25 Şubat 2015 Çarşamba

Amerikan istisnacılığı



Joseph Grew ABD’nin ilk Türkiye büyükelçisiydi. 1927 yılında bu göreve atanmasının nedeni büyük ihtimalle bundan 4 yıl önce Lozan Konferansı’na gözlemci olarak katılması ve “yeni Türkiye”ye ilişkin bu çok öğretici deneyimde önemli ipuçları yakalamış olmasıydı. Lozan Konferansı anılarında kendini arada “Türklerin yerine koyduğundan” söz etse de Türkiye’ye büyük bir kibirle bakıyordu. Konferanstaki performansını herkesin şaşkınlık ve gizli bir hayranlıkla izlediği Sovyet dışişleri halk komiseri Çiçerin aklında hain gözlü, alımsız, gaga burunlu, tiz sesli, yırtıcı bir kuş olarak kalmıştı. Grew, o denli Sovyet düşmanıydı. Konferans boyunca itilaf devletlerinin temsilcilerinin oluşturduğu emperyalist diplomatlar grubunun bir parçası idi. Yine de kerameti kendinden menkul “Amerikan istisnacılığı” Grew’in anlatımında kendini gösteriyordu. Aklen ve ruhen yanında yer aldığı emperyalist Avrupa’yı, “tüm sözlerin gerçekleri maskelemeye yaradığı diplomasi” yöntemleriyle eski dünyanın temsilcisi olarak görmekten kendini alamıyordu. Yeni dünyanın biricik temsilcisi olarak demokrasi, ulusların kendi kaderini tayin hakkı, açık ve yalın bir diplomasi, tüm bunlar ABD’den sorulurdu.

Zaten Amerikan istisnacılığı da başta Amerika Birleşik Devletleri’nin içine doğduğu özgün koşullar neticesinde özgün bir siyasal ve toplumsal yapıya sahip bir ülke olduğu varsayımı iken giderek Amerikan değerlerini dünyaya taşımak  gerektiğinden hareketle, Amerikan müdahaleciliğinin bahanesi haline geliyordu.

1920’li yıllar bir yerde hala emekleme evresiydi. İşe işgal ettiği toprakların yerli halkına Amerikan değerlerini taşıyarak başlamış, güney komşusunun bir bölümünü yutarak onları da aynı değerlerden mahrum bırakmamış, arka bahçeye açılan avlusu kabul ettiği Karayipler ve Orta Amerika’da da bu yönde talimlerine başlamıştı. 

ABD’yi diğer emperyalist ülkelerden ayıran “Amerikan istisnacılığı”nın hala bir gideri vardı.

2015 dünyasında bu ülkenin ulusal güvenlik strateji belgesinde hala Amerikan istisnacılığından söz ediliyor olması ise* “Amerikan pişkinliğinden” başka bir şeye tekabül etmiyor. Kendinden önceki emperyalist süper güçlerin tüm strateji ve taktiklerini içerip aşmış bu güç tarihe “bir istisna” olarak filan değil, sırasını savmış herhangi bir emperyalist ülke olarak geçecek.

Amerika’nın rejim değişikliği stratejilerinin çoktandır Amerikan değerlerini taşıyarak yeni bir kuruluş gerçekleştirmek gibi bir içeriği yok. Türkiye’nin yakın tarihinde örneğin küçük Amerika olma ideali ve hayatta bunun bir karşılığı vardı. Latin Amerika’daki darbe rejimleri yine Amerikan değerlerini Latinlere benimsetmek için gerekli görülüyordu. Bugünse ABD’nin kıtada “rejim değişikliğine” uğraştığı ülkelerin hiçbirine dönük böyle bir perspektifi, yeni bir kuruluş önerisi yok, olamıyor.

Tüm bunları bana düşündüren 2015 Ulusal Güvenlik Stratejisi metninde Latin Amerika’da acil müdahale edilmesi öngörülen ülke Venezuela...

Amerikan dışişleri bakanı John Kerry bundan iki yıl önce “Venezuela yaralı bir geyik gibi, dağda sığınacak yer arıyor” dediğinde çıkarlarını temsil ettiği gücün bu yaralı geyik için bir sığınak değil avına son nefesini verdirmek için uygun anı bekleyen bir yırtıcı olduğunu biliyorduk.

Amerikan istisnacılığı yaralı geyik için bir sığınak olma iddiasında olabilirdi. Bugünse söz konusu olan yaralayan, parçalayan, nihai noktayı ise bir türlü koyamayan bir sırtlan.

Son birkaç aydır Küba’yla kurdukları bağlantının Latin Amerika’da tıkanmış müdahale kanallarını açacağı beklentisi henüz realize olmadan harekete geçmeyi seçtiler.

Venezuela’da ABD’nin ordu dahil devlet içindeki uzantılarının, sermaye güçlerinin ve tekelci medyanın hükümeti nasıl sıkıştırdığı görülüyor. Oldukça kural tanımaz ve vahşice yöntemlerle.

Ortada yeni bir hamle olduğu kesin. Öte yandan herkesin aklına, hele de geçen hafta Maduro’nun açıkladığı darbe girişiminden sonra, Şili örneği geliyor. Allende yönetiminin kaderinin tekerrürü anlamında. Oysa bana Venezuela’da bir darbe ile “rejim değişikliği” senaryosu biraz uzak geliyor. Hem yöntemin Latinlerin bilincinde tekabül ettiği yer nedeniyle, hem de darbenin belirli bir siyasi iddiayı gerektirdiği halde ABD’nin sonrası için herhangi bir programa sahip olmamasından kaynaklı...

ABD’nin bir programdan yoksun baskıları, hükümeti panikletmek, zayıflatmak, itibarsızlaştırmak, kaosu derinleştirmek üzerine kurulu. Orduyla ilgili ortaya çıkanlar da, Bolivarcı hükümetin elinin artık askeri yönden de güçlü olmadığını, suyunun iyice ısındığını gösterme taktiğinin bir parçası olabilir en fazla... Tüm bunlar, yaklaşan parlamento seçimlerinde, ne dediği belli olmayan Amerikancı muhalefetin işini biraz daha kolaylaştırsa da bu ABD’nin planlarının belirli bir öngörü değil, belirsizlik üzerine kurulu olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

.... “Amerikan istisnacılığı yalnızca silahlarımızın ve ekonomimizin gücünden kaynaklanmıyor. Herşeyin üstünde, evrensel hakları ve hukukun üstünlüğünü içeren kurucu değerlerimizin ve Amerikan halkının metanet, beceri ve çeşitliliğinin bir ürünü.    
Gözde Kök
25/02/2015 Çarşamba

23 Şubat 2015 Pazartesi

İç Güvenlik değil, Tayyip’in güvenliği yasası



Geçen hafta Meclis’te görüşülmeye başlanan “İç Güvenlik Paketi” AKP iktidarının ileri demokrasisinin “faşizm” olduğunu bir kez daha gösterdi.
Tayyip ve AKP iktidarı, bugüne kadar Anayasa’yı ve yasaları defalarca deldi. Meclis çoğunluğu, yargı ve medya ellerinde olduğu için suçları cezasız kaldı. 17-25 Aralık süreci bu konudaki son örnektir. Tayyip, oğlu ve bakanları hukuk tamamen ayaklar altına alınarak hâkim karşısına çıkmaktan kurtuldular.
Ancak Tayyip ve AKP iktidarı o kadar zayıflamıştır ki, ne Meclis’teki çoğunluğu, ne bürokrasi ve yargıdaki egemenliği, ne medya ve para gücü onların iktidarını ayakta tutmaya yetmemektedir.
Çünkü Bülent Arınç’ın da geçenlerde söylediği gibi “yüzde elli onlardan nefret etmektedir” ve “Bu gidişle ülke yönetilmez bir hale gelebilir”. Yani siz ne kadar devleti ele geçirirseniz geçirin, seçimleri hırsızlık ve hileyle kazanırsanız kazanın, eğer halkta size karşı bir nefret biriktiyse iktidarda kalamazsınız.
Halk öyle bir güçtür ki, karşısında duramazsınız. Muhalefeti, basını, orduyu, yargıyı susturabilirsiniz. Ama ayağa kalkmış bir halkı asla…
AKP bu gerçeği Gezi Parkı olayları sırasında görmüştür. Yirmi milyona yakın insan sokağa dökülmüş ve iktidarı sarsmıştır. Halk sokakta kendini bulmuş, özgürleşmiş ve gücünü fark etmiştir. Sokaktaki “birlik” ruhu belli ölçüde sandığa da yansımış, ama iktidarın seçim hileleri ve oy hırsızlığıyla istenen sonuç alınamamıştır.
Yani kısaca Tayyip seçimlerde paçayı kurtarmıştır. Bu durum kimi muhaliflerde hâlâ moral bozukluğuna yol açsa da, iktidardakiler sokağa çıkan öfkeli halk yığınları var oldukça ayakta kalamayacaklarını görüyorlar.
Diyelim ki, önümüzdeki seçimleri de, AKP hile ve hırsızlıkla kazandı. Bu millet o zaman, şunu demeyecek mi: “Demokrasi diye sandığa gidiyorum, ama her şeyimizi çalan hırsızlar oyumu da çaldılar.”
İşte Tayyip ve AKP, bu isyanı görüyor ve vatandaşın sokağa çıkmasının önüne geçmek istiyor. Gezi Parkı’nda yasaları çiğneyerek müdahale edenler, artık yasaya dayanarak bastıracaklar halkın tepkisini.
Adeta bir sıkıyönetim yasası “İç Güvenlik Paketi” değil, dorudan doğruya Tayyip’in güvenliği içindir. “Makul şüphe” kavramıyla hukuk literatüründe çığır açan iktidarın bu yeni paketi, hukukun rafa kaldırıldığı açıktan faşist bir dönemin başlangıcıdır.
Fiili durum yasalaşacaktır. Dikta rejimi, Anayasa’yı değiştirene kadar kanunlarla uygulanacaktır.
Polis devleti kuruluyor
Pakette pek çok yasa maddesiyle ilgili değişiklik var, ancak en çok öne çıkanlar polisin yetkileriyle ilgili. Çünkü amaç halk muhalefetini bastırmak.
Örneğin polis herhangi bir sebepten dolayı sizi gözaltına aldığında 48 saat gözaltında tutabilecek. Yani iki gün sonra savcıya bilgi verilecek. Alimallah “makul şüpheli” bir haliniz varsa, gözaltına alındıysanız yandınız.
Diyelim ki, sizin gözaltına alınışınızı arkadaşlarınız veya komşularınız protesto ediyorlar. Eğer polise direnirlerse ve polis de “kendisine, işyerlerine ve konutlara bir saldırı” olduğuna hükmediyorsa silah kullanabilecek.
Polisin silah kullanıp bir göstericiyi yaralaması tepkileri dindirmeyip arttırabilir. Yani kalabalıklar artabilir. İç Güvenlik Yasası polise burada inanılmaz bir yetki veriyor. “Başkalarının güvenliği için” sizi “koruma altına alıp” başka bir yere doğru “uzaklaştırabilir”. Başka bir ilçeye veya ile bile götürülebilirsiniz. Dışarıdan da size destek olmak için gelecekler “güvenlik gerekçesiyle” bölgeye alınmayabilir polis tarafından.
Ama bu durum protestoları daha da arttırınca polis kalabalığı dağıtmak için gaz bombası atarsa sakın yüzünüzü kapatmaya çalışmayın. Hele gaz maskesi türü şeyler takmayın. 4 yıl hapis yatabilirsiniz. Eşarp, mendil gibi şeylerle yüzünüzü kapattığınızda da geçerli bu durum.
Arabayla seyir halindeyken, sizi durduran polis, arama yapmak üzerinizi çıkarmanızı istediğinde itiraz edemeyeceksiniz artık. Arabanızın bagajı, torpido gözü vs.. her yeri savcılık kararı olmadan polis tarafından didik didik aranabilecek.
Protesto gösterilerinde yasadışı örgüt amblemi ve flamayla katılmak zaten suç. Ancak şimdi bu maddeye “üniforma benzeri kıyafetler” de eklendi. 15-20 arkadaş üzerinde Atatürk resmi olan “Mustafa Kemal’in Askerleriyiz” yazan tişörtlerle bir yürüyüşe katıldınız diyelim, 3 yıla kadar hapis cezası alabilirsiniz.
Yok daha neler, demeyin. Daha geçen hafta PKK bayrağı ve Apo resimleriyle yürüyenlerin yanında polis tek sıra halinde yürüyüp onları korumadı mı? Gezi Parkı protestolarında Atatürklü Türk bayrağı taşıyan tekerlikli sandalyeli göstericinin üzerine TOMA’dan sıkılan tazyikli suyu unuttunuz mu?
PKK’lılara dokunulmadığı bir ülkede onların ve onlarla işbirliği yapanların güvenliği için muhalif herkese(Atatürkçü, milliyetçi, solcu, cemaatçi vs..) müdahale etmek zorundalar!
Vali ve kaymakam “savcı” oluyor
Paketteki ikinci hukuk faciası ise valilere ve kaymakamlara, kolluk amir ve memurlarına ‘suçun aydınlatılması’ ve ‘suç faillerinin bulunması’ için emir verme yetkisi getirilmesi.
Kuvvetler ayrılığı çöpe! Savcıya ne gerek var. Benim valim her şeyi bilir!
Normalde Cumhuriyet Savcısı, bir suç ihbarı ya da suç işlendiği izlemini veren bir durumu öğrenince her türlü araştırmayı yapmakla görevli. Gerçeğin araştırılması, delillerin toplanması, savcının görev alanına girer. Arama, el koyma, iletişimin tespiti gibi tedbirlere savcının talebi üzerine yargıç karar verir.
Ama bu değişiklikle vali veya kaymakam savcının yerini alıyor. Yargıya ait bu yetkilerin yürütmeye devri, kuvvetler ayrılığı ilkesinin ayaklar altına alınmasıdır.
Başka bir değişiklikle de valiler, “kamu düzeni ve güvenliği ile kişilerin can ve mal emniyetini sağlamak amacıyla bütün kamu kurumlarının ambulans, itfaiye, çekici, iş makinesi gibi araçları ve ilgili personeli kullanma yetkisi” alıyor. Valilerin bu emirlerini yerine getirmeyen veya geciktiren kamu görevlileri de oluşacak zararlardan sorumlu tutuluyor.
Valinin talimatına uymazsanız, örneğin göstericilere su çıkan TOMA’lara su vermek istemeyen bir belediye başkanıysanız 3 yıl hapis yatmayı göze almanız gerekir.
Vali ve kaymakamların AKP il başkanlarının önünde önlerini iliklediği bir ülkede, bu yasa maddesinin sonuçlarını tahmin etmek hiç de zor değil!
Jandarma da hükümetin emrine giriyor
İç Güvenlik Paketinde, pek gündeme gelmeyen ama çok önemli olan bir konu da, jandarmanın -askeri alan dışında- içişleri bakanlığına bağlanması.
Daha önce Damat Ferit döneminde yapılmak istenen bu uygulama, AKP’nin orduyu etkisizleştirmeden, orduyu ele geçirmeye doğru attığı bir adım.
Jandarma’nın İçişleri Bakanlığına bağlı olması demek, terörle “müzakerede” oluşabilecek pürüzleri engellemek olduğu kadar, jandarmanın yapacağı olası yolsuzluk operasyonlarının da önüne geçmektir.
AKP’li Mehmet Metiner bakın ne diyor: “Jandarmayı içişlerine bağlıyoruz. Paralel yapının oraya nasıl sızdığını biliyoruz. Bu iç güvenlik paketinin asıl amacı budur.”
AKP’nin iktidara geldiği günden beri yapmak istediği bu uygulama jandarmanın siyasallaşmasına yol açacak ve devlet içinde büyük sıkıntılara yol açacaktır.
Tayyip, kendi suçlarını örtmek için devletin temel taşlarıyla oynamaktadır.
PKK ile müzakere yapanlar, terörle mücadele edemezler
Tayyip ve AKP, kurnazca bir taktik izleyerek bu yasa değişikliklerinin terörle mücadele için olduğunu söylüyorlar. Muhalefet güya molotofkokteylini savunuyormuş! Davutoğlu, MHP’yi HDP ile yan yana gelmekle bile suçladı.
Yüzsüzlüğün bu kadarına pes doğrusu!
Molotofkokteyli mevcut yasaya göre zaten ateşli silah kapsamında ve cezası da hapis. Örneğin Serap Eser’i yakanlar yakalandı ve içerdeler.
Ama bu olayın gerçek faili olan MİT’çiler dışarıdalar. Çünkü başbakan soruşturma izni vermedi.
Bırakın molotofkokteyli atanları, binlerce askerimizi şehit eden terörist başı ile pazarlık yapan siz değil misiniz?
Muhalefeti HDP ile yan yana gelmekle eleştirenler, Apo ile sarmaş dolaştırlar. Başkanlık ve federasyon pazarlıkları İmralı ve Ankara’da yürütülmektedir.
Bu yasa paketi terörle mücadele için değildir. Çünkü iktidar zaten terörle mücadele değil, müzakere halindedir.
İç güvenlik paketinin tek amacı vardır:
Cumhuriyet düşmanı, bölücü ve hırsız bir diktatör ve onun güdümündeki iktidara karşı halk muhalefetini bastırmak!

Ancak Türk milleti, kendisini esir eden tüm yasa paketlerini bir günde çöpe atacak güce sahiptir. Özgür Billur

Özgür Billur

21 Şubat 2015 Cumartesi

BASIN AÇIKLAMASI (İç Güvenlik Değil, Kalıcı Sıkıyönetim Yasa Tasarısı)



Sayı: 2015/7
Konu:İç Güvenlik Değil, Kalıcı Sıkıyönetim Yasa Tasarısı                                                       21.02.2015
BASIN AÇIKLAMASI
(İç Güvenlik Değil, Kalıcı Sıkıyönetim Yasa Tasarısı)
Bir yandan emperyalistler, bir yandan gericiler, bir yandan yeni mandacılar... Hepsi el ele, kol kola girmiş Cumhuriyet’i yıkmaya, ulus devleti tasfiyeye çalışıyor. AKP iktidarının başını çektiği bu yıkım politikası, toplumda giderek artan bir öfke birikmesine, toplumsal muhalefetin yükselmesine neden oluyor.
Hükümet’e yakın araştırma kuruluşlarının yaptıkları dâhil olmak üzere, tüm anketler AKP’nin oy oranının baş aşağı gitmekte olduğunu gösteriyor. Bu nedenle ortaya çıkma olasılığı yüksek bir halk hareketinden korkan iktidar, oy tabanını korumak, varlığını polisiye tedbirlere sürdürmek için “İÇ GÜVENLİK” yasa tasarısına sarılmıştır. 
AKP iktidarı, Kral’ın yetkilerini sınırlaması açısından hak ve özgürlükler mücadelesinde önemli bir yeri olan Magna Carta Libertatum belgesinin 800. yıl dönümünde 1215 öncesinin Kral yetkilerini andıran kalıcı sıkıyönetim yasa tasarısını topluma dayatıyor.
Polisi yargı denetiminin dışına iten, Faşizmi, İslam rengiyle topluma dayatan bu tasarı özgürlüklere karşı pimi çekilmiş bir bomba niteliği taşımaktadır.
Bu tasarı yasalaşırsa; geçmişteki OHAL ve sıkıyönetimlerden daha tehlikeli bir kalıcı plebisiter diktatörlüğün inşası tamamlanmış olacaktır. Geçmişteki olağanüstü rejimler “geçici” rejimlerdi. Şimdi kalıcısı geliyor.
Derebeyi Valiler dönemi başlıyor. Savcı ve yargıç yetkileri mülki amirlere, kolluğa veriliyor. Emniyet teşkilatındaki değişikliklerle AKP kendi ordusunu kurmak istiyor.
Jandarma ve Sahil Güvenlik siyasi iktidara bağlanırken, Emniyet Genel Müdürü, İstihbarat Daire Başkanı, Jandarma Genel Komutanlığının, Jandarma İstihbarat Daire Başkanlığının emriyle 48 saat mahkeme kararı, savcının izni olmadan iletişimlerimiz denetlenebilecektir
Tutuklamayı gerektirir suçlar arasına toplantı ve gösteri hakkının kullanılması, propaganda da dâhil ediliyor. Jandarmanın yetkisi arttırılıyor. Belediye sınırları içinde de görev yapabilmesi düzenleniyor.
Faşist Mussolini'nin bir itirafı vardı; "her şey devlet için, devlet içinde; hiçbir şey devlet dışında ve başka bir şey için değildir." Bu yasayı isteyenler, düzenleyenler Mussolini'nin yolunda gidiyorlar. Mussolini ve Hitler, bu zihniyetle dünyayı cehenneme çevirdiler. Franco, Salazar, Pinochet ve benzeri diktatörler aynı anlayışla; devlet güvenliği adına halklarına, özgürlüklere savaş açtılar.
Hitler, geniş halk yığınlarına yapmış olduğu konuşmalarda "ben hepinizdeyim, hepiniz bendesiniz" diyordu. Bunun anlamı;  Führer, halkını dilediği gibi yönetir. Führer’in görüşleri halkın görüşleridir! Bu kuralın bir sonucu olarak parlamentonun bir yasayı görüşmesi de Führer’ in iradesinin onaylanmasından başka bir şey değildir. Benzerliğe bakın ki;  TBMM R.T Erdoğan’ın iradesinin onaylanması dışında başka bir şey değildir.
Böylece Hitler tarafından; ‘Reichstag Yangını Kararnamesi’yle, anayasanın birey hak ve özgürlüklerini koruyan tüm maddelerini askıya alındı. Hitler e karşı olan tüm kişi ve örgütlenmeler Vatandaşlık ve siyasal haklarından men edildiler.
Hitler’in 1933’te çıkarttığı ‘Tehlikeli Daimi Suçlulara Karşı Kanun’un’ neredeyse bire bir kopyası olan bu tasarı tüm ulusal üstü hukuktan doğan yükümlülükleri ortadan kaldıran, tüm temel hakların özüne karşı savaş açmayı meşrulaştıran faşist bir anlayışın ürünüdür.
 Hitler’i ve Goebbels’i bile kıskandıracak bir içerik taşıyan bu yasa tasarısı; kan emici Emperyalizmin ve ‘vahşi Batı’nın, Türkiye üzerindeki projelerini gerçekleştirirken önlerine çıkabilme olasılığı olan ulusal – halkçı – devrimci direnişi daha başından ezme, yok etme amacına yönelik büyük bir soysuzluk örneğidir.

Yönetim Kurulu Adına:                                                                                         Mahmut ÖZYÜREK
                                                                                                                                Ulusal Eğitim Derneği
                                                                                                                                 Isparta Şube Başkanı

20 Şubat 2015 Cuma

Eğri Oturup, Doğru Konuşmanın Zamanıdır! - 1



Artık yalanları ifşa edip, doğrularla yüzleşmenin ve kapı, kapı dolaşıp iktidarın, İmralı-Kandil-HDP şer üçgeninde ülkeyi üç buçuk eşkıyaya nasıl pazarladığını anlatmak zamanıdır.
Geç kalınsa bile yola çıkmak için pusatları, akıl ve bilimi kuşanmanın zamanıdır.
Hamaset yok!
Duygusallık yok!
Halkı aldatmak;
“ Kemalizm, köylüyü ve işçiyi ezerek yükselen bir burjuvazi rejimidir.” “Mustafa Kemal zorba bir diktatördür.” deyip, Atatürkçü geçinmek hiç yok…
“Analar ağlamasın” yalanının arkasına sığınıp, ana vatanı ağlatmak;
Sokaklarda “Laik- Bilimsel Eğitim”  eylemleri düzenleyip, “Ana Dilde Eğitimi” savunmak gibi bir gafletin içine düşmek,
Ülkedeki uyanışı görüp bir takım oluşumlarla, bu ayağa kalkışın önünü kesmek;
Sandık müsameresine bel bağlayıp; Müdafa-i Hukuk anlayışından vaz geçmek yok.
Gladyo, CIA ve işbirlikçileri ülkeyi ele geçirirken, kolları kavuşturup el bağlamak;
Kime oy verirse versin, Türk milletinin bir ferdini aşağılayan ve bu millete “koyun sürüsü” diyenleri hoş görmek;
Atatürk’ün altı ilkesinin tamamını özümsemeden, bağımsızlığın önemini kavramadan “ Atatürkçü” geçinenleri;
CIA-İktidar ve cemaat işbirliği ile Türk ordusuna kumpas kuranları;
Askeri kışlasına hapsedip, PKK’nın önünde alan temizliği yapanları af etmek;
Bu ülkenin mal varlığını, Misak-ı milli sınırları içindeki Türk yurdunu yabancılara, on altı Türk adasını Yunanistan’a peşkeş çekenlere makam ve koltuk sahibi yapmak;
“Demokratik Anayasa, statükocu ırkçılığa dayalı Atatürk milliyetçiliğine son vermek, halkların özgürce yaşadığı bir Türkiye için…” “Halkların kardeşliği, ana dilde eğitim ve demokratik özerklik için…” söylemleriyle Türkiye’yi bölmek için yola koyulan Habur avukatlarına teslim olmak yok.
Her fırsatta kadını aşağılayan, Türk anasını cinsel meta olarak gören sahte din adamlarına
Kadınlık ve analık onurundan habersiz, iktidarın yalakalığına, soyunmuş ve yanlışlıkla kadın olarak dünyaya gelmiş yaratıkları bağışlamak ve onları insan yerine koymak;
Hırsıza, yüzsüze bel bağlamak yok.
Hele “Bütün mal varlığım bu yüzüktür” dedikten sonra oğullarına gemi filosu kurduranlara;
Güneydoğu’yu PKK’ya teslim edip, yaptığı anlaşmaları milletten gizleyen ve sırf ayıbı örtülsün diye “Polis Devleti Yasası” çıkaran iktidara geçit yok.
“Önce partim” deyip “önce vatan”ı rafa kaldıranlarla aynı safta birlikte olmak;
Türk milletinin onurunu namusunu içerde ve dışarda iki paralık edip, kendisini dev aynasında gören megalomanlardan korkmak, geri çekilmek yok.
Vaktiyle anti-emperyalist duruşuyla, Kemalist söylemleriyle bizi kandıran ve milletvekili olduktan sonra genel başkanının ağzına bakanlara asla taviz yok.
Ülkenin kaosa sürüklendiği, halkın borç batağında inim, inim inlediği bu sömürü düzenine;
ABD-AB’ye temenna çekenlere;
SOROS’un koynunda kıvrılıp yatanlara;
Şırnak’taki “Külliye Camii”ni PKK’ya tahsis edenlere;
Hâlâ aralarındaki siyasi, etnik, dinsel ve mezhepsel ayrılıkları öteleyip, küçük bir azınlık dışında bir araya gelmeyenlere;
Türklük”ü bir sorun olarak görüp Anayasa’dan çıkarmak isteyenlere;
Anayasa’nın değişmez ve değiştirilmesi dahi teklif edilemez ilk üç maddesini hedef gösterip, “Demokratik Anayasa” için kollarını sıvayanlara;
Halkların kardeşliği ve özgürlüğü”nü savunan adı aydınlanma, kendisi karanlık hareketlere;
HDP ile kol, kola girenlere;
Kısacası Türk milletini önce “ALLAH”la  daha sonra “Atatürk”le aldatıp kandıranlara asla af yok.
Çıkacağımız yol engebeli ve zordur. Görevimiz sadece Müdafa-i Hukuk üyesi olarak insanlara ülkenin bölündüğünü ve iktidarın CIA’nın çetecileri ile birlikte hareket ettiğini anlatmak olacaktır.
Yalanlar ifşa edilecek, kapalı kapılar ardında PKK’ya baş aktör bölücü başı, bebek katili Öcalan’a verilen tavizler açığa çıkarılacaktır.
Bu yazı bir başlangıçtır. Büyük bir ihanetin pazıl parçaları birleştirilecektir.
İkiz Yasalar’ın ortak ilk maddesinden yola çıkarak, yolumuza devam edeceğiz.
Şimdi ”Ekonomik -Sosyal ve Kültürel Haklar ” ve ”Kişisel ve Siyasal Haklar” sözleşmelerinin tamamen aynı olan ve Batı demokrasilerinde bu maddelerin içeriğine ”Self-determinasyon” dendiğini de hatırlayarak 1.Madde 1.Bend’ini yüksek sesle bir kez daha okuyalım.
1.Madde1.Bent-Bütün halklar kendi statülerini serbestçe tayin edebilir ve ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmelerini serbestçe sürdürebilirler…
Bölücülüğü ve ayrışmayı destekleyen bu maddeye Türkiye Cumhuriyeti çekince koymamış, üstelik 1.Madde’yi AKP Hükümeti Türk Milleti (!) adına BEYAN ifade ederek imzalamıştır.
”Türkiye Cumhuriyeti bu sözleşmeden doğan yükümlülüklerini, BM Yasası (Charter) çerçevesinde yükümlüklerine uygun olarak yerine getireceğini beyan eder.”
Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğü, tam istiklâli için Türk milletinin azim ve kararını harekete geçirmek şarttır ve şart her yurtseverin görevidir.

Figen Özen
20.02.2015