5 Ekim 2015 Pazartesi

'Yılana sarılan' sistem?



Denize düşen, yılana sarılırmış.
Ya krize düşen sermaye ne yapar?
En azından önceki zamanlarda yılan gözüyle baktığı siyasetlere ve siyasetçilere, yani “sistemi tamamen ve bire kadar imha edeceğini bağırmayan solun içinden bazılarına”, bir başka deyişle “ılımlı yılanlara” sarılmaya hazırlanır. Sol, sermayenin yılanıdır, doğru. Ama bu ılımlı yılanların sermayeye panzehir işlevi görebildiğini, devrimci bir solun, yani acil sosyalist iktidar çağrısı yapan (“Hemen, şimdi sosyalizm!”) bir solun da yılanı oldukları söylenemez mi?
İşi fazla karıştırmayalım. Kriz, sermayenin façasını bozuyor ve façası bozulan bu sınıf olmadık ittifaklar üzerinden feraha çıkma hesapları yapıyor diye, dengemizi tümüyle yitirmek zorunda değiliz. Erken sevindiriklerin ne hal aldığını Ufuk Uras-Çipras çizgisine bakarak gördük. Daha da gösterirler.
Mesele şu: Bir dünya sistemi olan reel sosyalizm içinden çökertilip dünya iyice ateşe sardıktan sonra, böyle bir yılan benzetmesini, radikal sloganlarla üst üste emekçi yığınları vuran ve sermayeye neoliberal cennet olanağı sağlayan “sol”a bakarak açıkça dile getirme hakkımız var. Doğrudur. Solun dostluğunu kazanmaya çalışan ve kapitalizmi hemen şimdi ve sosyalizm doğrultusunda aşmayı düşünmeyen siyasal oluşumlarda, ki genellikle çok kolay sol olarak nitelenirler, böyle bir yılanlar ordusu yattığını kabul etmek zorundayız. Sermayenin sarılacağı yılanlar bunlar. Biraz da “bizim yılanlarımız”. Halkı çok kolay aldatabiliyorlar. Sahte hekimler gibidirler. 
İşin şakası kalmadı. Batı Avrupa ve hegemonu Almanya bile zangır zangır titriyor son mülteci kuşatmalarıyla. Dünya kapitalizmi, özellikle de Avrupa emperyalizmi ağır bir krizden geçiyor. Bunun biteceği falan yok; zaten adamlar açık açık söylüyorlar. O nedenle oligarklar krize uygun bir ortam yaratmaya çalışıyorlar. Krizi engelleyemezseniz, sisteminizin temel felsefesini (“sermaye ve kâr rejimi”) tehlikeye düşürmeyecek bir çevre ve halk tipi, yeni bir muhalefet de yaratmak zorunda kalırsınız. Bu da kaplanla yatağa girebilecek insanlardan oluşan bir siyaset sınıfı gerektiriyor. Halkı kolayca aldatabilecek, sol sloganlarla önemli seçim başarıları kazanabilecek, oyaladığı halkı bu sloganlarla sermayenin hizmetine sokabilecek yeni sınıf bu: James Petras’ın Çipras’ı aşağılamak için ve haklı olarak kullandığı tabirle “başbakanlık oynayan ama aslında tecavüzcü çetenin hizmetinde olan” bir korkunç tipolojiye karşılık geliyor. Bunlar yeni solcular... Tamam...
Tamam ve biz, azgelişmişlerde neler olduğunu, olabileceğini, solun nasıl kullanılabileceğini Atina’ya bakarak birkaç ayda gördük, çözdük. Çipras mükemmel bir örnekti. Acı olan, James Petras gibi “sol demokratların”, artık ne demekse, bugün yazdıkları değildir. Acı olan, vaktiyle Çipras’ı yere göğe koyamayan, Türkiye’de ise HDP gibi neredeyse Syriza ve Çipras’ın bile gerisindeki siyasi hareketleri, partileri kayıtsız şartsız destekleyen sitelerin, siyasetlerin şimdi bu tür eleştiri/küfür yazılarına yer vermeye başlamasıdır. Birilerinin utanması gerekir, ama kimin? Syriza ve HDP’nin kayıtsız şartsız destekçileri ne yapmalı?
Sermayenin sarıldığı yılanlar olmak bu kadar mı kolay ve revaçta?
Neyse...
Sorumuz, kenarda olanlar hakkında değil, merkezde olanlar ve olabilecekler hakkında: Paris, Berlin, Roma ne yapacak? İspanya’da Syriza ve Çipras’tan daha bayağı bir Podemos’un geliştiğini rahatça söyleyebiliriz. Paris’te François Hollande hemen ıskartaya çıktı, bayağılığı/barbarlığı konusunda kendi yakınları arasında bile tartışma yok. Tony Blair ile Gerhard Schröder arası bir  karikatürdür Paris’teki ceset. Berlin’de ise Gerhard Schröder’in gerçek mirasçısı bir adam, Sigmar Gabriel, başbakan yardımcılığı yapıyor. Soru şu: Alışılmış sol hızla tasfiye oldu. Acaba gerçek solun önü mü açılıyor?
Daha somut söylemiş olalım: Blair, Schröder, Hollande, Papandreu gibi “alışılmış sol muhalefet” çökünce, acaba onların yerini o partilerin içinden veya dışından çıkan gerçek muhalifler, gerçek solcular mı alacak? Öyle mi?
Eğer bu siyasi birimler işgal altındaysa, bizdeki CHP’nin başına çöreklenmiş siyasi mafyayı hiç aratmayacak çeteler Avrupa’nın çeşitli başkentlerinde görev başındaysalar, hatta hükümet ediyorlarsa, bunlara muhalif olanlar, mesela Fransa ve Almanya’daki “Sol Parti” oluşumları, gerçekten “ehven-i şer” midir? En son Londra’da Jeremy Corbyn vakası yaşadık. Labour’un başına geçen Corbyn acaba Paris’teki “sosyalist“ Hollande ve Berlin’deki sosyal demokrat Sigmar Gabriel’den farklı bir profil verebilecek mi? Ya da Almanya’daki Sol Parti denilen ve geçmişteki reel sosyalist deneyime olduğu kadar, içindeki Türkiyeliler üzerinden bizdeki cumhuriyetçi geleneğin de düşmanı olduğunu saklamayan bir siyasal oluşum mu solun bayrağı olmayı hak ediyor?
Kuşkulu olmaya hakkımız var.
Çipras’ta işimiz kolaydı, çünkü o ülkede devrimci geçmişi ve şimdiki zamanı bilinen bir komünist oluşum vardı. Syriza’nın ne mal olduğunu bağırdılar, bizdeki “takipçilere” anlatamadık. Şimdi “haklıymışız” olduk.
Corbyn ve türüne tepki gösterme hakkımız bakidir. Gorbi gibi reel sosyalizmin içinden ve sosyalist hayallerle başa geçip ülkesini ortadan kaldıranları gördükten sonra, bu kadar yıkım ve deneyimden sonra, her ağzı laf yapana sermayenin yılanı rolünü uygun görmemiz abartı sayılmasın. Yine de bazı kapılarımız belli koşullar altında açıktır. Chavez’in komünistlerle kurduğu ilişkiyi andıran bir çabayı görmezden kim gelecektir ki? Ama Labour’dan kızıl bir kopuş çıkmayacaktır ve bu son gelişme, Avrupa’daki derin krizi açığa çıkarmaktan başka bir anlam taşımıyor.
Corbyn’in farklı yanları olduğunu kabul edelim, doğrudur da, ama göreve geldiği andan itibaren o geçmişini -her anlamda- kusmayacak mı? Bunun bir garantisi olabilir mi? Asıl önemlisi, komünistler, mesela Londra’daki akıllı komünistler ne diyor? Berlin’deki akıllı komünistlerin bu ülkedeki Oskar Lafontaine ve Sahra Wagenknecht damgalı bir Sol Parti’ye sıcak baktığını biliyoruz, ama o partide bu iki ismin etkisinin sınırlı olduğunu ve işçi sınıfına iktidar talep edenlerin bu partiye yoğun eleştirilerini de biliyoruz. Araya mesafe koymaktan vazgeçmemeleri gerektiğini de keza... 
Neyse...
Savaşlar bir yana... Hafta sonunda on binlerce yeni mültecinin baskınına uğrayan Münih inler ve Berlin’in bu yıl 1 milyon sınırını zorlayacağı anlaşılan mülteci akını karşısında nutku tutulurken, yaşlı kıtada Müslüman düşmanlığı artar, Hamburg ve Frankfurt’ta ilk Kürt-Türk sokak çatışmaları göze çarparken... Sistem teklerken... Ne oluyor?
Bizim dikkatimiz ve itirazımız şurada: Sistem tıkanırken yeni sol yılanlar gerekiyor. Bu yılanların bizim mi yoksa sermayenin yılanı mı olacağı konusunda bir belirsizlik var. Önlemimizi almak zorundayız. Bir mesafe koymak zorundayız. Sonra bakarız. Elbette bakarız.
Her sınıfın yılanı kendine... Her sınıfın yalanı kendine...
14/09/2015 Pazartesi


AKP'nin sosyal narkozu




Seçim yaklaşırken AKP'nin ünlü "istikrar" sözcüğü yine sahaya indi. Zaten başka ne var ki, istikrar ve inşaat dışında! Ne hazindir ki, SOMA'da yüzlerce insanın ölümü, paramızın dünyanın geri ülkeleri arasında en yüksek oranda erimesi, komşu ülkeler eleştirilirken ülkemizde bir yörenin tüm dünyaya kapatılarak, ölülerin gömülmesine, hastaneye ulaşılmasına vs gibi en zaruri gereksinimlerin karşılanmasına dahi izin verilmeden galiz küfürlerle ateş altında tutulması dahi bu sihirli sözcüğün geçersiz kılınmasını gerektiği kadar sağlayamadı. Bunun da ötesinde, açılım aldatmacasının ne olduğunun anlaşılması da AKP'nin gerçek yüzünü tam olarak ortaya koyamadı.
Gazete ve çalışanlara yönelik saldırılar faşizm gerçeğinin göstergesidir. Gazeteye ve çalışanlara saldırı ulusal açıdan kınanacak ve utanılacak bir olaydır. Ama bu olay ve olay sonrasında farklı siyasilerin mesajları ve sessizlikleri çok değerli göstergelerdir. Olay ne denli hazin ise, ortaya koyduğu göstergeler de o denli değerlidir. Olayın kendisi ve sonrasındaki gelişmeler nasıl bir faşist dönemde olduğumuzun çok net göstergesi olmasıdır kavranması gereken gerçeklik. Ataletten sıyrılıp, faşizmin nasıl bir dokusal süreç olduğunu, hangi ortamda yükseldiğini çok ciddi olarak düşünmek durumundayız. Yoksulluk sınırı ile yapılan araştırmalar toplumun bir kesiminin çaresizliğini ortaya koyarken, diğer yandan lüks AVM'ler ve lüks evlerde, gençlerin altında son model arabalarla sürdürülen yaşamları konu alan DİZİ'lerin "sipariş üzerine yapıldığı"(!) ve izlendiği, siyasi liderlerden reyting almaz ise yayından kaldırıldığı(!) bir toplumun sağlıklı olduğu düşünülemez. Biz zamanlar gençlerimizin teknoloji üretemeyeceği, ancak ara eleman olmak için çaba sarf etmeleri gerektiği incisini ortaya atabilen bakanlara nazire olarak, geçen günlerde bir başkası da bir üniversitede ODTÜ ya da Boğaziçi'ne özenmemeleri gerektiği incisini ortaya atmış. Bir ülkenin sanatına ve eğitimine böylesi saldırı yapılabilmesi bilinçli bir politika olamaz. Bu durum salt cehaletle de açıklanamaz. Eğer bu tür davranışlar politika ise, hangi çevreden ve ne fiyata ihale edilmiş olduğu konusunda halkımızın çok bilinçli olması gerekir. 
Tüm bunlar yaşanırken, sadaka kültürünün yükseltilmesi ve toplumu gerileştirici özgürleştirme çabaları içinde çıkarcı-sömürücü dinciliğin ve tevekkül kültürünün yaygınlaştırılması ve tüm bunların üzerine "istikrar" cilasının çekilmesi seçimlere giderken düşünülmesi gereken konulardır.   
Büyük sermayenin karşısında Anadolu kaplanları çıkartılıyor, ezilenlerin önü açılıyor vs söylemleri, aslında ana nedenleri perdeleyerek Türkiye'yi dünya hakimlerine sunma politikasıdır. Dünyasal emperyal güçler çevresel ekonomileri küreselleşme ve finanslaşma süreçleri ile ekonomik narkoz altında sömürmektedir. Bu politikalara hizmet eden her çevre ekonomi yöneticisi ülkesine değil, dünya emperyalizmine hizmet etmekte, doğal olarak bunun mükafatını da almaktadır. Bu hizmetin iç ekonomideki sıkıntıları ise ekonomik alanda sadaka kültürü, politik alanda ise faşizmle aşılmaya çalışılmaktadır. İşin ilginci şudur ki, faşizme dayalı baskı ve geçici istikrar, sömürücülerin ekonominin en ince damarlarına girmesini sağlarken, toplumda "ölüm rahatlığı" oluşturmaktadır. İşte, AKP'nin halkın kulağını sağır edercesine fısıldadığı "istikrar" ın anlamı ve işlevi budur. Bu sürecin önümüzdeki fevkalade yaşamsal seçimde bir şekilde durdurulması düşünülebilir. Ne var ki, acaba, bu da bir aldatmaca olabilir mi! Eğer kapitalist sistem içinde yol alınıyorsa, suçu sistemde mi, yoksa aktörde mi görmek gerekir! Suçu hangisinde görürsek, daha doğrusu, görmek için aldatılırsak, değiştirme irade ve gücümüzü ona yöneltiriz. Umuyorum, emperyalizmin ve onun yavrusu iç faşizminin yoğun etkisini üstümüzden atar ve insanca yaşama yolundaki kapitalizm engelini yıkabiliriz!

İzzettin Önder
05/10/2015 Pazartesi


3 Ekim 2015 Cumartesi

Tayyip ve adamlarından ihanet itirafı




Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bir televizyon programında, çözüm süreci ile ilgili olarak “Bunlar (PKK) çözüm sürecini silah stoklama süreci olarak değerlendirdi. Çok ciddi bir silah stoklaması yaptılar.” sözleri, daha önce Başbakan ve bazı Bakanların bu konuda yaptıkları açıklamaları gündeme getirdi. Bu birinci ağızdan ihanet itirafı ilk değildi ama.
7 Haziran seçimlerinden sonra başbakan, bakanlar ve hükümetten bazı milletvekillerinin çözüm süreci ile ilgili olarak itirafları şöyle:
Başbakan Davutoğlu: “PKK silah bırakmadı, çekilmedi. Geçen sene 30 Eylül’de bile bize verilen sözler yerine getirilmediği halde demokratikleşmeden hız kesmedik. Neydi bize verilen söz? Mayıs ayında silahlarını bırakıp çekileceklerdi. Silahlarını bırakmadılar, çekilmediler.”
Eski Başbakan Yardımcısı Bülent
Arınç: “Her şeyden haberimiz vardı, çözülecek diye ümitle bekledik. Onlar bunu yeniden güçlenmek, silahlanmak, serhildan için fırsat kollamak, devrimci halk ayaklanması için uygun ortamı bulmak amacıyla sinsi bir biçimde kullandılar. Ama onlar bu süreci tamamen ileriye bir hazırlık olarak düşündüler.”
AKP Genel Başkan Yardımcısı Yasin Aktay: “Devlet 2.5 yıldır operasyon yapmıyor. Devletin operasyon yapmadığı dönemde örgüt her tarafa yığınak yapıyor, her tarafa terör estiriyor, insanları kaçırıyor, yeri geliyor adam öldürüyor.”
Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Burhan Kuzu:
“PKK dağdan şehre indi, hükümet göz yumdu. Çözüm Süreci konusunda son bir iki yıllık gelinen nokta eşkıya dağdan şehre indi. Ve Çözüm Süreci adına da hükümet olarak aman diye alttan alındı. Benim kanaatim bu. Ve buradan da zılgıt yedi hükümet.”
Bir de son olarak havuz tetikçisi ve kimilerine göre MİT’çi
Cem Küçük denen gazeteci açıkladı geçenlerde: “Cumhurbaşkanımız 2 gün önce bu ekranlarda iki yıl boyunca çözüm süreci başladığından beri bu şehir yapılanması ve diğer PKK’nın silah mühimmatı yaptığını asfaltların altına mayınlı tuzak kurduğunu söyledi. Ama o zaman iyi niyetten dostluk barış kardeşlik oluyor diye bunlar bir miktar görülmedi oksa yani bunlar devletin bilgisi dâhilindeydi.”
Artık en yetkili ağızlardan itiraflar da geldiğine göre iş artık bir tane cesur, vicdanlı savcıya bakar.
Aktroller bu aralar idam sehpası kuruyorlar. Bizce de kurulsun. Vatana ihanet eden her kimse, cezasını bulsun.




2 Ekim 2015 Cuma

ABD VE “TÜRK MİLLİ EĞİTİMİ”



 

“Bugünkü okullarda yetişen gençlere ülke yönetimi teslim edilemez. Biz, laik okullara karşı imam–hatip okullarını bir seçenek olarak düşünüyoruz. Devletin kilit mevkilerine yerleştireceğimiz kişileri, bu okullarda yetiştireceğiz.”             Cevdet Sunay TC 5.Cumhurbaşkanı


Eğitimde Yönetim Devri: İkili Anlaşma

Türkiye, 27 Aralık 1949 tarihinde ABD ile “Türkiye ve ABD Hükümetleri Arasında Eğitim Komisyonu Kurulması Hakkındaki Anlaşma” adıyla bir ikili anlaşma imzaladı. "Türkiye Fulbriht Eğitim Komisyonu” da denilen bu anlaşma imzalandığında, İsmet İnönü Cumhurbaşkanıydı. Anlaşmada, Türkiye’de kazanılacak Amerikan yanlısı kadroların eğitim biçiminin saptanması ve bu uğurda yapılacak harcamaların karşılama yönteminin belirlenmesiydi. Anlaşma; Türkiye’den ABD’ne gönderilecek Türk öğrenci, öğretim üyesi ve kamu görevlileri ile ABD’nden Türkiye’ye gönderilecek Amerikalı ‘uzman’, ‘araştırmacı’ ve ‘eğitimci’ nin konumlarını belirliyordu.
Anlaşmanın 1.başlamı (maddesi) şöyleydi; “Türkiye’de, Birleşik Devletler Eğitim Komisyonu adı altında bir komisyon kurulacaktır. Bu komisyon, niteliği bu anlaşmayla belirlenen ve parası T.C. Hükümeti tarafından finanse edilecek olan eğitim programlarının yönetimini kolaylaştıracak ve Türkiye Cumhuriyeti ile Amerika Birleşik Devletleri tarafından tanınacaktır”.1
Kurulacak Komisyon’un yetki, işleyiş ve oluşumu ile ilgili olarak 1.1. ve 2.1. alt başlamlarında (maddelerinde) şunlar vardır: “Türkiye’deki okul ve yüksek öğrenim kurumlarında ABD vatandaşlarının yapacağı eğitim, araştırma, öğretim gibi faaliyetleri ile Birleşik Devletler’deki okul ve yüksek öğrenim kuruluşlarında Türkiye vatandaşlarının yapacağı eğitim, araştırma, öğrenim gibi faaliyetleri; yolculuk, tahsil ücreti, geçim masrafları ve öğrenimle ilgili diğer harcamaların karşılanması da dahil olmak üzere finanse edilecektir... Komisyon harcamalarını yapacak veznedar veya bu işi yapacak kişinin ataması, ABD Dışişleri tarafından uygun görülecek ve ayrılan paralar, ABD Dışişleri Bakanı tarafından saptanacak bir depoziter ya da depoziterler nezdinde bankaya yatırılacaktır”. 2
Kullanma yer ve niceliğine (miktarına) ABD Dışişleri Bakanı’nın karar vereceği harcamaların, nereden sağlanacağı ise Anlaşmanın giriş bölümünde belirtilmektedir; “T.C. Hükümeti ile ABD Hükümeti arasında 27 Şubat 1946 tarihinde imzalanan Anlaşma’nın birinci bölümünde belirtilen” kaynakla. Bu kaynak ise, ABD’nin Türkiye’ye verdiği kredi faizlerinin yatırılacağı T.C. Merkez Bankası’na, Türk Hükümetince ödenen paralardan oluşan bir kaynaktır. T.C. Hükümeti bu anlaşmayla kendi parasıyla kendini bağımlı hale getiren bir açmaza düşmekteydi.

Eğitim Dizgesini (Sistemini) Kim Belirliyor

Anlaşma’nın 5. başlamı en dikkat çekici başlamlardan biridir. Bu başlam, yukarıda açıklanan işleri yapma yetkisinde olan ve Türkiye’nin bağımsızlığını dolaysız ilgilendiren kararlar alabilen, Türkiye’de Birleşik Devletler Eğitim Komisyonu’nun kuruluşunu belirlemektedir. 5.başlam şöyleydi: “Komisyon, dördü T.C. vatandaşı ve dördü ABD vatandaşı olmak üzere 8 üyeden oluşacaktır. ABD’nin Türkiye’deki diplomatik misyon şefi komisyonun fahri başkanı olacak ve komisyonda oyların eşit olması halinde kararı, komisyon başkanı verecektir”. 3

ABD Denetiminde Milli Eğitim

1949 yılında imzalanan “Türkiye ve ABD Hükümetleri Arasında Eğitim Komisyonu Kurulması Hakkındaki Anlaşma”, Türk Milli Eğitimi’ni ABD denetimine bırakan süreci başlattı. Yeni Dünya Düzeni politikalarının, azgelişmiş ülkeler için öngördüğü “dinsel eğitim” ya da “eğitimin dinselleştirilmesi”, bu anlaşmayla büyük boyut kazandı. Eğitimin birliği, “dinsel eğitimde birlik”e kaydı. Milli Eğitim Bakanlığı, milli eğitim bakanlarının bile girişimgücünün (inisiyatif) olmadığı bir kurum haline geldi. Binlerce Türk, Amerika’ya “eğitilmek–etkilenmek” için gitti, yüzlerce Amerikalı da Türkiye’ye “eğitmek–etkilemek” için geldi. Amerika’ya gönderilen Türklerin hemen tümü Türkiye’ye döndüklerinde üst düzey görevlere getirildi.
Amerika Birleşik Devletleri’nde eğitim gören insanların büyük bir bölümü Amerikan yanlısı bir tutum izlediler ve yetkilerini, Atatürkçü, yurtsever kadroları etkisizleştirerek tasfiye etme yönünde kullandılar. Amerika’da eğitim görmek bürokrasi, siyaset ya da medyada yükselmenin ayrıcalığı haline geldi.

Eğitim Bakanlığında Amerikalılar

Milli Eğitim Bakanlığında bugün çalışmalarını “etkin” bir biçimde sürdüren, personel politikalarından ders programlarına, imam–hatip okulu açılmasından yüksek islâm enstitülerinin yaygınlaştırılmasına dek pek çok konuda stratejik kararlar “önerebilen”; “Milli Eğitimi Geliştirme” adlı bir komisyon vardır. 1994 yılında 60 personeli olan bu komisyonda çalışanların üçte ikisi Amerikalıydı. Komisyonun başında L.Cook adlı bir Amerikalı bulunuyordu. L.Cook’tan ayrı olarak adı Howard Reed, ünvanı “Milli Eğitim Bakanlığı Bağımsız Başdanışmanı” olan, bir başka “etkin” Amerikalı daha vardı.4

Eksilmeyen İlgi

Amerikalıların Türk Milli Eğitimine 1949’dan beri süregelen “ilgileri”, 66 yıldır hiç eksilmedi. Köy Enstitüleri’nin kapatılmasından yatılı bölge okullarının işlevsizleştirilmesine, “vakıf üniversitelerinden” yabancı dilde eğitime, ortaöğretimden 4+4 lere dek; yaratılan kaos ortamında, paralı duruma getirilen Türk Milli Eğitimi bugün, altından kalkılması güç bir karmaşa içine girmiştir. Öğrenciler, birşeyler öğrenmek için değil öğrenmemek için eğitilmektedir.
Köy enstitülerinin kurulmasını istekle desteklemiş olan İsmet İnönü’nün, bu okulların ortadan kaldırılmasına neden göz yumduğu ve imam-hatip okul ve kurslarının açılmasına bu denli kolay nasıl izin verdiği, yeterince açığa çıkmamış bir konudur. Eğitimdeki bu köklü politika değişikliğinin nedeni kuşkusuz ABD ile girilen ilişkiler ve yapılan ikili anlaşmalardır.
Bunun kanıtı İsmet İnönü’nün sözleridir. İnönü, günlük notlarından oluşan Defterler adlı kitapta, yabancıların imam hatip açtırmada çok ısrarcı olduklarını ve okulları bitirenlerin harp okullarına alınmasını istediklerini açıklar. İlişkilerin ve isteklerin niteliği konusunda aydınlatıcı olan bu açıklamada İnönü aynısıyla şunları söyler: “Yabancılar (Amerikalılar diye okumalısınız y.n.), imam hatip mezunlarını Harbiye’ye almamızı söylediler. Bunu Sultan Abdülhamit ordusuna dönüş sayarım... Oldu bitti yaptırmayacağız”.5
İsmet İnönü, İmam ve hatip mezunlarının harp okullarına girmesine onay vermedi ama bu işi CHP'deki ardılı Bülent Ecevit yaptı. Ecevit Başbakanlığı döneminde İmam-Hatiplilerin Harp Okullarına girmesini sağlayan yasa çıkarttı ancak Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk yasayı veto etti.
İmam hatipliler, o dönemde harp okulların giremediler ancak Ecevit'in çıkarttığı yasadan yararlanarak; hukuk ve siyasal başta olmak üzere hemen tüm üniversite ve yüksek okullara girdiler. Harp okullarına şimdi başka bir yoldan, Fetulah'ın okullarını kullanarak giriyorlar.
Ulusçulukla hiçbir ilgisi olmayan “milliyetçi-mukaddesatçı gençler” belirli bir program içinde eğitim enstitülerine dolduruldular ve bunların büyük çoğunluğunun, dört aylık “hızlandırılmış kurslarla” “öğretmen” olmaları sağlandı.
Atatürk’ün çok önem verdiği eğitimin birliği ilkesi, konuyla ilgili yasa yürürlükte olmasına ve bu yasayı uygulamakla yükümlü olan “görevliler” ortalıkta dolaşmasına karşın, eylemsel olarak ortadan kaldırıldı. Durumdan rahatsız olan insanlarımız, gelinen noktanın gerçek nedenlerinin; Amerikalıların Türk Milli Eğitimine elli yıldır duydukları “ilgide” yattığını göremedi. Bunları salt “oy avcısı” siyasetçilerin özgür iradeleriyle verdikleri ödünler sandı.

Cevdet Sunay’dan Kenan Evren’e

Türkiye’nin 5.Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay 1968 yılında, 68 kuşağını kastederek şunları söylüyordu: “Bugünkü okullarda yetişen gençlere ülke yönetimi teslim edilemez. Biz, laik okullara karşı imam–hatip okullarını bir seçenek olarak düşünüyoruz. Devletin kilit mevkilerine yerleştireceğimiz kişileri, bu okullarda yetiştireceğiz”.6
Cevdet Sunay’ın söyledikleri, düzenli bir program halinde uygulandı. Başbakanlıkları döneminde; Süleyman Demirel çok sayıda imam–hatip okulu açtı, Bülent Ecevit imam-hatip mezunlarına üniversitelerin her bölümüne girme hakkı tanıdı. Sonunda Türkiye, ordusu dışında hemen tüm devlet kurumları, Cumhuriyet ve Atatürk karşıtlarının üst yönetimlerde bulunduğu bir ülke haline getirildi.
12 Eylül darbesinin en “hızlı” yıllarında, üniversitelerde bazı imam–hatip kökenli öğrencilerin Humeyni rejimini savunduklarını kendisine hatırlatan bir gazeteciye Cumhurbaşkanı Kenan Evren şunları söylüyordu: “İmam–hatip okullarında iyi eğitim veriliyor. O çocuklardan zarar gelmez. Türkiye laikliği dinsizlik olarak anlamış, yanlış tatbikatlar yapmıştır. 1930’lardaki laiklik anlayışını yanlış olarak görüyorum”. 7
Aynı Evren, Milli Güvenlik Kurulu’nun (MGK) 27 Haziran 1987 tarihinde yapılan ve okullarda din dersi eğitiminin görüşüldüğü toplantıda tutanaklara geçen konuşmasında şunları söylüyordu: “Ana–baba, çocuğunun din dersi almasını da istiyor. Aile yapımız belli.. Bu milleti dinsiz yapmak mümkün değil”.8

ABD’den Burs Alan Başbakanlar

Amerika Birleşik Devletleri’ndeki “okul ve yüksek öğrenim kuruluşlarında Türk vatandaşlarının yapacağı eğitim, araştırma, öğrenim gibi faaliyetleri” belirleyen 27 Aralık 1949 tarihli anlaşmadan sonra, ABD’ne davet edilen ilk siyasetçi Bülent Ecevit oldu. Ecevit, Ankara’daki Amerikan Haberler Merkezi’nin, “Eğitim Mübadele Programı” çerçevesinde yaptığı daveti kabul etti ve gazeteci kimliğiyle 1954 Ekim ayında Amerika’ya gitti. Ecevit, Kuzey Carolina’daki tütün kenti Winston–Salem’de yayın yapan ve kentin adını taşıyan “Winston–Salem Journal” da “özel olarak çalıştı” yani staj gördü. Üç aylık çalışmadan sonra 30 gün süreyle Amerika Birleşik Devletleri’nin değişik yörelerini dolaştı ve Boston’da 20 gün kalarak, ünlü Harvard Üniversitesi’nin Ortadoğu Enstitüsü’nde Ortadoğu’nun bölgesel sorunlarını inceledi ve yurda döndü.9
Bülent Ecevit, 1957 Mayısı’nda bir yıllık süre için bir kez daha Amerika’ya gitti. Bu kez bursu veren, ABD Başkanı Eisenhower’a, Türkiye için “oltaya yakalanmış balığın yeme ihtiyacı yoktur” diye mektup yazan ve ulusal bağımsızlık hareketlerine karşıtlığıyla tanınan Nelson Aldrich Rockefeller’ın kurduğu, Rockfeller Vakfı’ydı ve bursun süresi bir yıldı. Ecevit, Harvard Üniversitesinde, “Osmanlı Siyasi Tarihi” konusunda incelemeler yapacak ve Uluslararası Basın Enstitüsünün New York’ta düzenlediği seminere katılacaktı.
Amerikalılara ait özel eğitim burslarından yararlanan bir diğer “devlet büyüğü”, Süleyman Demirel’dir. Demirel, 1954 yılında kurulan Dwight D.Eisenhower Vakfı’nın burs verdiği ilk yabancıdır. Bu bursla Amerika’ya gitmiş, yaptığı araştırma ve incelemelerle “bilgi ve görgüsünü” geliştirmiş ve edindiği bilgileri uzun yıllar süren Başbakanlık, Cumhurbaşkanlığı gibi yüksek görevlerde kullanmıştır.10
13 Şubat 1965 günü, AP oylarıyla bütçesi reddedilen İsmet İnönü Hükümeti istifa etti. Aynı gün yayınlanan New York Times şunları yazıyordu: “İnönü Hükümetinin düşürülmesine karar verilmiştir. Demirel, Türkiye’nin siyaset ufkunda yeni bir yıldızdır… Mr.Demirel Eisenhower bursuyla bir zamanlar Amerika’da eğitim yapmış, olağanüstü zeki bir mühendistir”. 11
 Metin AYDOĞAN
DİPNOTLAR

1 “İkili Anlaşmaların İç Yüzü” Haydar Tunçkanat, Ekim Yay., sf.44–45–48
2 age. sf, 44-45
3 a.g.e. sf.44-45
4 Mustafa Balbay Cumhuriyet Haziran 1994 ak. Emin Değer “Düşünce Özgürlüğü Çıkmazı” Tekin Yay. 1995, sf.175
5 “ABD Ziyareti ve İnönü” Prof. Türkkaya Ataöv, Cumhuriyet, 30.12.2003
6 “Haftaya Bakış” Ahmet Taner Kışlalı, Cumhuriyet 03.03.1986
7 a.g.y.
8 “Sağdaki Partilerin Eseri” Aydınlık Dergisi 30.01.2000 Sayı 654 sf.7
9 “Ecevit Olayı 1” K.Sağlamer, ak. E.Bilbilik Aydınlık 16.01.2000 Sayı 652
10 “Ecevit Olayı 1” K.Sağlamer, ak. E.Bilbilik Aydınlık 16.01.2000 Sayı 652
11 “Haftaya Bakış” Ahmet Taner Kışlalı, Cumhuriyet 03.03.1986

Arkadaşlarınızla bu yazı paylaşın.