20 Nisan 2015 Pazartesi

EĞİTİM VE AYDINLANMA DEVRİMİ * KÖY ENSTİTÜLERİNİN 75. YILI

EĞİTİM VE AYDINLANMA DEVRİMİ * KÖY ENSTİTÜLERİNİN 75. YILI *** Köy Enstitüleri eğitim ve aydınlanma projesiydi!



Naci Kaptan / 18 Nisan 2015
17 Nisan 2015 * Kuruluşunun 75′inci Yılında Köy Enstitüleri
Köy Enstitülerinde eğitmenlik, öğretmenlik yapan Nazif Evren, “Kekik Kokulu Yıllar” başlığı ile yeniden yayımlanan anılarında, enstitülerde yetişenlerin hepsinin, ulusa borçlu oldukları görevlerini üstün bir anlayışla tamamladıklarını söyler ve der ki:
“Fireleri pek az oldu ve ucuza yetiştiler. Kendilerine harcananları, yüksek katıyla ulusa ödediler.”
***
Samsun Ladik Akpınar Köy Enstitüsü mezunu Ahmet Usta, “Köy Enstitüleri çağdaş düşünen, üreten, özgürlükten ve bilimden yana, toplumu geliştirecek bir insan yetiştiriyordu. Aslında Köy Enstitüleri bir devrimdi. Enstitülerle ile kalkınma, aydınlanma köyden başlatılmıştı. Enstitüler yeni kurulmuş cumhuriyetin niteliklerini özümseyen insanlar yetiştiriyordu. Bu devrim başarıya ulaşmış olsaydı bugünkü dinci, bağnaz zihniyet olmazdı” dedi.
Enstitüleri kapattılar ama o ruhu yok edemediler” diyen Usta, “Bir bakıyorsunuz Gezi’de, bir bakıyorsunuz derelerine, doğasına sahip çıkan bir köyde ortaya çıkıyor. Köy Enstitüleri kapandı ama Köy Enstitüsü ruhu ölmedi, yok olmadı. Bu ruh bilimin ışığında devrim ruhudur, özgürleşme ruhudur. Köy Enstitülerinin devrim ruhu yaşamaya devam edecek ve asla yok olmayacaktır’’ diye konuştu.
Dine karşı dediler ama
Samsun Ladik Akpınar Köy Enstitüsü mezunu Hüsamettin Çıtır, “Köy Enstitülerinde üreten, düşünen, sorgulayan, eleştiren insan yetiştirmeyi hedeflemişti. Bu durum ağaları ve iktidarları korkuttu. Köy Enstitülerine dine karşı, komünist yuvaları olarak iftira attılar. Ben enstitü mezunu olarak üç defa Kuranıkerim’i hatmettim, on iki yaşımda camide müezzinlik yaptım. Köy Enstitüsünde okuyan hiç kimse dine karşı değildi” dedi.

Kapatan zihniyet iktidarda
Kepirtepe Köy Enstitüsü’nden 1944 yılında mezun olan Nedim Menekşe, “Köy Enstitülerini kapatan, Cumhuriyete karşı zihniyettir. O zihniyet bugün iktidardadır” diye başladı söze. AKP’nin “Yeni Türkiye” söylemine karşı çıkan Menekşe, “Yeni Türkiye diye bir şey yok, Atatürk’ün Türkiyesi duruyor. Yeni Türkiye dedikleri Atatürk’ün, cumhuriyet kazanımlarının, laikliğin, hukuk devletinin olmadığı bir Türkiye’dir” dedi.
Köy Enstitüleri eğitim ve aydınlanma projesiydi!
Bilimin aydınlığında köy emekçisinin kurtuluş destanı olan Köy Enstitüleri, tamamen Türkiye’ye özgü bir eğitim ve aydınlanma projesi olarak 17 Nisan 1940′da hayata geçirilmişti.
SÖZCÜ EĞİTİM
 Köy Enstitüleri, ilkokul öğretmeni yetiştirmek üzere 17 Nisan 1940 tarihli ve 3803 sayılı yasa ile açılmış okullardır.Hazırlıkları 1935’te başlayıp özgün biçimiyle 1940-46 yılları arasında uygulanan Köy Enstitüleri; bilimin aydınlığında köy emekçisinin kurtuluş destanıdır.
       1940 yılından başlayarak, tarım işlerine elverişli geniş arazisi bulunan köylerde veya onların hemen yakınlarında Köy Ensititüleri açıldı.Tamamen Türkiye’ye özgü olan bu eğitim projesini 28 Aralık 1938 tarihinde Milli Eğitim Bakanı olan Hasan Ali Yücel bizzat yönetti.
Türkiye’de seçilen şehirlerden uzak ancak tren yollarına yakın tarıma elverişli 21 bölgede köy ilkokullarına öğretmen yetiştirmek üzere açılmıştı. Öğretmenler köylülere hem örgün eğitim verecek, okuma yazma ve temel bilgileri kazandıracak hem de modern ve ilmi tarım tekniklerini öğretecekti. Öğretmenler gittiği yörelerde bilinmeyen tarım türlerini de köylülere öğretecekti.
Kitaba deftere dayalı öğretim yerine iş için, iş içinde eğitim ilkesi tatbik ediliyordu. Her köy enstitüsünün kendisine ait tarlaları, bağları, arı kovanları, besi hayvanları, atölyeleri vardı. Derslerin %50’lik bölümü temel örgün eğitim konularını içeriyordu. Geri kalanı ise uygulamalı eğitimdi. Kapatıldığı 1954 yılına kadar Köy enstitülerinde 1.308 kadın ve 15.943 erkek toplam 17.251 köy öğretmeni yetişmişti.
Köy Enstitülerinin 1946-54 arasında yozlaştırılıp kapatılmasıyla yarım kalmış olan bu uygulama, enstitüleriyle ilişkililer ve mezunlarınca altmış yıldır yazılarak, anlatılarak yurtta ve dünyada tanıtılıyor.
Bir Eğitim Devrimcisi İSMAİL HAKKI TONGUÇ
İsmail Hakkı Tonguç (1893 – 23 Haziran 1960 ) eğitim tarihimizde yoksul halk çocukları için “Eğitim Hakkı” kavramını özgün Köy Enstitüleri eğitim sistemiyle dağarcığımıza katan bir eğitim devrimcisidir. Mustafa Necati döneminde Cumhuriyet Eğitim Devrimi arayışlarına katılır. Tonguç; Ders Araç Gereçleri ve Okul Müzesi Müdürlüğü, Gazi Eğitim Enstitüsü Resim-İş Bölümü kuruculuğu, İlköğretim Genel Müdürlüğü ve sırasıyla Köy Eğitmen Kursu, Köy Öğretmen Okulu ve Köy Enstitüleri tasarımının kuramı ve uygulamalardaki büyük emeği ile eğitim tarihimizde onurlu yerini alır. İsmail Hakkı Tonguç; düşün dünyamızdaki arayışlarda eşitlikçi, pozitif ayrımcı, demokratik, laik-bilimsel, üretici eğitim kavramlarının anımsattığı ilk isimdir.
Bugün çağdaş öğrenme kuramlarının tüm izleri aydınlık Köy Enstitüleri deneyiminde görülebilmektedir. Orta öğretimde ilk yatılı karma eğitimin, bireyi dönüştüren, özgürleştiren ve zenginleştiren sanat eğitiminin, çevre ve doğa duyarlıklı okul kavramının, eğitimin toplumu içten canlandıracak bir değişim, dönüşüm projesi olarak algılamanın merkezinde temel bir referanstır
KÖY ENSTİTÜLERİNİN KURULUŞUNUN 75. YILI!
Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı Başkanı Erdal Atıcı, yazılı bir açıklamayla 17 Nisan Köy Enstitüleri Bayramını kutladı. Eğitimin içinde bulunduğu bataklıktan ancak Köy Enstitüleri eğitim ilkeleri ve aydınlığıyla çıkabileceğine dikkat çeken Atıcı, şu açıklamalarda bulundu:
“Ülkemizde yetmiş yıldır uygulanan yanlış eğitim politikalarının sonucu; eğitim bugün sorun çözme özelliğini yitirmiş, ne yazık ki kendisi çözülmesi gereken en önemli sorun haline gelmiştir.
Bugün, eğitim alanı, özelleştirme ve dinselleştirme politikalarıyla, çağdaş eğitim hedefinden saptırılmış, yüzünü Osmanlı dönemindeki medrese eğitimine çevirmiştir. Ülkeyi yönetenler sanki bilinçli yurttaş çoğunluğundan korkmakta, yönetilmesi kolay olacağı düşüncesiyle ümmetçi yurttaş çoğunluğu yaratmayı ön plana almış görünmektedir.
Bu yolda hızlı hareket edildiği de açıktır. Ulusal basınımıza yansıyan haberlere göre; yalnızca son bir yıl içinde “Türkiye genelinde imam hatip ortaokulu sayısı bir yılda 1361’den 1597’ye, imam hatip lisesi sayısı ise; 854’ten 1017’ye çıkmış, imam hatiplerde okuyan ortaokul ve lise öğrencisi sayısı 1 milyona yaklaşmıştır.”
19. Milli Eğitim Şûrasında yapılan “Osmanlıca” ve “karma eğitim” kaldırılması tartışmalarına bakılınca eğitimin nereye doğru sürüklendiği daha net bir biçimde görülecektir.
Eğitim dizgemizin yaşadığı diğer sorun da özelleştirmedir. Devlet kendi eğitim kurumlarına ayırması gereken kaynağın önemli bir bölümünü özelleştirme uğruna varsıl çocuklarının gidebildiği kurumlara aktarmaktadır. Orta halli ve yoksul yurttaşların doğru dürüst eğitim görmesi için yeterli kaynak ayrılmadığından, halkın büyük bir bölümünün yönetime ortak olması dolaylı yollardan engellenmektedir.
Bölgeler arasındaki, varsılla yoksul arasındaki, köylerle kentler arasındaki, kent merkezleriyle varoşları arasındaki, kadınla erkek arasındaki eğitimdeki dengesizliği gidermek için ciddi çalışmalar yapılmamakta ve tasarcalar ortaya konulamamaktadır.
KÖY ENSTİTÜLERİ ÖRNEK ALINMALI!
Ne yazık ki ülkemizde bugün ilköğretim çağındaki 1 milyona yakın çocuk okula gidememekte, 7 milyon civarında yetişkin insanımız ise, okuma yazma bilmemektedir. Bu durum insan hakları açısından da üzüntü vericidir. Ayrıca, Türkiye’de 1 milyona yakın çocuk işçi vardır…
Siyasal iktidarlar, eğitimde yaşanan bu ve benzeri olumsuzlukların düzeltmek isteseydi, önlerinde denenmiş, başarılı olmuş Köy Enstitüleri örneğinden yararlanma yoluna giderlerdi. Köy Enstitülerinin ilkelerini, amaçlarını, uygulamalarını araştıran, bu konuda temel yapıtlar ortaya koyan vakfımızın önerisi şudur; eğitim dizgemiz içinde bulunduğu bataklıktan ancak Köy Enstitüleri eğitim ilkeleri ve aydınlığıyla çıkabilir. 21. Yüzyılın eğitim ilkesi; Köy Enstitülerinde uygulanan “iş içinde, iş aracılığı, iş için” eğitim ilkesi olacaktır.
AYDINLANMACI TOPLUM KALKINMA PROJESİYDİ!
Bilindiği gibi 1930’lu 1940’lı yıllarda koşullar bugünkünden çok daha kötüydü. Ama Köy Enstitüleri yoluyla 15 yılda öncelikle ilköğretim sorunun çözümü için plan yapılmış, uygulamaya geçilmiş ve sonuç alınmaya başlanmıştı… Eğer kapatılmamış olmasalardı 1956 yılına kadar Türkiye’de okulsuz köy, öğretmensiz okul kalmayacaktı…
Köy Enstitüleri Sistemi’yle; ihmal edilmiş geniş kitleye ( o zaman köyde yaşayanlar ) öncelik tanınmıştı. Çoğunluğun bilinçlenerek yönetime ortak olması ana düşünceydi. Köy Enstitüleri aydınlanmacı toplum kalkınma projesiydi;
Demokrasi amaçlanıyordu, ulusal eğitim ana ilkeydi, öğrenme yollarının öğrenilmesi esastı, kaynak yokluğu sorunu, yeni kaynaklar yaratarak gündem dışı bırakılmıştı, yetenekli yoksul çocuklarına devlet sahip çıkmıştı.
Kuruluşunun 75. yılında Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı Yönetim Kurulu olarak; Köy Enstitülü öğretmenlerimizin ve Köy Enstitülerine gönül veren tüm dostlarımızın “17 Nisan Köy Enstitüleri Bayramlarını” kutluyor, saygılar sunuyoruz.”
Kuruluş
“Mezun olduğumuzda bize ‘Orası hep diken, siz oraya gül olarak gidiyorsunuz, bizden aldığınız eğitimle dikenli tarlayı gül tarlasına çevireceksiniz’ denmişti”

1923 yılında Cumhuriyet kurulduğu zaman, Türkiye’nin nüfusu yaklaşık 13 milyon kişiydi. Nüfusun yüzde 84′ü köylerde yaşamaktaydı. 40 bin köyün 38 bininde hiçbir okul bulunmuyordu. Nüfusun sadece yüzde 10′u okur yazardı. Çalıkuşu romanında bahsedilen köylere gidip orada eğitim verecek gönüllü öğretmen sayısı son derece azdı. Normal olarak insanlar şehir hayatını bırakıp taşraya gitmeyi, buranın zor koşullarında eğitim vermeyi tercih etmiyorlardı. Zaten gitseler de, okul namına eğitim verilebilecek bir altyapı da yoktu.
Gerçi 1924 yılında Anayasa’ya ilköğretimin “her Türk vatandaşı için zorunlu ve devlet okullarında parasız” olduğuna yönelik bir kural konulmuştu ama 1935 yılında bile köylerde okullaşma oranı yüzde 25 dolayındaydı.
Kuruluşunun 75′inci Yılında Köy Enstitüleri
Halid Fikret Kanat, “zorunluluktan değil, kendi isteğiyle köylere giderek eğitim verecek ‘köye göre öğretmen’ yetiştirme” fikri üzerine çalışmalar yapıyordu. Mustafa Kemal Atatürk de aynı fikirdeydi. Askerliğini çavuş ve onbaşı olarak yapmış, okuma yazma bilen kişilerin 7-8 aylık bir formasyon eğitimi almasını, mezun olanların “eğitmen” sıfatıyla köylere görevlendirilmesini teklif etti.
İlk öğrencilere coğrafya, tarih, hayat, yurt ve ziraat bilgilerini de kapsayan bir eğitim verildi. 1935 yılında İlköğretim Genel Müdürlüğü’ne getirilen İsmail Hakkı Tonguç’un çabalarıyla eğitmen kurs programı 1936 yılında yapıldı. Sonuçlar olumluydu. Tonguç hazırladığı raporda bu sonucun olumlu olmasını sağlayan faktörlere yer verdi. Köy dışarıya kapalıydı, dıştan gelen şahısları köylüler benimsemiyordu. Köyün çağdaş eğitim biçimlerine ve bilgiye açılması için köylülerin kendinden bilecekleri şahısların burada görev alması daha etkili oluyordu. Yeni bir tip okul, program ve yeni bir tip öğretmene ihtiyaç vardı. İşte o öğretmen tipi Köy Enstitülerinin ilhamı oldu.
Yasal statünün kazanılması
“Köy eğitiminin amacı güçlü vatandaş, yani toplumsal anlamda insan ve memleketin siyasi, ekonomik ve kültürel hayatı geliştirmesine katılacak yani doğanın bütün güç ve güçlükleriyle tutsak değil, egemen olabilecek bir güçte iş adamı yetiştirmek olmalıdır” İsmail Hakkı Tonguç
Köy Enstitüleri, ilkokul öğretmeni yetiştirmek üzere 17 Nisan 1940’ta kuruldu. İsmail Hakkı Tonguç’un çabalarıyla, köylerden ilkokul mezunu zeki çocukların bu okullarda yetiştirildikten sonra yeniden köylere giderek öğretmen olarak çalışmaları düşüncesiyle kurulan ve tamamen Türkiye’ye özgü olan bu eğitim projesini dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel yönetti. Tarım işlerine elverişli geniş arazisi bulunan köylerde veya onların hemen yakınlarında Köy Ensititüleri açıldı. Öğretmenler köylülere hem örgün eğitim verdi, temel bilgileri kazandırdı hem de modern ve ilmi tarım tekniklerini öğretti. Köy Enstitüsü uygulaması Hasan Âli Yücel’in 1946’da Milli Eğitim Bakanlığı’ndan ayrılmasına kadar devam etti. Yücel’den sonra Milli Eğitim Bakanı olan Reşat Şemsettin Sirer zamanında Köy Öğretmen Okullarına dönüştürüldü.
Hasan Ali Yücel’in Eğitim Bakanı olmasıyla Köy Enstitülerinin yasal bir çerçeveye sahip olması ve fiilen Türkiye’ye yayılması yönünde adımlar başladı. 1940 yılından başlayarak, tarım işlerine elverişli geniş arazisi bulunan köylerde veya onların hemen yakınlarında Köy Ensititüleri açıldı. 19 Haziran 1942 tarih ve 4274 sayılı Köy Okulları ve Enstitüleri Teşkilat Kanunu ile enstitü yönetimlerinin “köy eğitimi ile ilgili görev, yetki ve sorumlulukları düzenlendi.
Kuruluşunun 75′inci Yılında Köy Enstitüleri
Bu tarihten itibaren Türkiye’de seçilen şehirlerden uzak ancak tren yollarına yakın tarıma elverişli 21 bölgede köy ilkokullarına öğretmen yetiştirmek üzere açılmıştı. Öğretmenler köylülere hem örgün eğitim verecek, okuma yazma ve temel bilgileri kazandıracak hem de modern ve ilmi tarım tekniklerini öğretecekti. Öğretmenler gittiği yörelerde bilinmeyen tarım türlerini de köylülere öğretecekti. Kitaba deftere dayalı öğretim yerine iş için, iş içinde eğitim ilkesi tatbik ediliyordu. Her köy enstitüsünün kendisine ait tarlaları, bağları, arı kovanları, besi hayvanları, atölyeleri vardı. Derslerin %50′lik bölümü temel örgün eğitim konularını içeriyordu. Geri kalanı ise uygulamalı eğitimdi.
1937 ve 46 arasında 20 Köy Enstitüsü açıldı, Hasan Ali Yücel bu durumu şöyle tanımlıyordu: “Enstitü kelimesini biz frenklerin telaffuz ettiği tarzda aldık ve buna alıştık. Biz köy enstitüsünü sadece içerisinde nazarî tedrisat yapılan bir müessese olarak almadık. İçerisinde ziraat sanatları, demircilik, basit marangozluk gibi amelî bir takım faaliyetler de bulunduğu için okul adı ile anmadık, enstitü diye isimlendirmeyi muvafık gördük.”
Mütevazi bir bütçe
Mütevazi bir bütçe

Köy Enstitülerinin kurulmaya başlandığı zaman 2. Dünya Savaşı yaşanıyordu. Türkiye’nin elindeki kaynaklar son derece kısıtlıydı. Savaş bütçesi nedeniyle bir çok alanda kesintiye gidilmişti. 1936 – 47 yılları arasında Köy Enstitüleri için ayrılan toplam kaynak 51 milyon liradan ibaretti. Aynı dönemde “kazan mevcudu” adı verilen, bu okullardaki personel ve öğrencilerin enstitülerde yemek yiyecek insan sayısı 501 bin, bu yemeklerin toplam bedeli de 45 milyon liraydı. Örneğin Akçadağ Köy Enstitüsü’ne 1940 – 46 yılları arasında 1 milyon 600 bin 828 TL kaynak ayrılmıştı, oysa bu Enstitü’nün sadece binalarının piyasa maliyeti 2 milyon 803 bin liraydı. Aradaki fark bütün köy enstitülerinde “üretici eğitim” adı verilen bir metotla giderildi. Öğrenciler, öğretmenler okulları kendileri yapıyor, bu manada emek maliyeti sıfırlanıyor, hatta kiremitler yapım malzemeleri de öğrenciler tarafından üretiliyor, bu şekilde maliyetler tamamen düşürülüyordu. 1000 ve 6000 dekar arasında değişen çorak ya da bataklık arazilerde kurulan Enstitüler, buralarda kısa zamanda kendi ürünlerini üretmeye başladılar. 1937 – 1946 arasında 20 enstitüde 723 bina yapıldı, belli merkezlere 100 km yol açıldı, öğrenci ve eğiticiler tarafından 8 – 10 km uzaklıklardan sular getirilerek dekarlarca bağ ve bahçe kuruldu. Örneğin 1945 yılında Çifteler Köy Enstitüsü’nde yılda 40 bin kilo buğday, 13 bin kilo arpa, 2 bin kilo yulaf, 508 kilo mercimek, 2 bin kilo taze bakla, 10 bin kilo patates, 20 bin kilo ıspanak ve toplam 23 çeşit ürün üretiliyordu.
Yüksek verimlilik
Hemen hemen bütün köy enstitülerinde durum aynıydı. Örneğin Akçadağ Köy Enstitüsü’nde 7 yıl boyunca 100 binden fazla ağaç dikilmiş, koruluklar oluşturulmuş, 200 dekarlık alana 150 bin kadar meyva çekirdeği ekilerek bunlar fidanlaşınca ıslah edilerek diğer köy enstitülerine dağıtılmış, bölge içindeki köylere 90 bin fidan verilmiş, 1946 yılında “önceden dikili ağacı olmayan, çoraklığı ile nam salan” arazide yetiştirilen 4000 ağaçtan 3 bin 500 kilo kayısı toplanmış, döner sermaye işletmesinin 14 bin liraya aldığı kamyonlarla Darenda – Malatya arasında buğday nakliyatından 13 bin 600 lira para kazanılmıştır.
Yani ekonomik açıdan Köy Enstitüleri işliyordu. Kuruldukları bölge ekonomilerini canlandırıyor, daha önce kullanılmayan arazilerin verimli bir şekilde üretime katılmasını sağlıyor, aynı zamanda pratik eğitimle öğrenciler bu konularda gereken kapsamlı bilgileri edinerek, öğretmen olarak mezun oluyordu. Mezun olan öğrencilerin de farklı yerlerde benzer girişimler başlatması ve bütün Türkiye’de köy enstitülerinin, köy yaşamını değiştirmesi, köyde yaşayan insanların da temel bir eğitim alması planlanıyordu. Gelişmeler böyle olmadı.
Proje başarılı oluyor
1937 – 1938 döneminde 2 enstitütede 5 kadın öğretmen, 21 erkek öğretmen, 286 öğrenci ile başlayan proje 1946 yılında 20 enstitüde 119 kadın, 403 erkek öğretmen, 15 bin 529 öğrenci ile eğitim vermeye başladı. Bu dönemde proje hedefe ulaşmış da gözüküyordu. 1939 yılında toplam köy öğretmeni sayısı 6847 iken bu sayı 1950 yılında 18 bin 426′ya çıkmıştı. Bu 18 bin öğretmenin 13 bin 182′si Köy Enstitüsü mezunuydu.
Öğrenciler hayatın her alanında yetiştirilmekteydi. Türkçe, fizik, matematik, tarih ve yurttaşlık bilgisi dersleri yanında, ziraat dersleri ve pratik çalışmalar yapılıyor, aynı zamanda sanat alanında da öğrencilere beceri kazandırılıyordu. Örneğin Aşık Veysel Köy Enstitülerini gezerek öğrencilere saz çalmasını öğretiyor, okullarda keman konserleri veriliyor, Mozart’ın rondoları özellikle öğretiliyor, Anton Çehov’un eserlerinin temsili yapılıyor, Moliere, Sofokles, Gogol ve Shakespeare’in tiyatro eserleri canlandırılıyordu. Örneğin 1945 yılında Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nde 3 piyano, 55 keman, 259 mandolin bulunmaktaydı. Köy Enstitüleri kültürel anlamda da bir atılım manasına geliyordu.

Köy Enstitüleri kapatılıyor

Köy Enstitülerinin bu başarısına rağmen enstitülere yönelik muhalefet hiç son bulmadı. Bu eleştiriler bir kaç başlık altında toplanıyordu.
Kız ve erkek öğrencilerinin bir arada okuması ahlaksızlıktır.
Köylülerin parasız çalıştırılması onların istismarıdır.
Bu enstitüler “keyfi” bir modeldir ve ancak yarım aydın yetiştirir.
Köy enstitülerinde verilen eğitim ve yapılan çalışmalar ahlak anlayışımıza aykırıdır.
Bu eleştiriler sanılandan daha fazla zemin buldu. 1950 yılında Demokrat Parti iktidarının kurulmasından sonra Adnan Menderes “Köy Enstitülerinin her şeyden biraz anlayan ancak hiçbir şeyden tam anlamayan” nesiller yetiştirdiğini ifade ediyor, burada verilen eğitimle çocukların köye mahkum hale getirildiğini, köylülerin kentle bağının koptuğunu ve kente giderek farklı işlerde çalışma olanaklarının önünü kestiği ifade ediliyordu. Bu görüşlere göre buradan mezun olanlar yeniden köye dönüyor, Türkiye’nin beşeri gelişmesi engelleniyordu.
Bu görüşlerin haklı – haksız olması bir yana proje zaten 1946 yılından itibaren atıl vaziyete düşürülmüş, Köy Enstitüleri de “Köy Öğretmen Okulları”na dönüştürülmüştür. 1950′li yıllara gelindiğinde Köy Enstitüleri yeterli desteği alamamış, özellikle muhafazakar kesimlerin eleştirileri ile köy ağaları ve enstitü yöneticileri arasında yaşanan ihtilaflar Enstitülerin kapatılmasını kolaylaştırmıştır. 27 Ocak 1954 senesinde Köy Enstitülerinin kapatılması kararı alınmış, bu kararın doğruluğu da bugüne kadar tartışılmıştır. Dünyada eşi benzeri olmayan bir eğitim modeli olan Enstitülerin kapatılmasının etkileri uzun uzun tartışılabilir, ancak projenin eğitim açısından başarılı olduğu bugün hala ülke gündemine vurduğu etkiyle tartışılmaz bir gerçek.
Okullar, Demokrat Parti döneminde “komünist yetiştirildiği” iddiasıyla 27 Ocak 1954’te kapatıldı. Fakir Baykurt, Ümit Kaftancıoğlu, Talip Apaydın, Mahmut Makal, Pakize Türkoğlu, Birsen Başaran, Ali Dündar ve Dursun Akçam Fakir Baykurt, Mehmet Başaran gibi önde gelen yazarlar ve düşünürler bu okullarda yetişmişti
KAYNAKLAR
http://keeaum.sdu.edu.tr/tr/koy-enstituleri/koy-enstituleri-hakkinda-3037s.html
http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/egitim/256278/Koy_Enstituleri_75_yasinda.html
http://www.sozcu.com.tr/egitim/koy-enstituleri-egitim-ve-aydinlanma-projesiydi.html
http://onedio.com/haber/kurulusunun-75-inci-yilinda-koy-enstituleri-492108

(Toplam ziyaret: 12, Bugunku ziyaret: 3)
Favorilerime Ekle/Paylas

18 Nisan 2015 Cumartesi

Türkiye’de Gericiliği, Emperyalizme Bağımlılık Hortlatmıştır.



Milli Kurtuluş Savaşımız, yalnız emperyalizme karşı verilen bir ulusal bağımsızlık mücadelesi değil, aynı zamanda düşmanla işbirliği içinde, ulusal bağımsızlığa karşı savaşan şeriatçı gericiliğe karşı da bir savaştır. Türk devrimi; emperyalizmle beraber gerici toplumsal düzenle de hesaplaşmadır.
Çünkü tüm dünyada olduğu gibi Türkiye dede gericiliği ayakta tutan, besleyen temel güç emperyalizmin varlığıdır. Cahil bırakılmış, Toprak ağalarının, mütegallibe ve şeyhlerin baskısı altındaki bir topluluk emperyalizmin ekonomik sömürüsü için çok daha elverişli bir zemin oluşturur. Toplumsal uyanışı engelleyen, ulusal ekonomiyi olanaksız kılan, ucuz işgücü sömürüsüne ortam yaratan yapı emperyalist sömürünün engelsiz sürmesini sağlar. Bu nedenle Emperyalizmi yıkmadan gericiliği ayakta tutan çağdışı toplumsal ilişkileri ortadan kaldırmak da olanaksızdır. Tarih böyle bir olay kaydetmemiştir.
Bu evrensel gerçeğin ayırdında olan Mustafa Kemal ve Türk devriminin öncü kadrosu, yeniden emperyalizmin ağına düşmemek için, Sömürgeciliğin en azgın güçleri olan Batılı haçlıları ülkeden kovarken, devrimler yolu ile Toplumsal uyanışı engelleyen gerici yapıyı da tasfiye etmişlerdir. Bu yolda, 10 Nisan 1928 Cumhuriyet tarihinin en can alıcı, dönüm noktalarından biridir.
9 Nisan 1928’de, İsmet Paşa ve 120 arkadaşının verdiği kanun teklifi ile 1924 Anayasası’nın 2. maddesi ("Türkiye Devleti’nin dini İslam’dır, Resmi Dili Türkçedir, Makamı-Başkenti- Ankara şehridir") değiştirilerek cümleden "İslam dini" çıkartılmıştır.
Yine 16. maddedeki, milletvekillerinin ve 38. maddedeki cumhurbaşkanının yemininden "Vallahi" kelimesi ile 26. madde(din işlerinin düzenlenmesinin TBMM’nin görevleri arasında sayılması)da kanun metninden çıkartılmıştır.
9 Nisan 1928’de 1924 Anayasası’nın bu dört maddesinde yapılan değişiklik 264 üyenin oy birliği ile(1220 sayılı yasa)kabul edildi ve bu değişiklikler 10 Nisan 1928 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girdi. 5 Şubat 1937'de ise, Anayasa'nın ikinci maddesinde laiklik ilkesine yer verilmesi ve Türkiye Cumhuriyeti'nin laik bir devlet olduğunun yazılmasıyla, gericiliği ayakta tutan yasal dayanaklar ortadan kaldırılmış oldu.
Peki, ne olmuştur da kan bedeli kazandığımız laik cumhuriyet bu gün dinci gericilik tarafından ele geçirilmiştir?
Tarih boyunca emperyalistler, ezilen ülkelerde bağımsızlıkçı ve ilerici hareketlerin karşısına akla, bilime, aklın özgürleşmesine düşman olan gericileri ve Allah ile aldatan din sömürgenlerini çıkarmıştır.
Emperyalizm, egemenlik kurmaya, sömürgeleştirmeye çalıştığı ülkelerde toplumsal gericiliğin en büyük destekçisi olarak öne çıkar. Böylelikle sömürgeleştirilmeye çalışılan ülkelerde emperyalist kuşatmaya karşı çıkacak bir milliyetçi direniş;  Şeriatçılığın, dinci gericiliğin ulus düşmanı ve vatan savunmasını umursamayan anlayışı sayesinde engellenmiş olur.
Dinci gericilik İnsanın düşünme, sorgulama, merak etme, araştırma, itiraz etme, yaratma, değiştirme iradelerini yok ederek, emperyalizmin kolaylıkla yöneteceği insanı yaratır; emperyalizm de yeniden ve yeniden dinci gericiliği yaratır. Yani dinci gericilik ve emperyalizm birbirinden beslenir.
Cumhuriyet tarihinde, Laikliğin devrimci özünün ödünsüz uygulandığı dönemler, emperyalizmden kopulduğu ve gericiliğin ekonomik altyapısının zayıfladığı dönemlerdir. Emperyalizme bağımlılık ise Türkiye’de gericiliği hortlatmıştır.
Yani, Türk toplumunda dinsel gericilik Batının müdahalesi ve desteği ile başlamış, batının gölgesinde palazlanarak iktidarı ele geçirmiştir.
Emperyalizm bir ulusun yalnızca dinini değil, Kültürünü, ekonomisini yani her şeyini sömürmektedir. Bu gerçekler göz ardı edilerek emperyalizmle mücadele verilemez.
Bu nedenledir ki,
Hem batıcı- hem Atatürkçü,
Hem batıcı- hem laik,
Hem batıcı-hem domokrat
Hem batıcı -hem antiemperyalist,
Hem batıcı –hem dinci faşizme karşı olunmaz.
Siyasal miyoplukla özürlü, sözde Atatürkçü siyasal oluşumlar Atatürkçülüğü masonik bir laikliğe indirgeyerek, 1938 den bu yana gericiliğin beslendiği ana damar olan “batıcılığı” Atatürkçülük olarak Türk halkına yutturmaya çalışmaktadırlar. Türk halkını “Atatürk’le aldatıp” kandırmaktadırlar.  Bu soysuzlar böylece tarihte ilk kez emperyalizme karşı başkaldıran ve onu yenen soylu Türk ulusunu emperyalizme ve dince gericiliğe mahkûm etmişlerdir.
Laiklik devrimciliktir,
Laiklik antiemperyalizmdir,
Laiklik tam bağımsızlıkçılıktır.
Emperyalist haçlının önünde diz çökerek laik olduğunu söyleyenler bizim aklımızla, tarihimizle, Atatürkçülüğümüzle alay edenlerdir.
NATO’ya, AB’ye bağlılık yeminleri ederek Atatürkçü olduğunu söyleyenler, Türk ulusunun gözlerinin içine bakarak “Atatürk’le aldatan” Atatürk düşmanlarıdır.
Bu ikiyüzlü, Atatürk’ten nemalanan sahtekârlarla mücadele, aynı zamanda emperyalizmle, dinci faşizmle mücadeledir.
Biz bu mücadeleyi 1920'lerde kazandık. Bu gün yeniden kazanmamızın ön koşulları olgunlaşmıştır. Yeter ki Atatürk’le aldatanların peşine düşmek yerine, Mustafa Kemal’ler olma yolunu seçelim. 11 Nisan 2014 Isparta

Mahmut ÖZYÜREK

16 Nisan 2015 Perşembe

Türksüz Yeni Türkiye Sözleşmesi!



AKP’nin seçim beyannamesi ve  “Yeni Türkiye Sözleşmesi” ni dinledik, okuduk. İçinde tek kelime ile dahi  “Türk”  olmayan bir beyanname ve sözleşme, üç ana ayak üzerine oturtulmuş: Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı (eşit vatandaşlık), yeni anayasa ve başkanlık sistemi!
Kanun önünde eşitlik, mevcut anayasada vardır! Eşit vatandaşlık ise Anayasa’da Kürtlerin de zikredilmesi bağlamında PKK’nın birinci talebidir.
***

İşin daha ilginç tarafı, içinde Türk olmayan sözleşme, kendisini yüzde 85-90 oranında Türk olarak kabul eden bir millete sunuluyor ve sunan kişi Ahmet Davutoğlu, kendisinden önceki genel başkan Tayyip Erdoğan’ın her türlü milliyetçiliği ayaklarının altına aldığını söylemesine rağmen,  “Anadolu insanı  kimin milliyetçi olduğunu biliyor”  diyerek, milliyetçilik iddiasında bulunuyor! 

Bu iddia ancak şöyle doğru olabilir; milliyetçi olabilirler ama Türk Milleti’nin milliyetçisi değil! Çünkü sözleşmede bahsedilen millet Türk Milleti değil. Hangi millet olduğunu da söylemiyorlar! Esasen, milletten ümmeti kastediyorlar! Zaten, siyasal anlamda ümmetçilik, milleti tanımamak demektir. Fakat gerçekten siyasal anlamda ümmetçi olsalar gam yemeyeceğim.

 Çünkü AKP’nin ana sözleşmesi, parti programıdır ve o programın ana hatları CFR’den gönderilmiştir! AKP, Batılı güçlere; yerel yönetimlere özerklik tanıyacağına dair teminat vermiş ve bundan dolayı meşruiyetini Batı’dan almıştır.

AKP sözcüleri, askeri vesayeti ortadan kaldırmakla övünmektedir ama kendileri, doğrudan doğruya Batı’nın ve özellikle ABD’nin vesayeti altındadır. Bunun en büyük iki delili; AKP programı ve Büyük Orta Doğu Projesi eş başkanlığını üstlenmiş olmalarıdır. Arap Baharı, Libya ve Suriye’nin kana bulanması ümmetin değil, ABD’nin projesidir. Bu projelerin taşeronu olan AKP de İslam ümmeti içinde ABD’nin Truva atıdır. AKP, İslam dünyası için tam bir çıbandır.
***

Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulurken, Mehmet Akif Ersoy gibi fikir ve mücadele adamları, Anadolu’yu karış karış gezerek halkı aydınlatmış, camilerde verdikleri vaazlarla halkla  “Yeni Türkiye Sözleşmesi’ni yapmışlardır. Tarihçi Sinan Meydan, Atatürk ile ilgili muhteşem kitaplarından sonra cumhuriyetin kuruluşunda harcı bulunan İstiklal Marşı Şairi Mehmet Akif Ersoy ile ilgili ” Öteki Mehmet Akif; VAİZ “ adlı bir kitap daha yazdı. İnkılâp Yayınları arasında çıkan kitapta Meydan, Mehmet Akif’in 5 Kasım 1920’de Kastamonu Nasrullah Camii’nde, kimilerince ” Milli Mücadele’nin Manifestosu “ diye adlandırılan meşhur vaazının son cümlelerini paylaşıyor: 

” Endülüs diyarını gözünüzün önüne getirin. (...) Şevketin, medeniyetin, irfanın, ümranın, müntehasına varmışken birbirlerine düşerek vatanlarını üç buçuk İspanyol’a karşı müdafaadan aciz kalan bu zavallı dindaşlarımızdan olsun ibret alalım da İslamın son mültecası olan bu güzel toprakları, düşman istilası altında bırakmayalım. Ye’si, meskeneti, ihtirası, tefrikayı büsbütün atarak azme, mücahedeye, vahdete sarılalım. Cenab-ı Kibriya halk yolunda mücahede için meydana atılan azim ve iman sahipleriyle beraberdir.
***

 “Akif bunları söylemeden önce, Sevr Antlaşması’nın Müslüman Türk Milleti’ne kurulmuş nasıl bir tuzak olduğunu anlatmıştır.” 

Papa’nın Türk Milleti’ni dünkü ve bugünkü Hıristiyan soykırımlarından sorumlu tutmasından da bellidir ki Türkleri tarihten silme projesi aynen devam etmektedir. AKP’nin Türksüz Yeni Türkiye Sözleşmesi de Vatikan’ın Türkleri tarihten silme projesinin, içerideki uzantısıdır. Bu itibarla ne milletin ne de ümmetin hayrınadır. 

Fakat  “24 saat yetmezse 25’inci saati bulmaları”  talimatı ile şartlandırılmış AKP kadroları, Türk egemenliğini Türk vatanında sona erdirerek, Hıristiyan Batı’nın en büyük hayalini gerçekleştirmek için çalıştıklarının farkında bile değildir! 

12 Nisan 2015 Pazar

CIA PKK’nın para kaynaklarını 2003′de raporlamış!



Gölge CIA olarak tanınan STRATFOR düşünce kuruluşunun 2003′de PKK hakkında, büyük bir olasılıkla ABD yetkilileri için, hazırladığı rapordan:
HDP’nin PKK’nın siyasal uzantısı olduğunun belgesi!
‘Çözüm sürecinin’ ihanet süreci  olduğunun ayrıntılı belgesi!
Bu istihbarat belgesinde PKK’nın bütçesini ve parasal kaynaklarını  ve  “Çözüm Süreci”nin Türkiye için nasıl bir ‘çözülme’ öngördüğünü  okuyacaksınız. 
Okuyacaklarınız, AKP iktidarı bürokratlarının son günlerde, hayretler içinde kaynağı bilinmeyen 4,3 Milyar Dolar döviz girişi beyanlarını, Ege’de ve İtalya sahillerinde boğulan sığınmacıları, hava alanlarında içinde milyon dolar bavullarla yakalananları açıklayacaktır.
Stratfor belgesinden:  
PKK’nın parası:
• Yıllık bütçesi 86 Milyon dolar
• Temel amacı dış dünyada Türkiye’ye karşı nefret ve baskı oluşturmak
• Terör eylemlerini finanse etmek için eroin imalatı ve ticareti yapar
• Uyuşturucu ticareti, kara para aklama, afyondan türetilmiş ürünlerin işlenmesi ve kaçakçılığı işlerinde yerleşik bir düzene sahiptir. Diğer para kaynakları, haraç, hırsızlık ve kalpazanlıktır.
• Kazanılan parayla silah, cephane, patlayıcı ve teröristlerin kullandığı diğer malzemeler satın alınır.
• Uyuşturucu ticareti, haraç, rehin, hırsızlık, silah kaçakçılığı ve insan kaçakçılığı arasında, PKK’nın ana gelir kaynağıdır.
• PKK uzun yıllar KGB’den (Sovyet İstihbarat Servisi) teröristlerin Türkiye’ye saldırılarında gizli destek aldı.
• Suriye, Irak ve İran PKK’ya güvenli sığınma imkânları tanır.
• 1996′da CIA, Yunan Hükümeti’nin bir Yunan adında teröristleri eğittiğini ortaya çıkardı.
• Yunanistan’ın hâlâ PKK’ya destek verip vermediği belirsiz şu anda.
• Alman İçişleri Bakanlığı 1997′de Almanya’da yaşayan yaklaşık 500 bin Kürt kökenli göçmen olduğunu ve PKK’nın bunlardan, 1996-97′deki 20 Milyon Mark da dahil olmak üzere milyonlarca Mark topladığını belirtti.
• Daha önemli gelir kaynağı, özellikle, Almanya, İsviçre, Fransa, İskandinavya, Hollanda, Belçika ve Danimarka’da yasa dışı işlerdir.
Uyuşturucu Ticareti
• PKK, uyuşturucu üretimi, işlenmesi, kaçakçılığı ve pazarlanmasında doğrudan ilişkilidir.
• PKK’nın pek çok yabancı ülkede uyuşturucu işleri ilgili bağlantıları vardır.
• PKK Türkiye’de yalnız uyuşturucu kaçakçıları ve üreticilerinden “haraç” almakla kalmaz aynı zamanda, Avrupa’ya uyuşturucu kaçakçılığı ve orada pazarlanmasından da para kazanır.
• PKK sayesinde uyuşturucu ticareti Paris banliyölerine kadar girmiştir.
• Romanya’da bir PKK’nın başında olduğu ERNK (Doğuluİşadamları Derneği) kaçakçılık hareketine çok uygun birkılıf olmuştur.
• Avrupa’ya deniz yoluyla gönderilen uyuşturucular içinSuriye’nin kontrolünde olan Lübnan’ın El Abde Mina limanı ve Türkiye’de çeşitli yerler kullanılır.
• Alman Devlet Başsavcısına göre, Avrupa’da yakalanan uyuşturucunun yüzde 80′ni PKK ve diğer Türk gruplarla bağlantılı ve uyuşturucu ticaretinden kazanılan para silah satın almak için kullanılıyor.
İnsan Kaçakçılığı
• PKK çok iyi çalışan bir şebeke yoluyla Kuzey Irak’tan İtalya’ya sığınmacı taşır.
• Kullanılan yollar:
o İstanbul – Milano
o İstanbul – Bosna – Milano
o Türkiye - Tunus – Malta – İtalya
Para havaleleri ve Bankacılık
• Teyit edilmeyen raporlara göre PKK diğer Kürt terörist gruplara ve Sri Lanka Tamil Kaplanları’na silah sağlamış.
• Belçika, Kıbrıs, İsviçre ve Jersey Adası bankaları PKK’nın paralarını saklı tuttuğu yerler; para aktarımı ya havale ya da nakit taşıyan kuryelerle yapılıyor. 
İş Düzeni
• PKK’nın yasadışı iş yapan Kürt aşiretiyle ilişkisi İtalyan Mafya ailelerine benzer.
• PKK’nın çok katmanlı iş düzeni uyuşturucu işinin, üretimden perakende dağıtımına her basamağını kapsar.
o İlk işlem: Laboratuvarda Pakistan’dan gelen afyondan morfin arıtılması;
o Son işlem: Grubun elemanları tarafından Avrupa sokaklarında satılması.
• PKK’nın Türkiye ve Kuzey Irak’ta laboratuvarları olduğu biliniyor.
• Dağıtım şebekeleri eroin, baz morfin, esrar ve eroin üretimi için Türkiye’den Almanya’ya ithal edilen Anhidrit asit satışlarını yaparlar.
• PKK kendi elemanlarının uyuşturucu ticareti dışında Batı Avrupa’da uyuşturucu işinde olan Kürt kökenleri de haraca bağlamıştır.

Kaynak: