26 Şubat 2014 Çarşamba

: “Türk halkını kimse “ölümü gösterip sıtmaya razı edemeyecektir”



 Sayı: 2014/10
Konu: Türk halkını kimse “ölümü gösterip sıtmaya razı edemeyecektir”                                                                             26.02.2014                                                                                          
Kod: 32.011.159
BASIN AÇIKLAMASI
Kuvayı-ı Milliye'yi tek kuvvet tanımak ve milli iradeyi hâkim kılmak temel esastır.”

Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı ve Bakanları, kısaca AKP iktidarı ile ilgili yolsuzluk, rüşvet, kara para aklama olayları hem nitelik, hem nicelik bakımından ulusal boyutları aşmış uluslararası boyutlara ulaşmıştır.
Başbakan Erdoğan ve oğlu Bilal Erdoğan arasında olduğu iddia edilen telefon kayıtlarının ortaya çıkması, adaletsizlik ve yolsuzluğun ulaştığı boyutların tarihin bugüne değin kaydetmediği bir korkunçluk ölçüsünde olduğunu gözler önüne sermiştir.
Dünya Tarihinde kurulan Faşist rejimlerin hiç biri,  ölçüsüz, pervasız bir hırsızlığın ve yağmanın üzerini örtmek, kanıtlarını yok etmek amacı ile kurulmamıştır. Ülkemizde AKP İktidarı üzerinden ve AKP eliyle inşa edilen faşizm ise hırsızlığın, yolsuzluğun üzerini örtmek ve kurduğu soygun, talan çarklarını çevirmek, meşruiyetini korumak amacıyla her türlü Siyasi sahtekârlığı, değişik kılıflarla sahneye sürmektedir.
AKP İktidarı, bu süreçte kendine engel olma olasılığı bulunan, ayağına dolanan, ilgili tüm kurumlardaki yetkili-yetkisiz her düzeydeki kamu görevlilerinin, görev yerlerini ve görev alanlarını değiştirmektedir.   Bu kıyımla eş zamanlı olarak her türlü yasal düzenleme yapılarak, anayasaya aykırılığı bilindiği halde hırsızlığın, yolsuzluğun üzerini örtecek yeni yasalar çıkartılarak, yaptıklarına kılıf oluşturmayı da sürdürmektedir. Suçunu örtme telâşı içinde, ortalığa saçılan pislikleri toparlayabilmek için yaptıkları düzenleme, eylem ve sözleri ise, yeni ve başka suçların ortaya çıkmasına neden olmaktadır. 
Tüm bunlar olurken TBMM deki Muhalefet özellikle ana muhalefet ne yapıyor? Yalnızca eleştiriyor, şikâyet ediyor, olan biteni seyrediyor. “Hele bekleyelim, savcılıklardan “fezlekeler” meclise gelsin” aldatma ve yalanına sığınarak, AKP iktidarının kendini aklamasına, aklanmasına yadsınamaz değerde katkı sunmaktadırlar.
Şu gerçeğin altını özellikle çizelim. Başbakan ve bakanların işledikleri görevleri ile ilgili suçların soruşturulabileceği ilk yer, makam TBMM'dir. Kim ki bunun aksini iddia ederse, boyutları, niteliği ile siyasal olan bu soruşturmayı CUMHURİYET SAVCILARINA havale ediyorsa, suçluların aklanmasını istemektedir! C. Savcılarının hazırlayacağı “FEZLEKE” bir durum tespitidir. Bu tespitin işlerliği ancak Türkiye Büyük Millet Meclisinin (TBMM)kararı ile mümkündür.
Bilindiği üzere,  Yolsuzluk, rüşvet, görevi kötüye kullanma suçunu işleyen bazı bakanlarla ilgili savcılık tarafından düzenlenen fezlekeler Adalet Bakanlığı’na gönderilmişti. Hukuken ve de usulen bakanlığın bu fezlekeleri Başkanlığına göndermesi gerekirken, bunları göndermemiş, üstüne üstlük kendisi hakkındaki fezlekeyi de savcılığa aynen iade ederek hem davacı hem de kadı olmuştu.  Demek ki “fezleke” beklemek, balığın kavağa çıkmasını beklemektir!
T.C. Anayasasının 100. Maddesi yolsuzluk, rüşvet, görevi kötüye kullanma suçunu işlediği iddia edilen Başbakan ve Bakanlar hakkında yapılacak soruşturmanın nasıl yapılacağını çok açık ve net olarak belirtmektedir.
Meclis Soruşturması- Madde 100: “Başbakan veya Bakanlar hakkında, Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının en az onda birinin vereceği önerge ile soruşturma açılması istenebilir. Meclis, bu istemi en geç bir ay içinde görüşür ve gizli oyla karara bağlar”. Yani açık bir anlatımla, “olay gerçekleştiği sırada başbakan ve bakan olan kişilerle ilgili yolsuzluk, rüşvet, görevi kötüye kullanma iddialarının TBMM’de soruşturulabilmesi için en az 55 milletvekilinin, atılı iddiaları açık seçik ortaya koyan bir önerge vermesi yeterli”
“TBMM’ye fezleke gelmesi gerekiyor” diyenler açıkça kendilerine oy veren ve umut bekleyen halka yalan söyleyerek aldatıp, avutmaktadırlar.
Eğer 55 namus erbabı muhalefet milletvekili imza verirse, Anayasa gereği konu bir ay içinde TBMM de görüşülmek zorunda. Henüz geç kalınmış sayılmaz.  Bu gün(26 Şubat)önerge verilmez,  şikâyet, seyir ve gereksiz laf yarıştırma ile zaman yitirilirse iktidar kendi kendini aklamak için yeterli zamanı ve zemini kazanacak, kaybettiği meşruiyetini elde edebilmek için gereken her düzenbazlığa başvurmasına olanak sağlanacaktır.
Muhalefet, özellikle ana muhalefet halka yalan söyleyerek aldatmaktan, avutmaktan,  kandırmaktan vazgeçmeli halkımıza kurulmuş ve kurulacak tuzakları engelleme görevini ivedilikle yerine getirmelidir. Bu eleştirimizi acımasız bulanlara birkaç örnek vermek isteriz.
 Yargıyı doğrudan başbakana bağlayan, iktidar partisi dışındaki bütün parti ve milletvekillerinin de varoluş nedenlerini ortadan kaldıran HSYK yasası TBMM de kabul edildi. TBMM de siyasal Partilerin sandalye dağılımı şöyle. *AKP- 319, * CHP- 134, * MHP 52, * BDP- 26,* HDP- 4, * Bağımsız- 13
HSYK düzenlemesindeki oy dağılımı ise şöyle: Kullanılan oy sayısı: 238. Kabul: 210. Ret: 28
Özel hayatın gizliliğinin ihlali durumlarında internete erişimin Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı (TİB) tarafından önlenmesinin de öngörüldüğü125 maddelik kanun tasarısı TBMM de kabul edildi. Oy kullanılan oy: 229, 208 kabul, 21 ret.
TBMM Genel Kurulu'nda, özel yetkili mahkemelerin (ÖYM) tümüyle kaldırılmasını da içeren Yeni Demokratikleşme Paketi, 20 ret oyuna karşı 200 oyla kabul edildi.
AKP'nin 319 Milletvekiline karşılık, Muhalefet Milletvekili toplamı ise CHP 134, MHP 52, BDP 26, HDP 4 ve Bağımsız 13 = 229 dur.
Bu tablo acı, acı olduğu kadar iç kanatıcıdır. Halkın hak ve çıkarlarını korumak, Cumhuriyeti, Cumhuriyetin temel değerlerini, Türk devrimini, karşı devrimin yıkıcılığına karşı savunmak üzere seçtiğimiz,  bir asgari ücretlinin 30 katı tutarında maaş ödediğimiz milletvekilleri, rejimi kökten değiştirebilecek girişimler karşısında ilgisiz, lakayt, gayri ciddi bir duruş sergiliyorlar.
Bu tablo, muhalefetin; iktidarın gitmesini istemediğini, yolsuzluk, rüşvet, hırsızlık iddiaları ile köşeye sıkışmış olan AKP iktidarına can simidi ile destek vermekte olduğunu göstermektedir.
Hiç kimse, özellikle İktidar ve muhalefet asla unutmamalı. Türk halkı ne meşruiyetini yitirmiş bu iktidara, ne de iktidara can simidi görevi yapan muhalefete teslim olmuş değildir. Demokrasi ve hukuk içinde değişik seçenekler mutlaka ortaya çıkarılacaktır
Yine unutulmamalı ki, Türk halkını kimse “ölümü gösterip sıtmaya razı edemeyecektir”. Yani kimse meşruiyetini yitirmiş hükümetin yerine zararsızlaştırılmış, uysallaştırılmış, cemaat ve bölücülerle hemhal, sözde halkçı seçeneklerle halkımıza yeni tuzaklar kuramayacaktır.
Çünkü Amasya da, Sivas’ta haykırdığımız gibi, bu gün bir kez daha haykırıyoruz. “Milletin bağımsızlığını, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.”  Kuvayı Milliye'yi tek kuvvet tanımak ve milli iradeyi hâkim kılmak temel esastır.”   “Her türlü yabancı işgal ve müdahalesine karşı millet top yekûn kendisini savunacak ve direnecektir.”
YÖNETİM KURULU ADINA:                                                                                                Mahmut ÖZYÜREK
                                 ULUSAL EĞİTİM DERNEĞİ
ISPARTA ŞUBE BAŞKANI

23 Şubat 2014 Pazar

Osmanlı’nın Kadızadelere Teslim Olduğu Gibi, T.C. de Cemaatlere mi Teslim Oldu? – Cevat KULAKSIZ



Formun Üstü
aTarihi gerçeklerle sabittir ki, Osmanlı yönetimi nasıl Kadızadeler denilen gerici bir kabilenin baskısı altında yönetilmiş ve çağın gerisinde kalmışsa; günümüz Atatürk’ün Laik Türkiye Cumhuriyeti de ne hazin ki, İsmailağa, Nurcular vb gibi çeşitli cemaatler, tarikatçılar güdümüne girmiş görünmekte.
85 yıllık Laik TC tarihi incelenirse, devlet sürekli dini alet olarak kullanan Saidi Nursiler, Fetullah Gülenler, Erbakanlar, RTE ler ve öteki gerici grup ve partilerle gizli açık kavga eder olmuştur. “Laiklik karşıtı faaliyetlerin odağı olmaktan”  cezalı duruma düşmüş AKP-RTE iktidarı ile önceki, güya İslami kuralları savunan ve bunun için imam hatip, türban gibi sürekli dini simgeleri ön plana tutup bundan nemalanan gerici iktidarları, söylem ve uygulamaları, laik devletin hukuk kuralları ve kurumları ile sürekli kavga ede gelmişlerdir.
Başımızdaki bu tür parti ve iktidarlara baktığımız zaman, çağdaş dünya ile barışmayan ve sürekli didişip kavga eden görünümündeki Türkiye’nin, İran, Afganistan, Hizbullah, El Beşir, Hikmetyar vb gibi devlet ve dinci gruplarla anlaşma, uzlaşma ve kol kola temas halinde olduklarını gören Batı, kuşku ve endişe içinde bulunmakta. Biz doğuya giderek mi, güya AB li Batılı olacağız; bu çelişik durumumuzu gören AB li Batılılar, Türkiye’ye daima kuşku ile bakmaktalar.
Laik T. C.nin Başbakanı RTE nin şu söylemlerine bir bakar da, Türkiye’nin cemaatlere adeta teslim olmuş halini görürüsek, ülkemizin bu hale gelmesinde Başbakan RTE nin, hükümetin destek ve yardımları ile bu hale geldiği kanısına varırız:  “Hazmettirerek geliyoruz. Türkiye Cezayir olur mu, diye soruyorlar. Biz hazmettire hazmettire geliyoruz. Allah’ın izniyle!.. Şimdi artık millet yalnız aktörleri değil, senaryoyu da değiştirmeye talip! Bu çalışmalarımız senaryoyu değiştirme çalışmalarıdır. Biz onun için geliyoruz. Bu düzenin koruyucusu olamayız; bu mümkün değil. Bu hukuku hazırlayanlar, bu düzenin kaldırılmasının maşası olacaklar.” “Tüm okullar imam hatiplere dönüştürülecek”. [i]
CEMAATLER DEVLETİN ALTINI OYMAKTA
Devletimizin cemaatlere teslim olduğuna değiniyoruz. Hanefi Avcı’nın yazdığı Haliç’te Yaşayan Simonlar ve öteki anlatım ve söylemlere baktığımız zaman, iktidarın göz yumması, teşvik ve himayesi ile Türk Polis teşkilatının cemaatlerin eline geçtiğine tanık oluyoruz. Laik TC ine düşman, şeriatçı, irticacı bir Fetullah Gülen bile 30-40 yıldır Türk siyasal yaşamında yer bulmakta, adeta Kadızadelerin padişahlara yön verdikleri gibi, APO nun İmralı’dan dağdaki, şehirdeki militanlarına talimat verdiği gibi Türk devlet adamlarına yön ve vermekte, ta Atlantik ötesinden iktidardaki yandaşlarına talimat vermekte. Laik TC ini yıkmaktan başka emeli olmayan, Atlantik ötesinde ABD Emperyalizminin kucağında korunan, “Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı sırtımızı Amerika’ya dönmeliyiz”; “gerekirse hâkim ve savcıları kiralayın” diyen Fetullah Gülen, bakınız neler diyor: “Nihai hedefe ulaşana kadar, yani sonuca ulaşana kadar; her yöntem, her yol mubahtır. Bunun içerisine yalan söylemek de, insanları aldatmak da girer…” [ii]
Kamuoyuna yansıyan söylemlere göre, Fetullahçı polisler, çeşitli muğlâk yerlere ordu malı silahları saklayarak, (ya intikam ya da sindirmek için) yakın birlik darbe yapacak diyerek, komutanları gözaltına almalar, ıslak imza, suikast yalan sahtekârlıkları ile ordu saf dışı edilmeye çalışıldığı eylem ve uygulamalarla apaçık meydandadır. Devleti dipten dibe oyan bu cemaat öylesine sinsi ve gaddar ki, karşısında engel teşkil edecek insanları kurnazca, sinsice Hasan Sabbah’ın (1034 – 1124) haşhaşı militanlarından beter,  katletmekten bile çekinmiyorlar.
CEMAAT SAVCI TUTUKLATIYOR, CİNAYET İŞLİYOR
Özel Harekât Daire Başkanı Behçet Oktay’ın katledilip sonra da intihar süsü verilmesi olayını anımsatan, bir sanığın verdiği dilekçeden şu paragrafa bir göz atalım:
“…Zir Vadisinde ve Gölbaşı’nda bulunan lav silahları, el bombaları, plastik patlayıcılar İçişleri Bakanlığının talimatıyla Özel Harekât Dair Başkanlığı tarafından illerdeki şube müdürlüklerinden toplanıp, Emniyet İstihbarat Daire Başkanlığına teslim edilen silah ve mühimmatlardır. Fetullahçı olmayan dönemin Özel Harekât Daire Başkanı Behçet Oktay bu durumu fark ettiği ve karşı çıktığı için öldürülmüştür. …” [iii]
Devletin yapısına saldıranların nerelere kadar vardığını gösteren olayların ardında da, bir cemaat, merkezi İstanbul’da olan İsmailağa cemaati yatmaktadır.
CAMİDE CEMAAT MENSUPLARINCA İMAM LİNÇ EDİLDİ
İsmailağa cemaati adını ilk kez 3 Mayıs 2006 tarihinde Fatih Çarşamba Camii’nde işlenen bir cinayet ile geniş kitlelere duyurmuştu. Emekli bir imamın öldürülmesi, ardından, katilin de “kafasını mihraba çarparak ölmesi” (aslında linç edilmişti) ile sonuçlanan olaylardan sonra kamuda cemaatin birileri tarafından korunduğu izlenimi pekişti.
Emniyet İstihbarat Dairesi raporunda, İBDA-C ile ilişkisi olduğu ileri sürülen cemaatin yüz binlerce üyesi olduğu söyleniyor. İmam linç etmek, papaz öldürmek, misyoner kesmek bu  dinci iktidara nasip oldu!
Son olaylar, Erzincan Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 2 Kasım 2007’de İsmailağa cemaatinin okul öncesi çocuklara eğitim verdiği ihbarı üzerine harekete geçmesiyle başlıyor. Operasyonun 235 şüpheliye yönelik olarak gerçekleştirileceği öngörülüyordu.
Gazetelerin “İsmailağa’ya dokunanın başı yanıyor” başlıklı haberinde bildirdiğine göre, 235 şüpheli arasında adı geçen kişiler arasında, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, Mahmut Ustaosmanoğlu, Ahmet Mahmut Ünlü (Cüppeli Ahmet Hoca), Yeni Şafak gazetesi sahibi Ahmet Albayrak da bulunmaktaydı.
Erzincan Başsavcısı İlhan Cihaner’in operasyonu, daha önceden haber alındığı için durduruldu. Aynı zamanda operasyondan üç gün önce, Erzurum Özel Yetkili Savcısı Osman Şanal bir operasyon yaparak, Cihaner’in girişimine kısa devre yaptırdı.
Bu arada, Erzurum Özel Yetkili Savcısı Osman Şanal aldığı bir ihbar mektubuna dayanarak, olayın terörle ilişkili olduğu, dolayısıyla soruşturma yetkisinin kendisinde olduğunu söyledi.
Cihaner hakkında da, İsmailağa cemaatiyle ilgili soruşturma başlattığı için bakanlık tarafından işlem yapıldı, ayrıca Tunceli Ağır Ceza Mahkemesi’ne de, 26 yıla kadar hapis istemiyle dava açıldı.
Bu arada Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek de, Cihaner’i arayarak operasyonda gözaltına alınanların serbest bırakılmasını istedi. Aradan geçen zamanda, aralarında ast-üst ilişkisi bulunmamasına rağmen, Erzurum Özel Yetkili Savcısı Osman Şanal, Cihaner’e yetkisini kaldırdığını bildirdi. Cihaner’in telefonları dinlendi.
Türkiye tarihinde ilk kez polis MİT Bölge Temsilciliği’ni bastı, aralarında Erzincan Şube Müdürü de olmak üzere 3 MİT görevlisini gözaltına aldı. Olay yatışıyor derken, soruşturma başladığı sırada, Erzincan’da görevliyken sonra Eskişehir’e tayini çıkan Jandarma Alay Komutanı Kıdemli Albay Recep Gençoğlu, Ergenekon üyesi olmak savıyla gözaltına alındı. Daha önce Erzincan Jandarma Komutanlığı’nda görevli olan İstihbarat Şube Müdürü Binbaşı Nedim Ersan, yardımcısı Üsteğmen Ersin Ergut, Astsubay Orhan Ersiner, Astsubay Şenol Bozkurt da Ergenekon üyeliğinden değişik tarihlerde tutuklanmışlardı. Son olarak 3. Ordu Komutanı Orgeneral Saldıray Berk’in makamının aranmasına teşebbüs edildi, Genelkurmay’ın izin vermemesi üzerine vazgeçildi ve komutana 10 gün içerisinde şüpheli sıfatıyla ifadeye gelmesi bildirildi. Nihayet, Başsavcı Cihaner tutuklandı.[iv]
LAİK DEVLET CEMAATLE ÇÖKERTİLİYOR
Devletin içinde görevli canlı tanık Eskişehir Emniyet Müdürü Hanefi Avcı, bakınız “kral çıplak” diyerek yazdığı kitabında neler diyor: “…Genelde her Kurumun imamı işleri yönetmektedir. Emniyet, ordu MİT basın ve medya, yargı, maliye gibi tüm büyük kurumlardan sorumlu bir imam vardır. Her imamın altında o kurumun her biriminde sorumlular mevcuttur. Bu en yukarıdan başlayıp alta kadar yoğun örgütlü olarak devam eder. Ağırlıklı olarak merkez ve büyük illerde olmak üzere tüm illerde örgütlülük söz konusudur. Her hafta toplanılarak o kurum/birimdeki genel durumlar değerlendirilir ve yukarıya arz edilecek konular çıkarılır. Alt birim imamları kendi aralarında toplanırlar…”[v]
“… Olayın aslını bilse, (başbakandan bahsediyor R.Ö) devletin bir cemaatin eline geçmeye başladığı, ilerde telafisi mümkün olmayacak sıkıntıların çıkacağı anlatılırsa inceleme yaptırabileceği düşüncesiyle son bir kez meselenin etraflıca kendisine anlatılmasına çalışmaya karar verdim.
Başbakan’ın yüzde yüz güvendiği, kafası çalışan, sır saklayabilecek ve ona anlatacaklarımı kesinlikle başbakana aktaracağına inandığım Baş Danışman’a olayı anlattım. Kendisine notlar okuttum ve konunun ciddiyetini, cemaatin nerelere sızdığını, neler yaptığını, ülkenin güvenliğinin ve insanların özgürlüklerinin tehlikede olduğunu anlatmaya çalıştım. Aradan zaman geçmesine rağmen hareket göremeyince bu kitabın bir an önce yazılması gerektiğine inanıp yazmaya karar verdim”.[vi] 
“.Bugün için cemaatin yaptığının bundan farkı yoktur; polis, ordu, MİT, jandarma, yargı ve diğer devlet kurumları içerisinde ayrı bir hiyerarşik örgütleme kurarak ve bu teşkilatların sistemlerini bozarak çalışmalarını engelliyorlar…” (Hanefi Avcı adı geçen eser Sf. 569)
“…Maalesef bu guruba karşı çıkmak kolay değil, bir anlamda Fethullah hoca’nın insafına kalınmıştır. Çok abartıyorsun, bir iki cemaat mensubu kamudaki görevlerinden alınır ve sorun çok kolay halledilir diye düşünenler, cemaati tanımadıklarından, cemaatin elindeki bilgilerin mahiyetini bilmediklerinden ve gizli yerlere kadar sızmış cemaat mensuplarının neler yapacağını anlamadıklarından durumun ciddiyetini tahayyül edemiyorlar…”(Hanefi Avcı a.g.e. saf. 580) Başka bir yerde olay…
“…Olay bir örgütün, cemaatin devlet içerisinde ki elemanları vasıtasıyla yürüttüğü örgütsel bir faaliyettir, karşımızdaki kişiler polis, hâkim ve savcı değil, örgütün/cemaatin elemanlarıdır. Devletin hukukunu değil, cemaatin talimatlarını yerine getirmektedirler. İçinde bulunulan durum bu şekilde bilinip algılanmaz ise hatalı değerlendirme yapılmış olur…” (Hanefi Avcı a.g.e. sf. 584)
Cemaatin yönetim şekli ile ilgili ele geçen bir belgeden bahsediyor: “…Bunlardan bir tanesi Elazığ’ın Sivrice ilçesindeki bir camide 04.08.2002 tarihinde unutulan ve Ahmet Şahinalp isimli Maden Mühendisine ait olduğu anlaşılan çanta içerisindeki dokümanlardır. Bu belgelere göre bu kişi Elazığ Bingöl, Tunceli ve Malatya gibi o bölgedeki emniyet teşkilatını yöneten, cemaatin imamı denen yöneticisidir. Maden Mühendisidir ama bir eğitim kurumunda çalışıyor gözükmektedir…” [vii]
AKP-RTE iktidarı ve hükümeti bu anlatılanları biliyor, göz yumuyor, teşvik ediyorsa biliniz ki laik devlet çok büyük tehlike altında, Laik TC ine yönetenler tarafından ihanet var demektir.
AKP-RTE İKTİDARI OSMANLI GİBİ BİLİME KARŞI
Yine bu tür laik devlete karşı olan parti ve iktidarlar, tıpkı Kadızadelerin bilime, toplumsal gelişmeye karşı durdukları gibi, Evrim teorisine, laikliğe, çağdaş hukuka karşı durmak gibi çağdaş kurallara, prensiplere karşı durduklarını görmekteyiz.
Burada bir parantez açarak bir not düşelim. Avrupa’nın bütün okullarında Evrim kuralı bilimsel bir gerçek olarak okutulurken, sekiz yıldır iktidarda bulunan AKP-RTE iktidarı sürekli evrim kuralını reddetmekte; bu kuralı TÜBİTAK da ve dergisinde işleyen bilim adamlarını engellemektedir. Evrim kuralını doğrulayan binlerce birbirinden ilginç fosil ve kalıtların saklandığı MTA Tabit Tarihi Müzesi sekiz yıldır iktidar tarafından açılmıyor. Bu durumu, Türkiye’ye geldiği bir toplantıda öğrenen Batılı bir bilim adamı, “bilime karşı durmak kendi ayağına kurşun sıkmaya benzer” diyerek bu çağ dışı durumu yadsımıştır. Zaten Osmanlı da bilime karşı durmuyor muydu, ne oldu kendi ayağına kurşun sıktı… 
KADIZADELER
XVII. yyılda ortaya çıkan, Osmanlı Tarihinde “Kadızadeler” diye anılan ve halk arasında “Fakılar” diye bilinen bir grup aile vardır ki, Türk tarihinde devlette en uzun süre hâkimiyet kuran sözde dini hareket; gericiliğin, vurgunculuğun, rüşvetçiliğin temsilcisi idiler. Her türlü yeniliğe karşı çıkmaları yanında, düşündükleri ile yaptıkları arasında büyük zıtlıklar vardı. Kadızadeler, sırtlarını saraya ve diğer devlet adamlarına dayadıklarından, görevlerin alınıp satılmasını yürütüyorlar, devlet atamalarında önemli ölçüde rüşvet alıyorlar, rüşvete de karşı çıkmıyorlardı.
Avrupa’da, matbaa bulunalı yüz yıldan fazla olmuş, Osmanlı matbaayı getirmek şöyle dursun, devlet, Kadızadeler ve yandaşları gericiler yüzünden 500-600 yıl önceki zamanlardan bile geriye gidiyordu. Avrupa’da matbaanın bulunuşu ile, bilimin yayılmasındaki önemi kavrandığı için, matbaa ustaları her yeri dolaşıyor, şehir şehir, kasaba kasaba matbaalar kuruluyor, Avrupa böylece bilim ve sanatlarda ilerleyerek aydınlanma çağını yaşıyordu. Avrupa bilim ve teknolojide hızla ilerlerken, Osmanlı tek Türk’ün yaşamadığı Yemen’den Viyana’ya kadar uzak ülkeleri, sadece yağmalamak için fetih peşinde idi ve Osmanlı, “şeriat, günah” baskıları altında gericiliğin batağına saplanıyordu.
İşte bu Kadızadeler gibi gerici çıkış ve baskılar yüzünden Osmanlı, 600 yıllık saltanatlarında 9.,10., Ve 11. yüzyıldaki bilimde atılımlı yıllarını yaşayamamış, adeta daha da geriye gitmiş. O devirlerin bilim adamları ayarında bir Battani (858-929), İbni Sina (980-1037), Cabir Bin Hayyam (721-805), Sabit Bin Kurra (?-901), İbni Rüşd (1126-1198), Ömer Hayyam (?-1127), İbni Haysem (965-1051), Razi (864-925) Beyruni (973-1051) vb nice çağdaşları gibi İslam bilim adamlarını çıkaramamıştır.    
Öyle ki Kadızadeler cinayet işliyorlar, rüşvet yanında, daha başka utanç verici işler yapanları da bulunuyordu. Örneğin şu utanç verici iğrenç örneğe bir bakalım: Kadızadelerden bir zengin, konağında yetişen bir oğlanla fiili livata halindeyken, onun beline ipek bir uçkur taktığını görünce, “Şu haram kuşağı çıkar. Vücuduma değiyor, günaha giriyorum”, diyerek günah olanın yaptığı utanmazlık değil de, ipek giymek olduğunu söylemiştir… Akımın “Kadızadeliler” adını alması, bu anlayışı oluşturan kişinin adından gelmektedir.
“Kadızade” adını,  Balıkesir’de kadılardan doğan Mehmet Mustafa Efendi (1582–1635)den almışlardır. Kadı zadeler zaman zaman devlet ileri gelenlerini baskı, rüşvet, tehdit ederek çıkar sağlarlarmış. XVI. yyılda 150 yıl devlete el altından hükmetmişler, Osmanlı yönetiminin çıkarlarına uygun düşen yenilikçi düşünceleri değil, gerici düşünce ve eylemlerini kollama siyaseti, bir devlet siyaseti olarak toplumu şartlandırıyorlardı. Kadızadelerin hâkim olduğu bu süreç içinde devlet yönetimi, bu gerici aileler yüzünden çok büyük zaafa uğramış, devlet, bilim ve sanatta çok geri kalmıştır. Kadızadeler müspet ilimlerin, bu arada matematiğin öğrenilmesini; ezanın, Kuran’ın, kelime-i şahadetin makamla okunmasını; tarikatçıların devran ve sema yapmalarını, sigara ve kahve içilmesini; peygamberin ana babasının imanlı olduğunun söylenmesini; peygamber zamanından sonra ortaya çıkan uygulamaların sürdürülmesini, kabirleri ziyaret etmeyi; Hz. Hüseyin’i şehit ettiren Yezit’e lânet etmeyi; el öpmeyi ve selâm alırken eğilmeyi, bıyığı kırpıp küçültmeyi, kaşıkla yemek yemeyi vb. gibi olayları dinsizlik sayıyordu.
“….Kadızadelerin ele aldığı ilk mesele müspet ilim ve matematik okumanın caiz olup olmaması” idi. Osmanlının Kadızadeler döneminde gericilik öylesine zirveye çıkmıştı ki, bilimi okuyalım mı okumayalım mı tartışmaları yapılıyor, açıkça bilime, felsefeye karşı duruluyordu. Sonra işi azıtarak çeşitli istekler öne sürmek sureti ile hasımlarını öldürmeğe kadar vardırmışlardır.
Bilimsel kurallarla birlikte felsefeye de karşı cephe alıyorlar, felsefenin yasaklanmasını istiyorlardı. Böylece artık felsefi ilimlerle uğraşmayı kim başına bir belâ olarak alabilirdi.   Zorba Kadızadelerin baskısı, şerri ile artık ilme hız verme ve felsefi ilimlere yönelmeye kimsede şevk ve azim kalmamıştı. Bu olumsuz hava ve okutacak felsefe havasının bulunmaması ile felsefe ve matematik, fen programlardan kaldırılmış, dine ağırlıklı eğitime önem verilmişti. [viii]
 XVII. yyılın ortalarına doğru Küçük Kadızade Mehmet Efendi, Hz. Muhammed gibi eliyle yemek yemeyenlerin, Müslüman sayılamayacağını iddia etmeye kalkmış (adeta kaşığı yasaklama durumu doğunca,) Kapalıçarşı’daki kaşıkçı esnafının ayaklanmasına neden olmuştu.
Avrupa’nın bilim ve sanatlarda Osmanlı’yı geri bırakarak hızla ilerlediğini, Türk halkının da daha çok geri kaldığını, halkın eskisinden çok daha geriye götürüldüğünü gören, devrin ayrın görüşlü Alevi Türk Halk ozanları, Yunus Emre, Kul Nesimi, Kaygusuz Abdallar, Pir Sultan Abdalar vb mizah şairleri, yazdıkları birbirinden güzel hicivli şiirleri ile bu bağnazlığı taşlamışlar. Kadızadelerin tahriki ile bu ozanların hepsi, tarikatları, şeyhleri, müritleri onlara göre “dinsizdi”. Bunlardan çok daha ağır taşlama, hiciv şiirleri yazan Ömer Hayyam’dan 500 yıl sonra bu denli gerici, bilim dışı görüş ve uygulamalar, Osmanlının yıkılışını başlatmıştır.   
IV. Murat’ın ve fermanları, Kadızadelerden Mehmet Efendinin telkinleri ile içkiye, tütüne yasak konmuştur. Padişah Avcı Mehmet zamanında Kadızadelerin etkisi daha çok arttı. Kadızadeliler, devleti İslâmileştirip şeriatı her yere hâkim kılmak uğruna, Anadolu’da pak çok tekke şeyhini katlettirdi. Mevlevihanelerde sema edilmesi, hatta mezar ziyaretleri bile yasaklandı. Çıkarlarına ters düşen, şeyhülislâm, vezir vb devlet büyüklerine yıpratıcı dedikodu, isyan girişimi, kötü işler yapan bu güruhu, devlet Köprülüler zamanına doğru zorlukla önleyebildi. Nesiminin asılması, Sivas’ta Pir Sultan Abdal’ın asılması da bu zihniyetin uzantısıdır.
İstanbul’u uzun süre çalkantıdan çalkalantıya sürükleyen Kadızadeleri, nihayet Avcı Mehmet döneminde Sadrazam Köprülü Mehmet Paşa, önde gelen liderleriyle toplayıp Kıbrıs’a sürerek, anacak yatıştırabildi. Saltanatları 1683 Viyana bozgununa kadar devam etti.  Kadı zadelerin bu sıkı tedbirlerinin hiç de işe yaramadığının farkına varan padişah, Kadızadelerin liderlerini imparatorluğun dört bir yanına sürgüne gönderdi; ama fikirleri uzun süre, yıkılmaya başlamış Osmanlıda devam etti.
1630 yılında, İstanbul halkının bir kısmı zevk-ü sefaya dalmış, yoksullar ve Anadolu Türk halkı, gerek eşkıya, gerek kıtlık ve yoksulluk nedeni ile inim inim inlerken, Kadızedelilerden biri padişaha gönderdiği uzun şiirine şöyle başlamış:
Hab-ı gafletten uyan ey âli Osman bilmiş ol,
“Aç gözün, elden gider, taht-ı Süleyman bilmiş ol”.[ix]
İster Osmanlıdaki Kadızadeler döneminde olsun, ister Cumhuriyet döneminde olsun tüm gericiler, gericilikten, irticadan nemalananların kullandıkları en büyük silah, dini ve dini simgelerdir. Şunu hiç unutmayalım, laik devlet, laik düşünce gittikçe, yıpratıldıkça, dini simgeler ve hurafe ön plana çıkacak, bilim dışı yollara sapılacak, ülke geriliğin, karanlığın bataklığına saplanılacaktır.
Osmanlı tarihi sürecinde dinin devlet işlerine karıştırılarak, din çıkar aracı olarak kullanmak süretiyle ülkeye çok büyük zararlar verdiğini, bu nedenle ülkeye en büyük tehlikenin, kötülüğün din kisvesi altında geldiğini, geleceğini bilen Gazi Mustafa Kemal Atatürk, bu konuda bakınız neler diyor:
Bizi yanlış yola sevk eden habisler, bilirsiniz ki, büyük ölçüde din perdesine bürünmüşler saf ve nezih halkımızı hep şeriat sözleriyle aldata gelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz. Görürsünüz ki, milleti mahveden, esir eden, harap eden fenalıklar hep din kisvesi altındaki küfür ve melanetten gelmiştir. Onlar her türlü hareketi dinle karıştırdılar. Hâlbuki elhamdülillah, hepimiz Müslümansız, hepimiz dindarız. Artık bizim dinin icabını öğrenmek için şundan bundan derse ve akıl hocalığına ihtiyacımız yoktur. Analarımızın babalarımızın kucaklarında verdikleri dersler, bize dinimizin esaslarını anlatmaya kâfidirler. Buna rağmen hafta tatili, dine mugayirdir gibi hayırlı ve akla, dine muvafık meseleler hakkında, sizi iğfal ve idlale çalışan habislere iltifat etmeyin. Milletimizin içinde hakiki ve ciddi ulema vardır. Milletimiz bu gibi ulema ile müftehirdir. Onlar milletin emniyetine ve ümmetin itimadına mazhardırlar. Bu gibi ulemaya gidin: Bu efendi bize böyle diyor, siz ne diyorsunuz deyiniz. Fakat suret-i umûmiyede buna da ihtiyaç yoktur. Bilhassa bizim dinimiz için herkesin elinde bir miyar vardır. Bu miyarla hangi şeyin bu dine uygun olup olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz”. [x]
Bizim Darbeci Kenan Evren’in çağdaşı olan Ziya-Ul Hak, Pakistan’a şeriat getirerek Pakistan’a tarihinin en büyük kötülüğünü yaptı. Şimdilerde Pakistan gericilerle, Taliban’la canhıraş kavga etmekte, Pakistan kaosa içinde kıvranmakta.
TÜRKİYE İRAN YOLUNDA MI?
AKP-RTE iktidarının, cemaatlerin öteki dinci grupların söylemlerine ve eylemlerine baktığımız zaman, ülkenin muhtemel rejim güzergâhı İran olmalı, diye düşünmekten insan kendini alamıyor. Hal böyleyken bizim Nobel alan Orhan Pamuk’umuz “evet” diyedursun, bakınız elin (İran’ın) Nobel alanı Şirin Ebadi’si “Türkiye’nin İran yolunda olduğunu” söylemekte. Şimdi Cumhuriyet internetten aldığımız buna ilişkin yazıya bir göz atalım:  “İranlı insan hakları savunucusu, Nobel barış ödüllü Şirin Ebadi’nin, Sakine Aştiyani’nin de bir kurbanı olduğu, İran’daki insan hakları ihlallerine karşı Türkiye’den beklentisi yok. Ebadi, Türkiye’nin de İran’ın yolunda gittiğini” düşünüyor.
Türkiye Müslüman, laik bir komşu ülke olarak İran’daki duruma nasıl bir katkı sağlayabilir? Bildiğiniz gibi iki hükümet arasında, örneğin nükleer çalışmalar konusunda bir diyalog var…” sorusuna Şirin Ebadi’nin yanıtı kısa ve net oldu:
“Bana kalırsa asıl İran Türkiye’yi etkiliyor. Türkiye İran’ın gitmeye çalıştığı yolu takip ediyor. Yani tam tersi oluyor.”
“İran’da 2009 yılında yapılan seçimlerden birkaç gün önce ayrıldığı ülkesine bir daha geri dönemediğini ve bu süreçte eşinin tutuklanıp işkence gördüğünü, tüm varlığına el konulduğunu, bütün bunlara rağmen kendi yaşadıklarıyla İran’dakilerin yaşadıklarının karşılaştırılamayacağını anlatan Ebadi, “Bırakın Türk halkı İran’daki insan haklarının içinde bulunduğu durumu görsün. İran’ın içinde bulunduğu ekonomik durumu görsün. Eğer Türkler böyle bir politikayı, bu koşulları beğeniyorlarsa onlar da İran hükümetinin izlediği çizgiyi izlesinler. Bu koşulları beğenmiyorlarsa aynı yolu izlemesinler” dedi. [xi]

KAYNAKLAR
[i]   Recep Tayyip Erdoğan 17.9.1994 Cumhuriyet
[ii]  Fethullah Gülen, Fasıldan Fasıla, C:1, S:119
[iii] Esas no: 2009/85, talepte bulunan D. Ali Özoğlu http://ahmetdursun374.blogcu.com/fetullah-gulen-cemaati-                      ortuluoperasyon/7088867