13 Ocak 2016 Çarşamba

Komünist bir masaldı Sümerbank…- Anıl Aba



Sümerbank, bugünlerde bir ayağı çukurda olan, cumhuriyetimizin ilk kamu yatırımıydı. 1933 yılında kurulan iştirakin Kayseri’deki ilk fabrikası 1935 senesinde Sovyetler Birliği’nin teknik ve maddi desteğiyle açılmıştı. Ülkemizin sanayileşmesi ve büyümesi için atılmış en önemli adımlardan biri olan Sümerbank, sadece iktisadî değil sosyal ve kültürel olarak da ilerici bir projeydi.
Mesela Sümerbank fabrikaları işçilerine kütüphane, sinema binası, spor sahası, lojman (vazife evleri denirdi), çay bahçesi ve hastane dahil her türlü sosyal imkanı sunardı. Hepsini geçtim, fabrikanın hamamı dahi vardı. Nazilli basma fabrikasında işçiler Beethoven dinlerdi; kasetten değil ha, yine işçilerin kurduğu klasik müzik korosundan, canlı olarak… Orkestrası ya da bandosu olmayan diğer fabrikalarda işçiler çalışırken radyodan klasik müzik yayını yapılırdı; tıpkı SSCB’de, Romanya’da, Küba’da olduğu gibi.. Bazen hünerli bir işçi çıkar, mikrofondan fıkra anlatır veyahut iş arkadaşlarını eğlendiren taklitler yapardı. Oysa şimdilerde şartları kölelikten hallice olan modern fabrika ve plazalarda çalışıyor işçiler.
Bir ulusu giydirmek…
Bizim kuşak için Eylül ayı Sümerbank ayı olurdu. Okul önlüğümüzden, pantolonumuza, defter kalemden, beslenme çantamıza kadar her şeyi Sümerbank’tan aldık biz. Anneannemin patiskaları, dedemin bayramlık mendilleri, annemin hâlâ kullandığı porselen takımı, babamın martı gibi Beykoz köselesi kunduraları… Herkesin, sonraları Gaffur pijaması diye ayyuka çıkan, çizgili pazen pijaması muhakkak vardı. Kışın Sümerbank pijamamı yine Sümerbank çorabımın içine sokup öyle yatardım.
Memur çocukları, kumaş kokulu Sümerbank mağazalarına ailecek yapılan ziyaretleri iyi bilirler. Çünkü devlet, memurlarına ve devlete bağlı kurumlarda çalışan işçilere yıllık Sümerbank istihkakı verirdi. Gelinlik çeyizlere Sümerbank çeki konurdu. Sümerbank, yatılı öğretmen okulunda okuyan öğrencilere her yıl birer çift ayakkabı yollar, Kredi ve Yurtlar kurumunun çarşaf ve nevresimlerini üretirdi. Hatta maddi durumu olmayan başarılı öğrencilere burslar verip onları yurtdışında eğitime de gönderirdi.
Bir dönem Galatasaray’ın parçalı formalarını da yine Sümerbank dikmişti. Merserize trikotaj veya keten dokuma bu formalara futbolcular canları gibi bakar, her maç sonrası evinde yıkayarak bir sezon boyunca giyerlerdi.

Anadolu kadını için adeta bir basma devrimi yapmıştı Sümerbank. Rengarenk, püfür püfür, desen desen emprime basmalar üretti yıllarca. Rahşan Ecevit’in dallı güllü basma elbiseleri, Karaoğlan’ın mavi gömleği hep Sümerbank’tandı. Ben de Sümerbank’a gittiğim zaman tezgâhtardan Ecevit mavisi gömlek isterdim ekseriyetle. Dünya güzeli seçilen Azra Akın’ın o nefis elbisesini bile Oscar de la Renta filan değil Sümerbank dikmişti. Fakat bugün Emine Hanım, 6000 dolara ayakkabı satan, Christian Louboutin’den aşağıya giyinmiyor maşallah.
Ne komünist ülkeymişiz…
O zamanlar Sovyet kredisiyle başlayan bu küçük macera peyderpey büyüdü. İpliğinden tutun, nihai ürünün nakliyatına kadar çoğu işi kendi bünyesinde yapmaya başladı. Sümerbank mensucatla kalmadı; porselendir, kırtasiyedir, halıdır, kilimdir, tuğladır, aklınıza ne geliyorsa üretmeye ve satmaya başladı. Kendi finansmanını bile kendi bankacılık faaliyetlerinden sağlıyordu. 40 binden fazla çalışan, 500’e yakın mağaza, 41 fabrika ve 43 banka şubesiyle Türkiye’nin en büyük holding teşekküllerinden biri haline geldi. Eğer istenseydi bir ülkenin tüm üretimini yapacak bir yapıya ulaşabilirdi. Bizatihi bir işçi kooperatifi olmasa da Bask bölgesindeki Mondragon kooperatifiyle biçimsel benzerlikler gösterirdi. Tüccara ayrı, nakliyeciye ayrı, perakendeciye ayrı kâr fırsatı vermeden halka aracısız satış yaptığı için fiyatları uygun olurdu; bundan ötürü de özel şirketler vatandaş segmentinde Sümerbank’la pek sıkı rekabet edemiyordu.
Fakat dar gelirli ve mütevazi vatandaşın bayramlık giyim-kuşam ihtiyacını Sümerbank’tan karşılaması Özal’ın çok zoruna gitti. IMF ve Dünya Bankası her geldiğinde “halkın sırtındaki kambur” diyerek Sümerbank’ı şikayet etti. Neymiş, fabrika işçisi çok para alıyormuş… Rahmetli çok tontondu ama hiç sevmezdi çok para alan işçiyi. İşçi dediğin az para alır, hatta mümkün olsa almadan çalışır, değil mi?
Önce Sümerbank’ın bir kısmı işçi düşmanı Garipoğlu’na, bir kısmı da hepimizin yakinen tanıdığı Albayraklara haraç mezat satıldı. Hatta araya güzelim TÜMOSAN ihalesi de sıkıştırıldı. Sonra Merinos, Beykoz, Bergama ve Malatya başta olmak üzere fabrikalar teker teker kapatılmaya başlandı. Emekçi şehri olan Nazilli, bir gecede emekli şehri oldu. Daha sonra rüzgâr hafiften yön değiştirdi; Garipoğlu Sümerbank’ın kaynaklarını zimmetine geçirmek ve nitelikli dolandırıcılık suçlarıyla açılan davalardan, mahkeme kararları bozula bozula, sadece 2 yıl 2 ay hapis cezasıyla yırttı. Yani bir halkın 80 yıllık ortak emeği 2 yıl hapis karşılığında birkaç haramiye aktarılmış oldu. Acaba biz de 2 yıl yatsak geri verirler mi Sümerbank’ı?
14 yıl önce bugün, 11 Ocak 2002’de, Türkiye halkının iftihar vesilesi olan Sümerbank’ın son fabrikasına da kilit vurdular. Geriye Sümerbank’ın sadece adı kalmıştı. Bu da dönemin peşkeşten sorumlu maliye bakanı Unakıtan’ın çok gücüne gitti. “Sümerbank’ı bitirdik, yakında tarihten siliniyor” diye resmen halka nispet yaptı. Sonraları da çıkıp “Satıyoruz satıyoruz bitmiyor, ne komünist ülkeymişiz” diye zevzek zevzek konuşmuştu. En son geçen sene Sümerbank lojmanlarının TÜRGEV’e devredilmesi gündemdeydi. Ayakkabı kutularını doldurduk ama gözlerini doyuramadık bu zındıkların…
Halkın halk için ürettiği Sümerbank’tan geriye bize Bershka, bize Collezione, bize Mango kaldı.. İstiklâl Caddesi’nde masa açıp kızıl dergi satanlara “hesapta komünist ama ayağında Converse var” diyen gevezelere sormuş olayım:
Kardeşim, Sümerbank ayakkabı üretiyor da biz mi giymiyoruz?!
Alıntı: http://sendika8.org/2016/01/komunist-bir-masaldi-sumerbank-anil-aba/

12 Ocak 2016 Salı

CIA'cı Barkey, "Ya İstiklâl Caddesi'nde Olursa" Demişti!..



Sultanahmet'te Patlama


Sabah saatlerinde İstanbul'un en önemli merkezlerinden Sultanahmet'te patlama meydana geldi.
Ölü ve yaralılar olduğu bildiriliyor.
Patlamanın sebebine ilişkin henüz bir açıklama yok.
Şayet saldırıysa;
CIA'cı Henry Barkey'in 3 ay önce Ankara katliamından sonra yaptığı şu açıklamayı unutmayalım:
"Türkiye'nin yapması gereken çok önemli bir şey var. IŞİD altyapısını mümkün olduğu kadar temizlemek. Çünkü eninde sonunda bu altyapı, Türkiye’nin içinde Türkiye’ye saplanmış bir hançer gibi. Düşünün Ankara gibi Türkiye’nin en iyi muhafaza edilmiş, en çok polisin var olduğu yerde uluorta 100 kişinin canını alan bir katliam yaptılar. Bunu bu kadar kolaylıkla yapmışlarsa, bunu İstanbul’da da, başka yerde de yapabilirler. Türkiye’nin dikkatli davranması lazım. IŞİD’in daha fazla katliamlara sebep vermemesi lazım. Öte yandan yarın öbür gün İstanbul’da İstiklal Caddesi’nde yapsalar ne olacak? Türkiye’nin turizme ihtiyacı var. Türkiye, uluslararası camiayla yakın iktisadi ilişkileri olan bir ülke. Küresel oluşumun parçası. Bütün bunlar çok kötü bir şekilde zedelenebilir. Dolayısıyla IŞİD’i mümkün olduğu kadar çabuk altyapısını sindirip ortadan kaldırması lâzım Türkiye’nin. Ama bunu yapabilir mi, hele şu seçim sırasında zannetmiyorum.”
Ve şunu soralım:
Şimdi ne istiyorlar?
Suriye'de PYD ve "Kürt koridorunu" kabul etmemizi mi?
Güneydoğu'da PKK'ya karşı operasyonları durdurmamızı mı?
Musul'dan çekilmemizi mi?
Kıbrıs'ı mı?
Hepsini birden mi?
Müyesser Yıldız

11 Ocak 2016 Pazartesi

İCAZETLİ DÜZENBAZLIĞIN “SOSYAL SORUMLULUK PROJESİ !”



Atatürkçü Düşünce Derneği Tüzüğünde Amaçları belirleyen 4. Maddesinde şunlar yazılı.  “Atatürk’ün düşüncelerini, davranışlarını, savaşımlarını ve yapıtlarını inceleme, araştırma konusu yapmak, bunlara karşı girişim, adım ve akımlarla yasalar çerçevesinde düşün savaşımı vermektir.”, “devrim karşıtlarının ulusal yaşamı geriye çekme çabalarından toplumu korumak için her alanda aydınlatıcı ve uyarıcı hizmetler vermelerini gerçekleştirmektir.”
Demek ki ADD Atatürk’ün “düşüncelerini, davranışlarını, savaşımlarını ve yapıtlarına (eserlerine),  “karşı adım ve akımlarla yasalar çerçevesinde” savaşım vermek amacıyla kurulmuş.
Mustafa Kemal Atatürk ise -  "Benim iki büyük eserim vardır; biri Türkiye Cumhuriyeti, diğeri Cumhuriyet Halk Partisi'dir” diyor.
Demek ’ki Türkiye Cumhuriyeti Mustafa Kemal Atatürk’ün en büyük eseri(yapıtı)
AKP iktidara geldiği günden başlayarak Türkiye cumhuriyetini, yani Atatürk ün en büyük eserini yok etmek amaçlı girişimlerini her alanda sürdürdü, sürdürüyor. Türkiye Cumhuriyeti Tarihinin en büyük yıkım ve ihaneti ile karşı karşıya. İktidar ülkeyi fiilen dinci faşist bir diktatörlüğe dönüştürmüş.. Bunun yasal zeminini yaratmak için muhalefet partileriyle iş ve güç birliği içinde “yeni anayasa” yapmak için uzlaştılar..
Şimdi ADD Genel Merkezi ve şubelerinin Tüzük gereği Mustafa Kemal Atatürk’ün en büyük eseri(yapıtı) olan Türkiye Cumhuriyetinin yıkımına ve ihanete karşı savaşım vermesi beklenir değil mi?  Görelim bakalım öyle midir?
Bilindiği üzere ADD Isparta Şubesi “Türkiye Cumhuriyetinin yıkımına ve ihanete karşı savaşım vermesi” nedeniyle ADD genel başkanlığına Masonların özel görevlisi olarak atanan Tansel ÇÖLAŞAN ve müritleri tarafından düzenlenen bir operasyonla 2013 yılında kapatıldı..
Yerine bu operasyonun Isparta ayağını yürüten,  Mason teyzelerinden icazetli,  sünepe, kaplıca çelebisi, Derneği satış mekânı olarak kullanan kozmetik pazarlamacıları ve geçmişi şaibeli bir ekip tarafından “GÜL ADD Isparta Şubesi” kurduruldu.
İşte bu Gül ADD Isparta Şubesinin Türkiye’nin yakıcı gündemine çözüm olarak projeler ürettiği Isparta yerel basınında ve GÜL ADD Isparta Şubesi sosyal paylaşım sitelerinde yayımlandı..
Basında yer alan projeler tüm ADD şubeleri ile de paylaşılmış.. Şubelerden büyük beğeni almış.. Ve kutlama mesajları da yazılmış..
“Derneğin bir diğer sosyal sorumluluk projesi ise sokak hayvanları ile ilgili. Sokak hayvanlarını besleme etkinliği için de bir duyuru yapan ADD; "Atatürkçü Düşünce Derneği Isparta Şubesi ve Isparta Hayvanları Koruma Derneği tarafından düzenlenen sokak hayvanlarını besleme etkinliğine katılımlarınızı bekliyoruz”
ADD Özellikle 2010 yılından bu yana Atatürkçülüğü, göstermelik bir makyaj, bu köhne düzenin savunuculuğu ve hizmetkârlığı, halkın acılarına duyarsız ama “çağdaş” bir yaşam yürütme olarak yutturmaya çalışan bir zihniyetin eline geçmiştir. Isparta da GÜL ADD tamda bu çarpık, sapkın anlayışın gereğini yerine getirmektedir.
Onlara göre Atatürk’ün devrimleri ve ilkeleri önemli günlerde hatırlanılacak, üstümüze giyeceğimiz elbiselerdir. Varsın bugünkü düzen onun kurduğu Cumhuriyet’in tam zıddı olsun; önemli değil! Yeter ki onun kurduğu Cumhuriyet şeklen devam etsin!
Elbette Kemalistler 1950 den bu yana sömürü çarklarıyla işleyen kapitalizmin Türk halkında yarattığı yıkımlara karşı duracaklardır. Ancak bu karşı duruş işbirlikçi egemenlerin yarattığı yıkımları ucundan kıyısından pansuman ederek örtmek, böylece vahşi sömürü düzeninin “aklanmasına”  ve sürdürebilirliğine katkı ve hizmet değildir.
 “Sosyal Sorumluluk Projeleri”  halkın emperyalizme ve işbirlikçiliğe karşı  duyduğu öfkeyi, tepkiyi, toplumsal muhalefeti etkisiz ve eylemsiz kılmak amacıyla üretilmiş “cambaza bak” düzenbazlığının adıdır.  Böylece bu projeler uygulayanların niyetlerinden bağımsız olarak SİSTEMİN BESLEYENİ olmaktan öteye geçemezler.
Yeni-sömürgecilik, klasik sömürgecilikteki açık işgalin yerini gizli işgalin almasıdır.. Böylelikle halkların ulusal bilinci çarpıtılarak, emperyalist sömürü gizlenmeye çalışılır.
Emperyalizmin akıllı ve kurnaz mimarları halkların er ya da geç emperyalist sömürüye ve işgale başkaldıracağı, sömürüden ve işgalden kurtulan halkların örneklerini izleyeceği gerçeğinden yola çıkarak, açık işgalin yerine gizli işgali koyarak sömürüsünü güvence altına almayı, bağımlı ülke halklarının tepkisini, öfkesini, oluşacak toplumsal muhalefeti dizginleyecek önlemleri almayı da unutmadılar. Bu önlemlerin içinde en etkili olanı ise toplumsal muhalefeti temsil iddiasındaki örgütlenmeler aracılığı ile uygulamaya konulan/ koydurulan “Sosyal Sorumluluk projeleridir”.
Kemalistleri haklı ve meşru kılan; tüm kurumlarıyla işgal edilmiş bir sistemin önlerine koyduğu pansuman önlemler ve “icazet” değil, işgale, gericiliğe ve haksızlığa başkaldırının, Kemalizm’in vazgeçilmez bir gereği ve önkoşulu olmasıdır. Bu tür başkaldırılar, tarihin hiçbir evresinde, meşruiyet sınırlarını; kavgalı olduğu, mücadele ettiği gücün koyduğu kurallara göre oluşturmadı. Meşruiyeti; sistemin “icazetine” ve pansuman projelere indirgemek, düşüncelere ve dile görünmez zincirlerin dolanmasına olanak vermekle aynı anlamı taşır.  Kemalizm’in bu şekilde kavranması, Cumhuriyet yıkıcılığının ideolojik olarak aklanmasına dönüşür.
Atatürkçü kesimlerde bu esas hedef kimi zaman unutulmakta/unutturulmakta, devrimci çözümlerin dışında, Atatürk devrimlerini yozlaştıran, ortadan kaldırmaya çalışan, Türkiye’yi adım adım emperyalizme bağlayan karşı devrimci iktidarların şekillendirdiği siyasal yapı ile hesaplaşmak yerine,  siyasal yapı içerisinde, çözümler aranmaktadır. Bunun adı sistemin istediği kadar ve istediği yönde düşünerek iktidara yedeklenmek, mücadeleden kaçmak, düşmana teslim olmaktır, halkın haklı ve meşru devrimci mücadelesine ihanet etmektir.
Bunun adı, açlıktan ağlayan çocuğa bir adet lolipop şeker vererek susmasını sağlamaktır.
Bunun adı, bedendeki kanserli bölgeyi kökten temizlemek yerine, ağrı kesici ile tedavi etmeye kalkışmaktır.
Bunun adı, Atatürkçülük adına,  mevcut vahşileşmiş sömürge düzeninin, dinci faşizmin yarattığı yıkımları tamir ve pansuman ederek ortaya çıkmak, böylece antiemperyalist, halkçı devrimci Kemalist hareketi marjinal(AŞIRI UÇ) bir konuma düşürmektir.
Türkiye artık Atatürk’ün miras bıraktığı ülke değildir. Tanzimat Batıcılığının sahte reformculuğunu, düzenin bekçiliğini “Atatürkçülük”  zanneden zavallılığa karşı Kemalizm’in Cumhuriyetçi, köktenci ve devrimci anlayışını savunmak, bu uğurda savaşım vermektir Atatürkçülük.
Sosyal projeler, Soros, AB fonları;  yeni sömürgecilerin kurnaz ve akıllı mimarlarınca üretilip Sahte Atatürkçülerin ellerine verilen bu ve benzeri düzenbazlıklar,  yalnızca toplumsal muhalefeti dizginlemek, uysal, düzenle uyumlu kılmakla kalmıyor, aynı zamanda Kemalist devrimlerinin yarattığı bütün tarihsel birikimi bir bir yok etme işlevini’ de yerine getiriyor.
Atatürkçülük, emperyalizme karşı verilen bir ulusal bağımsızlık, gericiliğe karşı verilen devrimci  mücadelenin adıdır. Tüm halkın birleşmesi ve bir düzeni yıkıp, yerine devrimci bir Cumhuriyet’i kurmasıyla ortaya çıkmış tamamen antiemperyalist, siyasi ve devrimci bir harekettir. Onun tarihsel pratiği bugünkü düzenin sahiplerini ölçülemez derecede rahatsız etmektedir.
Bu nedenle sömürü çarklarıyla işleyen kapitalizmin, dinci faşizmin yıkımlarını görmemizi engelleyecek bilgi kirliliği yaratan, Kemalist mevzilerde bilinç bulandırmaya, yozlaşmaya yol açan, antiemperyalist halkçı devrimci mücadeleyi “marjinal”(aşırı uç) gösteren bu anlayış mutlaka kırılmalıdır kırılacaktır. Son sözü Mustafa Kemal Atatürk’e bırakalım.
“Efendiler, biz hakkımızı korumak, bağımsızlığımızı güven altına almak için, toptan bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı milletçe savaşmayı uygun gören bir doktrini izleyen insanlarız... Biz Batı emperyalistlerine karşı tam bağımsızlığımızı korumakla kalmıyoruz. Aynı zamanda Batı emperyalistlerinin güçleri ve bilinen her vasıtası ile Türk ulusunu emperyalizme araç olarak kullanmak isteyenlere engel oluyoruz. Bununla bütün insanlığa hizmet ettiğimize inanıyoruz.”
11 Ocak 2016 Isparta
Mahmut ÖZYÜREK

10 Ocak 2016 Pazar

İSTANBUL DEĞİL, KONSTANTİNİYYE!

Hz. İsa’dan 667 yıl önce, yani MÖ 667’de, günümüz İstanbul’un bulunduğu yerde Bizans adlı bir şehir devleti kuruldu.
MÖ 196’da Romalılar Bizans’ı işgal etti.
11 Mayıs 330 tarihinde, Roma İmparatoru I. Konstantin, Bizans’ı imparatorluğunun yeni başkenti seçti. Bu tarihten sonra şehre “Konstantin’in Şehri” anlamına gelen Konstantinopolis adı verildi.

Osmanlılar, Yunanca özel bir isim olan Konstantinopolis’e, yine aynı anlamda, Osmanlıca Konstantiniyye dediler.

29 Mayıs 1453 tarihinde Osmanlı Padişahı Fatih Sultan Mehmet, Konstantiniyye’yi ele geçirdi.
Fatih Sultan Mehmet, tarihte yeni bir çağın başlangıcı olarak gösterilen Konstantinopolis’in fethinden sonra şehrin Yunanca ismini değiştirmedi, şehre İstanbul adını vermedi!

Yalnız Fatih Sultan Mehmet değil, ondan sonra gelen tüm Osmanlı padişahları döneminde de şehrin resmi adı Yunanca Konstantinopolis, Osmanlıca Konstantiniyye değiştirilmedi!
29 Mayıs 1453 tarihinden Osmanlı yıkılıp gidinceye kadar geçen dönemde İstanbul’un resmi adı hep Konstantiniyye olarak kaldı!
Yani Osmanlı, 470 yıl resmen Konstantiniyye dedi, İstanbul demedi!
Bu demektir ki, Osmanlı hiçbir zaman “İstanbul” adını benimsemedi, resmen hiçbir zaman kullanmadı.

Osmanlı’nın İstanbul adını benimsemediğini, yalnız dış ilişkilerde değil, içte de sürekli olarak Konstantiniyye adını kullandığını gösterir bir örnek sunacağım.

Osmanlı tahtında Padişah II. Mahmut oturmaktadır.
1811 yılında Osmanlı-Rus savaşı başlar.
Osmanlı savaştan yenik çıkar. Büyük toprak kayıpları yaşar.
28 Eylül 1812 tarihinde Ruslarla, Bükreş Antlaşması imzalanır. Bu anlaşmaya göre Osmanlı Rusya’ya 30 milyon altın savaş tazminatı ödeyecektir.
Ancak anlı şanlı Osmanlı’nın hazinesi tam takırdır, bu tazminatı ödeyecek parası yoktur!
Yalnız paraya ihtiyacı olduğunda Anadolu halkını hatırlayan Osmanlı, savaş tazminatını ödeyebilmek için tüm Anadolu’da “yardım kampanyası” başlatır.
Yoksulluğuna rağmen Anadolu Türk halkı devletine sahip çıkar, elde avuçta ne varsa vererek devlet borcunun ödenmesine katkıda bulunur.
İşte bu yardım kampanyası sırasında en büyük parasal katkı, günümüz Afyonkarahisar’ın ilçesi Sandıklı’dan gelir.
Rusya’ya savaş tazminatının ödenmesinden sonra Padişah II. Mahmut, Sandıklı’yı ödüllendirmek için “Sandıklı Altını” bastırır.
Çifte (3,5 gram), tam (1,75 gram) ve yarım (0.85 gram) olarak bastırılan altınların bir yüzünde “Gazi Mahmut Han”, diğer yüzünde ise altınların bastırıldığı yer olan “KONSTANTİNİYYE” yazılıdır.
İstanbul değil, Konstantiniyye!

Öyleyse, İstanbul’a Konstantiniyye demek bir Osmanlı geleneğidir.
Osmanlı’nın bu geleneğini bozan, Atatürk Cumhuriyeti olmuştur.
28 Mart 1930 tarihinde çıkarılan “Türk Posta Hizmet Kanunu” ile Konstantiniyye adı resmen değiştirilerek İstanbul adını almıştır.
Bu tarihten sonra yabancıların da İstanbul adını kullanması talep edilmiştir.
Yurtdışından gönderilen mektuplarda adres olarak Konstantinopolis yazılı olanlar geri gönderilmiştir.

Değerli Dostlar,

Şimdi benim başta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Başbakan Ahmet Davutoğlu olmak üzere, tüm Osmanlı Sevdalısı yazar, çizer, televizyon programcılarına, üniversitelere, üniversite hocalarına, Osmanlı Ocakları türünden sivil toplum örgütlerine bir önerim var:

Hemen bir yasa çıkarılarak İstanbul’un adı Konstantiniyye yapılmalıdır.
Yeniden Osmanlı geleneğine dönülmelidir.
Böylece Atatürk Cumhuriyeti ile yapılan hesaplaşmada bir aşama daha yaşanmış olacaktır.

Şimdiden kutluyorum.
Artık İstanbul yok, Konstantiniyye var!
Türkiye’ye ve tüm İslam Âlemi’ne hayırlara vesile olur inşallah!
Amin!..

Yılmaz Dikbaş
9 Ocak 2015, Cumartesi
dikbas@kalinka.com.tr
0532 233 31 52