10 Aralık 2014 Çarşamba

TÜRKİYE DE NEDEN HAİN ÇOK / Metin AYDOĞAN



 “Osmanlı” tartışmalarının yoğunlaştığı bu günlerde, saygın araştırmacı-yazar Metin AYDOĞAN’ın aşağıdaki çalışmasını yayınlamayı bir görev bildik.

            Türkiye’de bugün yaygın ve yoğun bir kimliksizleşme yaşanıyor. Yetki ve güç sahipleri, aynı yerden buyruk almışçasına, etkili donanımlarıyla toplumu ayakta tutan değerlere sınır tanımaksızın saldırıyor. Bu tutum, kalıcılığı olan politik işleyiş durumuna getiriliyor.
Yozlaşma ve yabancılaşmanın geçerliliği olan bir istem haline getirilmesinin bir nedeni olmalıdır.
           Yaşananlar, tarihte kayıtlı süreçler toplamı ve bu toplamın günümüzdeki uygulamalarında saklıdır. Dışa bağlanmanın ve kendine yabancılaşmanın yaygınlığına yanıt arayan her çaba, ister istemez Osmanlı devşirmeciliğine ve onun yarattığı kapıkulu çıkarcılığına gidecektir. Aşağıdaki çalışmayı bu nedenle yayınlıyoruz.



Yozlaşma ve Yabancılaşma

Günümüz Türkiyesi’nde, politikacılar başta olmak üzere kimi üst düzey kamu yöneticileri, iş adamları, gazeteciler, akademisyenler ve aydınlar arasında, yoğun bir yozlaşma ve yabancılaşma yaşanmaktadır. Ülkenin ve ulusun çıkarları yönünde değil de, ilişki içinde oldukları küresel güç merkezlerinin istekleri yönünde davranan, sayıları az etkileri çok bu insanlar; ele geçirmiş oldukları siyasi ve akçeli güçle, ülke ve ulus karşıtı eylemler içine girmektedirler. Eski milletvekili Kamran İnan, bu olgu için olacak; “Türkiye’de 200 bin hain var” diyebilmiştir.1
Kamran İnan’ın bu sayıyı nasıl saptadığı bilinmez ancak Türkiye’de hainliğin ve bu yolu açan yabancılaşmanın çok yoğun olduğu, herkesin gördüğü açık bir gerçektir. Tarihinde, ülke ve devlete bağlılığa özel önem verilen bir ülkede, bu denli yoğun bir yabancılaşma yaşanmasının kuşkusuz bir nedeni olmalıdır. Birbiriyle uzlaşması olanaksız olan bu iki eğilim, yani ülkeye ve devlete bağlılıkla dışa hizmet, nasıl oluyor da, Türkiye gibi bir ülkede bu denli yaygın olabiliyor? Bağımsızlığına ve değerlerine bu denli düşkün bir ulus, içinde bu kadar çok hain’i nasıl barındırabiliyor? Toplumun özyapısı ve tarihiyle çelişen bu kaba gerçek, neyle açıklanabilir?

Tarihe Bakış

Savaş tutsakları ile kölelerin, ekonomik ya da askeri amaçla kullanılması, değişik yöntem ve oranlarda hemen tüm toplum biçimlerinde görülür. Antik Çağ Grek devletleri ve Roma İmparatorluğu, köleciliği bir üretim biçimi haline getirirken, bu biçimiyle köleciliğe yönelmeyen Osmanlı İmparatorluğu çok başka bir yöntem geliştirdi. Atina ya da Roma’da köleler satılabilir, bağışlanabilir ya da öldürülebilir. Nesne olarak görülüp en ağır işlerde çalıştırılır ve toplum dışında tutulurdu. Osmanlı İmparatorluğu’nda insan gereksinimi çok başka biçimde karşılandı. Fethedilen yerlerden toplanan seçilmiş genç insanlar, Osmanlı nizamına uygun olarak yetiştirilerek toplumun iç unsuru haline getirilip yönetici yapıldı. Osmanlılar bunlara devşirme adını verdi. Bu yöntem, Atina ve Roma köleciliğinden çok daha başkaydı. Daha insancıldı ama bu insancıllık, Osmanlı Devleti’ne ve onun Türk uyruklularına yararından çok zarar verecekti.

Devşirmeler

Osmanlı Devletinin ilk dönemlerinde, savaş tutsaklarının beşte biri, orduda kullanılmak üzere padişaha yani devlete ayrılıyor ve bu işleyişe pençik vergilendirmesi deniliyordu. Önceki İslam devletlerinde; gulam, kul ya da memluk sözcükleriyle tanımlanan bu uygulama, Anadolu Türk beylikleri döneminde geliştirilmiş, Osmanlı Padişahı I.Murat döneminde (1360-1389) kurumsallaştırılarak daha kapsamlı duruma getirilmiştir. Devşirme sistemi bu sürecin ürünüdür.
Padişah buyruğuna (fermana) dayanan toplama (devşirme) kurulları birkaç yıl arayla Balkanlar’da değişik bölgeleri dolaşır, kent ya da köylerde, hane sayısının kırkta biri oranında genç toplardı. Genellikle 14-18 yaş kümesi içinde kalan, sağlam vücutlu, akıllı Hıristiyan çocuklar seçilir ve eğitilmek üzere İstanbul’a götürülürdü. Kurul üyeleri, köy ya da semt papazının eşliğinde, kilise vaftiz defterinden gençlerin özelliklerini saptar ve aile başına bir kişiyi geçmemek koşuluyla seçim yapardı. Devşirilenlerin özellikleri bir deftere yazılır ve halktan, devşirilen her genç için, yol ve giyim giderlerini karşılamak amacıyla 600 akçe para toplanırdı. Bu paraya kul akçesi denirdi. Devşirilenler 100-200 kişilik kümeler halinde, sürücü adı verilen yetkililere teslim edilerek yola çıkılırdı.2
Batılılar bu yöntemin, Hıristiyan aileleri, özellikle ana ve babaları perişan ettiğini, çocuğu zorla elinden alınan kimi anaların, delirmiş gibi oğullarının peşinden İstanbul’a gittiklerini söylerler. Batı edebiyatında bu konuyu işleyen sayısız acıklı öykü yazılmıştır. Oysa, bu tür öykülerin gerçekle bir ilişkisi yoktur ve bunlar Türk karşıtlığının aracı olarak kullanılan propagandadan başka bir şey değildir.
Gerçekte ise, Hıristiyan aileler toplama kurullarına devşirme listesi sunan papazlara, kendi çocuklarını listeye alması için baskı yaparlar, armağanlar verirlerdi. Devşirme olarak seçilen her çocuk, ailesi için başa konan bir talih kuşu, bir umut kaynağıdır. “Beslenmesi gereken bir boğazın eksilmesi”3 bir yana, asıl önemli olan bu boğazın dünyanın en büyük devletinin askeri ya da idari kademelerinde yükselerek kendilerine ilerde “nimetler sunma” olasılığıdır. Devşirme seçilmek, günümüzde herkesin büyük bir istekle peşinden koştuğu, ABD vatandaşı olmaktan çok daha önemli bir şeydi. Nitekim, büyük askeri seferler sırasında, sınır boylarına doğru ilerleyen ordunun, devşirme kökenli başkomutanları; doğdukları köye uğrayarak anne-babalarının “gönlünü yüceltmek”, onlara “bağışta bulunmak” için ordunun yolunu değiştirdiği çok görülmüştür.4
İstanbul’a gelen devşirmeler, burada Yeniçeri ağası ve hekimler tarafından gözden geçirilerek sünnet ettirilir ve Kelime-i Şahadet getirtilerek Müslüman yapılırlardı. İçlerinde yakışıklı, zeki ve becerikli olanlar, padişaha, yönetimde ve özel işlerinde hizmet vermek üzere seçilirlerdi. Bunlara içoğlanı denir ve özel olarak yetiştirilirlerdi.
Osmanlı padişahları, başlangıçta, iktidarlarını korumak için gereksinim duydukları insan kaynağının önemli bir bölümünü devşirmelerle karşıladı. Kısa dönemde gereksinim karşılanmış gibi göründü. Asker ya da sivil görevliler (kapıkulları), kesin bağlılık ilişkisiyle padişaha, paralı asker disipliniyle bağlanmıştı. Bunlar, devamlı ordunun (Yeniçeri) ve yönetici sınıfın (rical-i devlet) tümünü kapsayan bir yaygınlığa ulaşmışlar; yönetim, bunlar aracılığıyla padişahın mutlak egemenliği üzerine oturtulmuştu; sistemin tümü bir tek kişinin (padişahın) yararına işliyordu. Ancak, bu düzenin gerçek işleyişinin ne olduğu, neye hizmet ettiği biraz karışıktı.

Devşirmelerin Gücü

Padişahlar, hizmetine aldığı devşirme unsurunu o denli büyütüp geliştirmişti ki, sistemin gerçekten padişahtan yana mı, yoksa “emri altındaki” devşirmelerden yana mı işlediği, giderek belirsizleşmeye başlamıştı. Örneğin, başlangıçta “sarayın uysal bir aleti” olan yeniçeriler, kısa bir süre içinde, saray üzerinde güçlü bir baskı kurmuşlardı. 15.yüzyıl bitmeden, yani kuruluşlarından henüz yüz yıl bile geçmeden; “Sadrazam öldürüyor, saltanat kavgalarına karışıyor, taht alıp taht veriyorlardı.”5
Görünüşte devlete yüksek hizmetler veriyorlardı; padişahın sadık kullarıydılar; onun her isteğini yerine getiriyorlardı... Ancak, 14-18 yaşında zorla Müslüman yapılan bu insanların, geçmişlerini unutmaları, ondan tümüyle kopmaları olanaksızdı. Ne tam Müslüman oldular, ne de Hıristiyan kaldılar; ne etnik kökenlerini unuttular, ne de yeni kimliklerini benimsediler. Ne olduğunu bilmeyen ya da ne olmadığını bilen, kişiliksiz ve güvenilmez bir insan türü olarak, devlet politikalarına yön verdiler ve İmparatorluğu çöküşe götüren nedenlerden biri haline geldiler. Hiçbir erdeme sahip değildiler ancak ilke haline getirdikleri bir tutumları vardı: Türklere ve Türklüğe karşı nefret duyuyor ve devlet politikalarıyla örtüşen bu nefreti, genel bir tutum haline getiriyorlardı.

Köksüzleştirirken Köksüzleşmek

Devşirmelerle yaratılan örgütlü güç, başlangıçta devlet yararına, birçok alanda kullanıldı. Devletin ve ordunun sürekli geliştiği ilk dönemlerinde, ilerde sorun yaratabileceği düşünülmemiş, tersine sorunları giderecek bir güç olarak görülmüştü. Toplumsal kimliği korumaya dayanan, binlerce yıllık devlet gelenekleri bırakılmış, Türk unsurların karşı çıkmasına karşın devletin merkezi; Rum, Sırp, Hırvat ya da Ermeni Hıristiyanlara, üstelik yoğun biçimde açılmıştı. Osmanlı devşirmeciliği, köleleri yabancı unsur olarak yönetim dışı işlerde kullanan Roma köleciliğinden farklı olarak, devşirmeleri yani yabancı insanlar topluluğunu, köksüzleştirdiğini sanarak içsel bir güç durumuna getirmişti. Köksüzleştirirken köksüzleşen bu düzen, aslında kendini yıkacak bir güç yaratıyordu.

Devşirmenin Niteliği

Devşirmeler, kökü silinmek istenen türedi bir kuşaktı. Görünüşte; ailesini, soyunu sopunu yadsımış, belleği ve kimliği yok edilmişti. Yalnızca Osmanlıydı. O bir ailenin bireyi değil, padişahın kuluydu; bir insan değil, adeta bir makineydi.6
Bilinçli programlarla kişiliksizleştirilen devşirmeler, bu niteliklerine karşın; yüksek yönetim yetkileri, dolgun ücret, siyasi ve idari ayrıcalıklarla donatılmışlar ve devleti yöneten yerlere getirilmişlerdi. Ancak, can ve mal güvenliğinden yoksun biçimde yaşıyorlardı. Bu konumlarıyla üst düzey devşirmeler, sürekli ölüm korkusu içinde yaşayan ruh hastaları durumundaydılar.
Devşirmeler, gerçek görüşlerini hiçbir zaman açıklamazlardı; yalancı ve ikiyüzlüydüler. Peşinde koştukları tek değer, para ve yönetim gücüydü. Osmanlı Devletine gizliliği, ihanet ve entrikayı bunlar yerleştirmiş; rüşvet, vurgunculuk (ihtikâr), karaborsa, yasadışı gelir (ihtilas), ve adam kayırma (iltimas)’yı neredeyse yasal hale bunlar getirmişti. Yeniliğe ve devlete karşı ayaklanmayı, hak olarak görürlerdi. 1550’den sonra, yeniçerilerin evlenmesine izin verilince, çocukları Acemi Ocağı’na öncelikli olarak alınmış, devşirmecilik babadan oğula geçen ayrıcalıklı bir meslek haline gelmişti.

Rüşvet ve Entrika

Hangi kesimden gelirse gelsin, devşirmelerin tümünün ortak özelliği, boğazlarına dek rüşvet ve entrikaya batmış olmaları ve Türk uyruklara duydukları düşmanlıktı. Rüşvet ve vurgunculuk yoluyla o denli büyük bir servet ediniyorlardı ki; halk “simyanın (her madeni altına çeviren gizil güç y.n.) sırrına erdiklerini” söyleyerek bunlarla alay ediyor, tepki gösteriyordu.7
Devşirmelerin rüşvetçiliği, zaman içinde, tehlikeli bir boyuta ulaşmış ve ülke çıkarlarını yabancılara satma noktasına varmıştı. Yönetimde elde ettikleri yüksek yetkiler, onlara bu tür girişimler için geniş bir alan yaratıyordu. Elde ettikleri yetkiyi kullanarak, “baştan aşağı bir yağma, çapul ve servetlere elkoyma”8 uzmanı olmuşlardı. Devşirmeler, nitelikleri gereği tüketici bir topluluktu. Roma soyluları gibi, üretimle uğraşmayı ayak takımının yaptığı onursuz bir iş olarak görürdü. Kılıç ve kahramanlık söylemleriyle yağma, bu olmadığında “entrika” ve “yalan dolan”a dayalı vurgunculukla geçinirlerdi. “İş bilenin kılıç kullananın” özdeyişi, Türkçe’ye bunların yerleştirdiği bir sözdü.9

Devşirmeler ve Türk Düşmanlığı

Devşirme etkinliği, Fatih döneminde başlatılan devlet yönetimini Türkler’den arıtma (tasfiye) eylemi ve I.Selim (Yavuz) (1512-1520) döneminde halk üzerinde şiddetli bir baskıyla bir felaket halini aldı. İmparatorluğun yükünü çeken, sorunlarıyla ilgilenilmeyen, bu nedenle ayaklanan ve toplu olarak öldürülen Anadolu Türkmenleri, o denli baskı altındaydılar ki kaçacak, sığınacak yer arar duruma gelmişlerdi. Şii inancını Osmanlı Devleti’ne karşı, ideolojik propaganda aracı olarak başarıyla kullanan ve kendisi de Türk olan Safevi Hükümdarı Şah İsmail’in (1487-1524) çağrısına uyarak, kitleler halinde İran’a göç ettiler.
Yürütülen dizgeli (sistemli) şiddet ve baskıyla, öldürülen ya da göç ettirilen Oğuz halkı, Prof.Fuat Köprülü’nün tanımıyla “Anadolu Türklüğü’nün en temiz, en canlı unsurunu oluşturuyordu.”10 Yerlerinden yurtlarından edilen bu halk, gözden uzak yerlerde yoksulluk içinde yaşadı. Çok zorda kaldığında, çalışıp para kazanmak için İstanbul’a çalışmaya gittiğinde, orada kendisini bekleyen hor görülme ve aşağılamaydı. En şanslıları, saraylarda ya da varsıl evlerde aşçılık, çöpçülük gibi işlerde çalışırdı. Çalıştığı yerde, “Türklüğünü söylemeye cesaret edemez”, kapıkulu yalılarında “Türk aile ve tarihine düşmanlıkta uzmanlaşmış” davranışlarla karşılaşırdı.11

Türkler; Kendi Ülkesinde Tutsak

Türkler’e karşı olumsuz bakış, devşirme düzeninin daha ilk döneminde, çok açık biçimde ortaya konmuştu. II.Murat döneminde başlatılan, Fatih Kanunnamesi ile yasalaştırılan uygulamalarla Türkler, kendi ülkelerinde Hıristiyan ya da Musevi azınlıklar kadar bile hakkı olmayan, ikinci sınıf uyruk haline getirilmişti. Yönetim organlarında görev alıp yükselmek bir yana, etkili devlet kurumlarına ve bu kurumlara yönetici yetiştiren okullara giremiyordu. Sadrazamı, padişahtan sonra devleti temsil edecek en yetkili kişi (naip) yapan Fatih Kanunnamesi, devlete asker ve sivil yönetici yetiştiren ve yüksek nitelikli eğitim veren devşirme okullarına alınmayacak olanları şöyle sıralıyordu: “Yahudiler, Müslümanlar, çobanlar, sığırtmaçlar, doğuştan sünnetli olanlar, çok uzun ya da kısa boylu olanlar, Türkçe bilenler, köseler, keller, Gürcüler, Çingeneler, Kürtler ve Türkler”.12
Fatih Kanunnamesi’nden sonraki 70 yıl içinde naib yetkisiyle devlete sadrazam olan 48 kişiden yalnızca 5’i Türk kökenlidir; bunlar da devşirme anlayışıyla yetişmiş aslını yadsıyan (inkar eden) insanlardır. Geri kalan 43 sadrazamdan; 11’i Slav, 11’i Arnavut, 7’si Rum, 5’i Ermeni, 4’ü Çerkez, 3’ü Gürcü, 1’i İtalyan kökenliydi.13

Türk Unsurlar Devlet Yönetiminden Uzaklaştırılıyor

Türk unsurların devlet yönetiminden uzaklaştırılmasına yönelen en etkili uygulama, II.Mehmet (Fatih)’in Çandarlı Halil Paşa’yı öldürtmesidir. Anadolu ahi şeyhlerinden Çandarlı Ali’nin kurduğu bu aile, Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan Fatih dönemine dek, çok etkin görevlerde bulunmuş ve eski Türk yönetim geleneğinin devletteki simgesi haline gelmişti. Halil Paşa, 1429’dan 1453’e dek, aralıksız 24 yıl sadrazamlık yapmıştı.
II.Murat’tan sonra güçlenmeye başlayan devşirmeler, Halil Paşa’nın kişiliğinde devletin kilit mevkilerini elinde bulunduran eski Türk soylularına karşı, şehzadeliği döneminden beri Fatih’i etkilemişler ve Çandarlı’yı kendilerine özgü entrika yöntemleriyle idam ettirmişlerdi. Bu idam, yalnızca Çandarlı Ailesi’nin değil, Türk devlet geleneklerinin de Osmanlı yönetim sisteminden uzaklaştırılmasıyla sonuçlanmıştır.

Devşirmeler ve İşbirlikçilik

Devşirmeler, Türk karşıtı her olay ve düşüncede hemen bir araya gelirdi. Bir araya gelişin, sosyal ve ekonomik dayanakları vardı ve bu dayanaklar; eskiden gelen, bugün de süren çıkar ilişkileriydi. Yasa dışı yollarla edinilen servetin korunması ve yenilerinin edinilmesi için, ülke içindeki güç yeterli olmazsa, niteliğine bakılmaksızın dış destek arayışı içine girilirdi. Bu nedenle ülke değerlerini dışarıya devretme eğilimi, bu arayışa bağlı olarak devşirmelerde her zaman vardı.
Devşirmeler, gereksinim duydukları mal ve can güvenliğine kavuşmak için, yabancılarla bütünleşmekten çekinmediler ve ülke kaynaklarını yağmalamaya gelen Avrupalı büyük devletlerin işbirlikçileri oldular. Batı’ya bağlanmanın aracı olan işbirlikçilik, değişik biçimlerle, devlet başta olmak üzere, toplumun hemen her kesiminde yaygın bir anlayış haline geldi. Tanzimatçılık, mandacılık ya da günümüzdeki Avrupacılık; işbirlikçi anlayışın değişik biçimleridir.
Devşirme işbirlikçiliğini ortaya koyan çok sayıda belge vardır. Bunlardan çarpıcı olanlarından biri Fransa’nın İstanbul Büyükelçisi De Germigny’nin, 1580 yılında Paris’e gönderdiği rapordur. Bu raporda şunlar yazılmaktadır: “Mümkünse şöyle hareket edilmelidir: Kral, Yeniçeri Ağası İbrahim Paşa’ya ve Padişah’ın donanma komutanı Kaptan-ı Derya İbrahim Paşa’ya, Paris kumaş ticaretinden pay ayırmayı ihmal etmemelerini, krallık meclisi üyelerine ve hazine bakanına buyurmalıdır. Unutulmamalıdır ki, benden önceki İspanya elçisinin, İspanya Kralının işlerini kolaylaştırması için önerdiği 50 bin duka altın liralık armağan karşısında, Sokullu Mehmet Paşa yelkenleri suya indirmişti...”14

Türkiye de Yabancılaşma ve Yozlaşma Neden Çok

Rüşvet ve yolsuzlukla servet elde edenlerin, elde ettiklerini geliştirerek korumak için, yabancılara vermeyecekleri kamusal ya da ulusal, hiçbir değer yoktur. 19.yüzyılda Tanzimat’la meşrulaştırılan bu eğilim, bugün AB ya da IMF politikalarıyla meşrulaştırılmaktadır. Bunu yapanların konumları, özlem ve yönelişleri, içinde bulundukları maddi koşulların ve bu koşulları yaratan uzun bir geçmişin ürünüdür. Yönetime egemen olan kapıkulu devşirme anlayışının dayandığı ekonomik nedenleri, Prof.İdris Küçükömer şu biçimde açıklamaktadır: “Sivrilmiş bürokratlar (kapıkulu devşirmeleri y.n.) bir sınıf olmadıkları ve güçlerini üretim araçlarıyla onlara bağlı kurumlardan almadıkları için, her zaman kendisini savunma ihtiyacı içinde olmuştur. Bu amaçla yenilikten yana olan padişahları, yenilik diye kapitalizmin zorlaması altında, Batı’nın üst kurumlarını almak üzere ikna etmeye çalışmaları doğaldı. Bu nedenle, 19.yüzyıl başında (Tanzimat y.n.) Batı’dakine benzer mülkiyet v.b. kurumların alınmasında bürokrat ile ayan (ileri gelenler y.n.) beraberlik içinde olacaktı..”15
Günümüzde Arapçılığı sürdüren siyasi İslamcılar, Batı’yla bütünleşen Müslüman demokratlar ve uygarlığı batıcılık sayan şekilsiz aydınlar; Türklüğü ezen onu yok sayan Osmanlı tutumunun, özellikle de devşirme anlayışının, günümüze taşınan sonuçlarıdır.
Yalnızca on beş yıllık Atatürk döneminde bastırılmış olan kimliksizleşme eğilimleri yani devşirme geleneği, günümüzde olanca hızıyla ve çok etkili yöntemlerle sürdürülmektedir. Atatürk’ün, Türk kimliği ve tarihi için ne anlam ifade ettiğini açıkça ortaya koyan bugünkü olumsuz gidiş, nedenleri tarihte kayıtlı bir süreçler toplamı ve bu toplamın günümüzdeki sonuçlarıdır.
Türkiye’de bugün yaşanmakta olan olgu yani; rüşvet, yolsuzluk, dışa bağlanma ve ihanet davranışlarının politik işleyiş haline gelmesi, bugün ortaya çıkan, yeni bir olgu değildir. Dışa boyun eğmenin ya da ihanetin yaygınlığına yanıt arayan her çaba, ister istemez, Osmanlı devşirmeciliğine ve onun yarattığı kapıkulu anlayışına gidecektir. Kamran İnan’ın 200 bin, başkalarının ise daha çok olduğunu söylediği “hain çokluğunun” nedeni, kuşkusuz yarım bin yıl egemen olan bu anlayışta aranmalıdır.

DİPNOTLAR

1       “Sözde Aydınlar” İsmet Solak, “Ankara Kulisi” Hürriyet, 12.04.2000
2       Ana Britannica 10.Cilt,  sf. 100
3       “Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye” S.Yerasimos, 1.C., Belge Y., 7.Bas. 2000, sf. 297
4       “Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye” S.Yerasimos, 1.C., Belge Y., 7.Bas. 2000, sf. 297
5       Ana Britannica 10.Cilt,  sf. 183
6       “Kapıkulunun Tavsifi” Muhittin Birgen,; ak. Zeki Arıkan, “Tarihimiz ve Cumhuriyet” Tarih Vakfı Yurt Yay., 1997,  sf. 127
7       “Azgelişmiş Sürecinde Türkiye” S.Yerasimos, 1.C., Belge Y., 7.Bas,. sf. 306
8       “Tarihimiz ve Cumhuriyet” M.Birgen, Tarih Vakfı Yurt Y., 1997, sf. 147
9       a.g.e.  sf. 147
10    “Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu” M.Fuat Köprülü, Ötüken Yay., 1981,  sf. 95
11    “Tarihimiz ve Cumhuriyet-Muhittin Birgen” Prof.Zeki Arıkan, Tar. Vak. Yurt Yay., 1997,  sf. 128
12    Ana Britannica, 10.Cilt,  sf. 100
13    “Tarihte Türklük” Prof. Laszlo Rasonyi, Türk Kül.Gel. Ens.Y.., 2.Bas. 1988,  sf. 204
14    “Tarih III, Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri” Kaynak Y., 3.B. 2001, sf. 409
15    “Düzenin Yabancılaşması” Prof. İdris Küçükömer, Ant Y., 1969,  sf. 62

9 Aralık 2014 Salı

Cumhuriyet Düşmanı Yobaz, Kimler Tarafından “Köpekleştirilmiş”?




Her konuşmasında, her yazısında Türk devrimine, Atatürk ve Cumhuriyet’e sövmeyi İBADET haline getirmiş olan, Cumhuriyet düşmanı yobazın biri, TBMM İnsan Kaynakları Başkanlığı davetiyle meclis personeline verdiği “Hazreti Mevlana’yı Anlamak” konulu konferansta Mustafa Kemal’in 1Kasım1928'de yaptığı 'Harf Devrimi' hakkında, “İnkilap ne demek biliyor musunuz ‘Köpekleştirme’ demektir. Bu memlekette inkilap (köpekleştirme) yapılmıştır. Dünyanın en büyük kütüphane cinayeti 1928’de Türkiye’de olmuştur. Bir gecede Türkiye’nin kitapları okunmaz hale gelmiştir”
“Bu mübarek Meclis’in çatısı altında söylüyorum. Ne dediğimi de biliyorum ben hukukçuyum. Bir gecede bütün Türkiye’nin kitapları okunmaz hale gelmiştir”
Daha önce de AK-TRT de yapılan bir program da  “Hamile kadınlar sokağa çıkmasın” sözüyle “Emevi” dinsizliğinin zehrini “Tramvay Demokrasisinin" kendine sunduğu olanaklardan yararlanarak kusmuştu bu zat.
Mustafa Kemal ATATÜRK’ün kurduğu TBMM çatısı altında Türk devrimine ve Cumhuriyete karşı  yapılan bu haysiyetsiz ve haince saldırı,  aslında Türk ulusuna karşı yapılmış alçakça bir saldırı ve ihanettir
Bu bedevi kılıklı, karanlık beyinli, Cumhuriyet düşmanı yobazın 1928 Harf Devrimini kastederek "Bir gecede bütün Türkiye’nin kitapları okunmaz hale gelmiştir” iddiasının arkasında kimler var. Başka bir söylemle 90 yıldır biriktirdikleri kini bu gün ortamını bulunca hayâsızca kusanların sözcüsü, Cumhuriyet düşmanı yobaz kimler tarafından “köpekleştirilmiş” ve sahaya sürülmüştür? Bu sorunun yanıtını arayalım.
Öncelikle belirtelim Yalnızca Türkiye’de değil, tüm dünyada Şeriatçı, gerici hareketlerin kaynağı onu yaratan, palazlandıran ve besleyen emperyalist Batıdır.
Bu nedenle de Türk Devrimi ve Atatürk düşmanlığının ana karargâhı emperyalist merkezlerdir. Onlardan bağımsız Türkiye ve Atatürk düşmanlığı düşünülemez.
Emperyalizme karşı tam bağımsızlığı ve ulusal egemenliği tek gerçek kurtuluş yolu olarak hedefleyen milliyetçi uyanış ortaya çıktığında Batının elindeki tek silah şeriatçı hareketlerdir.
 TBMM çatısı altında TBMM’ni kuran Mustafa Kemal ATATÜRK ve Türk devrimine yapılan haysiyetsiz ve haince saldırının gerçek nedeni budur.
Emperyalistlerin bu topraklarda Mustafa Kemal’e yenilmiş olması, yalnızca Türkiye’nin bağımsızlığını değil, tüm mazlum ulusların bağımsızlığını kazanabileceğinin işaret fişeği, müjdecisi olmuştur.   Mustafa Kemal’in laik Cumhuriyet’i kurması, yaptığı köklü devrimlerle egemenliğin Tanrı’dan alınıp millete verilmesi, kuldan vatandaş, ümmetten millet yaratılması ve buna yönelik bütünlüklü devrimler, Batılı yağmacıların uykularını kaçırmıştır.
Batılılarda, Batıcılarda ve İslamcı gericilerde Atatürk kadar travma yaratan başka bir kişilik yoktur. Onlar için Mustafa Kemal Emperyalizmi yenen, bağımsız bir devlet kurmayı gerçekleştiren bir kâbustur. Bu nedenle Emperyalist batı Mustafa Kemal Atatürk’ ü asla affetmemiştir.
Emperyalizm Dün de, bugün de, el etek öpmekten, başını kaldıramayan, “köpekleştirilmiş”, devşirilmiş, ulusal bilinç ve onur yoksunu yobaz sürüsünü, Türk devrimine ve devrimin öncüsü Mustafa Kemal Atatürk’e karşı hep kullandılar ve kullanmaktadırlar.
Türk Devrimi ve Atatürk düşmanlığının ana karargâhı emperyalist merkezler yalnızca devşirilmiş, omurgasız, ulusal onur ve ahlak yoksunu kıt beyinli “köpekleştirilmiş” yobazları kullanmakla yetinmediler. Kendi istihbarat örgütlerince üretilen, kaynağı ve gerçekliği olmayan bilgileri kendi sözcüleri aracılığı ile dillendirerek ve merdiven altı aydın müsveddelerinin, devşirdikleri piyonlarının kullanımına sundular. 
Peki neden?
Sorunun yanıtını Mustafa Kemal Atatürk veriyor. Mustafa Kemal Atatürk: “Biz hakkımızı korumak, bağımsızlığımızı güven altına almak için, toptan bizi yok etmek isteyen kapitalizme ve bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı milletçe savaşmayı uygun gören bir doktrini izleyen insanlarız. Biz Batı emperyalistlerine karşı bağımsızlığımızı korumakla kalmıyoruz. Aynı zamanda Batı emperyalistlerinin güçleri ve bilinen her vasıtası ile Türk ulusunu emperyalizme araç olarak kullanmak isteyenlere engel oluyoruz. Bununla bütün insanlığa hizmet ettiğimize inanıyoruz.”
İşte emperyalizmin ve onlar tarafından devşirilmiş yobaz sürüsünün Şizofrenik bir gözü dönmüşlükle Mustafa Kemal Atatürk’e, Türk devrimine, Kemalist Cumhuriyete saldırılarının kaynağı budur. Bu saldırılar yeni ve ilk kez yapılıyor da değildir.
EMPERYALİST YAĞMACILIĞIN kurnaz sözcülerinin, Mustafa Kemal Atatürk’e, Türk devrimine, Kemalist Cumhuriyete saldırılarından yalnızca birkaç örnek verelim. 
ABD'li senatör Upshow'un,1927 yılında ABD Senatosu’nda, Lozan hakkında yaptığı konuşması. Aynen aktarıyorum:
“Lozan Antlaşması, Timurlenk kadar hunhar, Korkunç İvan kadar sefil ve kafatasları piramidi üzerine oturan Cengiz Han kadar kepaze olan bir diktatör’ ün zekice yürüttüğü politikasının bir toplamıdır. Bu canavar, savaştan bıkmış bir dünyaya, bütün uygar uluslara onursuzluk getiren bir diplomatik anlaşmayı kabul ettirmiştir. Buna her yerde ‘Türk Zaferi' dediler.”
Bir başka Amerikalı parlamenter senatör King aynı yıl senatoda yaptığı konuşmada, Türkiye’de kapitülasyonların kaldırılmış olmasının, uluslararası anlaşmalara aykırı olduğunu söyleyerek; “Türkler cahil, fanatik ve nefret dolu insanlardır” diyordu.
Harvard Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Profesörlerinden Albert B.Hart, öğretim üyeleri arasında topladığı 107 imzalı bir metni, senatörlere ve hükümet yetkililerine göndermişti. Bu metinde şunlar yazılıdır:
“Türklerin Avrupa ve uygar uluslar çerçevesinde yeri yoktur. Kemalist rejim mutlaka çökecek ve milliyetçi Türk Hükümeti’nin amaçları asla gerçekleşmeyecektir”
İngilizlerin çok saygı duydukları, yaşlı Başbakanları Gladstone, 19.yüzyıl sonlarında Türkler için şunları söylüyordu: “İnsanlığın tek insanlık dışı tipi Türklerdir.”
 1919 yılında İngiltere Başbakanı Lloyd George’un görüşleri ise şöyleydi: “Türkler, ulus olmak bir yana, bir sürüdür. Devlet kurmalarının ihtimali bile yoktur... Yağmacı bir topluluk olan Türkler, bir insanlık kanseri, kötü yönettikleri toprakların etine işlemiş bir yaradır.”
Konrad Adenauer Vakfı’nın Türkiye Danışmanı, Alman Dışişleri Bakanlığı’nın finanse ettiği Alman Doğu Enstitüsü’nün Müdürü Udo Steinbach, 15 Eylül 1998 günü Lingen Akademisi’nde verdiği konferansta şunları söyledi:
 “Sorun, Atatürk’ün bir paşa fermanıyla yarattığı yapay ürün Türk Devleti ve Türk ulusudur. Sorun, Kemalizm ve Kemalizm’in ulusçuluk ve laiklik ilkeleridir. Sorun, uyduruk, zorlama ve yapay Türk ulusudur. Böyle bir ulus yoktur. Olmadığını Türkiye’de yaşayan Türk–Kürt, Müslüman–laik, Alevi–devlet çatışmalarında görmekteyiz. Bu uyduruk ulusu Atatürk nasıl kurdu? Önce Ermenileri yok ettiler, sonra da Rumları. Kürtleri bugüne dek neden yok etmediler bilinmez.”
“CIA İstasyon Şefi” Paul Henze, 1933 yılında bir rapor hazırlıyor : “21. Yüzyıla Doğru Türkiye”. Ve şu “sav”ları savunuyor:
“Atatürk ilkeleri soğuk savaş döneminde görevini yapmıştır; ama “yenidünya düzeni” ile birlikte gerekliliği de kalmamıştır. “Klasik Atatürkçülük” ölmüştür. Aydınların imam-hatip okulları konusundaki endişeleri yersizdir. İran ve Arap parası ile desteklenen köktendincilik, Türkiye için ciddi bir tehlike değildir.
Atatürk’e “deccal” diyen Said-i Nursi ve Nurcular ilericidir.. Nakşibendiler geriye dönük değillerdir; Orta Asya Türk cumhuriyetleri ile bağlantıyı sağlayabilirler...”
İngiliz derin devletinden Andrew Duff, Eylül 2005’te şöyle demiş: “Türkiye Avrupa’nın gerçek partneri olabilmek için klasik milliyetçi Kemalizm’le mücadele etmelidir. Devletin gücü azaltılmalıdır. Kemalizm reforme edilmeli ve bu eski liderin fotoğrafları kamu binalarının duvarlarından indirilmelidir. Türkiye artık Kemalizm’de değişme gereğiyle yüzleşmeli. Sadece yasalar, anayasa değil, Kemalizm kültürü ve felsefesi de değişmeli. Türkiye’nin, merkeziyetçi yönetim yapısından adem-i merkeziyetçi (yani federatif yapı) yapıya geçmeye ihtiyacı var. Diyarbakır’da bölgesel otonomiye varacak şekilde merkeziyetçi yapının değişmesi iyi olur. Bunu sadece Güneydoğu için değil diğer bölgeler için de öneriyorum.”
Emperyalizmin sözcülerinden Reiner Albert, Almanya’nın Mannheim kentinde Katolik Teoloji Fakültesi’nde “dinler ve kültürler arası diyalog” dersleri verirken şöyle diyor: “Türklerin Almanya’ya uyum sağlayamamalarının en büyük sorumlusu, Türkiye’de aldıkları Kemalist eğitimdir. Farklılıklara karşı son derece hoşgörüsüz bir ideoloji olan Kemalizm insanları ister istemez, Almanya’ya karşı mesafeli, hatta düşman yapıyor”.
Batının, EMPERYALİST YAĞMACILIĞIN  kurnaz sözcülerinin,  Anadolu’yu sömürgeleştirme projesi olan Sevr’i yırtıp atan, bağımsız bir Türkiye Cumhuriyeti kuran Mustafa Kemal Atatürk’e   her alanda ve her anlamda saldırmaları anlaşılabilir bir durumdur. Çünkü Mustafa Kemal Atatürk Emperyalistlerin yalnızca Anadolu’daki oyunlarını bozmakla kalmamış, aynı zamanda tüm mazlum uluslara kurtuluş yolunu göstermiştir. Şöyle diyordu Mustafa Kemâl ATATÜRK: “... Türkiye’nin bugünkü mücadelesi yalnız kendi nâm ve hesabına olsaydı belki daha kısa, daha az kanlı olur ve çabuk biterdi.... Müdafaa ettiği dava bütün mazlum milletlerin, bütün şarkın davasıdır...”
Peki, EMPERYALİST YAĞMACILIĞIN kurnaz sözcüleri ve tetikçileri ile aynı dili kullanan, Emperyalizme yaltaklanan, emperyalizmin uşaklığına soyunan, ulusal onur ve ahlak yoksunu kıt beyinli “köpekleştirilmiş” yobaz Mustafa Kemal Atatürk’e neden saldırır?
Türkçe sözlükte “köpekleşme”: “Onurunu yitirip yaltaklanmak” olarak açıklanıyor.
İslam'ı Hıristiyanlığın emrine yani emperyalizminin hizmetine verme onursuzluğunu yapan, batı merkezli şer odaklarının yörüngesinden çıkamayan, emperyalist merkezlere yaltaklanan onursuz yobaz “köpekleşmiş” tir.
Emperyalist yağmacılar tarafından sahiplenilip köpekleştirilen kıt beyinli yobazın emperyalistlere yani sahiplerine saldırması eşyanın tabiatına aykırıdır.  Bu nedenle Sahiplerine onursuzca yaltaklanıp Mustafa Kemal Atatürk’e saldırmaktadır…
Bizim buralarda biz söz vardır. “köpek bok yemekten vazgeçmez”.  09.12.2014
Mahmut ÖZYÜREK
Alıntılar: “Amerika, NATO ve Türkiye” Prof.Dr. Türkaya Ataöv. Emin Değer “Oltadaki Balık” Çınar Araştırma 5. Bask



EMPERYALİSTLER MÜSLÜMANLIK KUYRUĞUNDA



Ülkemizdeki tarikat ve cemaatlerin hangisine bakarsanız içerisinde yönetici kadrosunda olan; İngiliz, ABD’li, İsrailli, Ermeni, Alman, Belçikalı vb. isimlere rastlanıyordu.
Hatta bu isimlerin büyük bir çoğunluğu istihbarat elemanları olarak başka bir yerde ortaya çıkıyordu.
Tarikatlar içerisinde yer alan bu isimlerin öncelikli hedefleri Atatürk, Laiklik ve Milliyetçilik ve tabii ki Türklüktü.
***
Bu isimlerin hemen hemen tamamı Müslüman olduklarını ilan ediyorlar, anında İslam alimi sıfatına bürünüyorlardı. Kur’an tefsirinden, Peygamberimizin hayatına kadar her konuda kitaplar yazıyorlar, fetvalar veriyorlardı.
Bu kitapların ve fetvaların özünü; Türklük ve Milliyetçilik öcü, Ümmetçilik ve arapçılık cici olgusu oluşturuyordu.  Şimdi, bu isimlerden bazılarını tanımaya başlayalım.
Başta Tayyip olmak üzere bizim siyasal İslamcıların ümmetçiliklerinin kaynağını görelim.
***
Dincilerin ulusalcılığa olan düşmanlıklarının altında kimlerin diktesi olduğunu öğrenelim.

Hamit Algar, İngiliz asıllı, Amerika’da yerleşmiş, sözde Müslüman bir bilim adamı. Eğitimini Cambridge ve Tahran Üniversitelerinde yapmış ve 1970 yılından beri Berkeley’deki California Üniversitesi’nin Yakındoğu Araştırmaları bölümünde öğretim üyesidir. Maliye eski bakanı Unakıtan’ın en kadim dostudur. “İslâm Perspektifleri” adını taşıyan kitabın 313. sayfasında, İngiliz Yahudisi Hamit Algar tarafından kaleme alınan “Said Nursi ve Risalei Nur; Günümüz Türkiye’sinde İslâm’a Bakış” başlıklı makaleye yer veriliyordu.
1970’li yılların hemen hemen tamamını Türkiye’de Nakşibendî, Nurcu gibi tarikatlar içinde geçiren Algar’ın kitapta yer alan makalesinde bakın neler yer alıyordu:
***
“Mustafa Kemal Paşa’nın modern dünyada İslam’a en erken ve zarar verici saldırıların öncüsü olduğu çok iyi bilinir.
Halifeliğin kaldırılması, aşırı milliyetçiliğin desteklenmesi, şeriat hükümleri yerine ithal Avrupa yasalarının getirilmesi, medrese sisteminin kaldırılması, tarikatların yasaklanması sonucunda Türkiye’de geleneksel İslâm yaşamı darmadağın edildi.
Türkiye’de İslam’dan uzaklaşma diğer Müslüman ülkelerden çok daha çabuk gelişti.” Hamit Algar “Nakşîliğin zamanla bozulmadan saflığını koruyan tek tarikat olduğu” şeklindeki sözleri ile de ünlüydü.
***
İngiliz istihbaratçısı Hamit Algar, Nakşibendî tarikatını yere göğe sığdıramıyorken, Hollanda istihbaratından Von Bommel de İslam’ı seçip (!) Müslüman oluyordu. Hem de ne Müslüman!.. Bommel Müslüman olmakla kalmıyor, Süleymancıların safında yer kapıyor, çıkardığı “Gıblah” adlı Dergi’ye; Pakistan, Libya, İran gibi ülkelerden destek alıyor, Libya ve İran Büyükelçileri ile can ciğer kuzu sarması ilişkilere giriyordu.
Von Bommel’de Türk milliyetçiliğinin amansız düşmanı kesilirken yazdığı, “Korte İnleiding Tot De Geschiedenis Van Türkije” adlı kitapta Türkiye’nin kendince etnik özelliklerini sıralıyor, ülkemizde ayrımcılığın tohumlarını atıyordu…
***
Tarikatlar ve İslâm dini için ahkâm kesen isimler bu kadar mı? Tabii ki hayır! Ülkemiz yabancı istihbarat örgütlerine bağlı ajanların istedikleri gibi cirit attıkları bir yeryüzü cenneti olarak yerini alıyordu. İsrail’in İstanbul Büyükelçisi ve MOSSAD elemanı Alon Liel Tayyip Erdoğan ve AKP’yi öven kitaplar yazarken, CIA istasyon şefleri; Graham Fuller, Morton Abromowitz, Alan Makowski, Rıchard Perle, gibi isimler Ilımlı İslam adı altında ‘Suudi Amerikan İslam’ını pazarlıyorlardı. Tabii ona İslam denilebilirse…
***
Görüyoruz; Amerika-İsrail ve İngiltere tarafından kurulup, Tayyip tarafından da beslenip, silah ve mühimmatları sağlanan İŞİD’in Türk ve Müslümanların kafalarını kesip top gibi oynamalarını. MOSDSAD ajanı liderleri ile birlikte Irak’ı nasıl kan gölüne döndürdüklerini…
***
Şimdi gelelim; Mary Weld’in hikâyesine: “Said Nursi ya da nam-ı diğer Ermeni Said Katolik papazları gibi hiç evlenmemişti. Talebeleri ve özellikle de ağabeyler ya da kanaat önderleri de, onun gibi olmaya ve evlenmemeye özen gösterdiler. Nurcuların son kanaat önderi Mehmet Fırıncı’nın da evlenmeye niyeti yoktu ve müzmin bekârlardandı. Fakat altmış yaşını geçmiş olmasına rağmen, kendisinden 20 yaş küçük Şükran Hanım’la bir gün aniden evleniverdi. Evlendiği kadının asıl adı Mary Weld idi. 1949 yılında İngiltere’de dünyaya gelmiş, rahibelerin yönettiği bir okulda eğitim görmüştü. Durham Üniversitesi’nde “Şark araştırmaları” okudu. 1982’de aynı okulda doktora yaparken ne garipse birden bire Müslüman(!) oldu ve Şükran Vahide adını aldı.
***
1985’de İstanbul’a yerleşti. Bizler doğduğumuzdan beri Müslüman olduğumuz halde alimliğe soyunmazken oda diğer Yahudi kökenliler gibi birden İslam alimi kesildi. Nur risaleleri üzerinde çalışmalar yaptı.
Mehmet Fırıncı, işte bu Mary Weld’le yani Şükran Vahide ile evlendi…” Müslüman(!) Yahudilerden Ali Ufki ya da asıl adıyla Wojciech Bobowski için 8 Mart 2009 tarihli Zaman Gazetesi’nde övgüler düzülüyor, onun bestelerinden oluşan albüm; “Ali Ufki albümü, çeşitli sufi düzenlerden oluşan İslam’ın mistik geleneği repertuarına ait ilahilerle başlıyor” deniyordu.
***
Fetullah Gülen cemaatinin yere göğe sığdıramadığı Ali Ufki ya da asıl ismiyle Wojciech Bobowski İslam inançları, namaz, oruç, zekât, sünnet, imanın şartları, Müslüman kültürü hakkında risaleler yazıyordu. Ali Ufki bunları yaparken başka ilginçliklere de imza atıyor, İncil ve Tevrat’ı Türkçe’ye çeviriyor, misyonerlere her türlü desteği veriyordu. Ali Ufki bir yandan dini tasavvufi şiirler yazarken ilahiler besteliyor, diğer yandan Tevrat’ın “Neşideler Neşidesi” adı verilen bölümünü Türkçe’ye çeviriyor, bu bölümü “ilahi aşk, kutsal sevgi” olarak tanıtıyor, yere göğe sığdıramıyordu.
Oysa, Neşideler Neşidesi ya da diğer adıyla Ezgilerin Ezgisi adlı bölümü dikkatli okuyan herkes, orada ahlak düşkünü birinin kız kardeşine sulandığını çok açık ve çok net bir şekilde görüyordu.
***
Hıristiyanlıktan Müslümanlığa geçen isimlerden bir diğeri de İngiliz yazar Abdulkadir es-Sufi’ydi. Sufi de diğer dindaşları gibi Müslüman(!) olur olmaz anında Milliyetçiliğe karşı savaş açıyor, “Cihad” adlı kitabı; kurucuları arasında Tayyip’in baş danışmanı bugün Milli Eğitim Bakanı olan Nabi Avcı’nın da yer aldığı “Yeryüzü” adlı yayınevinden çıkıyordu.
Tayyip’in başdanışmanının yayınevinden kitapları çıkan İngiliz Abdulkadir es-Sufi Milli Marş, Milli Bayrak gibi kavramlara İslam adına karşı çıkıyor, bu sözde Müslüman’ın ihanet kokan fikirleri İslam’a mal edilmek suretiyle Tayyip’in ekibi tarafından gençlerimize aşılanıyordu.
Tayyip’in “Beynimin yarısı” şeklinde tanıttığı Metin Aydın ya da nam-ı diğer Mehmet Metiner, “İstiklal Marşı’na karşı İslamcı camiada beliren derin tepkinin ve karşıtlığın temelinde, Sufi’nin bu Milli Marş ve Milli Bayrak’a karşı olan düşünceleri ateşleyici rol oynamıştır” diyor ve şunları söylüyordu:
***
“Oldukça kışkırtıcı ve keskin bir dili vardı Sufi’nin. Batı orijinli bir Müslüman olması da, İslamcı gençler üzerindeki etkisini artırıyordu. Gerek Avrupa’da gerekse Türkiye’de sonradan İslam’a geçiş yapanların İslamcı gençler üzerinde hayli tesirli oldukları söylenebilirdi.
Ezilmişliğin, dışlanmışlığın ve hor görülmenin beraberinde getirdiği bir tür “Aşağılık kompleksi”, İslamcılığı savunurken bu tür “Hidayete ermiş ünlü isimler” üzerinden konuşmayı daha cazip kılıyordu…”
***
Ebubekir Siraceddin ya da orijinal ismiyle Martin Lings 1909 yılında İngiltere’de doğdu. Önceleri Protestan Hıristiyanlığın ateşli savunucularındandı. Sonraları Ateist olmuş. Oxford Üniversitesi’nde İngiliz edebiyatı okurken, diğer dünya dinlerini incelemeye başlamış. 1938 yılında Afrikalı Müslümanlarla tanışınca kendine din olarak İslamı seçmiş. 1939 yılında Mısır’a gidip Kahire Üniversitesi’nde Shakespeare üzerine on iki yıl ders vermiş. Shakespeare ile ilgili dersler verirken İslami alan da Alim olduğunu keşfetmiş, o da diğer Yahudi ve Hıristiyanlar gibi Müslümanlara yön vermek amacıyla, “Antik İnançlar Modern Hurafeler, Yirminci Yüzyılda Bir Veli, Tasavvuf Nedir” adlı kitabını kaleme almış. Ne diyelim doğuştan Müslüman olanlar utansın.
***
“Elin gâvuru” der geçeriz, adam durmamış, peygamberimizin hayatını da yazmış, yazdığı kitap; 1983 yılında “Hz. Muhammed’in Hayatı” adıyla Londra’da yayınlanmış. Pakistan Devleti, anında “Siret ödülü” vermiş. İyi mi yapmış bilinmez ama sorması gereken şu soruyu sormamış:
Eee Ebubekir, İslam’da kutsal olan bu ismi kullanmıyorsun da, kitabında ve yaşamında neden hala Martin Lings adını taşıyorsun? 

                                                                   ERGUN POYRAZ