Tarihi
gerçeklerle sabittir ki, Osmanlı yönetimi nasıl Kadızadeler denilen gerici bir
kabilenin baskısı altında yönetilmiş ve çağın gerisinde kalmışsa; günümüz
Atatürk’ün Laik Türkiye Cumhuriyeti de ne hazin ki, İsmailağa, Nurcular vb gibi
çeşitli cemaatler, tarikatçılar güdümüne girmiş görünmekte.
85 yıllık Laik TC tarihi
incelenirse, devlet sürekli dini alet olarak kullanan Saidi Nursiler, Fetullah
Gülenler, Erbakanlar, RTE ler ve öteki gerici grup ve partilerle gizli açık
kavga eder olmuştur. “Laiklik karşıtı faaliyetlerin odağı olmaktan” cezalı duruma düşmüş AKP-RTE iktidarı ile
önceki, güya İslami kuralları savunan ve bunun için imam hatip, türban gibi
sürekli dini simgeleri ön plana tutup bundan nemalanan gerici iktidarları,
söylem ve uygulamaları, laik devletin hukuk kuralları ve kurumları ile sürekli
kavga ede gelmişlerdir.
Başımızdaki bu tür parti ve
iktidarlara baktığımız zaman, çağdaş dünya ile barışmayan ve sürekli didişip
kavga eden görünümündeki Türkiye’nin, İran, Afganistan, Hizbullah, El Beşir,
Hikmetyar vb gibi devlet ve dinci gruplarla anlaşma, uzlaşma ve kol kola temas
halinde olduklarını gören Batı, kuşku ve endişe içinde bulunmakta. Biz doğuya
giderek mi, güya AB li Batılı olacağız; bu çelişik durumumuzu gören AB li
Batılılar, Türkiye’ye daima kuşku ile bakmaktalar.
Laik T. C.nin Başbakanı RTE nin
şu söylemlerine bir bakar da, Türkiye’nin cemaatlere adeta teslim olmuş halini
görürüsek, ülkemizin bu hale gelmesinde Başbakan RTE nin, hükümetin destek ve
yardımları ile bu hale geldiği kanısına varırız: “Hazmettirerek geliyoruz. Türkiye Cezayir
olur mu, diye soruyorlar. Biz hazmettire hazmettire geliyoruz. Allah’ın
izniyle!.. Şimdi artık millet yalnız aktörleri değil, senaryoyu da değiştirmeye
talip! Bu çalışmalarımız senaryoyu değiştirme çalışmalarıdır. Biz onun için
geliyoruz. Bu düzenin koruyucusu olamayız; bu mümkün değil. Bu hukuku
hazırlayanlar, bu düzenin kaldırılmasının maşası olacaklar.” “Tüm okullar imam
hatiplere dönüştürülecek”. [i]
CEMAATLER DEVLETİN ALTINI OYMAKTA
Devletimizin cemaatlere teslim
olduğuna değiniyoruz. Hanefi Avcı’nın yazdığı Haliç’te Yaşayan Simonlar ve
öteki anlatım ve söylemlere baktığımız zaman, iktidarın göz yumması, teşvik ve
himayesi ile Türk Polis teşkilatının cemaatlerin eline geçtiğine tanık
oluyoruz. Laik TC ine düşman, şeriatçı, irticacı bir Fetullah Gülen bile 30-40
yıldır Türk siyasal yaşamında yer bulmakta, adeta Kadızadelerin padişahlara yön
verdikleri gibi, APO nun İmralı’dan dağdaki, şehirdeki militanlarına talimat
verdiği gibi Türk devlet adamlarına yön ve vermekte, ta Atlantik ötesinden
iktidardaki yandaşlarına talimat vermekte. Laik TC ini yıkmaktan başka emeli
olmayan, Atlantik ötesinde ABD Emperyalizminin kucağında korunan,
“Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı sırtımızı Amerika’ya dönmeliyiz”; “gerekirse
hâkim ve savcıları kiralayın” diyen Fetullah Gülen, bakınız neler
diyor: “Nihai hedefe ulaşana kadar, yani sonuca ulaşana kadar; her yöntem, her
yol mubahtır. Bunun içerisine yalan söylemek de, insanları aldatmak da girer…”
[ii]
Kamuoyuna yansıyan söylemlere
göre, Fetullahçı polisler, çeşitli muğlâk yerlere ordu malı silahları
saklayarak, (ya intikam ya da sindirmek için) yakın birlik darbe yapacak
diyerek, komutanları gözaltına almalar, ıslak imza, suikast yalan
sahtekârlıkları ile ordu saf dışı edilmeye çalışıldığı eylem ve uygulamalarla
apaçık meydandadır. Devleti dipten dibe oyan bu cemaat öylesine sinsi ve gaddar
ki, karşısında engel teşkil edecek insanları kurnazca, sinsice Hasan Sabbah’ın
(1034 – 1124) haşhaşı militanlarından beter,
katletmekten bile çekinmiyorlar.
CEMAAT SAVCI TUTUKLATIYOR,
CİNAYET İŞLİYOR
Özel Harekât Daire Başkanı Behçet
Oktay’ın katledilip sonra da intihar süsü verilmesi olayını anımsatan, bir
sanığın verdiği dilekçeden şu paragrafa bir göz atalım:
“…Zir Vadisinde ve Gölbaşı’nda bulunan lav silahları, el
bombaları, plastik patlayıcılar İçişleri Bakanlığının talimatıyla Özel Harekât
Dair Başkanlığı tarafından illerdeki şube müdürlüklerinden toplanıp, Emniyet
İstihbarat Daire Başkanlığına teslim edilen silah ve mühimmatlardır. Fetullahçı
olmayan dönemin Özel Harekât Daire Başkanı Behçet Oktay bu durumu fark ettiği
ve karşı çıktığı için öldürülmüştür. …” [iii]
Devletin yapısına saldıranların
nerelere kadar vardığını gösteren olayların ardında da, bir cemaat, merkezi
İstanbul’da olan İsmailağa cemaati yatmaktadır.
CAMİDE CEMAAT MENSUPLARINCA İMAM
LİNÇ EDİLDİ
İsmailağa cemaati adını ilk kez 3
Mayıs 2006 tarihinde Fatih Çarşamba Camii’nde işlenen bir cinayet ile geniş
kitlelere duyurmuştu. Emekli bir imamın öldürülmesi, ardından, katilin de
“kafasını mihraba çarparak ölmesi” (aslında linç edilmişti) ile sonuçlanan
olaylardan sonra kamuda cemaatin birileri tarafından korunduğu izlenimi
pekişti.
Emniyet İstihbarat Dairesi
raporunda, İBDA-C ile ilişkisi olduğu ileri sürülen cemaatin yüz binlerce üyesi
olduğu söyleniyor. İmam linç etmek, papaz öldürmek, misyoner kesmek bu dinci iktidara nasip oldu!
Son olaylar, Erzincan Cumhuriyet
Başsavcılığı’nın 2 Kasım 2007’de İsmailağa cemaatinin okul öncesi çocuklara
eğitim verdiği ihbarı üzerine harekete geçmesiyle başlıyor. Operasyonun 235
şüpheliye yönelik olarak gerçekleştirileceği öngörülüyordu.
Gazetelerin “İsmailağa’ya dokunanın başı yanıyor”
başlıklı haberinde bildirdiğine göre, 235 şüpheli arasında adı geçen kişiler
arasında, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, Mahmut
Ustaosmanoğlu, Ahmet Mahmut Ünlü (Cüppeli Ahmet Hoca), Yeni Şafak gazetesi
sahibi Ahmet Albayrak da bulunmaktaydı.
Erzincan Başsavcısı İlhan
Cihaner’in operasyonu, daha önceden haber alındığı için durduruldu. Aynı
zamanda operasyondan üç gün önce, Erzurum Özel Yetkili Savcısı Osman Şanal bir
operasyon yaparak, Cihaner’in girişimine kısa devre yaptırdı.
Bu arada, Erzurum Özel Yetkili
Savcısı Osman Şanal aldığı bir ihbar mektubuna dayanarak, olayın terörle
ilişkili olduğu, dolayısıyla soruşturma yetkisinin kendisinde olduğunu söyledi.
Cihaner hakkında da, İsmailağa
cemaatiyle ilgili soruşturma başlattığı için bakanlık tarafından işlem yapıldı,
ayrıca Tunceli Ağır Ceza Mahkemesi’ne de, 26 yıla kadar hapis istemiyle dava
açıldı.
Bu arada Başbakan Yardımcısı
Cemil Çiçek de, Cihaner’i arayarak operasyonda gözaltına alınanların serbest
bırakılmasını istedi. Aradan geçen zamanda, aralarında ast-üst ilişkisi
bulunmamasına rağmen, Erzurum Özel Yetkili Savcısı Osman Şanal, Cihaner’e
yetkisini kaldırdığını bildirdi. Cihaner’in telefonları dinlendi.
Türkiye tarihinde ilk kez polis
MİT Bölge Temsilciliği’ni bastı, aralarında Erzincan Şube Müdürü de olmak üzere
3 MİT görevlisini gözaltına aldı. Olay yatışıyor derken, soruşturma başladığı
sırada, Erzincan’da görevliyken sonra Eskişehir’e tayini çıkan Jandarma Alay
Komutanı Kıdemli Albay Recep Gençoğlu, Ergenekon üyesi olmak savıyla gözaltına
alındı. Daha önce Erzincan Jandarma Komutanlığı’nda görevli olan İstihbarat
Şube Müdürü Binbaşı Nedim Ersan, yardımcısı Üsteğmen Ersin Ergut, Astsubay
Orhan Ersiner, Astsubay Şenol Bozkurt da Ergenekon üyeliğinden değişik
tarihlerde tutuklanmışlardı. Son olarak 3. Ordu Komutanı Orgeneral Saldıray
Berk’in makamının aranmasına teşebbüs edildi, Genelkurmay’ın izin vermemesi
üzerine vazgeçildi ve komutana 10 gün içerisinde şüpheli sıfatıyla ifadeye
gelmesi bildirildi. Nihayet, Başsavcı Cihaner tutuklandı.[iv]
LAİK DEVLET CEMAATLE ÇÖKERTİLİYOR
Devletin içinde görevli canlı
tanık Eskişehir Emniyet Müdürü Hanefi Avcı, bakınız “kral çıplak” diyerek
yazdığı kitabında neler diyor: “…Genelde her Kurumun imamı işleri
yönetmektedir. Emniyet, ordu MİT basın ve medya, yargı, maliye gibi tüm büyük
kurumlardan sorumlu bir imam vardır. Her imamın altında o kurumun her biriminde
sorumlular mevcuttur. Bu en yukarıdan başlayıp alta kadar yoğun örgütlü olarak
devam eder. Ağırlıklı olarak merkez ve büyük illerde olmak üzere tüm illerde
örgütlülük söz konusudur. Her hafta toplanılarak o kurum/birimdeki genel
durumlar değerlendirilir ve yukarıya arz edilecek konular çıkarılır. Alt birim
imamları kendi aralarında toplanırlar…”[v]
“… Olayın aslını bilse, (başbakandan bahsediyor R.Ö) devletin bir cemaatin eline geçmeye
başladığı, ilerde telafisi mümkün olmayacak sıkıntıların çıkacağı anlatılırsa
inceleme yaptırabileceği düşüncesiyle son bir kez meselenin etraflıca kendisine
anlatılmasına çalışmaya karar verdim.
Başbakan’ın yüzde yüz güvendiği, kafası çalışan, sır
saklayabilecek ve ona anlatacaklarımı kesinlikle başbakana aktaracağına
inandığım Baş Danışman’a olayı anlattım. Kendisine notlar okuttum ve konunun
ciddiyetini, cemaatin nerelere sızdığını, neler yaptığını, ülkenin güvenliğinin
ve insanların özgürlüklerinin tehlikede olduğunu anlatmaya çalıştım. Aradan
zaman geçmesine rağmen hareket göremeyince bu kitabın bir an önce yazılması
gerektiğine inanıp yazmaya karar verdim”.[vi]
“.Bugün için cemaatin yaptığının bundan farkı yoktur; polis, ordu,
MİT, jandarma, yargı ve diğer devlet kurumları içerisinde ayrı bir hiyerarşik
örgütleme kurarak ve bu teşkilatların sistemlerini bozarak çalışmalarını
engelliyorlar…” (Hanefi
Avcı adı geçen eser Sf. 569)
“…Maalesef bu guruba karşı çıkmak
kolay değil, bir anlamda Fethullah hoca’nın insafına kalınmıştır. Çok
abartıyorsun, bir iki cemaat mensubu kamudaki görevlerinden alınır ve sorun çok
kolay halledilir diye düşünenler, cemaati tanımadıklarından, cemaatin elindeki
bilgilerin mahiyetini bilmediklerinden ve gizli yerlere kadar sızmış cemaat
mensuplarının neler yapacağını anlamadıklarından durumun ciddiyetini tahayyül
edemiyorlar…”(Hanefi Avcı a.g.e. saf. 580) Başka bir yerde olay…
“…Olay bir örgütün, cemaatin devlet
içerisinde ki elemanları vasıtasıyla yürüttüğü örgütsel bir faaliyettir,
karşımızdaki kişiler polis, hâkim ve savcı değil, örgütün/cemaatin
elemanlarıdır. Devletin hukukunu değil, cemaatin talimatlarını yerine
getirmektedirler. İçinde bulunulan durum bu şekilde bilinip algılanmaz ise
hatalı değerlendirme yapılmış olur…” (Hanefi Avcı a.g.e. sf. 584)
Cemaatin yönetim şekli ile ilgili ele geçen bir belgeden
bahsediyor: “…Bunlardan bir tanesi Elazığ’ın Sivrice ilçesindeki bir camide
04.08.2002 tarihinde unutulan ve Ahmet Şahinalp isimli Maden Mühendisine ait
olduğu anlaşılan çanta içerisindeki dokümanlardır. Bu belgelere göre bu kişi
Elazığ Bingöl, Tunceli ve Malatya gibi o bölgedeki emniyet teşkilatını yöneten,
cemaatin imamı denen yöneticisidir. Maden Mühendisidir ama bir eğitim kurumunda
çalışıyor gözükmektedir…” [vii]
AKP-RTE iktidarı ve hükümeti bu
anlatılanları biliyor, göz yumuyor, teşvik ediyorsa biliniz ki laik devlet çok
büyük tehlike altında, Laik TC ine yönetenler tarafından ihanet var demektir.
AKP-RTE İKTİDARI OSMANLI GİBİ
BİLİME KARŞI
Yine bu tür laik devlete karşı
olan parti ve iktidarlar, tıpkı Kadızadelerin bilime, toplumsal gelişmeye karşı
durdukları gibi, Evrim teorisine, laikliğe, çağdaş hukuka karşı durmak gibi
çağdaş kurallara, prensiplere karşı durduklarını görmekteyiz.
Burada bir parantez açarak bir
not düşelim. Avrupa’nın bütün okullarında Evrim kuralı bilimsel bir gerçek
olarak okutulurken, sekiz yıldır iktidarda bulunan AKP-RTE iktidarı sürekli
evrim kuralını reddetmekte; bu kuralı TÜBİTAK da ve dergisinde işleyen bilim adamlarını
engellemektedir. Evrim kuralını doğrulayan binlerce birbirinden ilginç fosil ve
kalıtların saklandığı MTA Tabit Tarihi Müzesi sekiz yıldır iktidar tarafından
açılmıyor. Bu durumu, Türkiye’ye geldiği bir toplantıda öğrenen Batılı bir
bilim adamı, “bilime karşı durmak kendi ayağına kurşun sıkmaya benzer” diyerek
bu çağ dışı durumu yadsımıştır. Zaten Osmanlı da bilime karşı durmuyor muydu,
ne oldu kendi ayağına kurşun sıktı…
KADIZADELER
XVII. yyılda ortaya çıkan,
Osmanlı Tarihinde “Kadızadeler” diye anılan ve halk arasında “Fakılar” diye
bilinen bir grup aile vardır ki, Türk tarihinde devlette en uzun süre hâkimiyet
kuran sözde dini hareket; gericiliğin, vurgunculuğun, rüşvetçiliğin temsilcisi
idiler. Her türlü yeniliğe karşı çıkmaları yanında, düşündükleri ile yaptıkları
arasında büyük zıtlıklar vardı. Kadızadeler, sırtlarını saraya ve diğer devlet
adamlarına dayadıklarından, görevlerin alınıp satılmasını yürütüyorlar, devlet
atamalarında önemli ölçüde rüşvet alıyorlar, rüşvete de karşı çıkmıyorlardı.
Avrupa’da, matbaa bulunalı yüz
yıldan fazla olmuş, Osmanlı matbaayı getirmek şöyle dursun, devlet, Kadızadeler
ve yandaşları gericiler yüzünden 500-600 yıl önceki zamanlardan bile geriye
gidiyordu. Avrupa’da matbaanın bulunuşu ile, bilimin yayılmasındaki önemi
kavrandığı için, matbaa ustaları her yeri dolaşıyor, şehir şehir, kasaba kasaba
matbaalar kuruluyor, Avrupa böylece bilim ve sanatlarda ilerleyerek aydınlanma
çağını yaşıyordu. Avrupa bilim ve teknolojide hızla ilerlerken, Osmanlı tek
Türk’ün yaşamadığı Yemen’den Viyana’ya kadar uzak ülkeleri, sadece yağmalamak
için fetih peşinde idi ve Osmanlı, “şeriat, günah” baskıları altında
gericiliğin batağına saplanıyordu.
İşte bu Kadızadeler gibi gerici
çıkış ve baskılar yüzünden Osmanlı, 600 yıllık saltanatlarında 9.,10., Ve 11.
yüzyıldaki bilimde atılımlı yıllarını yaşayamamış, adeta daha da geriye gitmiş.
O devirlerin bilim adamları ayarında bir Battani (858-929), İbni Sina
(980-1037), Cabir Bin Hayyam (721-805), Sabit Bin Kurra (?-901), İbni Rüşd
(1126-1198), Ömer Hayyam (?-1127), İbni Haysem (965-1051), Razi (864-925)
Beyruni (973-1051) vb nice çağdaşları gibi İslam bilim adamlarını
çıkaramamıştır.
Öyle ki Kadızadeler cinayet
işliyorlar, rüşvet yanında, daha başka utanç verici işler yapanları da bulunuyordu.
Örneğin şu utanç verici iğrenç örneğe bir bakalım: Kadızadelerden bir zengin,
konağında yetişen bir oğlanla fiili livata halindeyken, onun beline ipek bir
uçkur taktığını görünce, “Şu haram kuşağı çıkar. Vücuduma değiyor, günaha
giriyorum”, diyerek günah olanın yaptığı utanmazlık değil de, ipek giymek
olduğunu söylemiştir… Akımın “Kadızadeliler” adını alması, bu anlayışı
oluşturan kişinin adından gelmektedir.
“Kadızade” adını, Balıkesir’de kadılardan doğan Mehmet Mustafa
Efendi (1582–1635)den almışlardır. Kadı zadeler zaman zaman devlet ileri
gelenlerini baskı, rüşvet, tehdit ederek çıkar sağlarlarmış. XVI. yyılda 150
yıl devlete el altından hükmetmişler, Osmanlı yönetiminin çıkarlarına uygun
düşen yenilikçi düşünceleri değil, gerici düşünce ve eylemlerini kollama
siyaseti, bir devlet siyaseti olarak toplumu şartlandırıyorlardı. Kadızadelerin
hâkim olduğu bu süreç içinde devlet yönetimi, bu gerici aileler yüzünden çok
büyük zaafa uğramış, devlet, bilim ve sanatta çok geri kalmıştır. Kadızadeler
müspet ilimlerin, bu arada matematiğin öğrenilmesini; ezanın, Kuran’ın,
kelime-i şahadetin makamla okunmasını; tarikatçıların devran ve sema
yapmalarını, sigara ve kahve içilmesini; peygamberin ana babasının imanlı
olduğunun söylenmesini; peygamber zamanından sonra ortaya çıkan uygulamaların
sürdürülmesini, kabirleri ziyaret etmeyi; Hz. Hüseyin’i şehit ettiren Yezit’e
lânet etmeyi; el öpmeyi ve selâm alırken eğilmeyi, bıyığı kırpıp küçültmeyi,
kaşıkla yemek yemeyi vb. gibi olayları dinsizlik sayıyordu.
“….Kadızadelerin ele aldığı ilk mesele müspet ilim ve matematik
okumanın caiz olup olmaması” idi. Osmanlının Kadızadeler döneminde gericilik
öylesine zirveye çıkmıştı ki, bilimi okuyalım mı okumayalım mı tartışmaları
yapılıyor, açıkça bilime, felsefeye karşı duruluyordu. Sonra işi azıtarak
çeşitli istekler öne sürmek sureti ile hasımlarını öldürmeğe kadar
vardırmışlardır.
Bilimsel kurallarla birlikte felsefeye de karşı cephe alıyorlar,
felsefenin yasaklanmasını istiyorlardı. Böylece artık felsefi ilimlerle
uğraşmayı kim başına bir belâ olarak alabilirdi. Zorba Kadızadelerin baskısı, şerri ile artık
ilme hız verme ve felsefi ilimlere yönelmeye kimsede şevk ve azim kalmamıştı.
Bu olumsuz hava ve okutacak felsefe havasının bulunmaması ile felsefe ve
matematik, fen programlardan kaldırılmış, dine ağırlıklı eğitime önem
verilmişti. [viii]
XVII. yyılın ortalarına doğru Küçük Kadızade
Mehmet Efendi, Hz. Muhammed gibi eliyle yemek yemeyenlerin, Müslüman
sayılamayacağını iddia etmeye kalkmış (adeta kaşığı yasaklama durumu doğunca,)
Kapalıçarşı’daki kaşıkçı esnafının ayaklanmasına neden olmuştu.
Avrupa’nın bilim ve sanatlarda
Osmanlı’yı geri bırakarak hızla ilerlediğini, Türk halkının da daha çok geri
kaldığını, halkın eskisinden çok daha geriye götürüldüğünü gören, devrin ayrın
görüşlü Alevi Türk Halk ozanları, Yunus Emre, Kul Nesimi, Kaygusuz Abdallar,
Pir Sultan Abdalar vb mizah şairleri, yazdıkları birbirinden güzel hicivli
şiirleri ile bu bağnazlığı taşlamışlar. Kadızadelerin tahriki ile bu ozanların
hepsi, tarikatları, şeyhleri, müritleri onlara göre “dinsizdi”. Bunlardan çok
daha ağır taşlama, hiciv şiirleri yazan Ömer Hayyam’dan 500 yıl sonra bu denli
gerici, bilim dışı görüş ve uygulamalar, Osmanlının yıkılışını
başlatmıştır.
IV. Murat’ın ve fermanları,
Kadızadelerden Mehmet Efendinin telkinleri ile içkiye, tütüne yasak konmuştur.
Padişah Avcı Mehmet zamanında Kadızadelerin etkisi daha çok arttı.
Kadızadeliler, devleti İslâmileştirip şeriatı her yere hâkim kılmak uğruna,
Anadolu’da pak çok tekke şeyhini katlettirdi. Mevlevihanelerde sema edilmesi,
hatta mezar ziyaretleri bile yasaklandı. Çıkarlarına ters düşen, şeyhülislâm,
vezir vb devlet büyüklerine yıpratıcı dedikodu, isyan girişimi, kötü işler
yapan bu güruhu, devlet Köprülüler zamanına doğru zorlukla önleyebildi.
Nesiminin asılması, Sivas’ta Pir Sultan Abdal’ın asılması da bu zihniyetin
uzantısıdır.
İstanbul’u uzun süre çalkantıdan
çalkalantıya sürükleyen Kadızadeleri, nihayet Avcı Mehmet döneminde Sadrazam
Köprülü Mehmet Paşa, önde gelen liderleriyle toplayıp Kıbrıs’a sürerek, anacak
yatıştırabildi. Saltanatları 1683 Viyana bozgununa kadar devam etti. Kadı zadelerin bu sıkı tedbirlerinin hiç de
işe yaramadığının farkına varan padişah, Kadızadelerin liderlerini imparatorluğun
dört bir yanına sürgüne gönderdi; ama fikirleri uzun süre, yıkılmaya başlamış
Osmanlıda devam etti.
1630 yılında, İstanbul halkının
bir kısmı zevk-ü sefaya dalmış, yoksullar ve Anadolu Türk halkı, gerek eşkıya,
gerek kıtlık ve yoksulluk nedeni ile inim inim inlerken, Kadızedelilerden biri
padişaha gönderdiği uzun şiirine şöyle başlamış:
“Hab-ı gafletten uyan ey âli Osman bilmiş ol,
“Aç gözün, elden gider, taht-ı Süleyman bilmiş ol”.[ix]
İster Osmanlıdaki Kadızadeler
döneminde olsun, ister Cumhuriyet döneminde olsun tüm gericiler, gericilikten,
irticadan nemalananların kullandıkları en büyük silah, dini ve dini
simgelerdir. Şunu hiç unutmayalım, laik devlet, laik düşünce gittikçe,
yıpratıldıkça, dini simgeler ve hurafe ön plana çıkacak, bilim dışı yollara
sapılacak, ülke geriliğin, karanlığın bataklığına saplanılacaktır.
Osmanlı tarihi sürecinde dinin
devlet işlerine karıştırılarak, din çıkar aracı olarak kullanmak süretiyle
ülkeye çok büyük zararlar verdiğini, bu nedenle ülkeye en büyük tehlikenin,
kötülüğün din kisvesi altında geldiğini, geleceğini bilen Gazi Mustafa Kemal
Atatürk, bu konuda bakınız neler diyor:
“Bizi yanlış yola sevk eden
habisler, bilirsiniz ki, büyük ölçüde din perdesine bürünmüşler saf ve nezih
halkımızı hep şeriat sözleriyle aldata gelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz.
Görürsünüz ki, milleti mahveden, esir eden, harap eden fenalıklar hep din
kisvesi altındaki küfür ve melanetten gelmiştir. Onlar her türlü hareketi dinle
karıştırdılar. Hâlbuki elhamdülillah, hepimiz Müslümansız, hepimiz dindarız.
Artık bizim dinin icabını öğrenmek için şundan bundan derse ve akıl hocalığına
ihtiyacımız yoktur. Analarımızın babalarımızın kucaklarında verdikleri dersler,
bize dinimizin esaslarını anlatmaya kâfidirler. Buna rağmen hafta tatili, dine
mugayirdir gibi hayırlı ve akla, dine muvafık meseleler hakkında, sizi iğfal ve
idlale çalışan habislere iltifat etmeyin. Milletimizin içinde hakiki ve ciddi
ulema vardır. Milletimiz bu gibi ulema ile müftehirdir. Onlar milletin
emniyetine ve ümmetin itimadına mazhardırlar. Bu gibi ulemaya gidin: Bu efendi
bize böyle diyor, siz ne diyorsunuz deyiniz. Fakat suret-i umûmiyede buna da
ihtiyaç yoktur. Bilhassa bizim dinimiz için herkesin elinde bir miyar vardır.
Bu miyarla hangi şeyin bu dine uygun olup olmadığını kolayca takdir
edebilirsiniz”. [x]
Bizim Darbeci Kenan Evren’in
çağdaşı olan Ziya-Ul Hak, Pakistan’a şeriat getirerek Pakistan’a tarihinin en
büyük kötülüğünü yaptı. Şimdilerde Pakistan gericilerle, Taliban’la canhıraş
kavga etmekte, Pakistan kaosa içinde kıvranmakta.
TÜRKİYE İRAN YOLUNDA MI?
AKP-RTE iktidarının, cemaatlerin
öteki dinci grupların söylemlerine ve eylemlerine baktığımız zaman, ülkenin
muhtemel rejim güzergâhı İran olmalı, diye düşünmekten insan kendini alamıyor.
Hal böyleyken bizim Nobel alan Orhan Pamuk’umuz “evet” diyedursun, bakınız elin
(İran’ın) Nobel alanı Şirin Ebadi’si “Türkiye’nin İran yolunda olduğunu”
söylemekte. Şimdi Cumhuriyet internetten aldığımız buna ilişkin yazıya bir göz
atalım: “İranlı insan hakları
savunucusu, Nobel barış ödüllü Şirin Ebadi’nin, Sakine Aştiyani’nin de bir
kurbanı olduğu, İran’daki insan hakları ihlallerine karşı Türkiye’den
beklentisi yok. Ebadi, Türkiye’nin de İran’ın yolunda gittiğini” düşünüyor.
“Türkiye Müslüman, laik bir komşu
ülke olarak İran’daki duruma nasıl bir katkı sağlayabilir? Bildiğiniz gibi iki
hükümet arasında, örneğin nükleer çalışmalar konusunda bir diyalog var…”
sorusuna Şirin Ebadi’nin yanıtı kısa ve net oldu:
“Bana kalırsa asıl İran Türkiye’yi etkiliyor. Türkiye İran’ın
gitmeye çalıştığı yolu takip ediyor. Yani tam tersi oluyor.”
“İran’da 2009 yılında yapılan seçimlerden birkaç gün önce
ayrıldığı ülkesine bir daha geri dönemediğini ve bu süreçte eşinin tutuklanıp
işkence gördüğünü, tüm varlığına el konulduğunu, bütün bunlara rağmen kendi
yaşadıklarıyla İran’dakilerin yaşadıklarının karşılaştırılamayacağını anlatan
Ebadi, “Bırakın Türk halkı İran’daki insan haklarının içinde bulunduğu durumu
görsün. İran’ın içinde bulunduğu ekonomik durumu görsün. Eğer Türkler böyle bir
politikayı, bu koşulları beğeniyorlarsa onlar da İran hükümetinin izlediği
çizgiyi izlesinler. Bu koşulları beğenmiyorlarsa aynı yolu izlemesinler” dedi. [xi]
KAYNAKLAR
[i] Recep Tayyip Erdoğan 17.9.1994 Cumhuriyet
[ii] Fethullah Gülen, Fasıldan Fasıla, C:1, S:119
[iii] Esas no: 2009/85, talepte
bulunan D. Ali Özoğlu http://ahmetdursun374.blogcu.com/fetullah-gulen-cemaati- ortuluoperasyon/7088867
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder