14 Eylül 2015 Pazartesi

MESELE EMPERYALİZME KAFA TUTMA MESELESİDİR



İktidar partisi ile içinden çıktığı Milli Görüş hareketinin ana gövdesi Saadet Partisi arasındaki ittifak görüşmeleri hızlanmış. Fatih Erbakan’a da AKP’den mebusluk teklif edilmiş. Ancak meraklısı bilir. Necmettin Erbakan ile Milli Görüş gömleğini çıkaran talebelerinin; Kıbrıs Davası, NATO, Libya, Büyük Ortadoğu Projesi, komşulara müdahale, Annan Planı, Rauf Denktaş’a olan yaklaşım, sanayileşme, Siyonizm, Avrupa Birliği gibi konularda görüşleri hiç örtüşmedi. Öte yandan, Fatih Erbakan da babasının kurduğu partide dışlandı. Hareketin yayın organı olan Milli Gazete; Milli Görüş ve Erbakan çizgisinde ısrar eden yazar ve muhabirlerle arasına mesafe koydu. Erbakan’ın A takımı, Milli Görüş’ün ağır ağabeyleri, ak saçlıları, gelenekçileri Fatih Erbakan’a yakın durmazken, kendi çocukları bürokraside önemli yerlere geldi. Şimdi bir kısmının mebus olması muhtemel…

Milli Görüş üzerine yapılan hesapları anlamak için, gerilere gidelim. 45 yıl öncesine,1970’lere. Necmettin Erbakan’ın siyasette parladığı günlere. Solda Mahir Çayan’ın, “Emperyalistler en fazla Kemalizm’den nefret ederler. Çünkü emperyalizmi yenen tek adam Mustafa Kemal’dir” dediği döneme. Emperyalizmin Türkiye üzerinde kanlı, kirli oyunlarını oynadığı yıllara… Yıl 1973. CIA Türk sineması hakkında bir rapor hazırlatır. Mealen şunlar yazılıdır: “Türk sinemasında cinsellik, porno, şiddet, ihanet öne çıkarılmalı. Milleti öz benliğinden uzaklaştırıp ahmak, küstah hale getirmek için çaba gösterilmeli”. Yeşilçam’ın uyanık yapımcıları mesajı alırlar. Piyasa talebini de gözeterek, cinsel içerikli filmlere yönelirler. 70’lerin ikinci yarısı, seks filmleri furyasıyla anılır. O yıllar aynı zamanda toplumun, özellikle de gençliğin siyasallaştığı, kutuplaştığı, bölündüğü yıllardır. CHP ile koalisyon kuran, Birinci ve İkinci Milliyetçi Cephe Hükümetlerinde görev alan Erbakan; önce ahlak ve maneviyat demekte, milli sanayi vurgusu yapmakta, bürokraside kadrolarına yer açmaktadır.

ABD destekli 12 Eylül 1980 darbesi, çürümeyi, çöküşü, çözülüşü, hırsızlığı, yolsuzluğu, rüşveti, adam kayırmayı örgütlü, kurumsal kılacaktır, Turgut Özal’la birlikte. “Ben zenginleri severim”, “Benim memurum işini bilir” gibi sözleri, eşi Semra Hanım’ın papatyaları, magazin basınının gözde konusu olan çocuklarının özel yaşamı belleklerdedir. Özal da eski bir Milli Selamet Partilidir, milletvekili adayıdır. Nakşibendiliğini hiç saklamamıştır. Darbeci generallerin ve TÜSİAD’ın da gözdesidir. Aileye yakın isimlerin zenginleştiği, halkın yoksullaştığı, piyasanın ithal ürünlerle dolduğu, çift haneli enflasyonun vatandaşın belini büktüğü yıllardır o yıllar. Sinemamızın büyük ismi Şener Şen’in unutulmaz filmleriyle, Zeki Alasya – Metin Akpınar ikilisinin muhteşem oyunlarıyla, toplumsal muhalefetin sözcülerinden olan Gırgır dergisinin Özal’ı çizdiği kapak karikatürleri aklımızdadır hep.

Yıl 1990. 80 darbesiyle hayli hırpalanan merkez sol da, Milli Görüş de yükseliştedir. Özal ise inişe geçmiştir. CIA, Türkiye’de İslamcı hareket hakkında bir rapor hazırlatır. Ulusal İstihbarat Konseyi’nde yöneticilik, CIA’de Türkiye masası şefliği gibi önemli görevlerde bulunan, ardından ABD derin devleti ve istihbaratıyla yakınlığı bilinen Rand Corporation düşünce ve strateji merkezine geçen Graham Fuller’ in siparişiyle yaptırılır araştırma. Çalışmayı Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Sabri Sayarı yapar. Ülkemizde de “Amerikan Gizli Belgelerinde İslamcı Akımlar” adıyla basılır. (Çev: Yılmaz Polat, Beyan Yayınları, 1990). Kitabın sunuş yazısını yazan isim dikkat çekicidir: Fehmi Koru. Yazısında, ABD ya da başka bir devletin, diğer ülkelerle yakından ilgilenmesinin, edindiği bilgileri çıkarına uygun biçimde kullanmasının doğal olduğunu, büyük devlet olmak için, ileriye yönelik planlar, araştırmalar yapmak gerektiğini vurgular.

Kitapta önemli tespitler vardır. Misal; “Eğer kısa dönemde İslam faktörü Türk dış politikasında daha önemli rol oynamaya başlarsa, bu gelişme bölgedeki ABD çıkarları üzerinde de ters etki yapacaktır... Siyasi güç fundamentalist bir hükümetin eline geçerse, ABD, Türkiye’deki güvenlik çıkarlarını korumakta zorluk çekecektir... ABD’nin çıkarları en iyi, ihtiyatlı ve gürültüsüz politikalarla korunabilir... İslam’ın bugünkü rolüyle ilgili olayların sonuçlarını etkileyecek her türlü açık girişim, ABD çıkarları açısından olumsuz sonuçlar doğurabilir. ABD hükümeti politikalarını çizerken, Türkiye’deki laik hükümet biçimini desteklemekle, İslamcı güçlerle açıkça yüzleşmekten kaçınmak arasındaki ince yoldan yürümelidir… İslamcı hareket ABD çıkarlarına doğrudan bir tehdit oluşturmamakla birlikte, kamuoyu üzerinde ilişkileri ve ABD’nin Doğu Akdeniz’deki stratejik çıkarları açısından problemler yaratıyor. İslamcı ideolojinin ana teması Batı aleyhtarlığıdır… Amerikalı politikacılar uzmanlık seviyesinde bilgi edinmelidir... İslamcı hareketin ılımlı üyeleriyle gayri resmi ve ihtiyatlı temaslarda bulunmak faydalı olabilir”. (sf: 89 - 94)

CIA PATENTLİ “ILIMLI İSLAM”

Türkiye Graham Fuller’i yakından tanıyor. Kemalizm ve ulus devlet karşıtı sözlerini biliyor. Türkiye’ye “ılımlı İslam” projesini ilk önerenlerden, ABD’nin İslamcı siyasetin yükselen isimleriyle tanışmasını sağlayan isimlerden. Milli Görüş yöneticileriyle, devamında AKP’yle ilişkileri sır değil. Hatta şimdiki rejimin adını bile yandaş medyadan, havuz yazarlarından önce Fuller koydu, bir kitap yazarak: “Yeni Türkiye Cumhuriyeti”, (Timaş Yayınları, İstanbul, 2008). Kitabın üst başlığı ise ABD projesi olan “ılımlı İslam”, “Büyük Ortadoğu Projesi”, “yeni Osmanlıcılık” üçlemesini içeriyor: “Yükselen Bölgesel Aktör”. Belirtmekte fayda var. Graham Fuller, Fethullah Gülen’in ABD’de oturma izni alması ve iznin uzatılması için referans mektubu yazan kişilerdendir aynı zamanda. İktidarın etkili isimleriyle yakınlığı, Kürt açılımı konusundaki önerileri biliniyor.

Anımsatmak gerekir: Refah Partisi ile Doğruyol Partisi, Necmettin Erbakan ile Tansu Çiller, 1996’da Refahyol Hükümeti’ni kurduktan sonra, ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Nicholas Burns, şöyle demişti: “Türkiye ile ilişkilerimizin devamı için laikliğin şart olduğunu hiçbir zaman söylemedik”. 28 Şubat’ta hükümet devrilirken de ABD hiç itiraz etmedi. Emperyalist bir güçtür. Akılcıdır, gerçekçidir. Pragmatik davranır. Menfaatini gözetir. İşine geldiği sürece diktatörleri de destekler, Arap şeyhlerini de… ABD için önemli olan demokrasi, özgürlük, insan hakları, laiklik, hukuk devleti, saydamlık, kadın – erkek eşitliği değil, ABD’ye sadakat ve ABD’nin çıkarlarıdır. ABD’nin, Milli Görüş’ten kopup AKP’yi kuranlarla ve Gülen hareketiyle anlaşmasının, Büyük Ortadoğu Projesi’nde görev vermesinin, açılımları yaptırmasının, milli orduya kumpas kurdurmasının, Cumhuriyetçi, Atatürkçü aydınları Silivri’ye yollatmasının başka izahı yoktur.

Öte yandan, kapitalizmin dinamikleri de işliyor. İktidara gelen, dünya nimetlerinin tadını alan, lüks tüketime alışan, batıya açılan, AB üyeliğini destekleyen İslamcıların kaçta kaçının gündeminde, dinsel, toplumsal, siyasal ve ideolojik bir proje olarak şeriat, eylem biçimi olarak cihat, hedef olarak ümmetin yeniden inşası var? Kamusal alanda, eğitim kurumlarında, gündelik yaşamdaki uygulamalar, simgeler, söylemler ve dayatmalar dışında, kaçta kaçının tutarlı, kararlı, yürekli, bütüncül bir emperyalizm, Siyonizm, ABD, AB karşıtı siyaseti vardır? Tarikat ve cemaatler artık holding, finans kurumu, hastane, okul, üniversite, alışveriş merkezi, televizyon, gazete, radyo, inşaat şirketi kurup, aralarında rekabet ederken, kapitalist düzene uymuyorlar mı? Tarikat şeyhleri artık holding yönetim kurulu başkanı, patron değil mi? Teknolojiyi en ileri düzeyde kullanmıyorlar mı? Batı tipi lobicilik, halkla ilişkiler, pazarlama çalışması yürütmüyorlar mı? Çoğu hayli medyatik, sosyetik bir yaşam sürmüyor mu?

Kabul edelim; mürit müşteriye dönüşürken, kentleşme dinamikleri, kitleleri hızla dünyevileştiriyor aynı zamanda. AKP tabanına nazaran, daha yerli, milli duyarlılığı daha yüksek, Anadolu’nun taşrasına daha bağlı değerleri savunan, daha üçüncü dünyacı söylem benimseyen, modernleşme, kentleşme dinamiklerine daha mesafeli, geleneksel değerlere daha bağlı bir taban olan Milli Görüş tabanı da, bu gelişmelerden etkileniyor. Şimdi hedeflenen hayli daralmış olan bu tabanı, tam olarak sistemin içine katmak.

Sözün özü: Mesele, milli, yerli, özgün ve bağımsız olabilme meselesidir. Solcunun da, sağcının da, Müslüman’ın da, devrimcinin de millisi, yerlisi, bağımsızı olmak, emperyalizme kafa tutmak gerekir. Arap dünyasının Namık Kemal’i olarak bilinen, Arap uyanışının önemli isimlerinden olan, hilafetin Araplara geçmesini savunan Suriyeli Abdurrahman El Kevakibi “İstibdat Özellikleri ve Kölelikle Mücadele” adlı eserinde şöyle der: “Halkın tümü veya çoğu zulmü iliğinde hissetmiyorsa, özgürlüğe layık değildir”.

(NOT: Teknik bir hatadan dolayı bir süre yazı görüntülenemedi. Özür dileriz.)

Barış Doster
Odatv.com

11 Eylül 2015 Cuma

YALAKA…



Dün gazetede okudum.
Ünlü gazeteci Nazlı Ilıcak şöyle demiş:

“Asker, polis ölümleri hiç umurumda değil!
Cemaate yapılan haksızlık karşısında HDP’ye oy verdim, pişman değilim!”

Nazlı Ilıcak, Nurculardan yana olduğunu söylüyor.
Nazlı Ilıcak, bölücü terör örgütü PKK’nın siyasi örgütü HDP yanlısı.
Şehit olan askerlerimiz ve polislerimiz, Nazlı Ilıcak’ın umurunda bile değil!

Sizler, Nazlı Ilıcak’ı çok iyi tanıyorsunuz, hiç kuşkum yok.
Ancak, bir de gelin Nazlı Ilıcak kendisini size tanıtsın:

1996’nın ilk yarısı.
Nazlı Ilıcak, dönemin başbakanı Mesut Yılmaz’a hitap ediyor:

“Başbakanım! Kim ne derse desin umurumda değil!
Ben sizin yalakanızım!”

1996’dan beri başbakanlıktan kimler geldi, kimler geçti!
Nazlı Ilıcak, gelen her başbakana yalakalık yaptı.
Şimdi de, Nurculara, HDP’ye, PKK’ya yalakalık yapıyor!
Ancak bu kez çok tehlikeli bir yalakalık yapıyor!
Türk askerine ve Türk polisine karşı olanlara yalakalık yapıyor!

Aslında ünlü bir yalaka, tehlikeli olacak yalakalık yapmaz!
Peki, yalaka olduğunu kendisi söyleyen Nazlı Ilıcak neden böylesine tehlikeli bir yalakalığa soyunuyor!

Nazlı Ilıcak’a “yalaka” gözüyle bakarsak yanılırız!
Nazlı Ilıcak, yalaka değil!
Nazlı Ilıcak, Küresel Çete’nin medyadaki dolgun ücretli bir artisti!
Şu role soyunacaksın diyor Küresel Çete, Nazlı Ilıcak o role soyunuyor!
Bir süre sonra Küresel Çete, şimdi bu role soyunacaksın diyor, Nazlı Ilıcak o role soyunuyor!

Ancak kaygımız şudur, Türk askeri ve Türk polisine karşı soyunmak, Nazlı Ilıcak’ın soyunduğu son rol olabilir!

Yılmaz Dikbaş
11 Eylül 2015, Cuma
dikbas@kalinka.com.tr
0532 233 31 52

10 Eylül 2015 Perşembe

CIA Erdoğan’ı nasıl çözdü? - Sibel Edmonds –





Uzun süre Türkiye’de yaşadım ve Türkiye iç politikasını çok yakından takip ediyorum. Ve doğrusu, benim FBI muhbirlik davamın konusu aslında ABD-Türkiye arasındaki gizli görüşmeleri deşifre etmemden kaynaklanıyor.

Bu yüzden hem ABD’de, ABD çıkarlarına zarar verdiğim, hem de Türkiye’de Türkiye çıkarlarına zarar verdiğim gerekçesiyle iki ülkede de tamamen dışlandım.

İnsanlar Twitter üzerinden, sıradan vatandaşlar, soruyorlar, “Erdoğan hakkında düşüncelerinizi bizimle paylaşabilir misiniz”, yazdığım makalede bunu yapmaya çalıştım ve insanların konuyu doğru anlayabilmesi için, ciddi bir tarihi arka plan bilgisi vermek zorunda kaldım.

İnsanlar şaşırıyor, Erdoğan önceleri bir melekken, nasıl oldu da ABD için şimdi bir şeytan, bir düşman haline gelebildi, bu sistem nasıl çalışıyor? CIA’nın kukla hükümetler kurduğu, onları kullandığı ve ardından bir gecede onları nasıl yok ettikleri bilenen bir gerçek. Aynı şey Erdoğan’ın da başına geliyor.

Ah evet, bu durum pek çok Amerikalı ’ya Donald Rumsfeld’in Saddam’la tokalaştığı o unutulmaz görüntüleri ve daha sonra gözden düştüğünde işgal ve yok edilişini hatırlatıyor.

Aynı süreç, Erdoğan’la ilişkilerde de açıkça görülüyor.

Ve Erdoğan’ın tasfiye süreci Gezi Parkı olayları ile başlamış gibi görünüyor, ancak makalenizde de belirttiğiniz gibi bunun çok daha geniş çaplı, farklı nedenleri var. Örneğin daha önce Bir Gladyo Projesi: Fetullah Gülen röportajımızda anlattığınız gibi

Gülen’le de bağlantılı.

Peki, bu değişimin nedeni nedir? Erdoğan neden gözden düştü?

Evet, bütün bunlar bana göre Gülen ve Erdoğan arasındaki kavgayla başladı. Gülen cemaati AKP’nin hükümet olması için çok ciddi destek verdi, Erdoğan ve Gül’ün bütün bürokratları Gülen cemaatinin desteğiyle geldi o noktalara.

Ancak burada şuna dikkat etmek gerekiyor, Gülen sadece bir sembol. Asıl önemli olan ve işi yapan Gülen markası. 1997’den sonra CIA Gülen’i oyuna dâhil etti. Gülen Türkiye’de şeriat düzeni kurmak istiyor ve suçlarından dolayı aranıyordu. CIA onu ABD’ye getirdi ve ne tesadüf ki CIA merkezinin hemen yanı başında bir eve yerleştirdi. Gülen şu anda 15 yıldır ABD’de yaşıyor ve 20-25 milyar dolarlık bir ağı kontrol ediyor ve kimse gerçekten bu paranın nerden geldiğini bilmiyor. Bu Gladyo A planı idi.

Gülen’in ABD dışında CIA ile birlikte açtığı okullar, camiler, medreseler birer birer kapatılıyor çünkü bu ülkeler, Gülen cemaatinin varlığının kendi ülkelerinin ulusal güvenliğine bir tehdit olduğunu, CIA ile ortak operasyonlarda kullanıldığını kavradılar.

Gülen cemaati ve CIA bununla kalmadı tabii ki, Türkiye’de büyük bir medya ağı kuruldu, satın almalar yoluyla, polis teşkilatına, hukuk ve askeri alanlara sızdılar. Ve işte bu güç ağı, yani Gülen ve CIA ortak hareketi, Erdoğan’ı parlatarak hükümete taşıdı.

Aslında 97’de Erdoğan’ın üyesi olduğu parti askerlerin müdahalesiyle kapatılmış, Erdoğan hapse atılmış iken, 2002’de bu kez askerler geri adım attı, sessiz kaldı ve Erdoğan’ın başbakan olmasına izin verdi. Peki, 1997-2002 arasında değişen neydi? Evet, artık Gladyo B planına geçilmişti, Gülen ABD’deydi artık.

Erdoğan o sırada değişmiş, aşırı güven kazanmış, beslenmiş ve artık “bu imama artık boyun eğmek zorunda değilim, halk beni seviyor ve ben ne dersem inanıyorlar” demeye başladı. “İmam kabul etse de etmese de ben kendi istediklerimi artık özgürce yapabilirim” diyordu.

Erdoğan’daki bu aşırı güven sadece bir neden. Diğer bir neden de Erdoğan’ın İsrail’e karşı sert tutumu, sözünü geçirebiliyor görüntüsüydü. Türkiye’deki bütün partilere, medyaya rağmen bunu eleştiren de ne var ki Fetullah Gülen’di. Ve bu arada, bir yan not olarak şunu söyleyeyim ki, Gülen’in ABD’deki en büyük destekçisi de oradaki Yahudi lobisiydi. İsterseniz Google’a gidip, en büyük Yahudi lobisi olan aipac’i, ya da atc’yi sorgulayın “gülen aipac” şeklinde.

İlginç olan bir İslam Mollası, İmamı olan Gülen (!), Yahudi lobisi tarafından destekleniyordu. Tek başına bu durum bile, insanların Gülen hakkında şüphe duyması, soru sormaya başlaması için yeterli bir nedendir.

Bu da Erdoğan Gülen arasındaki kavganın ikinci nedeniydi, yani Yahudi lobisinin desteklediği Gülen, Erdoğan’ın İsrail’e karşı sert çıkışlarını doğru bulmuyordu.

Ayrılık çanları çalmaya başlamıştı. Ve ardından Suriye konusu geldi. Türkiye, AKP hükümeti Suriye’deki muhalifleri eğitiyor, silahlandırıyor ve bütün bunlar ABD tarafından, İncirlik üzerinden yönetiliyordu.

Buraya kadar her şey yolunda gidiyordu, ABD emrediyor, Erdoğan uyguluyor, Esad’ın devrilmesi için gereken her şey yapılıyordu. Ancak beklenmedik bir şey oldu, ABD’de Esad’a uygulanan şiddet, saldırı hoş karşılanmamaya başlandı. Obama bu konudaki desteğini yitiriyordu. Ve tam bu noktada Rusya’nın devreye girmesi ABD’yi geri adım atmak zorunda bıraktı.

Ve işte tam bu sırada, Erdoğan’ın uyguladığı ABD emirleri Türk halkı tarafından sorgulanmaya başlandı. Türk halkı olanlardan, yapılanlardan hiç de memnun değillerdi. Çünkü Türkiye Suriye ile Esad ile son derece iyi ilişkilere sahipti, ayrıca, Suriye Müslüman bir komşu ülkeydi.

ABD geri çekilince, Erdoğan tamamen ortada kaldı. Artık halkı arasında popüler değil, nefret edilen bir lider olmaya başlamıştı. ABD artık verdiği sözleri tutmuyor, Erdoğan’ı tamamen yalnız bırakıyordu ki bu da Erdoğan’ı oldukça sinirlendirmişti. Bu da üçüncü bir neden oldu.

Bu noktada başka bir olay patlak verdi; Gezi Parkı olayları. Gülen, Erdoğan’la aralarındaki kavgada, bunu bir fırsat olarak değerlendirmek istedi. Ve Gülen protestolara kendi cemaatinden insanları soktu. Erdoğan başına neler geleceğini anlamıştı. CIA ve Gülen işe el atmış, protestolarda aktif rol oynamaya başlamıştı. Erdoğan bunu net olarak görüyordu.

Şüphesiz Gezi Parkı olayları gerçek halk tarafından başlatılmıştı, ancak CIA’nın kontrolündeki Gülen cemaati bunu, bu fırsatı değerlendirmekte gecikmemişti. Ve eş zamanlı olarak ABD ve Avrupa basınında Erdoğan “diktatör” olarak anılmaya başlandı. Erdoğan’ın El Kaide ile ilişkileri ortalığa dökülmeye başlandı ki, El Kaide’nin de ne tür bir operasyon olduğunu biz açıklamaya, deşifre etmeye daha önce çalışmıştık. Erdoğan artık El Kaide’nin parasal kaynak sağlayıcıları ile bağlantılandırılıyordu. Ve bütün bunlar, bu operasyonlar CIA tarafından yönetiliyordu.

Peki, bütün bunlar gayet açık, anlaşılabilir ancak benim kafama takılan soru şu, Gülen’le, daha doğrusu CIA ile Erdoğan arasında bir sorun varsa eğer, bu sorunun nedeni nedir, CIA Türkiye’den, Erdoğan’dan ne istiyor?

Erdoğan, AKP sadece birer sembol, tıpkı diğer ülkelerdeki kukla hükümetler gibi, Obama gibi, George Bush gibi. Asıl önemli olan, bu sembolün arkasındaki güç, yani CIA, yani ABD Silah Sanayi. CIA’nın yapmak istediği, söz konusu ülkeyi tamamen kontrol altına almak, iç ve dış politikasını yönetmekti ki son derece düzgün bir şekilde çalıştı, diledikleri kukla hükümeti, yani Erdoğan’ı getirmeyi ve uzun süre hükümette tutmayı başardılar.

CIA’nın planı, Türkiye’yi bir model ülke olarak kullanmak ve diğer ülkeleri de aynı şekilde hizaya getirmekti, Ilımlı İslam projesini Orta Doğu’da uygulamaya geçirmekti. Erdoğan ve Gülen, daha doğrusu CIA arasındaki sorun, bu planları aksatıyordu. CIA, kullandığı kuklalarından birinin (Erdoğan) kontrolünü kaybediyordu, bu arada Gül’le hiçbir sorunları yoktu. Gül iyi bir uşak (bu kelime aynen kullanılıyor görüntülerde) olmuştu, emirleri harfiyen uyguluyordu.

Erdoğan boyun eğmeyeceğini göstermek için, bir mesaj vermek için şunu söyledi “milyarlarca dolarlık silah alımlarını sizinle değil, ABD ile değil, Çin’le yapacağım”. Bu ölümcül bir hataydı, bu ABD ve NATO’nun en üst düzey kurallarından birinin ihlali anlamına geliyordu, yapılabilecek son şeydi. İşte bu, NATO ve ABD Silah Sanayisini çileden çıkardı.

Ve Erdoğan daha da ileri giderek, AB’ye girmek için yıllardır beklediklerini ve bunun gerçekleşmeyeceğini anladığını, bunun yerine Şangay Birliği’ne katılmak istediğini söyledi. Ve resmen başvuruda bulundu. Ve bu davranış yine, çiğnenebilecek en son kurallardan biriydi. Bir kukla, kukla oynatıcısına karşı, sahibine karşı isyana kalkmıştı.

İşte bunları yaptığınızda, son kullanma tarihiniz dolmuş demektir. Kim olursanız olun artık bitmiştir. Ve ABD’nin uygulayacağı cezanın diğer ülkeler için ibretlik olması gerekiyordu, çünkü bu durum başkaları tarafından örnek alınabilirdi, bu risk göze alınamazdı.

Erdoğan’a şu ihtimaller sunuldu, tabii bunları hiçbir yerde duyamazsınız; birincisi, geri adım atacaksın, her şeyi geri saracak, İsrail’le ilişkilerini düzeltecek, Çin’den silah almaktan vazgeçeceksin, Şangay’dan uzak duracaksın, Gülen’den özür dileyeceksin, bu senin birinci seçeneğin.

İkinci seçeneğin, sessizce istifa edip gideceksin. Çünkü biz hali hazırda senin yerine gelecekleri belirledik (Ç.N: CHP!). şu ana kadar çalıp çırptığın paraları da beraberinde götürebilirsin. Senden öncekiler de çaldı, sen de çaldın ve bunlarla İngiltere’ye gitmene izin vereceğiz.

Üçüncü seçeneğin ise bizi beklemek olacaktır ki bu sana iki senaryo sunar; Kaddafi gibi, Saddam gibi yok edilirsin, seni Taksim meydanında, Gezi Parkı’nda öldürürüz. İkinci senaryo da, Mübarek gibi korkak bir şekilde teslim olabilirsin, seni İngiltere’de bir hapishaneye atarız, yaşamının kalanını orda sürdürürsün.

İşte şu anda, Erdoğan bu seçeneklerle karşı karşıya. Bu seçenekler Kaddafi, Saddam ve Mübarek’e sunulanlarla aynı, CIA böyle çalışıyor. Senaryolar o kadar aynı, şaşmaz ve detaylarıyla benzer ki, insan neredeyse aynı şeyleri tekrar tekrar görmekten sıkılıyor.

Ve birkaç ay içinde sonucu göreceğiz çünkü bu durum fazla uzun sürmeyecek.

El Kadı ile Erdoğan’ın ilişkisi şu anda piyasaya sürülüyor ancak El Kadı 1990 ortalarından beri FBI tarafından biliniyordu. El Kadı’nın çalışma merkezi Şikago idi ve garip olan, Gladyo B’nin de çalışma merkezi Şikago. Aynı zamanda Abdullah Çatlı da Şikago’ya geldi, orda ona ABD’de sürekli kalma izni (Yeşil Kart) verildi, daha sonra çeşitli bölgelere gönderildi, mesela Azerbaycan’a baba Aliyev’i öldürmek üzere gönderildi vs. Yani Şikago bu işlerin merkezi, yönetim noktasıdır.

FBI El Kadı’yı ne zaman Şikago’da sıkıştırıp da yakalamak istese, araya CIA giriyordu. Ve nihayet, El Kadı’ya toparlanıp Arnavutluk’a kaçması için yeterli zaman verildi. Ve kaçınca da “hay Allah, elimizden kaçırdık” dendi.

El Kadı bu defa, mensubu olduğu Gladyo B operasyonlarına Arnavutluk’tan yön vermeye devam etti. Bu arada ABD onu 9-11’in para sağlayıcısı olarak her yerde deşifre ediyordu. ABD bu kez, “onun Arnavutluk’ta olduğunu biliyoruz, adresi her şeyi elimizde, Arnavutluk hükümetinden onu resmen isteyelim” dediler. Ancak ona Türkiye’ye geçmesi için gereken iki haftalık süreyi vermeyi de ihmal etmediler. Garip olan, El Kadı Arnavutluk’ta iken elinde Arnavutluk pasaportu vardı ve Türkiye’ye geldiğinde Türk nüfus cüzdanı taşıyordu. Yani her şey çok önceden planlanmıştı.

ABD bu kez “hay Allah, Arnavutluk’tan da kaçırdık adamı” deyiverdi. Bu defa Türkiye ile yazıştı ve “bu adamı sizden istiyoruz” dedi. Türkiye tarihinde ilk defa Türkler “pardon, aramızda böyle bir suçlu değişim anlaşması yok, bu adam herhangi bir suç da işlemedi burada, bu yüzden onu size veremeyiz” dedi. Ve ABD “ah öyle mi, tamam sorun değil” diyerek dosyayı kapattı! Bu kadar basit ve saçma bir şekilde dosya kapatıldı.

El Kadı Türkiye’de pek çok bankanın sahibi, Azerbaycan dâhil pek çok yere gidip gelen bir adam. Sadece Asya bölgesine değil, aynı zamanda Avrupa’ya da gidiyor bu adam, örneğin Londra’ya, iş gezileri. Sonunda, El Kadı, bir iş adamı ve Gladyo B adamı olarak BM’ye kendisini terörist listesinden çıkarma başvurusunda bulundu ve BM de bu başvuruyu değerlendirip onu listeden çıkardı! Sonuç olarak, CIA için çalışan bu adam, ABD tarafından aklanmış oldu.

Ve aniden, Erdoğan’ın oğlunun El Kadı, yani El Kaide’nin ana sponsoru olan terörist kişi ile fotoğrafları servis edilmeye başlandı. Bu tür haberler yayılmaya başlandı. Ve bu haberlerin pek çoğu Gülen cemaati tarafından servis ediliyordu. Ve tabii ki CIA destekli MİT’ten bir grup tarafından… Ve çok ilginç bir nokta da şu ki, bu servis edilen haberlerin çoğu WikiLeaks’den geliyordu. Burada kafama bir şey takılıyor, acaba bunlar WikiLeaks’de hâlihazırda bulunan bilgiler miydi, yoksa birdenbire, aniden keşfedilmiş bilgiler miydi? Bu konuda şüphelerim var. (Ç.N: WikiLeaks’in CIA kontrolünde olduğunu ima ediyor)

Soru: sizce Erdoğan’ın başına gelenler Kaddafi ve Saddam’ın başına gelenlerle tıpatıp aynı mı olacak, yoksa biraz daha farklı bir versiyon mu göreceğiz burada?

Türkiye, Mısır ya da Libya’dan tamamen farklı bir ülkedir, dinamikleri çok çok farklıdır. Öncelikle, Türk insanı gerçekten de farkındalığı yüksek bir kitledir. Aptallar için tasarlanmış iki partili sistem, ABD’de olduğu gibi, Türkiye’de çalışmaz, Türkiye’de çok farklı fraksiyonlar, eğilimler mevcuttur. ABD’de olduğu gibi, yani demokrat ve cumhuriyetçiler arasında bir gel-git oyunu sergileyerek halkla dilediğiniz gibi oynamanız Türkiye’de çalışmaz.

Burada bilinç düzeyi son derece yüksek bir halk kitlesinden bahsediyoruz. ABD’den çok farklı bir kitledir bu. Eğitimli ve düşünen insanların olduğu bir ülkede bu kadar kolay oyunlar sergileyemezsiniz, bu çok zordur.

Diğer bir fark da, Türk insanının aktivist yönü, sokaklara inen, hakları için savaşan bir topluluktur Türkler. Bana soruyorlar bazen, oyunu kime vereceksin diye. Ben de “oyumu Türk halkına vereceğim” diyorum, çünkü onlara inanıyorum, onlar kendilerine ne olacağına kendileri karar vereceklerdir.

Türk halkı gözünü açık tutmaya devam etmeli ve Libya’da, Mısır’da olanlardan ders almalıdır. Bunları milliyetçi bir kişiliğim olduğu için söylemiyorum, burada tamamen farklı tür insanlardan bahsediyoruz.

ABD’nin planları Libya ve Mısır’da olduğu kadar kolay işlemeyecektir Türkiye’de.

Diğer bir konu da, AB meselesi. Daha önce AB’yi bir kurtuluş olarak gören Türk insanı, AB’nin politik ve ekonomik çöküşünü görüyor. Almanların Türkiye’deki işlere başvurduklarını, Avrupa’da işsizliğin boyutlarını görüyor. AB’ye girmemiş olmanın bir avantaj olduğunu düşünüyorlar.

Kaynak: Sibel Edmonds