Yenilgi, birkaç
ay, ya da birkaç yılda içinde gerçekleşmedi.
Sivil ve asker
Atatürkçüler, 60 yıl öncesinden başlayarak adım adım yenilgiye doğru
ilerlediler. Şimdi sizlere, Atatürkçülerin, aşama aşama yenilgiye doğru nasıl
yürüdüklerini özetleyerek anlatayım:
· Atatürkçüler; “Özelleştirmenin” asıl amacının ekonomik
olmasının ötesinde siyasi olduğunu kavrayamadılar.
· Pektim, Tüpraş, Seka, Tekel. Sümerbank, Türk Telekom
başta olmak üzere Tüm Kamu İktisadi (KİT) kuruluşlarımız birer birer elden
çıkarken geri durdular. Oysa bu kuruluşlar devletin, yani yoksul Türk halkının
mallarıydı.
· Yeraltı ve yerüstü madenlerimiz ve işletmelerimiz
peşkeş çekilirken sessiz kaldılar. Limanlarımız, bankalarımız, elimizden alınırken
Atatürkçüler umursamadılar.
· Topraklarımız elden çıkmaya başladı, Türk çiftçisi
kendi tohumunu ekemez oldu, Siyonist İsrail’den genetik yapısı tam bilinmeyen
kısır tohumlar satın almak zorunda bırakıldı, Atatürkçülerin sesi çıkmadı.
· Kısacası; Atatürkçüler, ekonomik kaleler teslim
alınırken seyirci kaldılar. Tapusuz gecekondular yıkılırken taşla sopayla
yoksul ailelerin direnişlerinden bile gerekli dersi çıkaramadılar.
· Atatürkçüler; vatan dedikleri toprakların altında ve
üstündeki tüm zenginliklerin gerçek sahipleri olduklarının farkında bile
değillerdi.
· Malını mülkünü kaybetmiş, değil ulusların, bireylerin
bile yaşam savaşımı vermesinin çok güç olacağını, ekonomik kaleleri teslim
alınmış ulusların bağımsızlıklarını da yitireceklerini göremediler. Bağımsızlık,
Egemenlik, Manda ve Avrupa Birliği (AB) konularını tam kavrayamadılar, ne
anladıkları ise açık ve net değil.
· Atatürkçüler; AB’ne katılmanın aslında AB vesayeti
altına girmek, kısacası AB Mandasını kabul etmek anlamına geldiği noktasında
birleşmiş değillerdir.
Atatürkçülerin
Başöğretmeni Mustafa Kemal değil mi?
· Atatürkçüler; Başöğretmen Mustafa Kemal’in Samsun’a
çıkışından yaklaşık üç ay sonra, 11 Ağustos 1919 tarihinde düzenlediği Erzurum
Kongresinde söylediklerini okumamışlar, öğrenmemişler.
Erzurum Kongresi
sürecinde Mustafa Kemal Paşa arkadaşlarına, Amerikan Mandası hakkında şunları
söyler:
“İstanbul
Manda’dır tutturmuş gidiyor.
Bu
olmayacaktır!
Benim
anladığıma göre İstanbul’daki kişiler, bizi Amerikan’da Wilson’a, Senatoya,
Kongreye müracaat ettirmek ve bütün Türk milleti namına istenen bir manda
oyununa düşürmek istiyorlar.
Bu oyuna
gelmeyeceğiz!
Öyle bir manda
istenecek veya verilecekmiş ki, hükümdarlık hukukuna, hariçteki temsil
hakkımıza, vatan bütünlüğümüze dokunmayacaklarmış.
Buna ve
böylesine, Amerikalılar değil çocuklar bile güler!
Her şeyin
başında, Amerikalılar kendilerine hiçbir çıkar sağlamayan böyle bir mandayı
niçin kabul etsinler? Amerikalılar bizim kara gözlerimize mi âşık olacaklar, bu
ne hayal ve gaflettir.
Hayır paşalar,
Hayır beyefendiler, hayır hanımefendiler, hayır!
Manda yok! Ya
istiklal, ya ölüm!.
Amerikan
Mandası diye çırpınanlar, düşman işgali altında bulunan sinirleri ve zaafları
ile bu millete ve bize inanmayanlardır. Bizim hayal ve macera peşinde koştuğumuzu
sananlardır. Eğer bunlar Anadolu’nun ve Türk milletin gerçek duygularını
bilseler, bizim çalışmalarımızın hedefini kavrayabilseler, Erzurum Kongresinin
kararlarının nasıl bir vicdan ürünü olduğunu takdir edebilseler, bu yanlış
fikirlerinden dolayı utanç duyarlar.
Bunlar
ümitsizlik ve bozgunluk içinde gerçeklerden uzak olarak yaşayan ve ne
yapacaklarını, ne yapılmakta olduğunu bilmeyen insanlardır.
Kongre,
duygularını açıkça belirtmiştir. Heyet-i Temsiliye kararını vermiştir. Milli
irade bilinç ve yolunu bulmuştur. Davamız yürümektedir ve yürüyecektir.
Başarılı olmamak için hiçbir sebep yoktur.
Hiçbir olumsuz
kararı tanımayacağız!
Milli egemenlik
esasını ve Milli Meclis kararını ifadelendirmeyen hiçbir anlaşmayı etmeyecek,
tanımayacağız!”
Son altmış
yılın altmış Atatürkçüleri, (elbette istisnaları vardır) Mustafa Kemal Paşa’nın
yukarıda verdiği dersi okumamışlar, anlamamışlar, öğrenmemişler,
özümsememişlerdir.
· Atatürkçüler, AB mandasını kabul için sadece müracaat
etmekle kalmamış, başvurunun kabul edilmesi için yıllarca yalvar yakar
olmuşlardır.
· Atatürkçüler, Anadolu’nun ve Türk milletinin gerçek
duygu ve isteklerinin neler olduğunu bilememişler, öğrenmek için hiçbir çaba
harcamadıkları gibi, kendilerini ’seçkin’ kişiler olarak görüp halka tepeden bakmışlar.
En sıkıcı Atatürkçü bilinenler, halkımızın yüzde 60’nın aptal olduğunu sapık
bir zevkle söyleyip durmuşlardır.
· Atatürkçüler, Türk haklını ‘koyun sürüsüne’ benzeterek
hep bir çoban arayışı içinde olmuşlardır.
· Atatürkçüler, bir yandan AB hibelerini ve Siyonist
Soros dolarlarını cebe indirirken bir yandan da Türk halkını aşağılamaktan
dolayı hiç utanç duymamışlardır.
· Birinci Meclis’ten beri Mustafa Kemal karşıtı,
Cumhuriyet ve Devrim karşıtı olan şeriatçılar, hilafetçiler, padişahçılar dış
destek de alarak hiç ara vermeden, kendi deflerine doğru adım adım ilerlerken;
Atatürkçüler ulusalcı bilince erişememişler ve Kemalist Devrimci yolu
bulamamışlardır.
· Atatürkçüler, ulusun bağımsızlığını ve egemenliğini
elinden alan, vatanın bölünüp parçalanmasının yolunu açan tüm olumsuz kararları
tanımış, kabullenmişlerdir.
Sivas
Kongresine katılan üç İstanbul delegesinden biri olan Tıp Fakültesi 3. sınıf
öğrencisi Tıbbiyeli Hikmet ile Mustafa Kemal arasında, 9 Eylül 1919 gecesi
geçen konuşmayı, çoğu Atatürkçüler duymuştur.
· Paşam, temsilcisi bulunduğum tıbbiyeler beni buraya
bağımsızlık davamızı başarma yolundaki çalışmalara katılmak üzere gönderdiler.
Mandayı kabul edemem! Eğer kabul edecek olanlar varsa, bunlar her kim olacak
olursa olsunlar şiddetle reddeder ve kınarız. Varsayalım manda fikrini siz
kabul ederseniz, sizi de reddeder, Mustafa Kemal’i vatan kurtarıcı değil vatan
batırıcı olarak adlandırır ve lanetleriz!
· Evlat, müsterih ol. Gençlikle iftihar ediyorum ve
gençliğe güveniyorum. Biz, azınlıkta kalsak bile mandayı kabul etmeyeceğiz.
Parolamız tektir ve değişmez: Ya istiklal, ya ölüm!
· Günümüz Atatürkçüler, Tıbbiyeli Hikmetin onurlu ve
yiğit duruşunu, ABD vesayetçileri ve AB mandacıları karşısında
sergileyemedikleri içi yenilmişlerdir.
· Atatürkçüler, ilkelerin değil, yücelttikleri kişilerin
takipçisi ve savunucusu olmuşlardır.
· AB, Türkiye’de en az 3 bin kurum ve kuruluşa hibe
dağıttı. En az 2 bin gazeteci, yazar, çizer, televizyon programcısı, AB
hibeleri ile İĞFAL edildi.
· Atatürkçüler, hibe iyi midir, değil midir, Hıristiyan
AB den hibe almanın bir sakıncası var mıdır, yok mudur konusunda görüş
birliğine varmış değillerdir.
· AKP’nin seçim kazanıp iktidarda kalabilmek amacıyla
yoksul halkımıza başta kömür olmak üzere bazı temel tüketim mallarını
dağıtmasını kınayan, bu tür yardımları alan halkımızı da ‘bir paket makarnaya
kendilerini sattılar’ diye aşağılayan Atatürkçülerin, AB’den, yani karşılıksız
para almasında sakınca görmeyişlerine ne demeli? Hıristiyan Avrupalının
Müslüman Türklere karşılıksız para vermeyeceği gerçeğini hala kavrayamamış olan
Atatürkçüler,’Bağımsızlık’ ve ‘Ulusal Egemenlik’ kavramlarından da hiçbir şey
anlamadıklarını ortaya koymuşlardır.
· Atatürkçüler, NATO’nun ne tür bir örgüt olduğunu tam
öğrenemediler, irdelemediler. NATO’nun gerçek yapısını yazan, anlatan yurtsever
araştırmacıları da dinlemediler, dinlemek istemediler. NATO demek ABD demektir,
bilincine varamadılar. NATO’nun ulusal ordulara karşı olduğunu, ulusal orduları
ortadan kaldırmayı hedeflediğini göremediler. NATO’ya katılmakla Türk Ordusunun
da Amerikalı komutanların yönetimi ve denetimi altına girdiğini görmediler,
görmek istemediler, görmezlikten geldiler.
· Atatürkçüler, NATO’nun, daha doğrusu Pentagon’un
onaylamadığı albayların Türk Ordusunda generalliğe yükseltilmediğini yarım yamalak,
dedikodu düzeyinde duydular ama bunu fazla umursamadılar, “Kemalin Askerlerine
nasıl olur da Amerikalıların komutan seçer”, diye sorgulamadılar, sorgulamaktan
korktular.
· I. Dünya Savaşında Osmanlı Ordusunun başında Alman
generaller bulunuyordu. Osmanlı Devleti savaştan yenik çıktı
· Atatürkçüler, 1950’den sonra Türk Ordusunun da yönetim
ve denetiminin Amerikalıların eline geçmiş olmasında hiç kaygı duymadılar.
ABD’nin Türk Ordusu içine CIA ajanları sokması, giderek ordunun içinden
subayları devşirerek kendisine hizmet eden ajanlara dönüştürmesi de
Atatürkçüleri hiç kaygılandırmadı, hatta hiç ilgilendirmedi.
· Atatürkçüler, ABD hizmetkarı generalleri, şeriatçı
genelkurmay başkanlarını, CIA ajanı subayları hiç sorgulamadığı gibi,
sorgulamaya kalkan yurtseverleri sağlıksız bir ordu sevgisiyle önledi,
susturdu.
· Atatürkçüler, Türk Halkının Ordusu ‘Kemalin Askerleri’
olan Türk Silahlı Kuvvetleri ile bu ordunun yüksek komutanlarını ayrı ayrı ele
alıp değerlendirme yeteneğini ve cesaretini göstermedi, gösteremedi. ‘Türk
Ordusu bizim göz bebeğimizdir. Türk Ordusuna toz kondurtmayız. Ancak ordumuzun
komutanlarını değerlendirmek ve eleştirmek de bizim hakkımız ve görevimizdir’
diyemedi. Bunu demekten çekindi.
· Atatürkçüler, vatan hainliğine teşebbüs etmiş
komutanları bile kucaklamayı, korumayı ulusalcılık sandı.
· Atatürkçüler, Türk Ordusunun yönetim ve deneyimini
ABD’ye ve onun hizmetindeki yüksek komutanlara bıraktığı için yenildi.
· Atatürkçüler, Mustafa Kemalin “Eğer bir gün
‘Türk Milleti yenildi’ denilirse inanmayınız. Yenilen Komutanlardır!”
sözlerindeki derin anlamı kavrayamadı ve ABD’ye teslim olmuş, AB mandasını
kabul etmiş komutanlarla birlikte yenildi.
· Atatürkçüler, ‘Kapitalizm’ ve ‘Emperyalizm’
deyimlerini sıkça kullandılar, ama deyimlerin kavramını tam anlayıp ete kemiğe
. Emperyalizm karşıtı bilince ulaşamadılar
Oysa
Başöğretmen bu konuda ders vermişti, şöyle demişti:
“En büyük
düşman, düşmanların düşmanı ne falan ne de filan milletler; bilakis bu, adeta
her tarafı kaplamış ve saltanat halinde bütün dünyaya hâkim olan Kapitalizm
afeti ve onun çocuğu Emperyalizmdir!
Biz hakkımız
savunmak ve bağımsızlığımızı güvencede bulundura bilmek için, bizi yok etmek
isteyen Emperyalizme ve bizi yutmak isteyen Kapitalizme karşı ulus olarak
savaşmayı yerinde gören bir öğretiyi izleyen insanlarız.”
· Atatürkçüler, son altmış yıldır Kapitalizme ve
Emperyalizme karşı savaşmadılar, karşı cephenin ürettiği, “Küreselleşme”,
“Globalleşme”, “Yeni Dünya Düzeyi”, Serbest Piyasa Ekonomisi” gibi kavramlara
kanmayı, bu kavramları savunmayı yeğlediler.
Bilgili
donanımlı ve yetenekli ulusal yazarlarımız, günümüz Emperyalizmini tanımlamak
amacıyla ortaya bir, “Küresel Çete” kavramını koydular. Tüm dünya
halklarını ezip sömürmek ve yer küresinin tüm zenginliklerini ele geçirmek
isteyen bu Küresel Çetenin en tepedeki üç gizli örgütünü ayrıntılarıyla
tanıttılar.
*** CFR (Dış
İlişkiler Konseyi
*** Bilderberg
*** Trilateral
Bu örgütlerin
yöneticilerinin de Siyonist Yahudiler olduğunu vurguladılar. Bununla da
kalmadılar, Küresel Çete örgütünün Türkiye’deki bağlantılarını da isim isim
açıkladılar. Hayati önem taşıyan bu bilgiler, Atatürkçüleri ilgilendirmedi.
· Atatürkçüler, tüm dünyaya yayılmış Masonların, Lions
ve Rotary Kulüplerinin aslında Küresel Çetenin arka bahçeleri olduğunun
bilincine varamadılar.
· Atatürkçüler, Mustafa Kemalin 13 Ekim 1935 tarihinde
Türkiye’deki tüm Mason localarını kapattırmış olmasının temelinde yatan önemli
nedeni araştırmadılar, hiç okumadılar, hiç öğrenmediler. Masonluğu öven köşe
yazarlarını Ulusalcı, Atatürkçü diye tanımlayıp kucakladılar.
· Atatürkçüler, Cumhuriyet Devrimlerinin bir bütün
olduğunu, bunların arasından yalnız birini, Laikliği öne çıkarıp, Laikliği
savunmakla başarılı olamayacaklarının farkına varmadılar. Birinci Meclis
Döneminde kurulmuş olan dört hükumette de bir “Din Bakanı” bulunduğunu ve bu
bakanın protokolde Meclis Başkanı Mustafa Kemal’den sonra geldiğinden ve
Mecliste bir de “ Şeriat Komisyonu” bulunduğunu öğrenemediler, haberleri
olmadı.
27 Aralık 1949
tarihinde, yani İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı döneminde, Türk çocuklarının
eğitimi resmen Amerikalılara teslim edildi. ABD ile imzalanan ikili anlaşma
gereği, sekiz kişiden oluşan bir eğitim komisyonu kuruldu. Bu komisyonun adı; “Fullbright
Eğitim Komisyonu” idi. Sekiz üyeden dördü Amerikalı, dördü de Türk’tü. Bu
komisyonun görevi, Türk çocuklarının ilk, orta ve lisede okuyacağı derslerin
müfredatını yani programlarını belirlemekti. Türk Ulusunun geleceği olan
gençlerin eğitimi, yarısı Amerikalılardan oluşan bir komisyona bırakılıyordu.
Komisyon bir konuda karar verirken oylar 4 evet 4 hayır çıkarsa ne olacaktı?
Çözüme bakınız! O tarihte Ankara’da bulunan Amerikan Büyük Elçisinin vereceği
oy, belirleyici olacaktı. Bu tür bir uygulama ancak sömürge ülkelerinde
görülebilir.
· 27 Mayıs 1960 ihtilalini yapanlar, kendilerini
devrimci olarak niteleyenler “Fullbright Eğitim Komisyonu” nu ortadan
kaldırmadılar!
· Atatürkçü ve Halkçı olarak bilinen Bülent Ecevit, beş
kez Başbakan oldu, beş kez hükumet kurdu. Neden “Fullbright Eğitim
Komisyonu”nun sonunu getirmedi?
· Köy Enstitülerinden mezun olmuş çok değerli yazarlar,
aydınlar da “Fullbright Eğitim Komisyonu”na karşı neden tavır almadılar? Her
yıl Köy Enstitülerinin kuruluş gününü yaşlı gözlerle anıp ağlaşacaklarına “Türk
Çocuklarının eğitimi Amerikalılara teslim edilemez!” diye neden
ayaklanmadılar?
· Son altmış yılın yüksek komutanları da “Fullbright
Eğitim Komisyonu’na” karşı bir tavır almadılar. Bir yandan Türk Ulusunun
geleceği olan gençlerin eğitiminin Amerikalılara bırakılmasına göz yumarken,
bir yandan da 10 Kasımlarda ve ulusal bayramlarda Anıtkabir’de Atatürk’ün
manevi huzuruna çıkıp “İzindeyiz” diye yazmışlardır.
Açıkça belli
oluyordu. Atatürkçüler; Atatürk’ün şu öğüdünü okumamışlar, ya da okumuş ama
unutmuşlardı:
“Çocuklarımıza,
gençlerimize her şeyden önce Türkiye’nin bağımsızlığına, kendi
benliğine ve ulusal geleneklerine düşman olan bütün unsurlarla savaşmak
gereği öğretilmelidir.”
Acı gerçeği hiç
çekinmeden söylemek zorundayız: Atatürkçüler Yenildiler. Belki bundan daha
acısı, Atatürkçülerin henüz yenildiklerinin farkında olmayışlarıdır.
Kaynak: Yılmaz
DİKBAŞ/Atatürkçüler Yenildi- Nergiz Yayınları