26 Kasım 2013 Salı

ANTİK ÇAĞDAN BİR EŞEK ÖYKÜSÜ



Antik Yunan döneminde (MÖ 620-560 yılları arasında) Ege’de yaşayan
ünlü masalcı Ezop’un iki bin altı yüz yıldır canlılığını yitirmeyen öyküsü:
Hikáye bu ya…
Bir inek, bir beygir, bir eşek, etrafa dağılıp
insanların ne yaptıklarını öğrenmeye
ve üç yıl sonra buluşmaya karar verirler…
Her biri başka yöne gider.
Aradan üç uzun yıl geçtikten sonra buluşma yerine önce inek ve beygir gelir…
İkisi de perişan bir halde, zayıflamış, dişleri dökülmüş,
kamburları çıkmış, adeta çökmüştür.
Beygir merakla sorar:
‘Nedir bu halin inek kardeş?’
İnek acıklı bir şekilde içini çekerek anlatır:
‘Sorma beygir kardeş… Bu insanlar çok merhametsiz…
Beni durmadan birbirlerine sattılar. Alan sütümü sağdı.
Bir inek daha bulup onu yanıma koyarak bizi çifte koştular, aç bıraktılar.
Canımı zor kurtardım be kardeş.’
Beygir de acı acı başını sallayarak anlatır:
‘Ah, sorma… Benim de ağzıma bir demir parçası geçirdiler,
ağzımı açamadım. Üzerime bindiler, ses çıkaramadım.
Biri indi, öbürü bindi!
Binmedikleri zamanlar zincire vurdular.
Belim çöküp de onları taşıyamaz bir hale geldiğinde
arkama kocaman bir araba bağladılar.
Bu sefer birçoğunu yeniden taşımaya başladım.
Ben onları taşıdıkça, daha hızlı gitmem için kırbaçladılar.
Canımı zor kurtardım inek kardeş.’
İnek ve beygir böyle konuşurken uzaktan eşek görünür.
Hayli neşelidir. Islık çala çala, taşlara tekme ata ata,
hoplaya zıplaya gelir.
Mutludur. Üstelik şişmanlamıştır.
Tüyleri pırıl pırıl parlamakta, gözlerinin içi gülmektedir.
Üzerinde lacivert takımlar vardır.
İnek ile beygir şaşırmış bir şekilde,
‘Nedir bu halin? Neler oldu?
Neden böyle zevkten dört köşesin?’
diye sorarlar.
Eşek keyifli bir şekilde anlatır:
‘Sizden ayrıldıktan sonra uzakta bir memlekete vardım.
Birisi yukarı çıkmış bağırıyor, bağırdıkça insanlar onu alkışlıyordu.
Ben de yüksekçe bir yere çıkıp bağırdım.
Benim bağırmamı bilirsiniz, yeri göğü inletirim.
Sesimi duyan benim yanıma koştu, duyan duymayana haber verdi,
etrafım insanla doldu. Onlar geldikçe ben daha çok bağırdım.
Haktan, hukuktan, refahtan, adaletten filan bahsettim…’
‘Eee, sonra ne oldu?’
‘Ne olacak beni başkan seçtiler!’
‘Deme yahu.. Yani sen başkan mı oldun?’
‘Evet… Bir şey yapmama gerek kalmadı.
Ben bağırdıkça onlar ‘Seninle gurur duyuyoruz’diye alkışladılar.
Ben de yedim ve bağırdım, yedim ve bağırdım!’
‘Pekiii, senin eşek olduğunu anlamadılar mı yahu?’
‘Valla, yarısı anladı ama diğer yarısına anlatamadı.
Naci Kaptan [Cumhuriyetdede@NaciKaptan.com]

Anaların Ağlamasını İsteyen Şerefsizler… / Yılmaz DİKBAŞ




Anaların Ağlamasını İsteyen Şerefsizler…

Önce bir gazete haberini okuyalım:

Ünlü sanatçı İbrahim Tatlıses, çözüm sürecine verdiği destekten ötürü bazı kişilerin ‘Tatlıses ürünlerini almayın’ kampanyası başlattıklarını belirterek,

“Belli ki bu şerefsizler, anaların ağlamasını isteyen şerefsizlerdir” dedi.

Şimdi gelin, gerçekte şerefsizler kimlermiş bir bakalım.

16 Kasım 2013 Cumartesi günü Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, yanında eski aşiret reisi Barzani, Diyarbakır’da “Kürdistan”ı ilan etti. Yapılan gösteri sırasında İbrahim Tatlıses, Kürt şarkıcı Şivan Perver’le düet yaptı.

Peki, Şivan Perver kim?

Terör örgütü PKK’nın yıllarca İsveç’te propagandasını yapmış, Türk düşmanı bir Kürtçüdür. Şu sözleri İsveç’te yayan kişidir:

“Terörist olan Türkiye devletidir!”

“Allah kahretsin Türk dilini başımızdan def edelim!”


Öyleyse rahatlıkla şunu söyleyebiliriz: Kürt Şivan Perver, binlerce Türk askerini şehit eden, terör örgütü PKK’nın yandaşıdır. Yani anaların ağlamasına neden olan şerefsizlerden biridir!

Peki, İbrahim Tatlıses’i nasıl bilirsiniz?

Gelin bu sorunun cevabını, terör örgütü PKK’nın elebaşı Abdullah Öcalan’dan dinleyelim.

İmralı’da onu ilk sorgulayan Jandarma Albay Hasan Atillâ Uğur soruyor:

“Ülkemizde PKK terör örgütünü maddi olarak kimler desteklediler?”

Terörist elebaşı Abdullah Öcalan cevap veriyor:

“İbrahim Tatlıses’in Tatlı Turizm’inin İstanbul bağlantılı gönüllü yardımlarını gördük.”

“Tabii özellikle bazı sanatçılar MED TV’de programlara çıktılar, Ferhat Tunç, Ahmet Kaya, Şivan Perver bizimdir. Daha önce ifade ettiğim gibi İbrahim Tatlıses maddi yardımlarda bulunmuştur.”


Yoruma hiç gerek yok.

İbrahim Tatlıses, terör örgütü PKK’ya gönüllü olarak maddi yardımda bulunmuştur.

İbrahim Tatlıses, Türkiye’de kazandığı paraları terör örgütü PKK’ya göndermiş. PKK da bu paralarla mayın almış, silah almış, kurşun almış ve binlerce askerimizi ve sivil vatandaşımızı öldürmüş! Ölen Türklerin anaları da ağlamış!

Özetleyebiliriz:

İbrahim Tatlıses, Türk analarının ağlamasına neden olmuş şerefsizlerden biridir!

Belli ki, Şivan Perver ve İbrahim Tatlıses gibi şerefsizler, şimdi kendilerini barış havarileri gibi yutturmaya çalışıyorlar.

Çabaları boşadır.

Türkler, yalnız dış düşmanlarını değil, içerideki düşmanlarını da artık çok iyi biliyorlar, tanıyorlar…


Yılmaz DİKBAŞ
23 Kasım 2013
dikbas@kalinka.com.tr
http://www.kalinka.com.tr
http://www.dikbas.tv


 1  Star Gazete, 23 Kasım 2013
 2  Yılmaz Dikbaş, “Türk Milletine Suikast”, Togan Yayınları, Aralık 2013 (Yayımlanmak üzere)

Çözümsüzlüklerin Payandası Olamayız



BASIN AÇIKLAMASI
(Eğitim Üzerinde Arsızlık ve Utanmazlıkla Sürdürülen Tartışma, Dershane Sorunu Değildir)
AKP’nin,  Eğitimi akıl ve bilimden, Kemalist özünden uzaklaştırarak, piyasacı ve gerici bir yapılanmaya dönüştürme çabası [2007-2013] 9. Kalkınma Programında "Eğitim sisteminin geliştirilmesi' başlığında şöyle yer almıştı: "599. Ortaöğretim ve yükseköğretime hazırlık dershanelerinin özel okullara dönüştürülmesine yönelik teşvikler sağlanacaktır." Yani eğitim, devlet olanakları kullanılarak özelleştirilecektir.
4+4+4 ucubesi ile ülkenin temeline etkisi çok yüksek bir dinamit yerleştiren AKP iktidarı “Dershaneler” tartışması ile eğitim sistemini “toplu intihara” sürüklemektedir.
Dershane tartışması; eğitimin her kademesinin özelleştirilmesi, eğitim kurumlarının ticari işletmelere dönüştürülmesi demektir. Eğitimin özelleştirilmesi; öncelikle yoksul, dar gelirli emekçi ve köylü çocuklarının okul bahçeleri, sınıflar yerine ucuz işgücü olarak fabrika kapılarına, ağaların topraklarında marabalığa, kız çocuklarının evlere kapatılmasının önünün devlet eliyle açılmasıdır.
Eğitimin özelleştirilmesi okulların, üreten, tasarlayan, araştıran, yorumlayan insanlar yetiştirmesi yerine, Laik Cumhuriyet düşmanı dinci faşizme ve bölücülüğe militan üreten, siyasal İslam’ın arka bahçelerine dönüştürülmesidir.
Diğer yandan dershane tartışmaları,  zaten akıl bilimden yoksunlaştırılmış eğitimin, olabildiğince paralı hale getirilmesi amacıyla, yasalardaki her türlü ayak bağının temizlenmesi tartışmasıdır.
Bu tartışmada,  Türk devriminin, Cumhuriyet tarihinin bütün karşıdevrimci geleneğinin mirasçısı AKP ve Fethullah Gülen çetesinin birinin yanında saf tutan bir anlayışın varacağı son nokta, ortaçağ artığı şeyhlerden birinin ayağına yüz sürerek Türk devrimine ihanet, dinci yapılanmanın kürekçiliğine razı olmaktır.
Biz biliyoruz ki, İşbirlikçi, piyasacı ve gerici zihniyetin elinde bir yandan cehalete, öte yandan ucuz işgücü üretim mekanizmasına dönüştürülen eğitim üzerinde arsızlık ve utanmazlıkla sürdürülen tartışma dershane sorunu değildir.
 Sorun, geniş halk yığınlarının devlet şemsiyesinden yoksunlaştırılması, ulusun devletsizleştirilmesidir. Sorun, bu projenin en yaşamsal ayağı olan eğitim alanının bir avuç emperyalistin ve işbirlikçinin, kârına kâr kattığı, toplumun İslamcı bağnazların yağma ve hırsızlıklarına buyun eğdiği bir sistemin yaşama geçirilmesidir. Sorun, gelecek kuşakların köklerinden koparılması, hem vatanına ve en çok da kendine yabancılaştırılması sorunudur.
Tam da bu nedenlerle, İslamcı bağnazlığın, yobaz kafanın, referansını İslam’dan alan zevatın çözüm adıyla önümüze koyduğu çözümsüzlüklerin payandası olamayız.
Bizim tavrımız açık, net ve yasal gerekçelere dayanır. Yürürlükte olan anayasanın 42. Maddesinin “Kimse, eğitim ve öğretim haklarından yoksun bırakılamaz” hükmü yerine getirilmelidir.  Eğitim ve öğrenimin tüm aşamaları parasız olmalı ve devlet tarafından sağlanmalıdır. Bunun için vakıf/özel üniversiteler dâhil, bütün okullar devletleştirilmelidir. Tüm yurttaşlara parasız ve eşit eğitim “bir lütuf” değil, bir hak olarak verilmelidir.
Böylece, büyük bir çoğunluğu gerici örgütlenmelerin, cemaatlere adam devşirmenin payandası olan dershane adıyla açılan kurumlar sorunu da kendiliğinden çözümlenmiş olacaktır.
YÖNETİM KURULU ADINA:                                                                                                           Mahmut ÖZYÜREK       
ULUSAL EĞİTİM DERNEĞİ
ISPARTA ŞUBE BAŞKANI

19 Kasım 2013 Salı

ISPARTA ULUSAL GÜÇ BİRLİĞİ BASIN AÇIKLAMASI



"16 Kasım 2013 te  Başbakan tarafından; şehitlerimizin kanları “Kürdistan’a” feda edilmiştir"


 “İngilizlerin kışkırtması ve desteğiyle 1925’te Türkiye Cumhuriyetine karşı Kürtçü isyan başlatan Şeyh Sait’in torunları, 16 Kasım 2013 te, bu kez Amerikan patentli bir senaryo gereğince, cumhuriyet yıkıcılığını, İhanet Şovunu Diyarbakır’da sahneye sürmüşlerdir.
1920 de ABD Başkanı Wilson tarafından çizilen “Kürdistan” haritasını gerçeğe dönüştürmek için, Kurtuluş Savaşında ve Cumhuriyet döneminde şeriatçılar ve Kürtçü çeteler 17 kez isyan çıkarmışlardı.
16 Kasım 2013 te, bir kez daha, başrolü babasının izindeki peşmerge artığı Barzani’nin oynadığı,  Türkiye Cumhuriyeti başbakanının finansörlüğünü ve yönetmenliğini yaptığı, ABD’nin İsrail’in desteğiyle yürütülen bu günün Sevr’i, olan BOP oyunu,  sahneye sürülmüştür.
16 Kasım 2013 te Türk halkı; evlatlarının kanlarının “Kürdistan’a feda edildiğini” ibret ve dehşetle tanık oldu. Diyarbakır’da sahnelenen “ihanet şovu”, Türkiye’nin bölünme sürecinin “cebren ve hile ile” iktidarı ele geçiren başbakan tarafından fiilen yürütüldüğünün gözler önüne serilmesidir.
“Ne Lozan, ne Duvar bizi ayıramayacak” yazılı pankartlar eşliğinde konuşan başbakan, bu pankartların kendine verdiği cesaretle   “Biz o eski Türkiye dönemini artık kapattık. Yeni Türkiye özüyle, ruhuyla kucaklaşan bir Türkiye’dir” diyerek, ABD’nin İsrail’in desteğiyle yürüttüğü Büyük Ortadoğu projesinin gereğini yerine getirmiş, TC Devletine kafa tutan ihanet cephesine destek vererek, Sevr’in kapısını sonuna kadar açmıştır.

  Başbakanın her ihanet açılımında saldırdığı ”eski Türkiye”, Kuruluş felsefesini Mustafa Kemal Atatürk’ün belirlediği, sınırları mürekkeple değil, kanla çizilmiş olan Türkiye’dir. “Yeni Türkiye” ise; felsefesini CIA’nin ünlü Türkiye uzmanı Graham Fuller’in belirlediği, ABD ve İsrail tarafından içimizdeki ihanet şebekelerine tebliğ edilen ihanet planının adıdır.

Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş değerlerini “Kürdistan”a feda eden, milli olan ne varsa gözü dönmüş işgalci ruhuyla yıkan, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Başbakanlık makamını Peşmerge eşkıyası ile iki tane uyuşturucu müptelası, terör destekçisi türkücü seviyesine indirenler Türkiye Cumhuriyetinin başbakanı olamaz, olmamalıdır.
“Diyarbakır’ı bir yıldız yapmak, bir merkez yapmak için” uğraşanlar, Türkiye Cumhuriyetine “H’astir” çekenlerle kucaklaşanlar, Türk ulusuna, kanla, irfanla kurulan TÜRKİYE Cumhuriyeti‘ne düşmanlık edenlerden, mutlaka ama mutlaka hesap sorulacaktır.
Bu ihanet erbabı, “onursuzluk” ve “teslimiyetçilikte”; hizmet ettiği İngilizleri bile şaşırtan, kafasında “İngilizlere sığınmak dışında” başka hiçbir kurtuluş seçeneği olmayan Vahdettin’i bile geride bırakmışlardır.

Türkiye’yi bölüp parçalamak için emperyalizmin kullandığı Kürt kartının piyonları, terörist bölücü PERVERlere  “onursuzluk” ve “teslimiyetçilikte” sınır tanımayan aymazlara hatırlatırız; bu ihanet yanlarına kalmayacaktır.
Hainlerle, işgal güçleri ile işbirliği yapanlar ihaneti perdeleme yarışına giren kalemşorlar tıpkı Vahdettin’ler, Damat Ferit'ler, Ali Kemaller gibi kendi hazin sonlarını hazırlamaktadırlar
Komutanları da teslim alınsa, ordusu da dağıtılsa bu millet, Kurtuluş Savaşında olduğu gibi Kuva-i Milliye ruhu ile ayağa kalkmasını da, “İstiklal Mahkemeleri”  kurmasını da… Çok iyi bilir…


GÜÇ BİRLİĞİ BİLEŞENLERİ ADINA:
O. MÜMTAZ ÇAPÇI

1.      Demokratik Sol Parti Isparta İl Örgütü
2.      İşçi Partisi Isparta İl Örgüt 
3.      Eğitim- İş Isparta Şubesi 
4.      Alevi Kltr.Dern. Isparta Şubesi 
5.      Türkiye Emekli Astsubaylar Derneği Isparta Şubesi 
6.      TÜRKİYE Gençlik Birliği Isparta Şubesi 
7.      Y.Kuşak Köy Enst. Dern. Isparta Şubesi 
8.      Ulusal Eğitim Derneği Isparta Şubesi




18 Kasım 2013 Pazartesi

İRTİCA


HANIMEFENDİ, HANGİ DEVLETİN MANDASINI İSTERDİNİZ?



Birgül AYMAN GÜLER
CHP İzmir Milletvekili

İlerici, özgürlükçü, eşitlikçi, barışçı ve demokrasici, vb. vb... BDP’nin Eşbaşkanı Gülten Kışanak önemli bilgiler veriyor ve davetiyeler çıkarıyor. Yer Almanya, Berlin. Zaman ise Tatlısesli Erdoğan – Şivanlı Barzani buluşması günü. 15 Kasım 2013

Bilgiler şunlar:
1. Çözüm sürecinin birinci aşamasında “izleme grubu” üzerinde mutabakat sağlanmış; “akil insanlar heyeti” bu anlayışla kurulmuş. Ne var ki Hükümet bu heyeti, “mutabakata aykırı olarak" kamuoyu çalışması gibi yansıtmış ve süreçte eksiklik yaratmış.

2. “Çözüm sürecinde bir yıldır gözlemci konusu” konuşuluyormuş. İmralı görüşmelerinde bu konu gündeme getirilmiş. Son bir aydır süreç tıkanmış.

Davetiye ise mandacılığa:
Gülten Kışanak “süreçte demek ki bir problem var. Bir hakem lazım. Buna bir üçüncü göz lazım. Bunun kaçınılmaz olduğu kanıtlanmıştır” diyor.

Oslo müzakerelerinde, bir İngiliz’in masada hakem olduğunu duymuştuk. 15 Kasım 2013 günlü Tatlısesli Erdoğan – Şivanlı Barzani buluşmasının ardında da bir ‘üçüncü göz’ olduğu sırıtıp durdu. Gülten Kışanak bu gerçekleri açığa çıkaralım diyor.

Sözlerinin devamı, kendisini de hareketini de tarihe geçirecek cinsten:
"Bu aşamada doğrudan bir devlet adı söyleyemeyiz. Biz bunu istiyoruz. Bunu yapacak bir ülkenin çıkmasını bekliyoruz. Ayrıca bu tür mekanizmalar masanın her iki tarafının oluru ile devreye giriyor. Her iki tarafın kabul edeceği 3. bir taraf lazım"... “Kışanak, batılı ülkelerden birinin sürece dahil edilerek sürecin sağlıklı işleyebilmesi için mekanizmaların eksiksiz kurulabileceğine inandığını kaydetti.” http://www.radikal.com.tr/turkiye/kisanak_surec_tikandi_ucuncu_goz_lazim-1161151 
İlerici, özgürlükçü, barışçı..... BDP'nin kadın başkanı açıktan açığa, emperyalist Batı merkezlerinin kendilerini koruma, kollama, kullanma şiddetini artırmalarını istediğini ilan ediyor. ‘Gizlice yapmayın, gizlenmenize gerek yok, bizim işbirlikçiliğimiz açık, haydi gelin, mandacılığınızı açıktan kurun artık’ diyor.
Kendi ülkesinde yabancı yönetimini istemekte, güttüğü amaçlar için emperyalizmin kollarına atılmakta, ‘manda istiyorum’ demekte hiç sorun görmeyen bu kadın başkan, emperyalizme açık davetiyle tarihte hangi başlığa ait olduğunu kendisi belirlemiş durumda.

Manda davetiyesine CHP imzası eklemek?
Hadi diyelim ki, bu kişi bu sözlerle kendisinin ve siyasetinin değerini ortaya koydu, kendileri için ayıp! Ne var ki konuşan barış ve demokrasi başkanı burada durmuyor. Bu emperyalizmin mandacılığına davetiye çıkaran kişi, bir de içinde yuvarlandığı onursuzluğa CHP’yi katmaya gayret ediyor.

Özellikle CHP'nin Kürt sorunu konusunda daha evrensel siyaset izleyen bir parti haline gelmesi gerektiği”ni buyuruyor. Yani, Kürt sorunu konusunda evrensel siyaset dediği “emperyalist siyaset”e yolladığı davetiyeye CHP olarak bizim de adımızı eklemeye çalışıyor.
Bu öyle hayret verici bir özgüven ki, böylesine ancak kendini bilmezlik denebilir!

Ama bir dakika!... Kışanak bu sözleri için belki CHP yönetiminde olup kişisel işlere girişen kimi kişilerin gayretlerinden cesaret alıyor olabilir. Gerçekten de, örneğin, CHP'yi bu işe ortak etmek isteyen bir Sezgin Tanrıkulu araştırma önergesi verilmiş ve AKP ile BDP buna sahip çıkmışlardır. Ancak herkes bilir ki, CHP bu önergeyi TBMM Genel Kurulu'nda tüm halkın gözleri önünde geri çekerek Tanrıkulu'nun ortaklık gayretini boşa çıkarmıştır. Eğer Kışanak'ın cesareti bu tip gayretlerden kaynaklanıyorsa, aynı gayretlerin CHP bünyesi tarafından nasıl boşa çıkarıldığına da dikkat etmesi gerekir.

İki gözü de kapalı; üçüncü gözü ise hiç olmamış!
Kışanak, üçüncü göz olsun diye mandacılığı çağırıyor. Ama kendisinin iki gözü kapanmış. Besbelli ki “üçüncü gözü” de hiç olmamış.

Olsaydı, “kadim efendilerimiz, biz Irak'taki kuzey yönetiminden hiç de aşağı kalmayız; siz daha istemeden biz her hizmete varız” yalvarmalarının ‘mazlum milletler’ tarihindeki anlamını görebilirdi. Ve görebilse, işbirlikçiliğini böyle bir arsızlıkla gözler önüne sermezdi. 

Emperyalizmin hizmetinde olanlar, tarihte hep gericiliğin; teslimiyet ve esaretin; haksız savaş dalgalarının içinde boğuldular. Madem böyle bir davetiyeye sahiptir, o halde barış ile demokrasi, BDP'nin yalnızca adındadır; yakışıksız bir yama gibi... [17 Kasım 2013]





15 Kasım 2013 Cuma

KÜRESEL “UYGARLIK” /METİN AYDOĞAN



KÜRESEL “UYGARLIK”

İkinci Dünya Savaşı sonrasında uluslararası düzeyde kurumsallaştırılan ve Yeni Dünya Düzeni denilen emperyalist politika, 1980’lerden sonra “kürselleşme” tanımıyla yoğunlaştırıldı ve dünyaya yayıldı. Girişimin öncüleri yapılanları; “tarihin sonu”, “sanayi ötesi toplumun kuruluşu”, “post-modern çağa geçiş” gibi tanımlarla kutsadılar; “çağın gereği” olan küreselleşmeye karşı çıkmanın tutuculuk olduğunu söylediler. İletişim ağının etkili gücüyle yoğun yaymaca (propaganda) yapıldı, insanlar üzerinde adeta düşünsel terör estirildi. Oysa yaşananlar söylenenlere hiç uymuyordu. Gerçeği dile getirmek isteyenler, ya susturuldu ya da seslerini duyuramadı. Türkiye, küreselleşmenin olumsuz sonuçlarını yoğun olarak yaşayan ülkelerden biridir. Konunun en çok ülkemizde tartışılması gerekir. Toplumu tedirgin eden uygulamaların tek tek ele alınması, çözüme giden yolu göstermeyecektir. Uygulamaların hangi politikanın parçaları olduğunun bilinmesi yani kürselleşmenin kavranması gerekir. “Küresel ‘Uygarlık’” yazısından başlamak üzere küreselleşmeyi ele alan bir dizi araştırma yayınlayacağız. Umarız yararlı olur.


Günümüz Dünyası

Değişimin hızlandığı bir dünyada yaşıyoruz. İşyerlerinden okullara, kent merkezlerinden kasabalara, aile ilişkilerinden dostluklara dek toplumsal yaşamın her alanında; yeni değer yargıları, yeni yaşam biçimleri ve yeni karşıtlıklar ortaya çıkıyor. Ülkeler arasındaki yerel kültür ayrımları (farkları), tüketim alışkanlıkları, giyim kuşam biçimleri, kimilerine göre kaba bir ilkellikle, kimilerine göre evrensel bir boyutla birbirlerine yaklaşıyor. Dünya küçülüyor, ülkeler önemini yitiriyor ya da dünyayı küçültenler, ülkeleri ele geçiriyor... 21.yüzyıla bu tartışmayla girildi.
Çıplak gözün gördüğü bir gerçek var; yerel hükümet yetkilileri, ayrıcalıklı bürokratlar, profesyonel siyasetçiler ulusal kimlikleriyle etkinliklerini yitirirken, şirket yöneticileri, gökdelen ofisleriyle aracılar, ‘para satan’ spekülatörler, film ve ses kayıt stüdyoları, gazete ve TV patronları, tanıtım (reklâm) şirketleri, kaçakçılar, mafya liderleri öne çıkıyor.

Küresel Kültür

‘Küresel kültür’ piyasalarının yarattığı yeni insan tipi, kendi ülkesine yabancılaşırken özendiği ülkelerce de kabul edilmiyor. Televizyonlar, CD ve bant kasetler, rock yıldızları, tişörtler gençler üzerinde, anne-baba ve öğretmenlerden daha etkili oluyor. New York’lu, Hong-Kong ya da Atinalı gençler, tanışmadıkları yaşıtlarıyla, ailelerinden daha çok şey paylaşır durumdalar. Aynı ürünlere ilgi duyuyorlar, aynı filmlere gidiyorlar, aynı müziği dinliyorlar.
Cola tanıtımları, kendine özgü biçimiyle, dünyanın hemen tüm ülkelerinde aynı anda yerel seslendirmelerle gösterime giriyor. Küresel şirket malları, değişik şehirlerde aynı vitrin düzenlemeleriyle satışa sunuluyor. Biraz para kazanan ailelerin yaşam biçimleri, yerel zevkleri, toplumsal ilişkileri başkalaşıyor. Los Angelos, Seul ya da İstanbul’daki aile arabaları, elektronikli ev aletleri, mutfakları ve içki dolapları birbirine benzemeğe başlıyor.
Dünyanın her yerindeki şirket yöneticileri, kolay varsıllaşan politikacılar sözleşmişçesine, Ferragamo takım elbiseler, Christian Dior gömlekler, Gold Cross kalemler ve Rolex saatler kullanarak birbirlerine benziyor. Bu markaları kullananlar kendilerini ayrıcalıklı görerek mutlu oluyor.
Güneydoğu Asya’da, Afrika’da ya da Güney Amerika’da, uluslararası bankaların kredi kartlarını taşıyan görgüsüz orta gelirliler ya da cüzdanının her bölümüne hesabında para olmasa da birer kredi kartı koyan; Türk, Yunanlı ya da Kenya’lı memur, büro elemanı ya da işsiz gençlerin sayıları artıyor. Nike, Lewis ya da Benetton’dan giyinmek, gereksinimden çok kişilik kanıtı haline geliyor. Derine inen bir kültürel yabancılaşma yaşanıyor.

“Para Kazan Ya Da Öl”

Uluslararası pazarlamacılar ya da tanıtım şirketi uzmanları, “Laboratuar faresinden sonra en çok araştırılan memeli” konumuna getirdiği insanı, aile-kent-ülke etkilerinden koparıp “aptallaştırılmış küresel tüketiciler” durumuna sokmak için her yolu deniyor. Hizmetinde oldukları dünya düzeni, onlara amaçları yönünde çeşitli olanaklar sunuyor. “Para kazan ya da öl” anlayışını, şirket yöneticilerinden daha köklü biçimde savunan hükümet yetkilileri ortaya çıkıyor. Bunlar, yerel ülke sorunlarını, uluslararası finans örgütlerinin küresel reçeteleriyle çözeceklerine inanıyor. Ancak büyüyen yeni sorunlar ortaya çıkıyor.
Eskiden dünya savaşlarıyla değiştirilen ülke sınırları, bugün uluslararası anlaşmalarla ‘barış içinde’ yenileniyor. Bölünmek isteyenlere özgürlük, istemeyenlere çok yönlü baskı günün ‘demokratik’ modası. Ulus devletlerin merkezi otoritesi güç yitiriyor. Yerel yönetimlere yetki devri, yeni bir yönetim seçeneği olarak öneriliyor, federatif yapılanmalardan her geçen gün daha çok söz ediliyor.

Küreselleşmenin Öncüleri: Uluslararası Şirketler

Küreselleşmenin öncülüğünü, sayıları birkaç yüzü bulan büyük uluslararası şirket yapıyor. Onlar sorunun gerçek sahipleri. Elinde satılacak malı olanlar doğal olarak dünya ticaretinin kurmaylığını yapıyor. Yeryüzündeki satılabilir ürünlerin beşte dördü gelişkin uluslara ait şirketlerin elinde.
Ekonomiye yön verenler siyaseti de belirliyor. Savaşlara karar verenler hükümet yetkilileri ancak bu görünüşte böyle. Gerçek belirleyici şirket çıkarları. Bu çıkarlar, üst düzey teknolojik donanımla; ulusal sınır, ideoloji, ırk, dil, din tanımadan dünyanın her yerinde savunuluyor. ‘Herhangi bir yerde üretip, her yerde satmanın’ önünde engel oluşturabilecek hiçbir girişime izin verilmiyor. Küresel ürünlerin; ülkelere, kent varoşlarına hatta köylere dek girmenin, en ucuz ve güvenilir yolu bulunuyor.
Dünyanın her yerine yayılan denetlenmesi olanaksız dev şirketler; üretimden eğitime, iletişimden sosyal yardıma, tüketimden kültüre dek toplumsal yaşamın her alanında etkilerini arttırıyor. Şirket bütçeleri birçok ülkenin devlet bütçesini aşmış durumda. Ford’un ekonomik gücü, Suudi Arabistan ve Norveç’inkinden daha büyük. Philip Morris’in cirosu Yeni Zelanda’nın ulusal gelirinden daha çok. Önceleri ülke pazarlarına yerel yasalara uyularak giriliyordu. Çalışma koşullarını artık yerel yasalar değil uluslararası anlaşmalar belirliyor. “Olduğun yerde üret, uzaklara sat” yerini; “gittiğin yerde üret, çevresine sat” anlayışına bırakıyor. Şirket yatırımları denizaşırı ülkelere taşınıyor.1
Dünya ticaret hacminin büyümesine karşın yoksul ülkeler daha çok yoksullaşıyor. Oyunun kuralını koyanlar sonucu da belirliyor. Sonucu belli bu oyunun bilisiz (cahil) oyuncuları durumuna getirilen insanlar; doğup büyüdükleri yerlerden, akraba ve çocuklarından koparak ülkelerarası kitlesel göçlere katılıyor. Küresel sermaye yoksul ülkelere giderken, bu ülke insanları varsıl ülkelere göç ediyor.

“Kumarhane Ekonomisi”

Dünyadaki 6 milyarı aşkın insandan üçte ikisinin, alışveriş yapacak parası ve kredisinin olmadığı söyleniyor. İnsanların büyük çoğunluğu, yalnızca vitrinlere bakmakla yetiniyor. Yoksulluk yalnızca azgelişmiş ülkelerde değil, gelişmişlerde de yayılmakta.
Sermaye dışsatımı (ihracı), üretimsizliğe, üretimsizlik yeni toplumsal sorunlara yol açıyor. Üretimden para kazanmak yerine, parayla para kazanmak geçerli eğilim. Uluslararası para piyasalarında, döviz işlemleri, bonolar, master cardlar, “paranın yeniden paketlenip satılması” için olağanüstü becerikli araçlar haline getiriliyor.
Günün 24 saatı trilyonlarca dolar, dünyanın belli başlı döviz piyasalarında, saniyenin binde biri oranında hızlarla dönüp duruyor. Bu dolaşımda para, kendisini iyi kullanan sahibine büyük bir bağlılıkla, çekincesiz ve emeksiz yeni paralar getiriyor. John Maynard Keynes’in öngördüğü “kumarhane ekonomisi” dünyanın en etkin gücü durumuna geliyor.



Yaşanan Gerçekler

İnsanlar ve ülkeler arası ilişkilerin önceki dönemlere göre daha sıkı ve daha yaygın duruma gelmiş olması, geleceğe yönelik yeni sav ve düşleri ortaya çıkarıyor. Yaşanılan hızlı değişimin kısa dönemli sonuçlarındaki köktenci görünüm, kimilerince, yeni bir çağa geçişin coşku verici öncülü olarak algılanıyor.
Onlara göre; “İnsanlık aslına dönüyor”, güçle sağlanmaya çalışılan eşitlik anlayışı, yerini insanların kişisel yetenek ve becerileriyle niteliklerini gösterebilecekleri özgür dünyaya bırakıyor. Serbest ticaret insanları, insanlar da serbest ticareti geliştiriyor ve bu girişimde ülkelerin tümü yer alıyor. Yaratılan bolluk ve varsıllıktan, ona sahip olmayı isteyen herkes, çabası ve katılımı oranında pay alıyor. Dünya küçülüyor ve küreselleşiyor... Dünyanın gidişinden hoşnut olanlar bunları söylüyor.
Ancak, yaşanılan gerçekler söylenenlere pek uymuyor. Dünya, bol sermayeli yatırımcılar, borsa simsarları, banka yöneticileri ve kara para milyarderleri için küçülüyor ancak dünya üzerinde yaşayanların dörtte üçü için hâlâ çok büyük. Küçülmenin “kuramını” oluşturanlar, “global entegrasyon” ve “bütünleşmiş pazarlardan” söz ediyor ancak güçlü-güçsüz, varsıl-yoksul ayrımı artarak sürüyor. Dünya küçülüyor ancak bütünleşemiyor. Ülkelerdeki ekonomik uygulamalar küresel ağa bağlandıkça; uluslar, bölgeler ve kentler birbirlerinden uzaklaşıyor. Küresel ekonomi siyasi ve toplumsal dağılmayı hızlandırıyor. Yerleşik kavramlar, kültürel birikim ve yerel toplum bağları zorlanıyor. İnsanlar kimliklerini yitiriyor, kendi yaşam çevresine yabancılaşıyor.

Kitlesel Göç

Küreselleşme uygulamaları arttıkça yasadışı kitlesel göçler yayılıyor. Yoksul yörelerde kendini ve ailesini besleyemeyen milyonlarca insan; doğduğu topraklardan, yerleşik alışkanlıklarından ve kimliklerinden koparak dünyanın her yerine dağılıyor. Yüzyıl başında, yoksul Avrupalılar Amerika’ya; yüzyıl ortalarında, Kuzey Afrikalılar ve Ortadoğulular Batı Avrupaya göç etti. Şimdi ise dünyanın her yerinden varsıl ülkelere doğru küresel bir göç yaşanıyor. Gittikleri yerlerde onları; yasadışı çalışma koşulları, güvencesiz önemsiz işler ve sınırdaşı işlemleri bekliyor.
Bir başka ilginç göç sanayileşmiş ülkelerde yaşanıyor. Yatırım sermayesi ve fabrikalar denizaşırı ülkelere göç ederken, büyük kentlerde işsiz kalan işçiler başka yörelere taşınıyor. Avrupa Birliği ülkelerinde süreğen (kronik) duruma gelmiş işsizlik ortalama yüzde 10,3. Bu oran İspanya’da yüzde 19.2 ABD’nde çalışabilir yaştaki 20 milyondan çok insan işsiz. 1988 yılında; Detroit kent nüfusunun yüzde 19’unu, St Louis yüzde 27’sini, Buffalo yüzde 23’ünü yitirmişti. 3
Küreselleşme, dünyanın değişik ülkelerinde, kentlerin ayrıcalıklı semtlerinde yaşayan az sayıdaki insana büyük varsıllık getirmiştir. Ancak, geri kalan büyük çoğunluk ezici bir yoksulluk içinde yaşıyor. Ülkelerin ekonomik varlığına olduğu kadar, yaşama anlam kazandıran benlik duygusuna ve kültürel değerlere de saldırılıyor. Ancak, bu olumsuz gidişe tepkiler oluşmaya başlıyor. Kendi sorunlarını kendilerinin çözmesine izin verilmeyen insanlar, yavaş yavaş yüzyıl başındaki üçüncü kuşak büyükleri gibi dirençli bir tepkisel tavır içine giriyor. 21.yüzyıldaki politik çatışmanın temelini, “Küreselleşme güçleriyle, kendi toplumunu koruma ve yeniden tanımlama” güçleri arasındaki savaşım oluşturacak. Evrensel boyutta sürecek bu savaşımın belirleyici öğesi ise, yine ulusal kurtuluş hareketleriyle emperyalizm arasındaki çelişkinin çözümü olacak.

Küresel Kesitler

Her değişim kuşkusuz ilerleme anlamına gelmiyor. Toplumsal ilerlemenin geleceğe dönük genel akışı içinde gel-gitler yaşanabiliyor. Değişimi doğal gelişim süreçleri belirliyor ancak bunu insan eylemi gerçekleştiriyor. Yaşanılan ortam bilinci, bilinç ise ortamı değiştiriyor. İnsanlar yaşadıkları toplumsal koşulları değiştirirken, isteseler de istemeseler de getirdikleri yeni koşulların etkisi altına girerler; bu koşullar tarafından yönlendirilirler.
Dünyanın geleceğine dönemsel de olsa yön verenler, bugün yarattıkları küresel sorunların etki alanına girmiş durumdadır. Son elli yılda, çok büyük mali-askeri güç ve ideolojik-kültürel yaymacayla (propagandayla) kurulan Yeni Dünya Düzeni, karışık ve karmaşık sonuçlarıyla yeni bir düzensizlik dönemi başlattı.
Küresel sistemin büyük patronları, geçerliliği olmayan politik sözverilerle hâlâ geleceğe yönelik “umut” saçmayı sürdürüyor olabilir. Ticari artışlar, bütçe büyüklükleri ve ulusal gelirleri de yüksek olabilir. Ancak, bu ülkeler bugün, solunabilir hava, içilebilir su, çocuk sağlığı ve gelişimi, eğitim ve düşüncenin entellektüel özgürlüğü gibi gerçek varsıllığın yitiriliş öyküleriyle uğraşıyor.
ABD, bütçe giderlerini kısma, toplumsal iyileştirmeler, suç oranlarının düşürülmesi ve ekonomiyi canlandırma peşinde. Almanya kendi içinde bütünleşmenin ağır bedelini hala ödeyebilmiş değil. Japonya, iç politik sorunlar, şişirilmiş emlak ve finans piyasalarında yaşanan düşüşler ve dünya çapında süren ekonomik durgunlukla uğraşıyor.
Eskiden çok övündüğü sanayi ürünleriyle dünya piyasalarına giren ABD’nin, bu alandaki etkinliği ortadan kalkmak üzere. Para ve silah satışı, petrol kazançları, yüksek teknoloji ve tarımsal ürün gelirleri temel getiri alanları. Bunların yanında filmler, TV programları, video, plak, kaset, CD gibi ‘kültür’ ürün ve turizmi ile hem büyük paralar kazanıyor hem de küresel ideoloji pazarlıyor. Ancak ‘Amerikan Rüyasının’ bu becerikli tanıtıcıları artık Hollywood stüdyolarında Japonlar tarafından yapılıp dağıtılıyor. Büyük film stüdyolarının yalnızca üçünün sahibi Amerikalılar.
ABD’inde Orlando’daki Disney World’u 1990 yılında 28,5 milyon insan gezdi. Bu sayı o yıl içinde İngiltere’ye giden turist sayısından daha çok. Tokyo’daki Tokyo Disneyland’ı yılda 15 milyon insan geziyor. Mitsubishi Araştırma Enstitüsü’ne göre bunun ekonomik boyutu, Japonya’nın yıllık fotoğraf makinası dışsatımına eşit; 6,5 milyar dolar.4 New York’un 5. Caddedeki gökdeleni Empire State’in çatı katını, para ödeyerek günde ortalama 13 bin kişi geziyor. Bu, yılda 5 milyon gezgin (turist) demek.
Turizm tüm dünyada sorunlu bölgeler dışında önemli bir gelir kaynağı durumunda. Birleşmiş Milletler Dünya Turizm örgütüne göre, 1990 yılında 429 milyon insan, yani dünya nüfusunun yüzde 8’i, gezgin olarak bir ülkeden diğerine gitmiş durumda.5 Turizm, 1950 öncesinin yalnızca varsılların katıldığı bir eylem olmaktan çıktı. Orta gelirliler, emekliler ya da işçiler, uluslararası gezi şirketlerinin programlarına katılabiliyorlar.
Dünya çalışan nüfusunun yüzde 7’si gelirini, gezginleri (turistleri) taşıyarak, yedirerek, yatırarak, gezdirerek ya da eğlendirerek elde ediyor.6 Ancak, turizm gelirlerinin gezginleri ağırlayan ülkelere gittiği söylemek olanaklı değil. Bu işin kaymağını; hava yolları, otel zincirleri ve yerel gezimsel (turistik) işletmeler kurarak ya da ortak olarak, “tüm giderler dahil” paket turlar düzenleyen, büyük uluslararası gezim şirketleri alıyor. Sağlanan gelirler New York ya da Londra’daki banka hesaplarına aktarılıyor.

“Yerel Düşün Küresel Davran”

Uluslararası ticarette 1960’ların şirket stratejisi, “küresel düşün, yerel davran” yerini, 1990’larda “yerel düşün, küresel davran”a bıraktı. Şirketler artık etkinlik gösterdikleri ülkelerin yerel özelliklerine daha çok uyum gösteriyorlar, bu özellikleri çıkarları yönünde daha çok kullanıyor.
Şirket çıkarları ve en yüksek kazanç ereği onları, çağın ekonomik bukalemunları haline getirdi. Bunun siyasi ve askeri boyutu da var kuşkusuz. Etnik ve dinsel öğelerin öne çıkması, ağırlıklı olarak buna dayanıyor. Birleşmiş Milletler kararları, serbest ticaret anlaşmaları ya da demokrasinin “erdemleri” kolaylıkla unutuluyor ve en baskıcı yönetimlerle bile uyum içinde çalışılıyor. Hükümetlerin niteliğine göre kılık değiştiriliyor. ABD ilaç firması Smith Kline’in genel direktörünün sözleri durumu açıklıyor; “Brüksel’deyken tam bir Avrupa Birliği üyesi gibi davranırız. Ama Washington’a geldiğimizde tam bir Amerikan şirketiyizdir.” 7


Yeni Şirket Yapılanması

Küresel şirketler özellikle 1980’lerden sonra, uluslararası düzeydeki örgüt yapılarında değişikliğe gitmeye başladı. Denizaşırı ülkelere yayılmış her yönden şirket merkezine bağlı büyük ve hantal işletmeler yerine, üretim alanlarına ve yerel koşullara uyumlu küçük birimler halinde örgütlendiler. Her biri, içinde bulunduğu pazarın özelliklerine göre davranan, özerk şirket birimleri durumuna geldi.
Değişim yeteneğini yükseltmek, pazar esnekliği, çeviklik ve hız kazanmak, müşteri duyarlılıklarına daha iyi yanıt vermek, bürokratik giderleri azaltmak ve az işçiyle çalışmak temel amaçtı. Küçülme öncülerinin elde ettiği başarı büyük şirketlere örnek oldu ve genel şirket gelirini arttırma koşuluyla küçük örgütsel birimler oluşturmak yaygın bir uygulama oldu.

Küçük Şirket’e Küçük Ülke

Uluslararası şirketlerin, küçülmeyle ilgili ekonomik uygulamaları, etkisini kısa sürede politik alana taşıdı. Küçülen şirket birimleri, yapısal bir gereklilik olarak, kendi boyutlarına uygun küçük ülkelerde ve sınır konmamış pazar ilişkileriyle çalışmak istiyordu.
Bu isteğin politik karşılığı, tüm dünyada ayrılıkçı eğilimlerin artması ve ulus devlet korumacılığının ortadan kalkması oldu. Ülkelerin parçalanarak küçülmesinden ayrı olarak, bölgenin ya da ülkenin özelliklerine göre ‘federatif birlikler’, ‘eyalet yapılanmaları’ ya da ‘yerinden yönetim’ işleyişi günün tartışılan sorunları durumuna getirildi. Üniter devlet gelenekleri yerini, ‘sivil toplum’ örgütlerinin, cemaatlerin, tarikat ve aşiretlerin öne çıktığı karmaşık ve düzensiz bir toplumsal yapıya bırakmaya başladı.
Son yirmi yılda parçalanmalarla 25 yeni ülke ortaya çıktı. Birçok ülke ayrılıkçı eylemlerle tanıştı. Belçika, İtalya, ABD bunların bazıları. Kanada’nın Quebec, İspanya’nın Bask, İngiltere’nin Kuzey İrlanda sorunları var. İran Bhailer, Sudan siyah Animisler, Bangladeş Budist Çakmalar ile uğraşıyor. Çin’de Tibet ve Uygur, Papua Yeni Gine’de yerel bağımsızlık, Fiji’de etnik kızılderili, Burundi’de HutuTutsi, Korsika’da bağımsızlık, Türkiye’de Kürt ayrılıkçılığı uluslararası düzeyde destek görüyor.8 Japon Liberal Demokrat parti eski genel sekreteri Ichiro Ozawa, gücü ve yetkiyi merkezilikten uzaklaştırmak için, Japonya’nın 300 özerk bölgeye ayrılması gerektiğini savunuyor.9 Türkiye’de Kürtler’e yönelik, federasyon düşüncesinin ele alınabileceğini söyleyen Cumhurbaşkanları ortaya çıkıyor.
Ülkelerin bölünmesi ya da ‘gevşek yönetim’ eğilimlerinin yaygınlaştırılması, şirket çıkarlarının gereği olduğu belirtilerek açıkça savunuluyor. Gönüllü ya da ücretli ‘bilim adamları’, ‘ekonomistler’, ‘araştırmacılar’ bölünmenin ve küçülmenin erdemlerini anlatan görüşler açıklıyor. Bu açıklamalar büyük devlet politikalarında uygulama alanı buluyor. Amerikalı gelecek bilimcisi John Naisbitt’in konuyla ilgili görüşleri şöyle; “... Telekomünikasyon sayesinde büyük şirketlerin özerk ve küçük ünitelere bölünerek daha iyi çalışabileceklerini görüyoruz. Aynı durum ülkeler için de geçerli. Tek bir dünya haline gelmemizle birlikte, parçalar küçüldükçe daha iyi işliyorlar... Yapay olarak bir araya getirilmiş ülkelerin milli ve kabilesel varlıklara bölünmesi çok yararlı. Eğer dünyayı tek parçalı bir dünya haline getireceksek parçalar küçük olmalı.” 10
Etnik yapılar ve eskiye dayalı ayrımların bulunduğu ülkeler bu tür görüş sahiplerinin öncelikli ilgi alanlarıdır. Ortadoğu, Orta Afrika, Uzakdoğu, Rusya ve Çin bu tür bölgelerdir. Eski Sovyetler Birliği’nin resmen tanıdığı 104 etnik topluluk var. Bunların içinden 50 yeni ülke çıkacağı düşünülüyor. Çin’de 56 milliyetin olması benzer hesapları gündeme getiriyor. Bu bölgede bir kaç düzine ülkeden oluşan bir konfederasyonun iyi bir çözüm olacağı söyleniyor; “1000 ülkelik bir dünya; ulus devletin ötesine geçmeyi belirten bir mecaz. Ülkeler giderek daha da önemsizleşecekler. 200 ya da 600 ülkeden, birbirine bağlanmış milyonlarca parçaya geçilecek. İçinden çıktığımız ülke önemini yitirirken birbirine bağladığımız insanlar önem kazanacak.”11 Küreselleşmeciler bunları söylüyor.
DİPNOTLAR
1                     “Küresel Düşler” Richard J.Barnet, John Cavanagh, Sabah Kit., İst.-1995, sf.1-2
2                     Luis S.Richman Fortuna 9 Nisan 1990, ak. a.g.e. sf.231
3                     “Baryy Bluestone Review of Black Politikal Economy” Eylül-Aralık 1988, ak. a.g.e. sf.231
4                     “Küresel Düşler” Richard J.Barnet-John Cavanagh Sabah Yay. sf.17
5                     New York Times, 26 Mayıs 1991, ak. a.g.e. sf.14
6                     a.g.e. sf.14
7                     “The stateless Coporation” William J.Halstery Business Week 14. Mayıs 1990 sf. 100, ak. a.g.e. sf.223
8                     “Global Paradoks” John Naisbitt 1994 Sabah Yay. sf.24
9                     “Japonya’yı Yeniden Kurma Planları” Ichiro Ozowa 1993, ak. John Naisbitt “Global Paradoks” Sabah Yay. sf.24
10                  ”Global Paradoks” John Naisbitt, sf.24
11                     a.g.e. sf.25