8 Aralık 2014 Pazartesi

“HER TÜRLÜ TEHLİKELERİ GÖZE ALMAK MECBURİYETİNDEYİZ” İsmet GÖRGÜLÜ



Başlıktaki söz Atatürk’ün 5 Şubat 1920 tarihli bildirisindendir. Bildirisinde “Kafkas seddi” üzerine açıklamalar yapar ve sonunu başlıktaki gibi bağlar. Der ki;

“Kafkas seddinin yapılmasını Türkiye’nin kati mahvı projesi sayıp, bu seddi İtilaf Devletleri’ne yaptırmamak için en son vasıtalara müracaat etmek ve bu uğurda her türlü tehlikeleri göze almak mecburiyetindeyiz.”

Atatürk’ü bu sonuca götüren, Şubat 1920 itibariyle Türkiye’nin durumu şöyledir; ki anılan ve komutanlara gönderdiği bildiride durumu uzunca açıklar.

Türkiye dört bir yanından kuşatılmıştır. Batıdan Yunan ordusuyla, Boğazlardan İtilaf askerleriyle, Akdeniz’den İtalyan ve Fransız, Suriye’den Fransız, Irak’tan İngiliz ordularıyla, Kafkasya’dan yeni kurdukları ve Türk topraklarını işgal ettirdikleri Ermenistan ve Gürcistan ile, Karadeniz’den de Pontus çeteleriyle sarılmıştır. Ayrıca mevcut olan yönetimle işbirliği yapılarak, Türkiye içerden de çökertilmektedir.

Bu durumda Anadolu Türklüğünün tek nefes kapısı olarak Kafkasya kalmaktadır. Ancak bu kapıda Ermenistan tıkacı ile kapatılmaya başlanmıştır. Bu tıkacı Trabzon’dan Van Gölü güneyine kadar olan bölgeyi içine alacak şekilde büyüterek bir “sed” haline dönüştürme amaçlanmaktadır. Tıkaç, “Kafkas Seddi’ne dönüştürüldüğünde ise Türkiye’nin dünya ile olan tek nefes kapısı kapatılacak, Kafkas ve Orta Asya Türklüğü ile ve de verilecek var olma-yok olma savaşında siyasi, mali ve askeri yönden desteğine gereksinim duyulan, düşmanlarımızın düşmanı Moskova ile ilişki olanağı ortadan kalkacaktır.

İşte bu durumda, Kafkas Seddi’nin gerçekleştirilmesiyle Şark Siyaseti’nin son hedefi olan Türkü ve Türkiye’yi yok edip tarihten silmenin ortamı tamamlanmış olacaktır. Atatürk Kafkas Seddi’ni bu nedenle  Türkiye’nin kesin yok edilme projesi sayar.

Kafkas Seddi projesi sadece Van Gölü’nden Karadeniz’e uzanan değil bir de tamamlayıcısı olarak Güney ayağı vardır. Atatürk 6 Ekim 1920 tarihli bir telgrafında;

“…Basra Körfezi’nden Karadeniz’e kadar Doğu ile Türkiye arasında İtilaf Devletleri nüfuz ve himayesi altında büyük bir kütle oluşturmak..”tan söz eder.

İtilaf Devletleri’nin patronu olan İngiltere’nin de gerçek niyeti budur. Basra Körfezi ile Karadeniz ve Hazar Denizi arasında kendi nüfuzunda bir bölge oluşturmak. Bununla da bir taşla çok kuş vurmak. Birincisi, egemenliği altında bulundurduğu denizlere Karadeniz’i de katmak. İşgalle kontrol altında tuttuğu Türk Boğazları ile Karadeniz’de tam üstünlüğü sağlayamamaktadır. Rusya’ya karşı deniz üstünlüğünü sağlayabilmesi için Trabzon ve Batum limanlarını da kontrolünde tutması gerekir. İkincisi petroldür. Kendisi için Birinci Dünya Savaşı’nın hedefleri arasında bulunan Irak petrol havzalarını (Basra ve Kerkük-Musul) işgalle Türklerden alır. Savaşın sonunda Türkiye’nin kontrolünde bulunan Hazar petrol havzasını da, Mondoros Ateşkesi ile boşalttırır ve kendisi işgal eder. Bu iki büyük petrol havzasının (Irak ve Hazar) kendi kontrolünde fiziki bağını oluşturmak da, vurduğu ikinci kuş olacaktır. Üçüncüsü de Anadolu Türklüğünün direnişini, yaşam alanını daraltarak dışla ilişki olanağını keserek, bitirmek.
Kafkas Seddi projesi sonuç olarak, Basra Körfezi İle Karadeniz’i ve Hazar Denizi’ni birleştirecek bir sed olarak karşımıza çıkıyor. Seddi oluşturmak için Ermenistan’ı Karadeniz kıyılarından Van Gölü güneyine kadar genişletmek, Van Gölü ile İngiliz işgalindeki Irak arasındaki boşluğu doldurmak için de Kuzey Kürdistan’ı(!) kurmak istediler. Güney    Kürdistan (!) (Kuzey Irak) isterse buna katılabilecekti. İşte Sevr Anlaşması haritasının doğusu bunu düzenliyordu.

Atatürk, Türkiye’nin yok edilmesini doğuracak bu projenin tehlikelerini gördü ve bu projeden Türkiye kadar zarar görecek olan Moskova’yı birkaç kez uyardı. İki örnek:

“Ermeniler Van ve Bitlis’i ele geçirince Irak’taki İngilizlerle birleşeceklerinden dolayı bütün Yakındoğu’da İngilizlerin yeri çok sağlamlık kazanacaktır.” (1 Aralık 1920)

“Ermenistan’ı Mezopotamya’da yerleşmiş İngilizlere yakınlaştıracak surette uzatmak, Moskova ve Ankara Hükümetlerine pek çok nahoş sürprizler yaratmak demek olur.”            (27 Aralık 1920)  

Uyarıları sonuç verdi, Ankara- Moskova işbirliği ile Kafkas Seddi’nin Ermenistan ayağı kırıldı. Kürdistan kurma hayali de Sevr yerine Lozan Barışı getirilerek söndürüldü. Ayrıca İngiliz’in uşaklığını yaparak bu hayalin peşinde koşanlar ile emperyalizme hizmet edeceğinin farkında olmadan bir heyecan ile Kürtçülük peşinde olanlara, kullanılanlara, bilgi ve uyarılarda bulundu, sonucun ne olacağını anlattı. İki örnek verelim:

“Kürtlerin devletten ayrılarak İngilizlerin himayesinde bağımsız Kürdistan kurmaları teorisini tasvip etmem. Çünkü bu teori, muhakkak Ermenistan lehine İngilizler tarafından tertip edilmiş bir plandır.” (16 Haziran 1919)

“Kürtleri Osmanlı camiasından ayırmak, İngiliz boyunduruğuna sevk etmek, neticede Doğu Anadolu’muzu Ermenilere çiğnetmeye yol açacak Kürdistan Teali Cemiyeti gibi zararlı bir teşkilatın, vicdan yerine yabancı parası taşıyan birkaç serserinin memleketimize ekmek istedikleri fesat tohumunun Dersim’de revaç bulmuş olması üzüntü vericidir” (9 Kasım 1919)

Atatürk Kafkas Seddi’nin Anadolu’da kurulmasını önlerken, yanı sıra bu seddin Kuzey ırak’tan oluşturulmaya başlanmasına olanak vermemek için de, 1918’de elimizden çıkan Musul vilayetini (bugünkü Kuzey Irak’tan daha büyük) Misak-ı Milli içine aldı. Anadolu’da Kurtuluş Savaşı verilirken, Musul’a yönelik de askeri harekat yaptırdı. Bizi Kurtuluş Savaşı vermek zorunda bırakan İngiltere olmasına rağmen, Anadolu’da hiç çarpışmadığımız İngiliz ordusu ile Musul için Musul kuzeyinde çarpıştık ve çok önemlidir, Dumlupınar’daki 30 Ağustos (1922) Zaferi’nin ertesi günü, 31 Ağustos’ta İngiliz ordusuna karşı Derbent Zaferi’ni kazandık. Başarıyı genişletecek gücümüz olmadığı için arkasını getiremedik.

Musul vilayetini Misak-ı Milli sınırları içine alma gerekçesi ise bazı devlet edenlerin vicdanlarını sızlatacak, yüzlerini kızartacak, Türk ulusuna vermeleri gereken hesabı artıracak şekildedir.

“Musul, bizim için çok kıymetlidir…Birincisi, civarında sonsuz servet teşkil eden petrol kaynakları vardır. İkincisi bunun kadar önemli olan Kürtlük meselesidir. İngilizler orada bir Kürt hükümeti teşkil etmek istiyorlar. Bunu yaptıkları taktirde bu fikir bizim hududumuz dahilindeki Kürtlere de sirayet edebilir.” (16 Ocak 1923)  

Musul, şu veya bu şekilde alınamaz ama orada bir Kürt hükümetinin kurulmasına da fırsat verilmez.

Günümüze geldiğimizde ise, Atatürk’ün “her türlü tehlikeleri göze almak mecburiyetindeyiz” yaklaşımı ile önlediği Kafkas Seddi Projesi adım adım gerçekleşiyor. İngiltere’nin Dünya Savaşı ve sonrasında “Asya Çemberi Projesi” içinde yer alan Kafkas Seddi, bugün ABD’nin BOP’u içinde gerçekleştirilmek yolundadır. Geçmişte İngiltere’nin işgal ettiği Irak’ı bugün ABD işgal etmiştir. İngiltere’nin Sevr’i ile önce Kuzey’de kurulması, Güney’in sonradan buna katılması planlanan Kürdistan, bugün defacto olarak Güney’de kurulmuş, Kuzey’in buna katılması hazırlıkları yapılmaktadır. Kuzey, Güney ile birleştirilirken Sevr’deki gibi Van Gölü’ne kadar değil, Karadeniz’e kadar uzatılması planlanmaktadır. Bunu haritalar ile açıklamaktan da çekinmemektedirler. Haziran 2006’da ABD Silahlı Kuvvetler dergisinde yayımlanan haritaya, bu bilgiler ışığında bakılması yararlı olur.

Ayrıca Türkiye çeşitli şekillerde dört bir tarafından da kuşatılmaktadır. Senaryo aynıdır, kullanılan vasıtalar aynıdır (Kürtçülük, Ermenicilik, işbirlikçilik), sadece filmin esas oğlanı değişmiştir. Film aynı olduğuna göre, Türkiye’nin bu senaryoya karşı tavrı da Atatürk gibi olmalıdır. Bütünlüğü için, bekası için Atatürk gibi yapmalıdır. Tehlikenin geldiği yöne karşı cephe almalı, tehlikeden zarar göreceklerle saf tutmalıdır. Tehlikeyi doğuranlardan medet umma gafletinde olmamalıdır.
“Bu uğurda her türlü tehlikeleri göze almak mecburiyetinde” olduğunu kabul etmelidir.      

  

Tanrıların Dağı 40 Yılda Nasıl Şirketlerin Oldu




‘KIYILAR HEPİMİZİN ORTAK MALI’ SÖYLEMİ NASIL ŞEHİR EFSANESİ OLDU
 Türk turizminin başkenti olarak gösterilen Antalya, 640 kilometrelik kıyı uzunluğu ile ülkenin en uzun sahil şeridine sahip kenti konumunda. Ancak Gazipaşa’dan Kaş’a kadar uzanan kıyılarda halkın kullanabileceği alanlar neredeyse yok denilecek kadar azalmış durumda.

Milli park, günübirlik alan ve sit alanı gibi niteliklere sahip olan bölgeler birer birer betona boğularak yurttaşların elinden alınıyor. Anayasal olarak kıyıların tüm kamunun ortak malı olduğu gerçeği, pek çok yerde olduğu gibi Antalya’da da çoktan şehir efsanesine dönüşmüş durumda. 2013 yılında 12 milyon turist sayısını aşan Antalya’da yatak sayısı ise 500 bine ulaştı.

ANTALYA’YA 5 YILDIZLI BETON YAĞARKEN

TÜRSAB Başkanı Başaran Ulusoy, geçtiğimiz Ekim ayında yaptığı bir açıklamada, sahil şeridinde artık boş yer kalmadığını belirterek, “Bir sürü yanlış yaptık. Sahil doldu. Kemer ve Antalya’ya otel yapmanın değeri yok. Anadolu’ya yönelmemiz lazım” sözleriyle sektörü uyarmıştı. Ancak sektör temsilcilerinin ve meslek odalarının tüm uyarılarına rağmen yatak sayısının artmaya devam ettiği kentte 200’e yakın 5 yıldızlı otel sayısına şu günlerde yenileri ekleniyor. İspanya’nın toplamından daha fazla olduğu belirtilen Antalya’daki 5 yıldızlı otellerin kıyıları betona boğduğu ve kentin turistik cazibesini öldürdüğü eleştirileri sürerken, hazine ve orman arazilerinden yapılan tahsisler ve teşviklerle çok sayıda yeni 5 yıldızlı otel için girişimler başladı. Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü’nce yapılan duyurulara göre inşaat sezonunun başladığı Kasım ayından buyana 30’un üzerinde otel için başvuru yapıldı. 20’ye yakını yeni inşa edilecek olan otellerin pek çoğu da kapasite artırımına gidiyor.

TAMİNCE’NİN RÜYASI, PHASELİS’İN KÂBUSU MU OLACAK

Alanya, Manavgat, Serik ve Kemer ilçeleriyle bu ilçelere bağlı beldelerde inşa edilecek otellerin içinde Phaselis antik kentinin burnunun dibinde sit alanı içinde projelendirilen ‘Phaselis Dream’, en çok tepki çeken girişimlerden biri. Rixos oteller zincirinin sahibi iş adamı Fettah Tamince’ye ait Ares Fasilis adlı şirket tarafından inşa edilmesi planlanan 280 yataklı otelin dünyaca ünlü antik kentin dokusuna zarar vereceği endişeleri projeye yönelik tepkileri kamuoyunun da gündemine taşımış durumda.

SON KOYLARIN AKİBETİ KİMİ İLGİLENDİRİYOR

Milli park sınırlarında bulunan ancak Orman ve Su İşleri Bakanlığı tarafından Kültür ve Turizm Bakanlığı’na devredilen otelin arazisi, 2005 yılında da 49 yıllığına Tamince’ye ait Ares Fasilis şirketine tahsis edilerek tapusu devredilmiş. Bölgede çok sayıda oteli bulunan Tamince’nin, Tekirova ve Kadriye beldesinde de iki yeni otel girişimi var. Ünlü Sazak Koyu’nun da Tamince’ye tahsis edildiği iddialarının gölgesinde süren tartışmalar bölgenin son koylarının akıbetini de belirsizleştiriyor.

PHASELİS’İN KADERİ KİMİN ELİNDE?

Phaselis’teki otel projesiyle ilgili yaptığımız haberlerin ardından ilgili kurumlar ve girişimci Fettah Tamince’nin yaptığı açıklamalardan ortaya çıkan tablo özetle şöyle: Koruma Kurulu, “sit alanına müdahale edilmemesi” koşuluyla bölgede otel yapmakta sakınca görmüyor. Orman ve Su İşleri Bakanlığı ise şimdilik bir sakınca görmediği proje için girişimcinin başvurusunu bekliyor. İşadamı Tamince ise “çevreye duyarlıyız, büyük bina değil bungalovlar yapacağız” diyor. Ancak konuyla ilgili görüşlerine başvurduğumuz bilim insanları, otel yapılması planlanan arazinin Phaselis antik kentinin uzantısı olduğunu ve bu alanda yüzey araştırması yaparak kültür mirasına rastlanmamıştır demenin gerçekçi olmadığının altını çiziyor. Antik kentle ilgili varlığı bilinen ancak bugüne kadar ortaya çıkarılmamış bazı yapı kalıntılarının söz konusu alanda olabileceği belirtiliyor. Bu tabloya göre kamuoyu sahip çıkmaz ise Phaselis’in kaderi kurda teslim edilen kuzudan farklı olmayacak gibi görünüyor.

BAŞI UÇURULUP, ETEKLERİ KIRPILAN TAHTALI DAĞININ HÜZNÜ

Aslına bakılırsa bu alana turizm adına kıymamak için sit alanı ya da milli park olması gerekmiyor. Zira bölgenin turizm cazibesini arttıran en önemli zenginlik, bine yakın bitki ve canlı türünü barındıran orman ve kıyı ekosistemi. Mitolojide tanrıların dağı olarak anılan Olimpos (Tahtalı Dağı), Akdeniz’e sokulan eteklerinin her geçen gün biraz daha kırpılmasıyla giderek daha hüzünlü bir bilgeye dönüşüyor. Geçmişteki görkemini ve gizemini, zirvesi on metre kesilerek kondurulan teleferikle şımarık çocuklar gibi her gün tepesine çıkan yüzlerce insanın gürültüsüyle yitiren Tahtalı, turizm masalı uğruna yitirilen gerçek masalların kederini taşıyor. Olimpos antik kentiyle aynı adı taşıyan dağın eteklerine yayılan milli parkın 40 yıllık öyküsü de, en az Tahtalı’nın kendisi kadar hüzünlü…

TANRILARIN DAĞI 40 YILDA NASIL ŞİRKETLERİN OLDU

“Su akar iz bırakır, turist döviz bırakır” vecizesinin ilköğretim ders kitaplarına girdiği 1970’li yıllarda döviz açığı çeken Türkiye, Antalya’da iki ayrı bölgede turizmin geliştirilmesi için planlama çalışmalarına başladı. Bu kapsamda kentin batısında yer alan Beydağları ile Akdeniz’in buluştuğu Antalya Limanı ve Gelidonya burnu arasındaki yaklaşık 80 kilometrelik sahil şeridinde başlatılan ilk planlama çalışması, Danimarkalı Ole Helveg firmasına verildi. Dünya Bankası’ndan sağlanan 25 milyon Dolarlık altyapı kredisi ile ‘Güney Antalya Turizm Gelişim Projesi’ kapsamında bölgede belirlenen 5 ayrı noktada hızlı bir turizm yatırımı hamlesi başladı.

TURİZME KURBAN EDİLEN MİLLİ PARK

Ancak uygulamanın hayata geçirileceği alan, 1972 yılında koruma altına alınan Beydağları Olimpos Sahil Milli Parkı’nın sınırları içerisinde kalıyordu. 69 bin 800 hektarlık alanı kapsayan ve onlarca el değmemiş koy ile binden fazla bitki çeşitliliğini barındıran ormanlarla kaplı milli parkın bir kısmı alan dışına çıkartılarak turizme tahsis edildi. O yıllarda yaklaşık 2 bin nüfuslu bir kasaba olan Kemer’in merkez olarak seçildiği yatırım planına, Çamyuva, Tekirova, Tekerlektepe ve Kızıltepe bölgeleri eklendi. Projeyle, bölgede yaklaşık 30 bin yatak kapasiteli bir turizm alanı yaratılması hedefleniyordu. 1976 yılında proje uygulamaya geçti. Ancak yatırımcıların yeterince ilgisini çekmekte zorlanan dönemin yöneticileri, 1982 yılında bölgeyi ‘turizm alanı’ ilan ettiler.

‘GEL, KİM OLURSAN OL GEL’ DİYE BAŞLAYAN ORMAN YAĞMASI

Devlet eliyle altyapısı hazırlanan alanda yatırım yapacak girişimcilere, ormanlık alandan 49 yıllığına arazi tahsisi, yatırım kredileri, hibeler, vergi muafiyetleri, sigorta pirimi indirimleri, gümrüksüz malzeme ithalatı ve KDV iadesi gibi bir dizi özendirici kolaylıklar getirildi. Dönemin koşullarına göre oldukça cazip olan bu olanaklarla birlikte 1983 yılından itibaren bölgede birbiri ardına oteller ve tatil köyleri açılmaya başlandı. 30 civarında olması planlanan yatak sayısı, 1988’de 52 bine, 1990’da ise 60 bine çıktı.

BANKALAR, KOOPERATİFLER VE BELEDİYELERİN KAPATTIĞI KOYLAR

Bu dönemde ardı ardına yapılan plan revizyonlarıyla, koruma kullanma dengesi kaybolmaya başlarken, Beldibi, Göynük, Kemer, Çamyuva ve Tekirova’daki tüm doğal plajlar ve günübirlik alanlar turizm tesislerinin hizmetine sunuldu. 1986 ve 1987 yıllarında bölgedeki orman arazilerinde gerçekleştirilen turizm tahsislerinden, turizmle doğrudan ilgisi bulunmayan ve yandaş tabir edilebilecek pek çok kişinin yanı sıra kamu kurumları, bankalar ve belediyelerle kooperatifler de yararlandı.

BAKAN EROĞLU SUÇU KÖYLÜYE ATIYOR AMA GERÇEK ÖYLE Mİ?

Geçtiğimiz yıl bir soru önergesini yanıtlayan Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu, Beydağları Olimpos Sahil Milli Parkı’nın sınırlarının, milli park sınırları içerisinde yaşayan köylüler ile orman idaresi arasında yaşanan ‘sosyal sorunlar’ nedeniyle 1988 yılında Bakanlar Kurulu Kararı ile küçültüldüğünü kaydetti. Ancak Bakan Eroğlu’nun bu yanıtı gerçeği yansıtmıyor. Çünkü 23 Aralık 1988 tarihli Bakanlar Kurulu Kararına göre, yüzölçümü 69.800 hektardan, 34.425 hektara indirilen milli parkın yarısı turizm yatırımcılarına tahsis edildi, ardından da turizm ve rant baskısıyla çarpık yapılaşmaya kurban edilen Kemer, Beldibi, Göynük, Çamyuva ve Tekirova gibi yerleşimler milli park sınırlarının dışına çıkarıldı.

TARİHİN VE COĞRAFYANIN AYARLARIYLA OYNANIRKEN

Bugün gelinen noktada, yazının başında değindiğimiz otel girişimlerini bir kez daha düşünmek zorundayız. Çünkü bugünlerde Olimpos’un eteklerinde yine planlar, projeler, yenilenme hesapları yapılıyor. Ankara-Antalya hattında rant seferleri yapılıyor, kapalı kapılar ardında haritalar açılıyor. “Zengin kaynakların yoksul bekçisi mi olalım” propagandasıyla sıtmaya tutulmuş gibi kazanma hastalığına yakalanan zevat, tarihin ve coğrafyanın ayarlarıyla oynuyor…

BU YAĞMAYI SEYREDENLER DE HARAMİLER KADAR SUÇLUDUR

Orman varlığının neredeyse tamamına yakını devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan Türkiye’de, tüm kamunun ortak varlığı olan bu zenginlik, her dönemin siyasi iktidarlarınca yağmalanacak ilk kaynak olarak görüldü. AKP iktidarı döneminde, “devlet ormancılığından millet ormancılığına geçiyoruz” söylemiyle hız kazanan orman yağması, iktidar temsilcilerinin şu kadar milyon fidan diktik söylemlerinin gölgesinde daha da hız kazandı. Ormanların sahibi olan kamu, yani halk, koruma altında olan, tüm yurttaşların ortak yararlanabilmesi gereken alanlar birer birer elinden alınırken, kalkınma ve büyüme masalıyla avutuldu. Eğri oturup doğru konuşalım: Hiçbir üretim kültürü ve mirası yaratmadan, yalnızca iktidarlar eliyle halkın ormanını çalarak zengin olan haramileri sadece seyredenler de bu büyük yağmada en az haramiler kadar suçludur. Gazeteci-Yazar Yusuf Yavuz

Fotoğraflı haber:
https://gazeteciyazaryusufyavuz.wordpress.com/…/tanrilarin-…

Gazeteci-Yazar Yusuf Yavuz tarafından gündeme taşınan Phaselis’e otel yapılması planlarıyla ilgili haberlere bağlantıdan ulaşabilirsiniz:
https://gazeteciyazaryusufyavuz.wordpress.com/…/phaselis-ru…



MEVLANA'NIN TÜRK DÜŞMANLIĞI ve BİAT KÜLTÜRÜ



Türkler, İsa'dan en az 2000 yıl önce Anadolu'da yaşamaktaydılar.
Türklerin Anadolu'ya yerleşmesi 1071'deki Malazgirt Savaşı'ndan sonra hızlandı. Selçuklu komutanı Kutalmışoğlu Süleyman Şah Anadolu'daki fetihleri batıya yayarak 1075'te İznik'i Bizans'tan aldı ve burayı başkent yaparak bağımsızlığını ilan etti.
Böylece Anadolu Selçuklu Devleti kuruldu. İlhanlıların son Anadolu sultanını tahttan indirdikleri 1308'e kadar varlığını sürdürdü.
Selçuklu döneminin iki büyük tarihçisinden biri olan Aksaraylı Kerimeddin Mahmud, Türkler hakkında şunları yazmıştır: (10)
''HUNHAR TÜRKLER KÖPEKLER VE KURT GİBİDİRLER. ELLERİNE FIRSAT GEÇERSEN YAĞMAYI GANİMET BİLİRLER FAKAT DÜŞMAN KUVVETLERİ GELİRSE KAÇARLAR.''
Selçuklu döneminde en öne çıkan isimlerin başında hiç kuşkusuz Mevlana gelmektedir.
Mevlana Celaleddin-i Rumi (1297 Beth-1273 Konya), İslam ve batı dünyasında tanınmış, şair ve düşünce adamıdır.
Bugün Afganistan'da bulunan Beth kentinde doğmuş, Konya'da ölmüştür.
Mevlana'nın etnik kökeni ise tartışmalıdır. Fars, Tacik veya Türk olduğu yönünde görüşler vardır. Mevlana, başta en ünlü yapıtı Mesnevi olmak üzere tüm kitaplarını Farsça yazmıştır.
Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubat'ın davet ettiği babasıyla Konya'ya geldiğinde Mevlana, 21 yaşındadır.
Tebriz'li Şems, Mevlana'nın hocasıdır.
Mevlana, Türk düşmanıdır.
Mevlana, Oğuz Türklerine, Türkmenlere, Ahilere ve Alevilere düşmandır.
Mevlana'da Türk; kaba, çirkin, bayağı, bir varlıktır.
Mevlana'ya göre Oğuz Türkleri 'KİNDAR, KAN DÖKÜCÜ, İŞKENCEYİ SEVEN' insanlardır.
İŞTE, ÜNLÜ MESNEVİ'DEN BİR ALINTI: (11)
-Kan dökücü Oğuz Türkleri geldiler, yağma etmek için ansızın bir köye saldırdılar.
-O köyün ileri gelenlerinden iki kişi buldular, onlardan birisini öldürmek istediler.
-Başını kesmek için ellerini bağladılar. O zavallı adam can korkusu ile''Ey padişahlar, ey yüce kişiler!'' diye yalvarmaya başladı.
-''Ne yapıyorsunuz? Beni neden öldürmek istiyorsunuz? Niçin benim kanıma susadınız?
-Benim öldürülmemde ne hikmet var? Beni öldürmekteki maksatınız nedir? Görüyorsunuz ki ben zengin değilim, çıplak yoksul bir kişiyim.''
-Oğuzlardan biri; ''Şu arkadaşın korksunda, varını yoğunu çıkarsın diye seni öldüreceğiz.'' dedi.
-O zavallı adam dedi ki: ''Korkutmak istediğiniz arkdaşım benden daha yoksuldur.'' Oğuz; ''O öyle görünüyor ama onun altını vardır.''dedi.
MEVLANA'NIN MESNEVİ'SİNDEN TÜRK DÜŞMANLIĞI İŞLEYEN İKİ ALINTI DAHA YAPALIM:
-''O kıtlık babası Oğuz oğlu Uc...''(12)
-''Ey ecel, ey köyü yağmalayan Türk...''(13)
 -Mevlana'da Türk, güçlü kuvvetlidir ama akılsız ve kan dökücüdür.(14) Mesnevi'de padişahların ve beylerin övüldüğüne sık sık rastlarız ama yoksullarla ilgilenildiği hemen hiç görülmez.

-Türk karşıtı Mevlana'yı biraz daha yakından tanıyalım:(15)

-Mesnevi, o devrin magazin haber bülteni değerindeydi.

-Mevlana birileri ile mücadele etmek ve zafere ulaşmak için Mesnevi'yi kaleme almıştır. Doğrudan kendisi Mesnevi'nin yazılış amacını böyle saptamaktadır.

-MEVLANA KARŞITLARI ARASINDA ŞUNLAR BULUNMAKTADIR: Ahi Evren, Ahi Ahmed ve Ahiler, Hacı Bektaş, Baba İlyas ve Türkmen ileri gelenleri... (Ahiler ve Alevilen öz Türk'türler.)

-Mevlana ağza alınmayacak küfürlü sözler kullanmaktan çekinmediği gibi bazı iftira ve suçlamalarda bulunmuş, çirkin sözler söylemiştir.

-Mevlevi çevreler ile Ahi ve Türkmen çevreler arasındaki mücadele ve sürtüşmeler asırlarca devam etmiştir.

-Mevlana, çocuğu olmayan Ahi Evren'nin bu durumuyla alay ederek onun hadım ve eşcinsel olduğu imasında bulunan sözler söyler.

-Mevlana ünlü kitabı Mesnevi'de anlattığı bir hikaye, eşcinsel olduğunu belirttiği Cuha'nın bir delikanlıya Mevlana'ya göre çirkin bir ilişkide bulunma teklifini söz konusu etmektedir.
 Yine başka bir hikayede bu Cuha'nın kadın elbisesi giyerek kadınlar meclisinde Mevlana'ya göre edep dışı bir davranışını anlatmaktadır. Burada Mevlana böyle bir tabloyu ayrıntılarıyla anlatarak, Türkmen çevrelerin kadın ve erkek bir arada dini sohbet meclislerinde bulunmaları adet ve töreleri ile alay eder. Mevlana, kadınlarla erkeklerin bir arada bulunup sohbet etmelerine, eğlenmelerine karşıdır.

-Ahi Evren'nin karısı, Fatma Bacı'dır. Ahi Evren'nin ölümünden sonra kimsesiz kalan Fatma Bacı, Hacı Bektaş'a sığınmış, Hacı Bektaş'ta onu kendisine bacı edinerek himayesine almıştır. Mevlana, Hacı Bektaş'a ''BACISI KAHPE'' derken Fatma Bacı'yı kastetmektedir.

-Yine Mesnevi'deki bir hikayede Mevlana, Ahi Evren'in iri vücutlu köse diye tarif etmekte ve bir delikanlıya sarkıntılık yaptığını anlatmaktadır. Delikanlı bu iri adamdan uzaklaşmak isterken ''BENDEN KORMA EY DELİKANLI. BEN EŞCİNSEL BİRİYİM. BU İLİŞKİDE SEN ÜSTTE KALACAKSIN BANA DEVEYE BİNER GİBİ BİNECEKSİN, DİLEDİĞİN GİBİ SÜRECEKSİN.'' dediğini naklederek onun homoseksüel ilişkide edilgen konumunda olduğunu yazarak, (Mevlana kendi değer ölçülerine göre) çok onur kırıcı bir biçimde ona iftira etmektedir. Mevlana, diğer bazı hikayelerde de Ahi Evren'i eşcinsel, iri cüsseli, ekşi suratlı çirkef gibi sıfatlarla anmaktadır. (Ahi Evren, Oğuz Türk'üdür, yani öz Türk'tür.)

-1243 yılında, Ahiler ve Türkmenler, yağmacı ve işgalci bir güç olan 'Moğol Emperyalizmi'ne karşı savaşırlarken Mevlana ve çevresi Moğollarla çok iyi ilişkiler kurarlar ve Moğol iktidarının meşrutiyetini vurgulamaya çalışırlar. Mevlana ve yandaşları, güç kimdeyse, yani iktidar kimdeyse ondan yanadırlar.

-İslam dünyasında çok eskiden beri akılcılar (Rasyonalistler) ile sezgiciler (İçe Doğuşcu) birbirleriyle mücadele halindeydiler. AKILCILAR; gerçek bilgiyi elde etmek için aklın ve mantığın ölçü olduğunu savunmuşlar hatta aklı, imana varmanın ve Allah'ı bulmanın vasıtası olarak görmüşlerdir. Bilim adamları, yazarlar ve filozoflar bu görüşün temsilcileridir. SEZGİCİLER İSE, gerçek bilginin içe doğuş ile elde edilebileceğini, içe doğuş ile Allah'a varılabileceğini, iman edilebileceğini tezini savunurlar. İşte Mevlana bu ikinci düşünce tarzının öncülerindendir. Yani Mevlana, aklın öncülüğünü kabul etmez.

-Mevlana'nın Mesnevi'sinde akılcılığı yeren birçok hikaye bulunmaktadır.

-Şunu da hatırlatmakta yarar vardır. Mevleviliğin Selçuklular zamanından beri Anadolu'da fikir üstünlüğü sağlaması, akılcılığın büyük ölçüde zayıflamasına ve hatta silinmesine neden olmuştur. Bu durum, Mevlana'nın Anadolu'nun fikir tarihindeki yerinin ve etkisinin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.

-Mevlana, 'kadın karşıtı' bir görüşe sahiptir. Onun bu yönü üzerinde hiç durulmamış veya fark edilmemiştir. Bu görüş ona hocası Tebriz'li Şems'ten gelmektedir. Çünkü Şems, çok daha aşırı bir kadın karşıtıdır. Ahmed Eflaki'nin anlattığına göre, bir gün Şems namuslu bir hanımı övdü ve sonra şöyle dedi: ''BU İYİ MEZİYETLERİNE RAĞMEN BİR ARŞTAN DAHA YÜKSEK MAKAM VERİLSE, O BU MAKAMDA İKEN YERDE KALKMIŞ BİR ALET (erkeğin cinsel organı-YD) GÖRESE DELİ GİBİ O ALETİN ÜZERİNE ATLAR. ÇÜNKÜ KADININ MEZHEBİNDE ONDAN DAHA YÜKSEK BİR MAKAM YOKTUR.''

Mevlana, Mesnevi'de kadınları konu alan onlarca hikaye anlatmış ve bütün hikayelerde kadınları değersiz gösterip alay etmiş, hor görüp hakaretler yağdırmıştır. Kadının doğasında aşağı ve kötü eğilimleri şairane ve abartılı bir üslupla anlatmaya çalışmıştır.

-Mevlana'nın ölümünden sonra da Mevleviler Moğollarla iyi ilişkiler içinde olmuşlar, Türkmen ve Ahi çevrelere karşı düşmanca tutumlarını sürdürmüşlerdir.

-Osmanlı Devleti, İstanbul'un fethinden sonra çok uluslu bir devlet haline gelince giderek Türkmenlerin denetiminden ve Türkmen topluluklarının hakimiyetinden çıkmıştır. Türk olmayan etnik gruplardan olan kişiler devletin yüksek kademelerinde yer almaya başlamışlardır.

-Osmanlı Devleti çok uluslu bir devlet haline dönüşünce XV. Yüzyıl sonlarında Mevlevilik de Osmanlı Devleti'nin yapısı içinde yer almaya başladı. II. Beyazıt zamanında İstanbul'da ve taşrada Mevlevihaneleri açılmaya başlandı. Devletin Mevlevihaneleri açması Türkmen ve Ahi çevrelerce hoş karşılanmamıştır. Selçuklular zamanından beri devam eden, Mevlevilerin Ahi ve Türkmenlere karşı savaşımı yeniden baş göstermiş ve kızışmıştır.

-MEVLANA'NIN VE DOLAYISIYLA MEVLEVİLERİN TEMEL AHLAK KURALI, DEVLETİN VE YÖNETİMİN BAŞINDA OLANLARA KAYITSIZ ŞARTSIZ BOYUN EĞMEKTİR. Yani güçlü olana, iktidarı elinde tutana biat kültürü, Mevlana'nın ve Mevlevilerin temel dünya görüşüdür. Osmanlılar, Mevlevilerin bu görüş ve tutumlarının, yani güçlüye boyun eğme duygusu, biat etme ahlakının yaralı olacağını düşünmüşlerdir. Bu yolla ''KUL İLE HALK'' yaratmaya çalışmıştır. Şeyh Sadi bu ahlaki kural ve düşünceyi şöyle ifade etmektedir:

-''Sen, ben miskini gözettikten beri eserlerim güneşten daha çok ün kazanmıştır. Pek çok kusurlarım bulunmasına rağmen sultanın beğenip kabul ettiği kusurlar sanat ve hüner hükmündedir.''

-Şeyh Sadi'nin 'Gülistan'ının Osmanlı tarihi boyunca en çok okutulan ve okunan eser olması da bu görüşünü dayatmış bir eser olmasındandır.

-İşte Mevlana'nın Mesnevi'de ve diğer eserlerinde öngördüğü ahlak anlayışı budur. Mesnevi'de Emir Ayas'a verdiği öğütte bu ahlak kuralını uzun uzun dile getirmekte ve Emir Ayas'ı buna uymamakla suçlamaktadır. Buna göre doğru ve yanlış, iyi ve kötü, güzel ve çirkin siyasi otoritenin belirlemesine göredir. Allah gücü ve kudreti kime vermişse, hakkı ve adaleti belirleme yetkisi de onundur.
Mevlana'nın torunu Ulu Arif Çelebi, kendisine niçin Müslümanları (Karamanoğullarını) bırakıp Moğollara destek verdiğini soranlara: ''GÜNÜMÜZDE ALLAH GÜCÜ VE KUDRETİ MOĞOLLARA VERMİŞTİR. BİZ MEVLEVİLER ONLARA İTAAT ETMEYİ KENDİMİZ İÇİN ZORUNLU GÖRÜRÜZ.'' demiştir.

-XV. Yüzyıl ortalarından itibaren Cihan Devleti kurma yoluna girmiş bulunan Osmanlı Devleti'nin üst düzey yetkilileri bu düşüncenin, bu anlayışın Devlet'in hayrına olacağını düşünmüşler ve bütün vilayetlerde 'Mevlevi Evleri' açarak bu görüşün ve ahlak anlayışının yaygınlaşması çalışmışlarıdır. Yüksek devlet memurluklarına da Mevlevi ocaklarına bu ruh ve ahlak anlayışı ile donanmış Mevleviler tayin edilmeye başlanmıştır.

Mevlana'nın sahip olduğu ve yaydığı, 'KİM OLURSA OLSUN İKTİDARI ELİNDE BULUNDURANA BİAT ETME AHLAKI', üzerinde çok dikkatli düşünülmesi gereken bir kültürdür.

Türk Milletine Suikast düzenleyenlerin içimizdeki işbirlikçilerin büyük bir çoğunluğu bu kültürden gelmektedirler, yani sadece ve sadece 'GÜCÜ ELİNDE TUTANA BİAT EDENLER'dir.

GÜNÜMÜZDEN BİR ÖRNEK VEREREK BUNU VURGULAMAK İSTİYORUM:

12 yılı aşkındır Amerika Birleşik Devletleri'ne gönüllü olarak sığınmış bulunan Fethullah Gülen, henüz Türkiye'de iken bakın ne diyordu: (16)

''Amerika şu anda bütün konum ve gücüyle bütün dünyaya kumanda edebilir. Amerika hala bu dünya gemisinin dümeninde oturan milletin adıdır. Bütün dünyada yapılacak işler buradan idare edilebilir ve hatta denilebilir ki, şöyle veya böyle Amerikalılarla dostça geçinmeden destek almak değil, dostça geçinmeden Amerikalılar istemezlerse kimseye dünyanın değişik yerlerinde hiçbir iş yaptırmazlar.''

Fethullah Gülen, dünyanın en güçlüsü gördüğü Amerika'ya biat ediyor, Amerika'ya itaat etmeyi zorunlu görüyor ve gösteriyordu.

Biliyorsunuz, 'Hoca Efendi' unvanlı Fethullah Gülen, çok sayıda dindar müslümanın 'lideri'dir.
Peki, nasıl oluyorda dindar Müslüman Hoca Efendi, Hristiyan Amerikalılara biat ediyor?

FETHULLAH GÜLEN, MEVLANA AHLAKINI SÜRDÜRÜYORDU: Güçlüden ve zenginden yana olma, güçlüye ve zengine biat etme... BİAT KÜLTÜRÜNE SAHİP KİŞİLER İÇİN; GÜÇLÜNÜN DİNİ, İNANCI, MİLLİYETİ HİÇ ÖNEMLİ DEĞİLDİR! Tek önemli olan iktidardır, güç yani iktidar kimdeyse onun önünde eğilinir! 3 Ağustos 2014

DİPÇE:

10- Çetin Yetkin, ''Türk Direniş ve Devrimleri'', Otopsi Yayınları, sayfa: 18-19
11- Şefik Can, Mevlana – Konularına Göre Açıklamalı MESNEVİ Tercümesi'' Ötüken, 1997, İstanbul, Cilt 2 sayfa: 485, Beyit No: 3045-3054
12- Mesnevi, Cilt V, sayfa 11
13- Mesnevi, Cilt V, sayfa 84
14- Cemil Yener, ''Şeyh Bedrettin VARİDAT'', Milenyum Yayınları, Elif Kitabevi, 1970, İstanbul, sayfa: 26-28
15- Prof. Dr. Mikail Bayram, ''Sosyal ve Siyasi Boyutlarıyla Ahi Evren- Mevlana Mücadelesi'', NKM, 3, Baskı, Konya, Mart 2012, sayfa: 103-263
16- Yılmaz Dikbaş, ''Gönüllü Devşirmeler'', Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul, Eylül 2002, sayfa: 36-37

Türk Milletine Suikast /Yılmaz DİKBAŞ