22 Eylül 2016 Perşembe

OHAL UYGULAMALARI, SEVR ANTLAŞMASI VE TÜRK ORDUSU / Metin AYDOĞAN




Sevr’i incelemenin, insana acı veren bir yanı vardır. Yüzyıl önce, Kurtuluş Savaşı ve Türk Devrimi’yle önlenen bu emperyalist saldırının, bugün uygulanan politika haline gelmesi, örneği olmayan toplumsal bir trajedidir. Antlaşma’nın siyasi ve ekonomik koşulları, Atatürk’ün ölümünden sonraki süreçte özellikle de 2000’den sonra hemen tümüyle gerçekleşti. Türk Silahlı Kuvvetleri, 1952’de NATO’ya girişle büyük zarar gördü ama kendini bugüne dek korumayı bildi. Ancak,15 Temmuz’dan sonra yürürlüğe koyulan OHAL kararlarıyla, Sevr’in orduyla ilgili koşulları 96 yıl sonra uygulandı ve ordu büyük oranda bir polis gücüne dönüştürüldü. Bu gerçeği, Sevr Antlaşması’nı inceleyen herkes kolayca görecektir.
Parçalanma Antlaşması
Birinci Dünya Savaşı’nın galip devletleri, 10 Ağustos 1920’de Paris’te bir araya gelerek Osmanlı İmparatorluğu’na bir yenilgi antlaşması imzalattılar. Paris’in banliyösü Sévres’te, yapılan barış görüşmelerinde, birbirleriyle ilişkili beş ayrı anlaşma imzalandı. Ana anlaşmaya Türk Antlaşması denmişti. Bu anlaşmayla, Osmanlı İmparatorluğu parçalanıyor ve Anadolu’daki Türk egemenliğine son veriliyordu.
Osmanlı İmparatorluğu, bir oldubittiyle Almanya yanında Birinci Dünya Savaşı’na katıldığında, büyük bir öfke dalgasının yayıldığı İngiltere’de, “Almanya kazanırsa Alman sömürgesi olacaksınız, İngiltere kazanırsa mahvoldunuz” diye açıklamalar yapılıyordu. “Türkler’ in yok edilmesi, Anadolu’dan kovulması ve Türk pençesine düşmüş halkların özgürlüklerine kavuşturulması” gerektiği söyleniyordu.1 İngiltere Başbakanı Lloyd George, Sevr Antlaşması yapılırken, “cennet Mezopotamya’yı çöle, Ermenistan’ı mezbahaya çeviren ve Avrupa’nın başına her zaman dert açan Türkler bir daha devlet kurmayacaktır, bunun ihtimali bile yoktur” diyordu.2
Sevr Anlayışı
Sevr, Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliğine son verecek siyasi ve ekonomik koşulların tümünü, en ince ayrıntısına dek kapsıyordu. İyi düşünülmüş ve en küçük ayrıntıya dek her şey hesaplanmıştı. 433 maddeden oluşuyordu. Türkler, “Orta Asya’ya sürülmüyor” ama 600 yıllık büyük bir imparatorluk, parçalanıp sömürgeye dönüştürülüyor ve geri dönüşü olmayan bir biçimde ortadan kaldırılıyordu.
Sevr’in siyasi ve ekonomik hedefi; bugün, değişik adlar ve biçimler altında gerçekleşmiş durumdadır. Silahla kazanılan ve tarihin her döneminde her ülkede gerektiğinde silahla korunan ulusal haklar, küreselleşme ya da serbest ticaret adına ve hemen hiçbir sınır konmadan yabancılara devredilmiştir. Türkiye, Sevr’in amaçladığı gibi, bugün bir açık pazar ya da yarı-sömürge durumuna getirilmiştir.
Türkiye, Atatürk’ten sonraki süreçte; silahlı güç kullanılmadan, ekonomi ve siyaset yoluyla ve işbirlikçiler aracılığıyla egemenlik altına alındı. 21.Yüzyıla gelindiğinde; ekonomisi çökertilmiş, yeraltı-yerüstü varsıllıkları paylaşılmış ve büyük bir borç yükü altına girmişti. Gizli işgal olgusunu yaşıyordu. Ancak, hala güçlü bir orduya ve savaşkanlık geleneğine sahipti. Sıra onun güçsüzleştirilip dağıtılmasına gelmişti. AKP dönemindeki kumpaslarla önce güçsüzleştirildi, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra yürürlüğe konan OHAL kararnameleriyle; ordu, tarihsel geleneklerinden koparılarak yokoluş sürecine sokuldu.
Sevr ve Ordu
Sevr Anlaşması’nda, savaş sonrasında yenen-yenilen arasında yapılan başka anlaşmalarda pek görülmeyen ilginç bir yan vardı. Genel bir tutum olarak, yenenler, yenilenlerin ordu gücünü sınırlıyor ya da tasfiye ediyordu. Ancak Sevr’de, Türk ordusunun tasfiyesi yapılırken, alınan onca önleme karşın, geleceğe yönelik kaygı duyuluyor ve bu kaygıyı giderecek önlemler geliştiriliyordu.
Batılılar, Türklerin kurduğu ordulardan ve savaşım gücünden, tarihin her döneminde korkmuş ve önlem almaya çalışmıştır. Bu korku, onların genlerine işleyen bir gelenek haline gelmiştir. Winston Churchil, Birinci Dünya Savaşı başlarken; Türkler için, “kolayca yutulur, eli ayağı tutmaz ve meteliksiz”3 diyordu ama İngilizler Türklerin ilerde bir gün yeni bir ordu kurmasından ciddi biçimde korkuyor ve bunu önlemek için elinden geleni yapıyordu. Sevr, bu amacı gerçekleştirecek yaptırımlar düzeninin, Türklere kabul ettirilerek uluslararası antlaşma haline getirilmesiydi.
İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon, Sevr Antlaşması’na çok güveniyor ve antlaşmadan sonra, Türkler’ in artık askerlik yapamayacağını söylüyor ve alaylı bir dille; “Türkler için, askerlik mesleği tümüyle kapanmıştır. Kuşkusuz, Türkler askerlik yapmak isterlerse, başka bir yere gidebilirler. Fransız lejyonu onları kabul edecektir. Ancak, İngiltere buna bile karşıdır. Çünkü Türkler öteki düşmanlarımızdan farklıdır, başka bir yerde bile askerlik yapmaları iyi değildir. Türkiye’ye dönüp yeni bir askeri dönem başlatabilirler” diyordu.4
Sevr’in Orduyla İlgili Kararları
Sevr Antlaşması’nda, Türklerin bir daha ordu kuramaması için her türlü önlem alındı ve bunlar padişaha kabul ettirildi. Antlaşmanın 152’den 208’e dek 56 maddesi, ordusuzluğu sağlayacak yaptırımları kapsıyordu. Her madde, bir başka maddenin tamamlayıcısı oluyor ve kesin kurallara bağlanmış uygulamalar seti, sağlam bir bütünlük oluşturuyordu.
Sevr koşulları o denli ağırdı ki, bu antlaşmayı kabul eden herhangi bir ulusun yeniden ordu kurması gerçekten mümkün değildi. Ancak, Sevr’in imzalandığı günlerde Mustafa Kemal, Anadolu’da yokluklar içinde yeni bir ordu kuruyor, Londra’da alaycı açıklamalar yapan Curzon’a, sözle değil eylemle yanıt veriyordu.
Ordudan Polis Gücüne
OHAL kararlarıyla, Jandarma tümüyle İçişleri Bakanlığı’na, kuvvet komutanlıkları Milli Savunma Bakanlığı’na bağlandı. Sivillerin orgeneral rütbesiyle jandarma genel komutanı olabilmesi sağlandı (bu uygulama, Abdülhamit’in okuma yazma bilmez kimi kişileri paşa yapmasına benzemektedir). Genel Kurmay’ la kuvvet komutanlıkları birbirinden ayrıldı. Genel Kurmay Başkanı, sivil dönemlerde ordu komutanı olmaktan çıkarıldı… Bu uygulamaların açık olmayan anlamı, ordunun polis gücü haline gelmesi yani tasfiye edilmesiydi.
Sevr’in 152.maddesi, Türk ordusunu tasfiye ederken, silahlı güç olarak, yalnızca üç küçük birim bırakıyordu. Bu üç birim; padişahın güvenliğini sağlayacak 700 kişilik özel koruma birliği  (hassa alayı), “içerde düzen ve güvenliği sağlayacak ve azınlıkların korunmasını güvence altına alacak” 35 bin kişilik jandarma birlikleri ve “önemli karışıklık durumunda jandarma birliklerini destekleyecek” 15 bin kişiyi aşmayacak özel birlikler.5
Askeri Eğitim
OHAL kararlarıyla; ilki 1789’da kurulan (Harbiye-i Umumiye) askeri liseler; 1834’te kurulan Kara Harp Okulu, 1873’te kurulan Deniz Harp Okulu ve 1848’de kurulan Harp Akademisi kapatıldı. Cumhuriyet döneminde eriştiği eğitim düzeyiyle uluslararası üne kavuşan bu kurumlar, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin nitelikli subay gereksinimini karşılıyordu.
Sevr’in 168.ci maddesi; askeri liseleri, Kara ve Deniz Harp Okullarını ve Harp Akademisi’ni kapatıyor, Anadolu’daki her imtiyaz bölgesi için 1 subay okulu ve bir astsubay okulunun açılmasına izin veriyordu. Bu okullara girecek öğrencileri ve sayısını, Müttefikler Arası Denetleme ve Örgütlenme Komisyonu belirliyordu.6
AKP’nin kuracağını açıkladığı ve imam hatiplilerin de gireceği bir adet askeri üniversite düşüncesi, yüzyıllık Sevr anlayışının güncel versiyonuydu.
Askere Alma
AKP, yönetime geldiği 2002’den bugüne dek zorunlu askerlik süresini birkaç kez düşürdü ve kısa dönem adını verdiği bir biçimle 5 aya dek indirdi. 15 Temmuz’dan sonra, daha da indirileceği açıklandı.7 Bedelli askerlik adıyla, para ödeyerek askere gitmemeyi sağlayan uygulamada, bedel küçültülerek yararlanacak kitle sürekli genişletildi. Profesyonel ordu söylemiyle, ordu maaşlı çalışanlardan oluşan bir tür polis teşkilatına dönüştürülmeye çalışıldı.
Sevr’in “Askere Alma”  başlığını taşıyan 165.maddesi; zorunlu askerliği kaldırıyor, barış döneminde 36 ay olan askerlik süresini 12 aya indiriyordu. Ayrıca, askerlik (jandarmalık demek daha doğru olur çünkü ondan başka silahlı bir güce, hassa alayı dışında izin verilmiyordu), “etnik köken ve din ayrılığı gözetmeksizin”, Osmanlı uyrukların tümüne açılıyordu. Bu madde, hem subayları hem de erleri kapsıyordu.8
Bu maddeye dayanılarak, özellikle Fransızların işgal ettiği bölgelerde, Ermenilerden oluşan Osmanlı Jandarma birlikleri kuruldu, bunlar Türk halkına şiddet uyguladı, kırım yaptı.
Donanma ve Deniz Kuvvetleri
AKP döneminde, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne karşı, örneği yalnızca Türkiye’de değil herhalde dünyada olmayan, şiddetli bir saldırı ve tasfiye hareketi düzenlendi. Saldırı ordunun tümüne yönelikti ancak hava ve özellikle de deniz kuvvetleri ana hedef durumuna getirilmişti. Büyük bir gelişme içindeki Deniz Kuvvetleri, kendi gemisini yapar hale gelmiş, çok nitelikli bir komuta düzeni sağlamıştı. Yüzlerce rütbeli subay ordudan atıldı, hemen hepsi tutuklanarak cezaevine kondu. 15 Temmuz’dan sonra, OHAL kararnameleriyle, Deniz Kuvvetleri’nin liman, fabrika ve tersaneleri elinden alındı, gemi yapması önlendi.9
Sevr Antlaşması’nda, deniz ve hava kuvvetlerinde uygulanacak yaptırımlara özel önem verilmiş ve bu yaptırımlar 15 ayrı maddede ayrıntılı biçimde ele alınmıştır. İşgalciler, bu iki gücü sıfırlamak için gereken her türlü önlemi düşünmüşlerdi.
Antlaşma’nın 181.nci maddesi, Osmanlı savaş gemilerinin tümünün, müttefik güçlere “kesin olarak teslim edilmiş sayıldığını”  söylüyor; Türkiye’de, “balıkçılık ve polis hizmetlerinde kullanılacak”, 7 gambot ve 6 torpidodan başka savaş gemisinin bulunmasına izin vermiyordu.10
184.Madde, “Türkiye’de yapılmakta olan bütün gemiler yok edilecektir” diyor; 188.madde, Deniz Kuvvetleri’ne alınacak subay ve erlerin sayı ve niteliğine, Müttefikler arası Deniz Kuvvetleri Denetleme Komisyonu’nun karar vereceğini söylüyordu.11
Hava Gücü
Türkiye, Cumhuriyet’le birlikte ve Atatürk’ün öngörüsüyle havacılıkta büyük atılımlar yapmış uçak fabrikaları kurmuştu. O ölünce fabrikalar kapatıldı ve havacılıkta tümüyle dışa bağımlı hale gelindi. ABD, Türkiye’ye savaş uçağı satıyordu ama mülkiyetini vermiyor, fabrika kurulmasını da önlüyordu. Uçak yapmak adeta yasaklanmıştı. Bu tutumun da kökleri Sevr Antlaşması’na dayanıyordu. AKP dönemindeki kumpas davalarında, en büyük darbeyi, Deniz Kuvvetleri’nden sonra Hava Kuvvetleri alıyor, onlarca nitelikli subay ordudan atılıyor ya da ayrılıyordu.
Sevr’in 191.maddesi, Türk ordusuna henüz girme aşamasında olan hava gücünü kesin olarak yasaklıyor ve “Türkiye’nin askeri kuvvetlerinin hiçbir biriminde hava kuvveti bulunmayacaktır” derken. 192.Madde, “işbu antlaşma yürürlüğe girişinden başlayarak iki ay içinde Türk kara ve deniz kuvvetlerinde kadrolu olan bütün havacı personel terhis edilecektir”deniyordu.12
Hava Sahası
AKP, 15 Temmuz darbe girişiminden bir hafta önce, Türk hava sahasını NATO’ya açmıştır. İncirlik başta olmak üzere hemen tüm hava üslerini ABD’ye kullandırmaktadır.
Bu uygulamanın da kökleri Sevr’e dayanmaktadır. 193.Madde şöyle söylemektedir; “Müttefik devletlerin uçakları, Türkiye’nin tümünde; havadan transit geçiş ve iniş özgürlüğüne sahip olacaktır”.13
Cehaletin Sonu İhanet
Tarih affetmiyor. Geçmişten ders almayanlar benzer olayları yeniden yaşıyor. Bu gerçek, insanlar için olduğu kadar toplumlar için de geçerli. İnsanın geçmişten ders almaması, kişiyi ilgilendiren sonuçlar doğuruyor ancak söz konusu toplum olduğunda, meydana gelen olumsuzluklar milyonlarca insanı etkiliyor. Toplumsal çözülme ve çatışmalar ortaya çıkıyor.
Bir toplumun yaşamı ve geleceği için en büyük tehlike, bilgi ve bilinçten yoksun yetersiz kişilerce yönetilmesidir. Her toplum kendine uygun yöneticiler tarafından yönetilir yaklaşımı yanlış değildir. Ancak, kimi toplumlar kimi dönemlerde uygun olmayan yöneticiler tarafından yönetilebilir yaklaşımı da yanlış değildir. Toplumun gelişme isteğine uygun olmayan yöneticiler, kimi özel dönemlerde yönetime gelebilir ve baskı uygulayarak geçici egemenlikler kurabilir. Toplumsal gelişim yasalarıyla çelişen bu tür gerici ve tutucu egemenlikler kalıcı olamaz ancak insanların acı çektiği çalkantılara neden olur. Tarih, yöneten-yönetilen ilişkisinin uyumsuzluğu nedeniyle, ülkeleri felakete sürükleyen olaylarla doludur.
Türkiye, bilgi ve bilinçten yoksun yetersiz kişiler tarafından yönetilmekte ve kaçınılmaz olarak çalkantılı bir yöne doğru gitmektedir. Sevr gibi bir antlaşmadan, Kurtuluş Savaşı gibi bir mucizeyle kurtulunmuşken ve geleceğe umutla bakan uygar bir toplum yaratılmışken; bugün aynı noktaya gelmek tarihte örneği olmayan bir geri dönüştür. Toplumsal bir trajedidir.
Yüz yıl aradan sonra Sevr’i kendi ülkesinde uygulayan bir yönetim için en uygun tanımı kuşkusuz tarih verecektir.
Metin Aydoğan

DİPNOTLAR
  1. “Osmanlı İmparatorluğu’nda Ayrılıkçı Arap Örgütleri” Arba Yay., 2. Bas., İst.-1993, sf.103
2. “Devrim Hareketleri İçinde Atatürk ve Atatürkçülük” Tarık Zafer Tunaya, Arba Yay.,  3.Baskı, sf.141 ve “Çanakkale Olayı” David Walder, İst. 1971, sf. 287 ak. D.Avcıoğlu “Milli Kurtuluş Tarihi” İst. Mat. 1. Cilt sf.35
3. “Goben’in Kaçışı ve Türkiye Savaşta” Richard Humble, “20. Yüzyıl Tarihi”, Arkın Kit., 11 Mart 1970, 18.Sayı, sf.346
4. “Milli Kurtuluş Tarihi” D.Avcıoğlu, I.Cilt, İst.Bas., İst.-1974, sf.106
5. “Mondros, Sevr, Lozan Antlaşmaları”, İbrahim Sadi ÖZTÜRK, Ankara Ticaret Odası Yayını, sf.90
6. a.g.e. sf.95
7. Mili Savunma Bakanı açıkladı: Askerlik süresi kaç ay olacak; www.star.com.tr
8. a.g.e. sf.94
9. “Yüksek Askeri Şura Sivilleşti, Askeri Tersaneler Bakanlığa Bağlandı”, www.denizhaber.com.tr
10. “Mondros, Sevr, Lozan Antlaşmaları”, İbrahim Sadi ÖZTÜRK, Ankara Ticaret Odası Yayını, sf.105
11. a.g.e., 107 ve 108
12. a.g.e.sf. 110
13. a.g.e.sf. 110

‘ABD’de “Tek Resmi Dil: İngilizcedir”, “Vatandaş İngilizce Konuş!” demek, Demokratik Cumhuriyetçiliktir;



CENGİZ ÖZAKINCI
‘ABD’de “Tek Resmi Dil: İngilizcedir”, “Vatandaş İngilizce Konuş!” demek, Demokratik Cumhuriyetçiliktir;
Buna karşılık Türkiye’de “Tek Resmi Dil Türkçedir”, “Vatandaş Türkçe Konuş!” derseniz, “birileri” sizi anında “Irkçı Faşist” olarak damgalayacaktır’’.
380 Ayrı Anadilin Konuşulduğu
Amerika Birleşik Devletleri’nde Tek Ortak ve Resmi Dil: İngilizce
1990 yılı nüfus sayımında ABD yurttaşlarına soruldu:
“Etnik ırk, soy kökeniniz nedir?”
Verilen yanıtlar ABD yurttaşlarının 500 dolayında değişik soy ve ırklardan geldiklerini ortaya çıkardı. (Belgelerini geçen ayki yazımda yayımladım.)
Aynı sayımda ABD yurttaşlarına şu da sorulmuştu:
“Evinizde hangi dili konuşuyorsunuz?”
Verilen yanıtlar, ABD yurttaşlarının, evlerinde İngilizce dışında 380 dolayında ayrı anadil konuşmakta olduklarını ortaya çıkardı.
ABD resmi raporlarında hangi eyalette kaç değişik anadil konuşulduğu da saptanıyor.
ABD 2010 nüfus sayımına göre:
4,779,736 nüfuslu Alabama’da 114 ayrı dil;
710,231 nüfuslu Alaska’da 109 ayrı dil;
6,392,017 nüfuslu Arizona’da 152 ayrı dil;
2,915,918 nüfuslu Arkansas’da 89 ayrı dil;
37,253,956 nüfuslu California’da 213 ayrı dil;
5,029,196 nüfuslu Colorado’da 128 ayrı dil;
3,574,097 nüfuslu Connecticut’da 107 ayrı dil;
897,934 nüfuslu Delaware’de 81 ayrı dil;
18,801,310 nüfuslu Florida’da 162 ayrı dil;
9,687,653 nüfuslu Georgia’da 141 ayrı dil;
1,360,301 nüfuslu Hawaii’de 104 ayrı dil;
1,567,582 nüfuslu Idaho’da 107 ayrı dil;
12,830,632 nüfuslu Illinois’da
140 ayrı dil; 6,483,802 nüfuslu Indiana’da 114 ayrı dil;
3,046,355 nüfuslu Iowa’da 113 ayrı dil;
2,853,118 nüfuslu Kansas’da 111 ayrı dil;
4,339,367 nüfuslu Kentucky’de 109 ayrı dil;
4,533,372 nüfuslu Louisiana’da 99 ayrı dil;
1,328,361 nüfuslu Maine’da 86 ayrı dil;
5,773,552 nüfuslu Maryland’da 145 ayrı dil;
6,547,629 nüfuslu Massachusetts’de 142 ayrı dil;
9,883,640 nüfuslu Michigan’da 141 ayrı dil;
5,303,925 nüfuslu Minnesota’da 123 ayrı dil;
2,967,297 nüfuslu Mississippi’de 85 ayrı dil;
5,988,927 nüfuslu Missouri’de 133 ayrı dil;
989,415 nüfuslu Montana’da 80 ayrı dil;
1,826,341 nüfuslu Nebraska’da 106 ayrı dil ayrı dil;
2,700,551 nüfuslu Nevada’da 114 ayrı dil;
1,316,470 nüfuslu New Hampshire’da 83 ayrı dil;
8,791,894 nüfuslu New Jersey’de 136 ayrı dil;
2,059,179 nüfuslu New Mexico’da 114 ayrı dil;
19,378,102 nüfuslu New York’ta 173 ayrı dil;
9,535,483 nüfuslu North Carolina’da 136 ayrı dil;
672,591 nüfuslu North Dakota’da 77 ayrı dil;
11,536,504 nüfuslu Ohio’da 128;
3,751,351 nüfuslu Oklahoma’da 131 ayrı dil;
3,831,074 nüfuslu Oregon’da 136 ayrı dil;
12,702,379 nüfuslu Pennsylvania’da 152 ayrı dil;
1,052,567 nüfuslu Rhode Island’ta 81 ayrı dil;
4,625,364 nüfuslu South Carolina’da 105 ayrı dil;
814,180 nüfuslu South Dakota’da 79 ayrı dil;
6,346,105 nüfuslu Tennessee’de 117 ayrı dil;
25,145,561 nüfuslu Texas’da 170 ayrı dil;
2,763,885 nüfuslu Utah’da 123 ayrı dil;
625,741 nüfuslu Vermont’da 78 ayrı dil;
8,001,024 nüfuslu Virginia’da 135 ayrı dil;
6,724,540 nüfuslu Washington’da 166 ayrı dil;
1,852,994 nüfuslu West Virginia’da 84 ayrı dil;
5,686,986 nüfuslu Wisconsin’de 124 ayrı dil;
563,626 nüfuslu Wyoming’de 61 ayrı dil ve
601,723 nüfuslu District of Columbia’da 94 ayrı dil konuşulmakta olduğu; yapılan sayım sonucu resmen belirlenmiş bulunuyor.
2010 yılı sayımında, ABD nüfusunun yüzde 16,3’ünü oluşturan 50,500,000 (elli milyon beşyüz bin) kişinin evlerinde anadil olarak “Hispanic” (İspanyolca) konuştukları;
Bunların çoğunun 1960’lardan başlayarak ve sayısı her yıl katlanarak büyüyen göç dalgalarıyla Meksika’dan, Küba’dan, vs. ABD’ye göçmen olarak geldikleri;
Kırk yıl sonra 2050 yılına doğru ABD nüfusunun yüzde 30’unu oluşturacakları;
Bunların Amerikan yurttaşlığına girmiş olmalarına karşın, ezici çoğunluğunun Amerikan ulusuyla kaynaşmadıkları ve ülkenin ortak dili İngilizce’yi öğrenmedikleri, konuşmadıkları resmen saptanmış durumda…
2008’de ölen ABD’lı akademisyen Samuel P. Huntington, Foreign Policy dergisinin 2004 Mart sayısında yayımlanan “Hispanic Challenge” başlıklı yazısı ve aynı yıl yayımlanan “Biz Kimiz?” (Who Are We?) adlı kitabında;
Amerikan ulusuyla kaynaşmayan yüzde 16,3’lük “Hispanic” nüfusun, bu çoğalma hızıyla 2050 yılına doğru ABD’yi etnik bölünmeye sürükleyebileceğini;
Bunu önlemenin biricik yolunun ise, onların “rüyalarını bile İngilizce görecekleri düzeyde İngilizce konuşmalarını sağlamak olduğunu savunuyordu.
Bundan sonra Amerika’da pek çok köşe yazarı 2050 öngörülerini yazmaya başladı.
“Türk Huntington’u” diyebileceğimiz kimi yerli “Batı papağanları” da Huntington’a ait olan ABD’nin 2050 yılında “Hispanic” ler tarafından parçalanacağı “kehaneti” ni sanki kendi buluşlarıymış gibi sunan yayınlar yaptılar.
Çeşitli etnik kökenlerden gelen anadilleri farklı toplulukların bir ulus oluşturabilmesinin, “ortak bir dil” kullanmalarına bağlı olduğu, ABD’nin yaşayarak öğrendiği bir gerçeklik. Huntington’un değinmediği bir gerçek de şu:
ABD’nin geçmişinde, bugünün yüzde 16’lık “Hispanic”lerinden çok daha ağır, 1890’larda ABD nüfusunun yüzde 53’ünü oluşturan Alman kökenli yurttaşlar sorunu vardı.
O yıllarda, sokaktaki her iki ABD yurttaşından biri Alman kökenliydi.
Bunlar, ABD’de bütün derslerin Almanca okutulduğu okullar açıyor, Almanca gazeteler, dergiler, kitaplar yayımlıyor;
Alman tiyatroları, Alman kabareleri, Alman birahaneleri, Alman şirketleri açıyor;
Ve caddeleri, sokakları Almanca işyeri tabelalarıyla donatılan Amerika, hızla Almanlaşıyordu.
Dahası, 1890’larda ABD nüfusunun çoğunluğunu oluşturan bu Alman kökenliler dış politikayı bile etkiliyor, ABD’ye Almanya’nın düşmanına düşman, dostuna dost bir politika izlemesini dayatıyorlardı.
Ancak, bu durum 1890’ların ikinci yarısında değişecek ve ABD nüfusunun çoğunluğunu oluşturan Alman kökenliler, 1896’da ABD’deki Alman kanaat önderlerinin önerisiyle, ABD’nin ortak dili olan İngilizce’yi öğrenip günlük yaşamlarında kullanarak Amerikan ulusunun ayrıcalıksız yurttaşları olmaya yöneleceklerdi.
Bu yönelişten yüz yıl sonra yapılan 1990 – 2000 ABD nüfus sayımlarında, etnik kökenini Alman olarak tanımlayan ABD yurttaşlarının sayısı tüm nüfusa oranla yüzde 25’lere gerilemiş, İngilizce bilmeyen Alman kökenli Amerikalı sayısı ise yok denecek ölçüde azalmıştı.
1890’larda ABD nüfusunun çoğunluğunu oluşturan Alman kökenlileri ortak dil İngilizce ile Amerikanlaştıran ABD’nin, bugünün %16’lık “Hispanic”lerini aynı yöntemlerle Amerikan ulus potasında kaynaştırması olanaksız değil…
Nitekim, “Tek Dil İngilizce Akımı” (English-Only Movement) İngilizce’nin ABD’de hem tek ortak dil ve hem de tek resmi dil olarak benimsenmesi için çalışmakta.
1930’lar Türkiyesi’nde “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyalarına benzer kampanyalar; bugün ABD’de ulusal dil İngilizce için yürütülüyor.
2005 yılında Kongre’ye sunulan “İngilizce Dil Birliği Yasa Tasarısı” (English Language Unity Act) yasalaşma yolunda çeşitli aşamalardan geçerek, 5 Mart 2013 günü ABD Senatosu’na, 6 Mart 2013 günü Temsilciler Meclisi’ne sunuldu.
Yasa tasarısı, “ABD’de resmi dil İngilizce’dir” maddesiyle başlıyor.
Tasarıya göre, tüm ABD yurttaşları Bağımsızlık Bildirgesi’nin özgün İngilizce metnini, ABD Anayasasını ve yasalarını okuyup anlayacak ölçüde İngilizce bilecekler;
Bu düzeyde İngilizce bilmeyen göçmenler, ABD yurttaşlığına alınmayacak;
Devlet dairelerindeki bütün işlemler İngilizce olacak;
Yurttaşlar özel yaşamlarında ise diledikleri dili kullanabilecekler…
Evet, ABD’de Mart 2013 itibariyle son durum bu. Peki, Türkiye’de son durum ne?
ABD’de “Tek Resmi Dil: İngilizcedir”, “Vatandaş İngilizce Konuş!” demek, Demokratik Cumhuriyetçiliktir;
Buna karşılık Türkiye’de “Tek Resmi Dil Türkçedir”, “Vatandaş Türkçe Konuş!” derseniz, “birileri” sizi anında “Irkçı Faşist” olarak damgalayacaktır.
ABD ve diğer Batı ülkelerinde “Demokratik” sayılanın, Türkiye’de “Irkçı Faşizm” sayılması;
Batı’da “Anarşi” olarak tanımlanacak türden görüş ve uygulamaların,
Türkiye’de “Demokrasi” olarak yutturulması; bence, ülkemizin tüm sorunlarından çok daha önemli bir sorundur.
Cengiz ÖZAKINCI, “Bütün Dünya”, Ocak 2014