;
kimya profesörleri F. Arndt, F. Haurowitz, E. M. Alsleben; tıp profesörleri P.
Schwartz, R. Nissen, A. Eckstein; müzik profesörleri P. Hindemith, C. Ebert, E.
Zuckmayer; hukuk profesörü E.Hirsh; kent bilimci Prof. E. Reuter… bunlardan
sadece birkaçıdır. Dünyanın en önemli fizikçileri, matematikçileri, müzikologları,
Sümerologları, Hititologları, antropologları İstanbul Üniversitesi’nde istihdam
edilmiştir. Ayrıca Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi ve Ankara
Hukuk Mektebi de genç Cumhuriyet'in güzide kültür kurumlarındandır.
♦ Atatürk,
Türkiye’nin dört bir yanında Halkevleri-Halkodaları açtırarak, yüzyıllardır
cahil bırakılmış, eğitimle, sanatla, kültürle, bilimle bütün bağları koparılmış
Anadolu insanı her konuda aydınlatmaya çalışmıştır. Anadolu’nun en ücra
köşesine kadar yayılan Halkevleri-Halkodaları uygulaması, Türkiye’de gerçek
anlamda bir Anadolu Rönesans’ı başlatmıştır. Halkevleri-Halkodaları
sayesinde Anadolu insanı eğitimle, sanatla, bilimle, kültürle, sporla
tanışmıştır. Batı’dan yaklaşık 400 yıl kadar sonra Anadolu insanı gerçek
anlamda ilk kez okuma-yazma öğrenmiş, tiyatro izlemiş, müzik dinlemiş, kitap
okumuş, sergi gezmiş, heykel ve resim görmüş, dans etmiş, spor yapmış, kadınlı
erkekli toplantılara katılmış, birlikte öğrenmiş ve birlikte eğlenmiştir.
Anadolu’nun en ücra köşelerine kadar ulaşan Halkevleri, çölde bir vaha misali
Anadolu bozkırına can vermiştir. 1932’de 24 Halkevi ve 34.000 üyesi vardır.
Aradan geçen altı yıl sonra, 1938’de ise bu rakam 209 Halkevine ve
erkek-kadın 100.000’den fazla üyeye ulaşmıştır. 1936 yılında 103 Halkevi
çatısı altında çeşitli etkinliklere katılan insan sayısı 2 milyon 100 bin’dir.
♦ Atatürk
aşiret ve tarikat kıskacındaki Doğu halkını rahatlatmak için toprak
reformu yapmak istemiş, bu yönde ilk adımları da atmıştır. 1934 yılında
çıkartılan İskân Kanunu’yla yoksul köylüye toprak dağıtılmıştır. Genç
Cumhuriyet 1923-1938 arasında toplam, 246.431 aileye toplam 9.983.750 dekar
toprak dağıtmıştır. Atatürk’ün, Doğu’daki ağa-şeyh-aşiret-tarikat
yapılanmasını yok ederek halkı özgürleştirmek için attığı bu önemli
adım, emperyalizmin kontrolünde halkı sömüren feodallerin tepkisiyle
karşılaşmış ve Doğu Anadolu’da genç Cumhuriyete karşı Ağrı ve Dersim
isyanları patlak vermiştir.
♦ Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nın hemen
ardından 17 Şubat 1923’teki İzmir İktisat Kongresi’yle
Türkiye’nin ekonomik kalkınmasını başlatmıştır. 1923-1929 arasındaki liberal
ağırlıklı Karma Ekonomi denemesi 1929’daki dünya ekonomik krizinin ardından
1930-1938 arasında Planlı Devletçiliğe dönüştürülmüştür 1927’deki Teşvik-i
Sanayi Kanunu ve 1929’daki gümrük tariflerinin kontrolüyle canlanan
ekonomi, 1934'te Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın ardından
başlayan ağır sanayi hamlesiyle dosta düşmana parmak ısırtacak bir başarı elde
etmiştir. Osmanlı’dan sadece 4 fabrika miras kalan genç Cumhuriyet,
1926-1938 arasında Türkiye’nin değişik bölgelerinde 28 fabrika kurmuştur.
Bu fabrikalarda işçi hakları en üst düzeyde tutulmuş, işçiler ve yöre halkı
için sosyal imkânlar sağlanmıştır. Bu fabrikalar aynı zamanda birer kültür
kumudur. 1929-1938 arasında ağır sanayi üretimi % 152 artarken toplam sanayi
üretimi % 80 artış göstermiştir. Artış kömürde % 100, kromda % 600, diğer
madenlerde % 200 olurken, demir üretimi sıfırdan 180.000 tana çıkmış, şeker
üretimi 200 misli artmıştır, 1930 yılında Türk Parasının Kıymetini Koruma
Kanunu ve yine aynı yıl Merkez Bankası’nın kuruluşu çerçevesinde, TL’nin
sterlin, ABD doları ve İtalyan lireti karşısındaki değeri yükselmiştir. Ulusal
bankaların sayısı giderek artmıştır. Ülke genelinde 1924'de 19 ulusal
banka varken (15’i yabancıların) 1938'de bu sayı 39'a yükselmiştir (9’u
yabancıların). 1923 yılında İthalat ihracat arasındaki fark (-60) iken,
başarılı ekonomik politikalar sonunda 1938’de bu fark (-5)’e düşmüştür. 1929
dünya ekonomik krizine rağmen 1924-1938 arasındaki büyüme hızı % 10’un
altına düşmemiştir. Enflasyonsuz büyüme gerçekleştirilmiş, GSMH 3
katına, kişi başına milli gelir 2 katına çıkmıştır. 1923-1938 arasında 11 yıl
boyunca gelir gider eşitliği sağlanmış (denk bütçe), 3 yıl gelir giderden fazla
olmuştur. 1938’e gelindiğinde Merkez Bankası’nda 36 milyon dolar döviz, 26 ton
altın vardır. Artık şeker, çimento, kereste ve deri ürünlerinde milli
ihtiyacın tamamı, yünlü dokumada % 83’ü, pamuklu dokumada % 43’ü, kâğıtta %
32’si, camda ve cam eşyada % 63’ü milli üretimle karşılanmaktadır. 1938’de
devletin Osmanlı borçlarından başka borcu yoktur.
♦ Atatürk, ülkenin dört biryanını demiryolu ağlarıyla birbirine
bağlamıştır. Osmanlı’dan Cumhuriyete, yabancıların kontrolündeki 4.112 km
demiryolu miras kalmıştır. 1928-1938 arasında bu demiryollarının 3.387
kilometrekaresi satın alınarak milleştirilmiştir. 1923’de 4.112 kilometre
olan demiryolu uzunluğu, 1938’de 7.132 kilometreye ulaşmıştır. Yani Osmanlı’nın
son 150 yılında üstelik tamamen yabancılara yaptırıp işlettiği demiryoluna yakın
uzunlukta bir demiryolu ağını genç Cumhuriyet 10 yılda kendi imkânlarıyla
yapmıştır. Üstelik Cumhuriyetin demiryolları, ülkenin doğusuyla batısını,
kuzeyiyle güneyini eksiksiz birbirine bağlayan çok daha işlevsel niteliktedir.
1938’den günümüze kadar geçen 73 yılda yaklaşık, 1500 kilometre demiryolu yapıldığı
göz önüne alınırsa, Atatürk Cumhuriyeti’nin demiryolu konusundaki
başarısı çok daha iyi anlaşılacaktır. Atatürk, yol olmadığı için adeta kaderine
terk edilmiş durumdaki köyleri merkeze bağlamak amacıyla köy yollarının
yapımına ve onarımına büyük önem vermiştir. Bu doğrultuda çok kısa bir zamanda
adeta bir dünya rekoru kırılmış ve 1923-1926 yılı arasında 27.850 km köy
yolu açılmış onarılmış ve düzeltilmiştir.
♦ Atatürk, 1926 yılında Tayyare ve Motor Türk AŞ.’yi
kurdurmuştur. 1928’de Kayseri’de bir Uçak Fabrikası kurularak
üretme başlamıştır. Fabrika, Alman Junkers firmasıyla birlikte 1938 yılına
kadar 15 adet Junkers A 20 Uçağı, 15 adet ABD Havk Muharebe Uçağı, 15 adet
Gotha İrtibat Uçağı üretmiştir. Kayseri Uçak Fabrikası’nda toplam 112 uçak
üretilmiştir. Fabrika yurt dışından bile uçak siparişi almıştır.
Fabrika, 1939 yılından itibaren uçak üretimine son vererek sadece Hava
Kuvvetleri’ne ait uçakların bakım ve onarım işlerini yapmaya başlamıştır. 1925
yılında Vecihi Hürkuş, her şeyi ile yüzde yüz ilk Türk uçağını
yapmıştır. 1936 yılında Nuri Demirağ, İstanbul Uçak Fabrikası’nı
kurmuştur. Nu 37 koduyla uçak üretimine başlamıştır. Bu uçaklardan 24
adet üretilmiştir.
♦ Atatürk,
Türk insanının belini büken amansız hastalıkların kökünü kazımıştır.
Sağlık bakanlığına bağlı bir avuç idealist Cumhuriyet doktoru, sıtma, verem,
tifüs, frengi, cüzzam ve trahom gibi salgın hastalıklarla mücadele etmiş ve
bu hasatlıkları büyük oranda etkisiz hale getirmiştir. 1924 yılında 150 ilçede
Muayene ve Tedavi evi açılmıştır. Hastane sayısı 1940’ta 198’e ulaşmıştır.
1926’da Manisa ve Elazığ’da Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastaneleri, Ankara ve
Konya’da Doğum ve Çocuk Bakımevleri açılmıştır Adana, Malatya,
Antep, Kilis, Besni de Trahom Savaş Hastaneleri açılmıştır. Adana,
Gaziantep, Malatya, Urfa ve Maraş’taki mücadele sırasında toplam 120 yataklı
trahom hastaneleri kurulmuş ve yalnızca 1934 yılında müracaat eden 87.000
kişiden 2.215’i tedavi, 4.318’i ameliyat edilmiştir. 1925-1931 arasında
ülke genelinde 40.000 trahomlu tedavi edilmiştir. Adana’da Sıtma
Enstitüsü hizmete girmiştir. Değişik bölgelerde 11 Sıtma Dispanseri kurulmuştur.
1931 yılına kadar 2 milyon hasta tedavi edilmiştir. 1924-1938 arasında 17
milyon sıtmalı kontrolden geçirilmiştir, 5 milyonu tedavi
edilmiştir, 350 kilometrekare bataklık kurutulmuştur. 1000 km kanal açılmıştır.
Sıtmayla mücadele konusundaki bu büyük başarının dünyada eşi benzeri yoktur.
1922’de 22 olan Kızılay Dispanseri sayısı 1932’de 339’a, yatak sayısı
ise 189’dan 1318’e çıkmıştır. 1960 yılına gelindiğine ülke genelinde doktor
sayısı 9.826’ya, hemşire sayısı 2420’ye, ebe sayısı 3126’ya çıkmıştır.
1922’de 1.950 köyde sığır vebası vardı. 1932’de sığır vebası tamamen
önlenmiştir.
♦ Atatürk, Türk insanına sanatı,
sanatçıyı, tarihi, kültürü, sporu, çevreyi sevdirmiştir. Halkevleri
aracılığıyla resim, heykel, müzik, tiyatro, sinema gibi sanatların Anadolu’nun
dört bir yanına yayılmasını sağlamıştır. Yetenekli gençleri Avrupa'ya
resim, müzik öğrenimi için göndermiştir Böylece Cemal Reşit Rey, Ulvi Cemal
Erkin, Adnan Saygun gibi kompozitörler; Çallı İbrahim, Namık İsmail gibi
ressamlar yetişmiştir. 1937’de Türkiye’deki ilk resim galerisini, Resim ve
Heykel Müzesi’ni açmış, İbrahim Çallı başta olmak üzere dönemin Türk
ressamlarıyla ilgilenmiş, İlk Türk operasının (Özsoy) hazırlanması için
ünlü müzisyen Adnan Saygun'u görevlendirmiş, Cemal Reşit Rey'e de ilk
konservatuarı kurdurmuştur. Türk müziğinin araştırılmasını sağlamış, çok
sesli müziğin tanınıp dinlenmesi için mücadele etmiştir. Kulakları çok
sesli Alafranga müziğe alıştırmak için bir süre çok sevdiği Alaturka müziği
yasaklamıştır. (Bu durum da devrimci bir stratejidir). Cumhurbaşkanlığı
Orkestrası’nı kurdurmuştur. Şehir tiyatrolarının yurdun en ücra
köşelerine kadar turneler düzenleyerek halka temsiller vermesini sağlamıştır. Eski
Türk oyunlarının yeniden hatırlanmasını ve oynanmasını istemiştir. Mevlana,
Yunus Emre, Karacaoğlan’ın hatırlanmasını ve anılmasını; Fatih Sultan
Mehmet, Yavuz Sultan Selim, Mimar Sinan, Piri Reis gibi Türk büyükleri
hakkında bilimsel araştırmaların yapılmasını ve bu kişilerin heykellerinin
dikilmesini istemiştir. Nitekim Piri Reis hakkındaki ilk bilimsel
araştırmalardan birini Manevi kızlarından tarihçi Afet İnan’a yaptırmıştır.
Arkeolojiye, eski eserlere ve müzelere önem vermiş, Anadolu’nun köklü tarihinin
sergilendiği müzeler açtırmıştır. Radyo yayınlarını başlatmış, sinemanın
yayılmasına önayak olmuştur. Güreş, atletizm, havacılık, yüzme sporlarının
gelişmesini, dahası bu branşlarda Türk kadın sporcuların yetişmesini
sağlamıştır. Ankara’da Millet Bahçesi’nde bir Milli Sinema kurumuş orada
halka açık filimler gösterilmiştir. Bireysel olarak da sinemayla
ilgilenmiş, fırsat buldukça film izlemiş ve dahası, Kurtuluş Savaşı’nı anlatan bir
film senaryosu yazmıştır. Atatürk, başta Ankara Orman çiftliği olmak
üzere Türkiye’nin değişik yerlerinde kurduğu “örnek çiftliklerle” modern
tarım-ileri hayvancılık yapılan ve biyoyakıt kullanılan çevreci bir Türkiye
yaratmak istemiştir. Orman Çiftliği’ne 3 yılda 150 bin,
Yalova-Termal arasındaki yola ise 2250 ağaç diktirmiştir. Yalova’da
bir çınar ağacağının dalını korumak için ağacın hemen yanındaki köşkünü
altına ray döşeterek birkaç metre yana kaydırmıştır. O günden sonra o köşke
“yürüyen köşk” adı verilmiştir. Ölmeden önce,
içinde örnek çiftliklerinin ve fabrikalarının da bütün mal varlığını
"Ya istiklal ya ölüm!" diyerek uğruna hayatını tehlikeye attığı
MİLLETİNE bağışlamıştır...
İşte Atatürk’ün aklıyla,
iradesiyle yarattığı Cumhuriyet mucizesinin çok kısa bir bilançosu…
İşte günümüzde kimilerince (kadim
dinciler, dönme liberaller/liboşlar, İkinci Cumhuriyetçiler ve tatlısu
solcuları) küçümsenmeye, sıradanlaştırılmaya, unutturulmaya çalışılan Atatürk
gerçeği, Atatürk mucizesi…
Elinizi vicdanınıza koyup söyleyin haksız mıyım? “Cehalette boğulup sıtmadan ölmediysek eğer bunu O’na borçluyuz.” derken haksız mıyım?
Sinan MEYDAN
29 EKİM 2011
Elinizi vicdanınıza koyup söyleyin haksız mıyım? “Cehalette boğulup sıtmadan ölmediysek eğer bunu O’na borçluyuz.” derken haksız mıyım?
Sinan MEYDAN
29 EKİM 2011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder