23 Aralık 2014 Salı

BASIN AÇIKLAMASI (Menemen Olayı Türk Devrimine Karşı Düzenmiş Bir Suikast Girişimidir)



 Sayı: 2014/35
Konu: Menemen Olayı Türk Devrimine Karşı Düzenmiş Bir Suikast Girişimidir”                                                                                                          23.12.2014                                                                                                                                                                                                                                                                 

BASIN AÇIKLAMASI
(Menemen Olayı Türk Devrimine Karşı Düzenmiş Bir Suikast Girişimidir)
İzmir'in Menemen ilçesinde, askerliğini yedek subay olarak yapmakta olan öğretmen Mustafa Fehmi Kubilay'ın 23 Aralık 1930 tarihinde mürteci Derviş Mehmet ve adamlarınca da hunharca katledilmesi Cumhuriyet rejiminin, 1925 yılındaki Şeyh Sait isyanından sonra tanık olduğu ikinci önemli irtica olayıdır.
84 yıl önce gerçekleşen bu isyan girişimi, emperyalizmden güç ve destek alan gerici, bölücü, işgalci artığı beslemelerin Türk devrimine karşı düzenledikleri bir suikast girişimi ve sapkınlığıdır.
Menemen olayı ve Kubilay’ın hunharca katledilmesini, birkaç mürtecinin giriştiği gerici bir kalkışma olarak değerlendirmek, Türk ulusunun daha birkaç yıl önce yüzbinlerce şehit vererek ülkemizden kovduğu emperyalist yağmacıları ve katliamlarını aklamak ve tarihsel gerçekleri perdelemektir . Menemen olayı;  Genç Türkiye Cumhuriyetini batı emperyalist yağmacılığının hegemonyası altına sokmaya, Türk Ulusunun bağımsızlık direncini kırmaya ve Kemalist devrimi engellemeye yönelik dış destekli bir kalkışmadır.
Nasıl’ ki bu gün; Bir CIA/NATO kirli savaş ürünü olan IŞİD, 2012’de Ürdün’ün Safevi kasabasında CIA, Türkiye ve Ürdün İstihbaratı tarafından kurulmuşsa, Menemen irticai kalkışması başta İngiltere olmak üzere, Yabancı güçlerin beslemesi İngiliz Muhipleri Cemiyeti Başkanı Sait Molla, Erbilli Şeyh Esat, Giritli Hüsnü Bey ve Giritli Şeyh Sükûti tarafından planlanmıştır.
Türk devrimini ve laik cumhuriyeti bertaraf ederek, saltanat ve şeriatı getirmek, tekke ve zaviyeleri açmak, şapkayı yasaklayıp yeniden fesin kullanılmasını sağlama amacında olan Nakşi tarikatı lideri, Erbilli Şeyh Esat, İngiliz casusu Lawrence ile bağlantılı olarak çalışıyordu. Yani İngiltere tarafından Truva atı olarak kullanılmıştır.
Eylemin planlayıcılarından Manisa Mutasarrıfı Hüsnü Bey, Nakşibendî tarikatı mensubuydu. 8 Eylül 1922'de Yunan güçleri ile birlikte Manisa'yı terk etti ve Yunanistan'a yerleşti. Hüsnü Bey'in adı artık Hüsnüyadis'ti. Müslüman inancını da Ortodoks Hristiyanlığına dönüştürmüştü.
Eski Menemen Belediye Başkanı Şeyh Sükûti, İngiliz Muhipleri Cemiyeti üyesiydi. Nakşibendi tarikatı lideri Erbilli Şeyh Esat'ın müridiydi. Şeyh Sükûti de Türkiye'den kaçtı. 1925 yılında Hüsnüyadis ile Yunanistan'da yolları kesişti.
İşte isyan girişiminin arkasındaki bu gerçekler, gerici ve bölücü kuvvetlerin emperyalizmle iş ve güç birliğini ortaya koyuyor. 84 yıl sonraya döndüğümüzde de olguların değişmediği görülüyor. Türkiye Cumhuriyeti'ne kasteden kuvvetler, bugün de emperyalizmin güdümünde hareket ediyor.
Emperyalizm, doğası gereği, ele geçirmeye,  hâkimiyet kurmaya çalıştığı ülkelerde toplumsal, siyasal gericiliğin en büyük destekçisi olarak öne çıkar. Türkiye’de ne zaman ki emperyalizme, yabancı sermayeye bağımlılık artmıştır; faşist ve dinci gericilik yükselişe geçmiştir.
1923 te Sevr i yırtıp Lozan’ı kabul ettiren Türk ulusu karşısında silahla amaçlarına ulaşamayacaklarını gören Emperyalistler 1923 ten sonra strateji değiştirerek emperyalizmin emrinde çalışan etki ajanı, istihbarat elemanı ya da provokatörler aracılığı ile işgal edeceği ve sömüreceği ülkeleri içeriden çökertemeye yöneldiler.
Bu gerçek 1925 şeyh Said ayaklanmasında, 1930 Menemen suikastında, 1937-1938 Dersim bölücü kalkışmasında hiç değişmemiştir. Emperyalist haydutlar devşirilmiş, besleme, kendilerine bağlı bölücü ve gerici kadroları kullanarak amaçlarına ulaşmaya çalışmışlardır. 
 Bu nedenle;  Siyasal dinci faşizme ve gericiliğe karşı mücadele, siyasal dinciliği besleyen, palazlandıran ana damar olan emperyalizmle karşı mücadele ile özdeştir. Başka bir söylemle emperyalizmi alt etmeden siyasal-dinci faşizmi ve gericiliği alt etmek olanaksızdır. Hesaplaşmayı dinci-gerici siyasal sistemin temel dayanağı olan emperyalizmle yapmayı göze alamayan her hareket tali sorunları öne çıkarıp dinci faşist sistemin aklanmasına meşrulaştırılmasına hizmet eder.
Kemalist devrimin yiğit neferleri Kubilay ve silah arkadaşlarını bu duygularla bir kez daha anıyor, anılarının önünde saygı ile eğiliyoruz. 
YÖNETİM KURULU ADINA:                                                                                                                                                           Mahmut ÖZYÜREK
                                  ULUSAL EĞİTİM DERNEĞİ
ISPARTA ŞUBE BAŞKANI

22 Aralık 2014 Pazartesi

İngilizler de mezar taşlarını okuyamıyor! / Yılmaz DİKBAŞ



İngiliz Kral John, 19 Haziran 1215 tarihinde baronlarla bir sözleşme imzaladı. Tarihe, Magna Carta, yani “Büyük Özgürlük Sözleşmesi” olarak geçti.

İngilizlerin haklı olarak gurur duydukları, tüm Avrupa’ya örnek olan bu tarihi sözleşmenin en çarpıcı, en kalıcı maddesinde şöyle denilmekteydi:

“Yasal yargılama olmaksızın ve ülkenin ilgili yasalarına uygun olarak verilen bir karar bulunmaksızın, hiçbir özgür kişi tutuklanamaz, hapse atılamaz, suçlu sayılamaz, mal ve mülkü elinden alınamaz, sürgüne yollanamaz ya da herhangi bir biçimde kötü muameleye uğratılamaz.”

İngilizlerin gurur kaynağı, tarihi sözleşme İngilizce yazılmamıştır!

Magna Carta, Latince yazılmıştır.

Çünkü o dönemde halkın dili İngilizce, ama İngiliz sarayının dili Latince ve Fransızcadır.

Günümüz İngilizleri, Magna Carta’yı yazıldığı dilde, yani Latince okuyup anlayamazlar!

Magna Carta, günümüz İngilizcesine çevrilmiştir, İngiliz halkı Magna Carta’nın İngilizce çevirisini okuyup öğrenirler.

Bugüne kadar hiçbir İngiliz kral ya da kraliçe, başbakan, bilim adamı, siyasetçisi, yazar, sanatçı ortaya çıkıp,“Çocuklarımız Magna Carta’yı özgün dilinde okuyup anlayamıyor, bunu asla kabul edemeyiz! Bundan böyle İngiltere’deki tüm okullarda Latince zorunlu ders olarak okutulacaktır!” dememiştir…

1343 yılında doğup 1400 yılında ölen ünlü İngiliz şair Chaucer, “İngiliz edebiyatının Babası” olarak bilinmektedir.

Chaucer’in en ünlü yapıtlarının başında gelen “Canterbury Masalları”ndan bazı dizeleri aşağıda sunuyorum:

A cook they hadde with hem for the nones

To boille the chiknes with the marybones,
And poudre-marchant tart and galyngale.
Wel koude he knowe a draughte of londoun ale.
He koude rooste, and sethe, and broille, and frye,
Maken mortreux, and wel bake a pye. A shipman was ther, wonynge fer by weste;
For aught I woot, he was of Dertemouthe.
He rood upon a rounce, as he kouthe,
In a gowne of faldyng to the knee.
A daggere hangynge on a laas hadde he
Aboute his nekke, under his arm adoun.
The hoote somer hadde maad his hewe al broun;
If that he faught, and hadde the hyer hond,
By water he sente hem hoom to every lond.
But of his craft to rekene wel his tydes,
His stremes, and his daungers hym bisides,
His herberwe, and his moone, his lodemenage,
Ther nas noon swich from hulle to cartage.


Çok iyi İngilizce bilenleriniz bile yukarıdaki dizeleri anlayamadıysa, tasalanmasınlar!

Çünkü “İngiliz edebiyatının Babası” Chaucer’in bu dizelerini günümüz İngilizleri de sözlük kullanmadan okuyup anlayamazlar!

İngiliz dili büyüyüp gelişmiş, yenilenmiş, ancak Chaucer’in İngilizcesi yaşlanıp geçmişte kalmıştır.

Bugüne kadar hiçbir İngiliz kral ya da kraliçe, başbakan, bilim adamı, siyasetçi, yazar, sanatçı ortaya çıkıp “Çocuklarımız, edebiyatımızın Babası Chaucer’i özgün dilinde okuyup anlayamıyor, bunu asla kabul edemeyiz! Bundan böyle İngiltere’deki tüm okullarda Chaucer dönemi İngilizcesi zorunlu ders olarak okutulacaktır!” dememiştir…

26 Nisan 1564 tarihinde doğan William Shakespeare, İngilizce dilinin en büyük yazarı olarak kabul edilmiştir.Shakespeare’in şiirleri ve tiyatro oyunları dünya edebiyatının başyapıtlarındandır.

23 Nisan 1616 tarihinde ölen Shakespeare, Londra’da Holy Trinity Kilisesi bahçesinde gömülüdür.

Shakespeare’in mezar taşında şunlar yazılıdır:

Good frend for Iesvs sake forbeare,
To digg the dvst encloased heare.
Bleste be man spares thes stones,
And cvrst be he moves my bones.


Çok iyi İngilizce bilenleriniz bile bu mezar taşına yazılı olanları anlamakta zorlanırsa, tasalanmasınlar!

Çünkü günümüz İngilizleri de Shakespeare’in mezar taşını sözlük kullanmadan okuyup anlayamazlar!

Shakespeare’in mezar taşında yazılı olanların günümüz İngilizcesine çevirisi şöyle:

Good friend, for Jesus’ sake forbear,
To dig the dust enclosed here.
Blessed be the man that spares these stones,
And cursed be he that moves my bones.


Bugüne kadar hiçbir İngiliz kral ya da kraliçe, başbakan, bilim adamı, siyasetçi, yazar, sanatçı ortaya çıkıp “Çocuklarımız, Shalespeare’in mezar taşını okuyup anlayamıyor, bunu asla kabul etmeyiz! Bundan böyle İngiltere’deki tüm okullarda Shakespeare dönemi İngilizcesi zorunlu ders olarak okutulacaktır!” dememiştir…

“Dünyada hangi millet vardır ki, dedesinin mezar taşını okuyamaz?” diyen Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın dünya tarihinden, en azından İngiliz tarihinden haberi olmadığı anlaşılmaktadır.

Osmanlıcanın liselere zorunlu ders olarak konulmasının, “isteseler de istemezlerse de öğrenilecek” dayatmasının yapılmasının akılla, mantıkla ve bilimle hiçbir ilgisi yoktur.

Aslında, Osmanlıca öğretileceği gerekçesiyle, Arap alfabesinin öğrenilmesi, Arap harflerinin kullanılması istenilmektedir.

Cumhuriyet devrimlerine karşı “Karşı Devrim”in son aşamasına geldiğine inanan Osmanlı şeriatçısı Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın hedefinde Türk Dili bulunmaktadır.

Türk dili de yozlaştırılıp arka plana atıldıktan sonra, Osmanlı şeriatının tüm kurum ve kuruluşlarıyla yeniden yapılanmasının önünde hiçbir engel kalmayacaktır.

Türk dilini ve Türk ulusunu bu topraklardan silip atmak isteyenlerin arzuları kursaklarında kalacaktır, bundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın…

Yılmaz DİKBAŞ, 21 Aralık 2014
dikbas@kalinka.com.tr
0532 233 31 52


21 Aralık 2014 Pazar

Sahi Siz, Yolsuzluk ve Rüşvete Gerçekten Karşı mısınız?

17 Aralık 2013’te başlatılan,  25 Aralıkta ikicisi yapılan “yolsuzluk ve rüşvet operasyonunun” etkileri, aradan bir yıl geçmesine karşın devam ediyor. Önceleri “arızi” bir durum olan yolsuzluk, rüşvet, dolandırıcılık, özellikle 1950'lerden sonra sistemin ayrılmaz bir parçası olarak hep var olagelmiştir.
Özellikle 1950 Demokrat Parti iktidarından bu yana “yolsuzluk çamuruna bulaşmamış, karanlık ve karışık ilişkilere girmemiş hükümet yetkilisi ve üst düzey yönetici aramak, dünyada saf ırk aramak gibidir” (Metin Aydoğan)
12 yıllık iktidarı döneminde AKP ve onun etrafındaki kesimler, sıçramalı bir şekilde zenginleştiler, zenginleşiyorlar. Paranın ve iktidarın gücüne ulaşan bu kesimler, giderek artan ölçüde lükse boğulurken, ayrıcalıklarını korumak amacıyla yolsuzluk, rüşvet, dolandırıcılık gibi en ahlâksız ilişkilerin’ de merkezine oturmuşlardır.
Hiç kuşku yok ki, AKP hükümeti gırtlağına kadar yolsuzluk ve rüşvet bataklığına batmıştır. Bu tespit doğru ancak eksiktir.  Çünkü yayılmacılığın, sömürgeciliğin siyasal iktidarı belirlediği günümüzde, yansıma biçimi ve niceliği ne denli farklı olursa olsun rüşvetçilik, yolsuzluk sömürüye dayanan bütün toplumsal düzenlerin ve siyasal iktidarların doğasında vardır.
Yayılmacılığın, sömürgeciliğin egemen olduğu tüm ülkelerde, adı ve iktidara geliş şekli ne olursa olsun, siyasi partilerce ele geçirilen yönetme yetkisi; ülke ve halkın hak ve çıkarlarını korumak için alınan sorumluluklar değil, artık paranın, yönetim hırsının ve kendini iktidara getiren güçlere hizmetin araçlarıdır.
Asla unutulmaması, gözden kaçırılmaması gereken temel ilke:  yayılmacılığın, sömürgeciliğin ve paranın, iktidar etme biçimini belirlediği siyasal sistemlerde yolsuzluk, rüşvet, dolandırıcılık, mafya, hile, yalan dolan her hükümet biçiminde, her demokraside (!) “gerçekleşir”
Bu nedenle iş başına gelen (iktidarı ele geçiren) hükümetlerin, Cemaat ve TÜSİAD vb. sermayeyi yöneten örgütlenmelerin,  bunların medya organlarının, ABD ve AB sözcülerinin “yolsuzlukların üzerine gidilmesi” yönündeki açıklamaları tam bir riyakârlık, ikiyüzlülük ve sahtekârlıktır.
Yazımızın başından bu ya söylediklerimizi örnekleyelim. Başta Türkiye olmak üzere tüm mazlum ülkelere demokrasi(!) dersi vermeye kalkışan AB’ye bakalım.
 BBC’nin “AB'de yolsuzluk 'dudak uçuklatıyor” başlığı ile verdiği habere göre; “ Avrupa Birliği Komisyonu, Avrupa’daki yolsuzluğun 'dudak uçuklatıcı' bir seviyeye ulaştığını açıkladı. Komisyon, yolsuzlukların AB ekonomisine maliyetinin yıllık 120 milyar Euro’yu bulduğunu duyurdu.”  Komisyon Raporuna göre,  İtalya’da yolsuzluk yılda 60 milyar Euro ile gayri safi milli hasılanın yüzde 4’üne ulaşmış durumda.” (http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2014/02/140203_ab_yolsuzluk)
“Birleşmiş Milletler’ in yolsuzlukla mücadele kampanyası, dünyada her yıl 1 trilyon dolar rüşvet verildiğini, 2.5 trilyon doların ise yolsuzluk sonucu çalındığını hatırlatırken, yolsuzluğun daha az refah, daha az haklar, daha az hizmetler ve daha az istihdam demek olduğunun altını çizdi.” (http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/dunya/160334/1_trilyon_dolar_rusvet.html#)
ABD'de gördüğümüz yolsuzlukların boyutları karşısında Türkiye'deki örnekler devede kulak bile sayılabilir; yalnızca bir şirketin muhasebe kayıtlarında yapılan sahteciliğin tespit edilebilen miktarı 65 milyar doların üzerindedir.
Irak’la iş yaparken devrik lider Saddam Hüseyin yönetimiyle rüşvet ilişkileri kurulması skandalında, Başta ABD firmaları olmak üzere, dünyanın önde gelen firmalarının ve önemli kişilerin adı geçiyor. Bunların arasında, ''DaimlerChrysler'', ''Siemens AG'', ''Volvo Construction Equipment'', ''Daewoo International'', ''Bayoil'', ''Coastal Corp'', ''Gazprom'', ''Lukoil'' ve ''Banque Nationale de Paris S.A.'' da bulunuyor.
BM çerçevesinde kurulan Bağımsız Soruşturma Komitesi'nin başkanı, eski ABD Merkez Bankası Başkanı Paul Volcker'ın  BM Genel Sekreterine sunduğu 623 sayfalık nihai soruşturma raporuna göre, programa katılan 4 bin 500 firmanın 2 bin 200''den fazlası, Saddam yönetimine toplam 1,8 milyar dolar rüşvet verdi. (28.10.2005)
 Bu örneklemelerden de anlaşıldığı üzere; Gelir dağılımının adaletsiz ve dengesiz olduğu, birkaç bin ailenin ulusal gelirin çok önemli bir bölümüne el koyduğu bir ülkede; yolsuzluğun, hırsızlığın, soygunun kurumlaşmış olduğu bir ülkede; bakanın, milletvekilinin, her derecede memurun, polisin kayırma ve rüşvetle iç içe olduğu bir ülkede; yapılan değişikliklerle yasaların, devleti soyanları koruma altına aldığı (çünkü yasaları yapanlarla yolsuzluk ve rüşvete bulaşanlar aynı taraftadırlar)bir ülkede; devlet yönetimiyle sermayenin, hükümetle borsanın iç içe geçtiği bir ülkede yolsuzluklara karşı mücadele, sistemi kurtarma, aklama çabasından öteye geçmez/geçemez.
Ancak, rüşvet ve yolsuzluğun ayyuka çıktığı, hırsızlığın, soygunun, insanları düzenden iten boyutlar aldığı durumlarda sistemin sahipleri, sistemi kurtarmak adına yolsuzluğu karşı mücadele edermiş gibi tavır takınabilirler. Bu mücadele çoğu kez sözde kalırken, bazen de buzdağının görünen kısmını yontmaya yönelebilir. Yani toplumun gözü önünde yapılan soygunu durdurmaya/durduruyormuş gibi davranmaya yönelik olabilir.
Örneğin; Süleyman Demirel’e çok yakın bir isim olan eski DP’li Mıgırdıç Şellefyan’ın, 1985 yılında ANAP milletvekili ve Devlet Bakanı İsmail Özdağlar'ın, Türk Bank ihalesinde Güneş Taner’in, ANAP’ın prensleri Engin CİVAN ve Selim EDES’in, SHP-DYP koalisyon hükümeti döneminde İSKİ yolsuzluğu nedeniyle Ergun GÖKNEL’in yargılanmış olmaları yolsuzluk ve rüşvetle mücadele amaçlı değil, hükümetlerin sömürü sistemini kurtarmak, deşifre edilmiş yolsuzlukların temizliğine girişmek zorunda kaldıkları için sahaya sürdükleri kurbanlardan bazılarıdır.
Eğer bir siyasal parti veya yolsuzluğa karşı(y)mış gibi gürültü yapan örgütler,  “yayılmacılığa, sömürgeciliğe”  yani emperyalizme cepheden tavır almıyor/alamıyorsa, örgütlenme yapısını ve şeklini buna göre mevzilendirmiyorsa, yolsuzluğun sömürü ve yağma düzeninin perdelenmesine hizmet ederler. Böylece yolsuzluk 'kötü Yönetim’e bağlanmakta, sömürü ve yağma düzeninin özü gözden kaçırılmakta,   sömürü ve yağmacılık düzeni; açlık, hastalık ve yoksulluk çıkmazında kıvranan geniş halk yığınlarının gözünde “sözde yolsuzluğa karşı” olanlarca meşrulaştırılmaktadır.
Yapılan yolsuzluklar gerçek anlamıyla bir soygundur. Halkın emeğinin, alın terinin devleti ele geçirenler eliyle gasp edilmesi, el konulması, talan edilmesidir.
Şimdi bu günlerde “Yolsuzluklarla mücadele !” yaygarası koparanlara soralım;
-Türkiye’nin Avrupa Birliğine üyeliğine karşı mısınız?
-Hayır…
-Türkiye’nin NATO üyeliğine karşı mısınız?
-Hayır…
-Özelleştirmelere karşı mısınız?
-Hayır…
Bu yanıtlar karşısında Yolsuzluklara karşı mısınız? Sorusunun yanıtı da doğal olarak “HAYIR” olmak zorunda.
Çünkü Hem ABD den yana, hem NATO'dan yana olup, hem yolsuzluk ve rüşvete karşı olunmaz!
Hem Avrupa Birliğinden yana olup, yolsuzluk ve rüşvete karşı olunmaz!
Hem özelleştirmeden yana olup, hem yolsuzluk ve rüşvete karşı olunmaz!
YOLSUZLUK VE RÜŞVETE KARŞI OLMAK; Avrupa Birliğine, ABD emperyalizmine, NATO’ya, Özelleştirmelere karşı olmaktır. Bir diğer söylemle antiemperyalist, Tam bağımsızlıkçı, halkçı, devletçi ve devrimci olunmadan ne yolsuzluk ve rüşvetin, ne de sömürünün önüne geçilebilir. Var mısınız? 19.12.2014 Isparta
Mahmut ÖZYÜREK


BASIN AÇIKLAMASI “Emperyalizmin Taşeronları Boşa Umutlanmasınlar”



Eğitim-İş Sendikasının, ”Laik Eğitim ve Emeğe Saygı” adı altında 17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonunu hatırlatmak, Türkiye'deki emek sömürüsünü teşhir etmek ve eğitimde yaşanan erozyona dikkat çekmek amacıyla başlattığı yürüyüşün son durağı olarak 20.12.2014 tarihinde, Ankara’ya gelerek, Milli Eğitim bakanlığı önünde yapacağı Basın Açıklamasına Tandoğan’da polis TOMA’lardan sıkılan tazyikli su ve biber gazları ile acımasızca saldırdı.
  Eğitim İş Sendikası Genel Başkanı Veli DEMİR ve 100’ü aşkın eğitim emekçisi kanunsuz bir şekilde gözaltına alındı.
 Bu saldırı yalnızca demokratik hakkını kullanan eğitim emekçilerinin örgütlü gücü olan Eğitim-İş e karşı yapılmış bir saldırı değil, ekonomik-demokratik hak ve istekleri için ayağa kalkan, direnen tüm halkın hak ve özgürlüklerine yönelik azgınlaşmış bir saldırı ve gözdağıdır.
Türkiye Cumhuriyeti devletini dini söylemleri kullanarak dinci - faşist temelde, emperyalist yağmacılar ve büyük yerli işbirlikçileri için yeniden organize eden gerici, faşist AKP iktidarı;
Kamu alanlarını özelleştiriyor, çalışanların ise güvencesiz bir yaşamı kabul etmelerini istiyorlar. Başta Sağlık ve eğitim alanında uyguladıkları politikalar sadece bu alanda çalışan memurlara değil tüm halkın haklarına yönelik bir yok etme eylemidir, halkın daha çok yoksullaşmasına dönüktür. Bu nedenle 17-20 Aralık ta başlatılan Eğitim emekçilerinin mücadelesi onurlu bir mücadeledir, halkın mücadelesidir.
Hemen hemen her barışçıl demokratik gösteriye panzerler, gaz bombaları, plastik ve gerçek mermiler ve coplarla saldıran, göstericileri linç eden, yaralayan ve gözaltına alınanları işkenceden geçiren, demokrasi maskeli dinci faşist vahşetin vurucu gücü olarak görev yapan polis güçleri ve özel harekât komandoları Eğitim-İş eylemine ölçüsüz bir azgınlıkla saldırmışlardır.
12 yıldır ülkemizi yöneten AKP, uyguladığı ekonomi politikaları ile yoksul halkımızı; işçimizi, çiftçimizi, esnafımızı, memurumuzu ve diğer emekçilerimizi daha da yoksullaştırmış ve köleleştirmiştir. Emekçilerin kazanılmış birçok hakkı gasp edilmiş, eğitim ve sağlık başta olmak üzere tüm kamu hizmetleri özelleştirilerek piyasacı bir ekonomiye terkedilmiştir. Eğitim bilimsellikten uzaklaştırılmış, emekçilerimiz yoksulluğa mahkûm edilmiştir. Yoksulluk ve sömürü her geçen gün artmaktadır. Kentler ve doğa yağmalanıyor, yoksulların evleri başına yıkılıyor. İşçi grevleri yasaklanıyor, direnenlere tahammül edilemiyor. AKP patronların, emperyalistlerin yanında yoksulların, emekçilerin karşısında yer alıyor.
Özellikle 12 Eylül 1980’den bu yana toplumsal uyanışı engellemek amacıyla başta sendikal örgütlenme olmak üzere yaşamın tüm mücadele alanlarında örgütlülüğü belirsizleştirilmiştir. Bu sayede emekçiler, kendi ekonomik-demokratik örgütlülükleri olan sendikalardan ve sınıf örgütlerinden çeşitli yöntemlerle soğutulmuş, örgütlülüğe güvensizlik oluşturulmuştur. Böylece toplumsal uyanışın öncü gücü olan emek güçlerinin örgütlenmesinin önüne geçilmiştir.
AKP’nin mayasında halk düşmanlığı, sahtekârlık, yalan ve faşizm vardır. AKP yalan söylüyor çünkü tüm politikaları iflas etmiş durumda. AKP sıkışıyor, sıkıştıkça en çok koktuğu yere, sokağa, meydanlara çıkan yoksullara, işçilere, üniversitelilere, aydınlara, öğretmenlere, sanatçılara saldırıyor. AKP toplumu baskı altına almak için fırsat buldukça yasaklara başvuruyor. 
Çok açık ki AKP kendisine biat eden, AKP’nin koyduğu kurallara göre yaşayan, ses çıkarmayan, hakkını aramayan, gerici bir toplum istiyor.  Böylesine bir eğitim sisteminin yaratılmasına karşı duran eğitim emekçilerine yapılan şiddetin altında yatan temel neden budur.  AKP, iktidarını yasaklarla ve faşist terörü dizginsiz biçimde kullanarak korumaya çalışıyor. AKP’de biliyor ki iktidarını ancak, örgütlü güçleri ile sokağa çıkanlar sarsabilir, halk düşmanı politikalarını durdurabilir.
 Eğitim emekçilerinin,   biliminin ışığında, bilimin aydınlattığı korkusuz yürekleriyle düzenledikleri Laik Eğitim ve Emeğe Saygı Yürüyüşünü TOMA, tazyikli su, biber gazı ile geriletilmiş olduklarını sanan Emperyalizmin taşeronları boşa umutlanmasınlar
 Onlarca yıldır ağır bedeller ödeyerek, büyük mücadeleler sonucunda kazandığımız ve hiçbirisini egemenlerin bağışı olarak göremeyeceğimiz hakla
rımıza, ülkemizin ve ulusumuzun bağımsızlığına sahip çıkacağız.  Ne bu ülke bize birilerince hibe edilmiştir. Ne de ekonomik, demokratik haklarımız biz verilmiş ve gereğinde kolayca elimizden alınabilecek 'tasarruf tedbiri'dir.  
AKP İktidarının dinci faşizmi karşısındaki, ulusal bağımsızlık, emek, demokrasi, laik eğitim mücadelemizi daha çok büyüterek sürdüreceğiz. 

YÖNETİM KURULU ADINA:                                                                                                                   Mahmut ÖZYÜREK
                                  ULUSAL EĞİTİM DERNEĞİ
ISPARTA ŞUBE BAŞKANI