12 Ocak 2014 Pazar

VE GENELKURMAY'DAN F-TİPİ'NE TESLİM/Müyesser Yıldız



"Kumpas" sürecinde tutuklanacaklarını bile bile tüm komutanlarını teslim etti... "Sarı öküz" Teğmen Mehmet Ali Çelebi'den, Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'a kadar...

"Hukuka, hukukun üstünlüğüne, adil yargılamaya inandıkları" için...

Bir şube müdürünü Savcıya göndermeyen, üstelik "ne hakla" diye soran İstanbul Emniyet Müdürlüğü kadar olamadı...

Gün geldi, devran döndü. Kendi askerlerine, profesörlere değil Başbakan'ın Başdanışmanına inanıp, "Bu davalarda kumpas var" diye suç duyurusunda bulundu...

O suç duyurusu dost atışı mı, düşman atışı mı neydi ki, aylardır Yargıtay'da bekleyen dosyalar aynı gün Silivri Mahkemesi'ne gönderilip, işleme kondu...

Erdoğan-Cemaat savaşı kızıştı, "devlet krizi" çıktı; Yine dost atışı mı, düşman atışı mıydı, Genelkurmay, "Günlük siyasi tartışmalarda yokuz" dedi...

Özel savcılar, Genelkurmay'ı atlayıp, doğrudan cezaevi yönetimlerine faksla tebligatta bulunup, emekli olmuş olmamış tüm tutuklu askerlerin derhal askeri cezaevlerinden, F-Tipi’ne naklini emretti...

Genelkurmay, "durdurun, durduruyoruz, çalışıyoruz" haberleri saldı, ama anlaşılan kendi savcı ve hukukçularını bile aşamadı ki, sonuç değişmemişe benziyor....

Kimi askeri cezaevlerinden nakillerin Salı günü yapılacağı, kiminden nakillerin ayın 20'sine kadar ertelendiği haberleri geliyor. Ha 3, ha 9 gün sonra, ne farkedecekse?!.

Ankara tepişirken, zindanlardaki bir deriden daha kaç post çıkarılacaksa?!..

Bu teslimat üzerine henüz emekliliğine hak kazanamayan, Jandarma Binbaşı Özgür Ecevit Taşçı'dan sıcağı sıcağına bir mektup geldi.

Yorum yapacak takatim kalmadığından, olduğu gibi paylaşıyorum.

HASDAL’A ELVEDA

Kumpasın son halkası; henüz Türk Silahlı Kuvvetlerinden ihraç işlemleri tamamlanmayan ve askeri personel statüsü devam sanıkların Hasdal Askeri Cezaevinden, Silivri Cezaevine nakledilmesine yönelik İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı İlamat ve İnfaz Bürosu’nun talimatıdır. Askeri Ceza Kanunu’nun 39/2’nci maddesi bir yıldan fazla hapis cezası alan askeri personelin cezalarının Adalet Bakanlığı’na bağlı sivil cezaevlerinde infaz edileceğini hükme bağlamaktadır. Bu madde zımni olarak bir yıldan fazla hapis cezasına mahkûm edilenlerin Türk Silahlı Kuvvetlerinden ihraç edilmesi gerektiğini düzenleyen diğer ilgili mevzuata işaret etmektedir. Bu nedenle hâlihazırda bir yıldan fazla hapis cezası alan ve cezaları Yargıtay 9’uncu Ceza Dairesi kararıyla kesinleşen sanıkların önce Milli Savunma/İçişleri Bakanı, Başbakan ve Cumhurbaşkanı tarafından imzalanacak kararnameyle Türk Silahlı Kuvvetlerinden ihraç edilmesi; ihraç işleminin tamamlanmasını müteakip sivil cezaevine nakledilmesini gerektirmektedir.

Hasdal Cezaevinde bulunan sanıklar haksız ve hukuksuz olarak cezalandırıldıkları Balyoz Komplosu sürecine duyarsız kalan özellikle Başbakan ve Cumhurbaşkanı tarafından imzalanacak ihraç kararnamesini ve bu kararnamenin yayımlanacağı Resmi Gazeteyi şeref ve onur belgesi olarak hayatları boyunca taşıyacaklarını daha önce beyan etmişlerdir. Sırf bu nedenle emeklilik hakkı kazanan birçok sanık emekli olmamış, önemli ekonomik kayıplara rağmen bazı sanıklar istifa etmemiş ve Türk Silahlı Kuvvetlerine yönelik kumpasın tescil edileceği ihraç kararnamesinde adlarının yazılacak olmasını şeref kabul etmişlerdir.

Sanıklar açısından Hasdal, Mamak, Hadımköy, Şirinyer, Maltepe Askeri Cezaevi ile Silivri, Sincan, Kandıra Cezaevinde bulunmak arasında fark yoktur. Hepsi zindan, hepsi Esir Toplama Kampı, hepsi zulmün kalesidir ve tarihte de bu şekilde anılacaktır. Sanıklar açısından önemli olan Askeri Cezaevinde iken ihraç edilmek, kendisine sahip çıkmayan Türk Silahlı Kuvvetlerinin mensubiyetini ve askerlik anılarını Hasdal zindanlarında bırakarak, onur ve şerefle sürdürülecek Silivri nöbetine halkın gönlündeki ordusunun sivil neferleri olarak katılmaktır.

Bu haklı talep tahmin edileceği üzere sanıkların arkasında olduğunu sürekli beyan eden, liğme liğme dökülen hukuka inanma azmini hiç yitirmeyen Genelkurmay Başkanlığı tarafından uygun görülmemiş; İstanbul C. Başsavcılığının talimatının yerine getirileceği tarafımıza bildirilmiş; yaşam destek ünitesine bağlı hastaya “Eninde sonunda öleceksin, git mezarlıkta bekle” denilmiştir.

Uzun sözün kısası; biz Balyoz sanıkları Binbaşı, Yarbay, Albay, General/Amiral rütbelerimiz ve devletin bize halen vermeye devam ettiği kesintili maaşlarımızı almaya devam ederek, hukuk devletinin yeni bir garabetinin sonucu olarak yaklaşık on gün içerisinde Silivri Cezaevine naklediliyoruz. Nakil öncesi tek beklentimiz yargıda çete var diyen Sayın Başbakan ve okyanus ötelerine elçi göndermekle meşgul Sayın Cumhurbaşkanı’nın bu on günlük süre içerisinde, maruz kaldığımız kumpası son onay makamı olarak tescil ederek bizleri onurlandırmaları, ihraç kararnamelerimizin bizlere tebliğ edilmesi ve gönül rahatlığıyla Silivri Cezaevine gönderilmekten ibarettir.

MENSUBİYETİNİ KAYBETMEKLE MUTLU OLACAĞIM TSK…

Bu duygu ve düşüncelerle; Hasdal Cezaevinde bulunduğum süre içerisinde mektup yazarak ve ziyaret ederek beni ve diğer sanıkları yalnız bırakmayan yurtseverlere, cesur silah arkadaşlarım ve emekli komutanlarıma en içten sevgi ve saygılarımı iletiyorum. Hasdal Askeri Cezaevi’ne 5-10 dk. mesafede bulunan askeri birliklerde görevli Kara Harp Okulu’ndan devre arkadaşlarım ve en son görev yaptığım İstanbul İl Jandarma Komutanlığı’nda görevli komutan ve silah arkadaşı olarak tanıma yanılgısına düştüğüm Post-TSK mensupları dahi geçmiş olsun ziyaretinde bulunabilme cesaretini gösteremezken dünyanın dört bir yanından destek mektubu yollayan yurttaşlara ve özellikle Washington D.C., Virginia ve Pensilvanya’da (Sayın Hocaefendi lütfen üzerinize alınmayın, mektup arkadaşlarım olan diğer Türk vatandaşlarını kastediyorum) ikamet eden; Beyaz Saray önünde “Sessiz Çığlıklarını” dünyaya duyuran; tutsaklık döneminde kız kardeş ve akraba olduğumuz yurttaşlara sonsuz şükran, saygı ve sevgiler.

Bağdat Caddesi ve Adnan Kahveci Platformları; esaretimiz bittiğinde özgür günlerde görüşmek dileğiyle hoşça kalın. Silivri Nöbet Çadırı’na bekleriz.

Kısa süre içerisinde mensubiyetini kaybetmekle hayatımın en mutlu gününü yaşayacağım Türk Silahlı Kuvvetlerine de elveda. Yolunuz ve bahtınız açık; komplocu personelinizle başarılarınız daim olsun.

Sevgili Müyesser YILDIZ; sana da binlerce defa selâm olsun. Fırsat olursa Silivri Esir Toplama Kampına bekleriz.

Özgür Ecevit TAŞCI

Esir Jandarma Binbaşı

Hasdal/11 Ocak 2014

Müyesser Yıldız

Odatv.com


CHP’nin ihtiyacı nedir?




Son yıl­lar­da ıs­rar­la bir teh­li­ke ko­nu­sun­da her­ke­si uya­rı­yo­rum.
Bu teh­li­ke­nin; ide­olo­jik, si­ya­sal ve ah­la­ki de­ğer­le­ri­miz­le mü­na­se­be­ti var.
Bu teh­li­ke­li şey­tan, sin­si­ce sız­dı­ğı dev­let gü­cüy­le; her şe­yi di­zayn et­mek is­ti­yor.
Ör­ne­ğin: Se­çim mi var, seks ka­set­le­ri or­ta­ya çı­ka­rı­yor!
Ör­ne­ğin: Hü­kü­met is­te­di­ği­ni yap­mı­yor mu, yol­suz­luk dos­ya­sı or­ta­ya çı­ka­rı­yor
Ve komp­lo­lar­la/ya­lan­lar­la in­san­la­rın/ku­rum­la­rın/ya­yın or­gan­la­rı­nın ha­ya­tı­nı yok edi­yor.
Kon­trol edi­le­me­yen/de­net­le­ne­me­yen il­le­gal bir si­ya­sal güç ile kar­şı kar­şı­ya­yız.
Bu güç le­gal si­ya­se­tin göl­ge­si…

Ya­ra de­rin­de.
Bu­nu cid­di an­lam­da tar­tış­ma­lı­yız; gün­lük si­ya­se­te mah­kum ede­me­yiz. Yok­sa her­kes bu­nun al­tın­da ka­lır.
Sağ­du­yu­ya ih­ti­ya­cı­mız var.
Bu­nu Tür­ki­ye­’de ya­pa­cak tek güç; Tür­ki­ye Cum­hu­ri­ye­ti­’nin ku­ru­cu par­ti­si CHP’­dir.
Ne ya­zık ki CHP, salt ku­ru si­ya­se­te bo­ğul­du/boğ­du­rul­du. Bak­sa­nı­za…
Par­ti söz­cü­sü yak­la­şık bir ay­dır her gün ba­sın top­lan­tı­sı ya­pı­yor ve sa­de­ce ayak­ka­bı ku­tu­sun­dan bah­se­di­yor.
Bir di­ğe­ri te­le­viz­yon­da, ev­de bu­lu­nan pa­ra say­ma ma­ki­ne­sin­den söz edi­yor.
Gör­mü­yor­lar.
Ya da bir tür­lü an­la­ta­mı­yo­ruz:
Bit­ti kar­de­şim bit­ti; AKP bit­ti. Ar­tık Tür­ki­ye­’yi yö­ne­te­mez. Se­çi­mi ka­zan­sa bi­le yö­ne­te­mez.
Ece­vi­t’­i na­sıl ya­zar ka­sa gö­tür­dü ise Er­do­ğa­n’­ı da ayak­ka­bı ku­tu­su dü­şür­dü.
Dev­rim­le­ri in­ce­le­yen araş­tır­ma­cı­la­rın or­ta­ya koy­duk­la­rı bir kav­ram var; “ah­la­ki ik­ti­sa­t” (mo­ral eco­nomy); ah­lak­sız olan gi­der! AKP bu­ra­da­dır. An­la­şıl­mış­tır.
Pe­ki: Va­ro­la­nın sür­git de­vam et­me­ye­ce­ği­ni CHP ger­çek­ten an­la­mı­yor mu?
Ayak­ka­bı ku­tu­su si­ya­se­ti­ne ta­kı­lıp kal­ma­la­rı­nın se­be­bi ne? Ce­ma­ate bir şey di­ye­me­mek mi?
Sa­hi­den gör­mü­yor­lar mı; ül­ke­nin çi­vi­si çık­tı. Halk ken­di­ni gü­ven­siz his­se­di­yor. Gü­ve­ne­ce­ği bir ışık arı­yor.
Acı ama yaz­ma­lı­yım; tek yol var:
Tür­ki­ye­’yi ya CHP yö­ne­te­cek ya da Tür­ki­ye bö­lü­ne­cek!
So­run bü­yük; CHP ne ya­pa­cak?
Ayak­ka­bı ku­tu­suy­la si­ya­set yap­mak; Yal­çın Kü­çü­k’­ün ta­bi­riy­le beş taş oy­na­mak­tır!
Son­suz­lu­ğun avu­katı ta­rih, anı/gü­nü dü­şü­nen si­ya­set­çi­ler­den he­sap so­rar; si­ler.Ya­kın ta­rih­te çok ör­ne­ği var.
Devlet inşasında polisin rolü
En basit soruyu sorayım:
Bir dinci Cemaat emniyette neden örgütlenir?
Biliniyor ki, bıçak için keskin uç neyse Cemaat için de polis odur!
Bilgisiz insanı herkes aldatabilir.
Bilmek gerekiyor:
Bugünkü anlamda polis hangi ihtiyaçtan, hangi koşullarda, neden doğdu?
Bu soru ihmal edilmiştir. Bu nedenle Cemaatin poliste neden örgütlendiği kavranamıyor. Günlük basit siyaset tartışmaları içinde asıl meseleyi atlıyoruz.
Kısaca yazayım:
Polis, modern devlet inşa projesi olan Tanzimat’ın ürünü.
Kuruluş hedefi “suç dalgasıyla” mücadele değil; merkezileşen ve dolasıyla bürokratikleşen (yeni vergi sistemini dayatan vs) kamu yönetimini korumak.
Padişah ve Ordu’nun hakimiyetini kırmak isteyen yeni palazlanmış bürokrasinin, “dolaylı yönetimindeki” gücü.
Bu nedenle Ordu’dan ayrıştırılıp özerkleştirildi. Ancak tarihsel süreç sorunlu oldu. Osmanlı Ordusu’nun kaybettiği savaşlar polisle asker arasındaki güç dengesini değiştirdi; polis galip çıktı!
II. Abdülhamit’in despotik yönetimi polisin gücünü artırdı ve sayıca yaygınlaştırdı. Kamu düzeninin bekçisi polis, halkın değil otoriter rejimin çıkarına hizmet etmeye devam etti.
Türkiye’nin ilk siyasal rejimi olan İttihatçılar döneminde, ordu gibi modernleştirilen polisin niteliği, siyasal rejiminin niteliği oldu; militaristleşti. Artık kadir-i mutlak bir güçtü; yasal sisteme/hukuka karşı sorumluluğu yok denecek kadar azdı.
Cumhuriyet döneminde hükümetler; siyasetlerine uygun polisin gücünü zaman zaman artırdı; muhalefet ise sivilleşme adına bunu sınırlamaya çalıştı.
Ne demek istiyorum:
Dün polis bürokrasinin gücüydü.
Bugün bürokrasi ve yargıya hakim olan Cemaat’in gücüdür.
Dün polis Tanzimat’ta olduğu gibi yeni devlet inşasının temeliydi.
Bugün de polis Cemaati’in yeni devlet inşasının temelidir.
Bu nasıl görülmez?
Büyük oyunu görmek için; Türkiye’deki son TSK tasfiyesini ve polisin artan gücünü anımsatmama gerek var mı?
Jandarma niye polise bağlanmak isteniyor?
Kurgulanmış siyasal davalardan amaç yeni bir devlet inşası önündeki tüm engelleri kaldırmak değil mi?
Cumhuriyet kazanımlarını kökten yıkacak Cemaat ideolojisinin; uluslar arası güçlere boyun eğen, despotik ve çağdışı bir devlet kuracağı ortada değil mi?
Bunları CHP görmüyor mu?
Bu suskunluk niye?
CHP ne yapmalıdır?
AKP hükümeti şaşkındır. Tek dertleri oğullarını hapisten kurtarmaktır.
CHP, ülke dümenini eline almalıdır.
AKP hükümeti 11 yıl boyunca iktidarı eleştirip muhalefet parti konumunda nasıl ülkeyi yönetti ise, CHP de şimdi ana muhalefet partisi olarak iktidarı yönetebilir.
Öncelik; acilen yepyeni bir yargı ve polis reformudur.
Demokratikleşmeyi sağlamanın koşullarından biri; sivil yurttaşlardan denetim kurulları oluşturarak ve bunları yetkinleştirerek emniyet kurumunu şeffaflaştırmaktır.
Demokratik bir polise ihtiyaç var. Ve adalete…
Fırsattır.
AKP, CHP’ye muhtaçtır.
Erdoğan zorbalığı bitmiştir; CHP daha ne üzerinde tepeleniyor.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu partisi, olup biteni sadece “Erdoğan gitsin de nasıl giderse gitsin” düz mantığıyla ele alabilir mi?
12 Eylül’ün derinliği olmayan yüzeysel siyaset anlayışının sonucudur/ ürünüdür bu. Kavramlarla düşünemeyip kişiler üzerinden siyaset yapmaktır.
Aslında siyaset üretememektir.
CHP’ye politik kurnazlık ve uysallık yakışmaz.
Tarihsel sorumluluğunu hatırlatmama gerek var mı?
İhtiyacı olan Mustafa Kemal cesaretidir…
Soner Yalçın


Tekme/Kemal Okuyan

















AKP rejimi öngörülenden hızlı ve çok büyük bir gürültüyle çöküyor. Adalet Komisyonu’ndan gelen höykürme sesleri de bu gürültünün parçası.
Tekme
Adalet Komisyonu’nda HSYK yasasını görüşecekler. Adalet dağıtım mekanizmasını ayarlayacaklar dilediklerince. Buna karşı çıkanları iki gündür tehdit ediyor, itekliyor, yumrukluyorlar.
Komisyon çalışmaları sürerken bir kamu görevlisi, bir yargıç, temsil ettiği meslek örgütünün görüşünü sunmak için verdiği konuşma dilekçesinin akıbetini sormak istiyor. “Provokatör” diye bağırıyor bir AKP’li. Arkasından küfürler, su bardakları, tablet bilgisayarlar uçuşuyor. Derken, Erdoğan’ı Meclis’te en iyi şekilde temsil eden, liderine çok yakışan bir vekil uçuşa geçiyor. Ömer Faruk Eminağaoğlu’nun, aynı zamanda soL gazetesi yazarı olan yargıcın suratına tekmeyi yapıştırıyor. Gözü dönmüş güruhun arasından, kalleşçe…
Bu manzara karşısında birçok kişinin nasıl tepki verdiğini biliyorum.
Küfürbaz ve tekmeci zatı dövmek için millet dün resmen aşeriyordu. Kimse “hukuk”tan, “mahkeme”den, “Meclis iradesi”nden söz etmiyordu. Bunlara hiç inanmayan ama şimdilik başka bir şeye de inanmayan bir toplum var ortada.
Benzeri olmayan bir siyasi kriz ile karşı karşıyayız.
AKP rejimi öngörülenden hızlı ve çok büyük bir gürültüyle çöküyor. Adalet Komisyonu’ndan gelen höykürme sesleri de bu gürültünün parçası.
Sürdürülemez.
Öte yandan “sonlandırıcı” irade ne siyasal ne toplumsal düzlemde belirginleşmiş değil.
Buradan çıkacak sonuç, “sürebilir” olamaz. Çünkü sürmemeli, çünkü süremez.
Zamana karşı yarış. Gerici koalisyonun kendini yenilemesine, kendi içinden seçenek üretmesine, şu ya da bu parçasının kendini aklamasına ya da güçlenmesine izin vermeyecek ve doğacak boşluğu emekçi halk adına dolduracak bir mücadele kendini dayatıyor.
Bu mücadele, mevcut iktidarın meşruiyetinin bittiği gerçeği hesaba katılarak verilebilir ancak.
Siyasette bunun anlamı, “kepenk kapatma” değildir. İktidarın meşruiyetinin bitmesi, eğer toplumda devrimci bir yükseliş yoksa, farklı siyaset kanallarını sürekli açık tutmayı, iktidarı yalnızlaştırmayı ve onun toplumsal tabanını daraltmayı gerektirir.
Sistemi kuralsızca işletmeye kalkıyorsa bir gayrımeşru iktidar, mekanizmaları önemsizleştirmek, hatta işlevsizleştirmek halkın meşru hakkıdır.
Halkın temsilcileri orada örgütlü bir biçimde temsil edilseydi örneğin, iktidarın terör estirdiği Meclis çalışmaları boykot edilirdi. Doğrusu bu olurdu.
Şimdi olansa şudur: Meşruiyeti kalmayan bir iktidar, Meclis’te tekmeyi yapıştırmış ve dünya başına yıkılmamıştır.
İktidarın kendisi meşru değildir ama tekme meşrulaşmıştır!
Saçmalığa bakın…

10 Ocak 2014 Cuma

10 Ocak “Basın Özgürlüğü İçin Mücadele Günüdür



BASIN AÇIKLAMASI
(10 Ocak, "Çalışan Gazeteciler Bayramı" değil “Basın Özgürlüğü İçin Mücadele Günüdür”)

Gazetecilik haber yaparak toplumu aydınlatmak ve gerçeği açığa çıkarmaktır. Bilinmelidir ki, bir ülkede basın ve ifade özgürlüğü yoksa o ülkede yaşayan ulusun da özgürlüğü yoktur. Basının özgürlüğü halkın özgürlüğüdür. Bu nedenle, çalışan gazetecilere, gazetecilerin özgürlüklerine sahip çıkmak, aynı zamanda kendi özgürlüğümüze sahip çıkmaktır.
 1961 yılında gazetecilerin çalışma haklarında yadsınamayacak değerde iyileştirmeler getiren 212 sayılı Yasa'nın yürürlüğe girmesi üzerine, 9 gazete Patronu, yasayı protesto etmek için 3 gün boyunca gazeteleri yayımlamama kararı aldılar. Bu gelişme karşısında, gazetelerin çalışanları 10 Ocak 1961 günü haklarına ve basın özgürlüğüne sahip çıkmak amacıyla Gazeteciler, patronların boykot kararı karşısında Türkiye Gazeteciler Sendikası öncülüğünde, BASIN adıyla kendi gazetelerini 11–12–13 Ocak 1961 tarihlerinde yayımladılar. O tarihten sonra 10 Ocak, "Çalışan Gazeteciler Bayramı" olarak kutlandı. 1971 yılındaki 12 Mart müdahalesinden sonra ise çalışanların hakları ve basın özgürlüğüne getirilen kısıtlamalara tepki olarak 10 Ocak, "Bayram" olmaktan çıkarıldı ve "Çalışan Gazeteciler Günü" olarak anılmaya başladı.
Basın özgürlüğüne getirilen kısıtlamalar 1971 yılı 12 Mart müdahalesi ile sınırlı kalmadı. 1980 darbesi ile başlayan ve her geçen yıl biraz daha sıkılarak boğulan basın ve ifade özgürlüğü günümüzde artık ölüm döşeğine yatırılmıştır.
Ne yazık ki ülkemizde, gerek yasalardan kaynaklanan nedenlerle, gerekse fiili uygulamalar nedeniyle, basın emekçileri hem devletin hem de medya patronlarının baskılarına karşı korumasız durumdadır. Mesleğe yeni başlayan gazetecilerin yıllarca Stajyer adı altında, sosyal güvenceden, yoksun çalıştırılmaları, mesleğe yıllarca emek vermiş basın çalışanının sendikalaşması engellenerek,   iş güvenceleri patronun iki dudağı arasına sıkıştırılmıştır. 
Bu ortamda, ülkemizde gerçek anlamda basın ve ifade özgürlüğünden söz edebilmemiz mümkün değildir. Gazeteciler sansür ve oto sansürün etkisi altındadır. Tutuklamalar, davalar ve soruşturmalarla yaratılan korku ortamı; siyasi iktidarların tehditleri karşısında çok sayıda basın emekçisinin işten atılması; gazetecilerin özgürce çalışabilme koşullarını ortadan kaldırmıştır.
Bir de tüm bunlara iktidara muhalif olduğu için cezaevlerine tıkılan 100’e yakın gazeteci de eklendiğinde, bu ülkede 10 Ocak’ın kutlanacak bir gün olarak ne kadar anlamsızlaştığı bir kere daha ortaya çıkmaktadır. 
Bu nedenlerle 10 Ocak, "Çalışan Gazeteciler Bayramı" olarak değil “Basın Özgürlüğü İçin Mücadele Günü “olarak adlandırılmasının anlamlı ve gerekli olduğunu düşünüyoruz. 
Tüm bu olumsuzluklar içinde bile, her şeyi göze alarak gerçek anlamda gazeteciliği sürdürme mücadelesi veren, bu uğurda ağır bedeller ödeyen tüm çalışan gazetecilerin günlerini kutluyoruz.

YÖNETİM KURULU ADINA:
                                                                    Mahmut ÖZYÜREK
ULUSAL EĞİTİM DERNEĞİ
ISPARTA ŞUBE BAŞKANI