18 Mart 2013 Pazartesi

ABD Emperyalistleri, işbirlikçisi Tayyipgiller, beş yıldır kan kusturdukları Türk Ordusu’na şimdi Hitler-Nazi yöntemi kullanarak sahip çıkar görünüyor



ABD Emperyalistleri, işbirlikçisi Tayyipgiller, beş yıldır kan kusturdukları Türk Ordusu’na şimdi Hitler-Nazi yöntemi kullanarak sahip çıkar görünüyor
Hitler’in bir yöntemi ya da alışkanlığı vardı: Kendisine kulca bağlı olmadığını hissettiği komutanlarına alçakça tuzaklar kurarak onları katlettirirdi. Savaşta üstün başarılar gösteren, kitlelerin hayranlığını kazanan komutanlarına da aynı şeyi yapardı. O komutanların çok öne çıkmaları, halk tarafından hayranlıkla benimsenmeleri Hitler’i telaşlandırırdı. Kendisinin geri plana düşeceği endişesine yol açardı. Bu nedenle onları da öldürtürdü. Bu bazen cephede kim vurduya götürülme şeklinde olur, bazen de Eşref Bitlis suikastında olduğu gibi, uçağı düşürülerek yapılırdı.
Sonra da başta Hitler gelmek üzere Nazi yönetimi, bu kurbanlara büyük kahramanlık payeleri verir, bunlara görkemli cenaze törenleri düzenlerdi. Yani onları hem öldürür, hem de ölülerini namussuzca, şerefsizce, alçakça sömürürdü.
Öyle ya; ölü bir kahramandan Hitler’e hiçbir zarar gelmezdi artık. Tersine, o kahramanın Hitler’in komutanlarından biri olması, Hitler’in emrinde savaşırken hayatını kaybetmiş olması Hitler’e büyük siyasi rant sağlardı.
Aynı yöntemi bugün Hitler’in yolundan giden AB-D Emperyalistleri de uygulamaktadır. Bunların da katliamları, yalan ve demagojileri, alçaklıkları, acımasızlıkları, insanlıktan tümüyle çıkmış olmaları; işgalci, yağmacı ve katliamcı olmaları, bütün bu yaptıkları namussuzlukları da “İnsan Hakları, Demokrasi, Özgürlük” gibi saygın kavramların ardına gizlenerek yapmış olmaları birebir Hitler-Nazi taktiğidir.
“Ergenekon Davası” adlı saldırının bir CIA Operasyonu olduğunu biz en başında, hemen gördük, teorimizin aydınlatması, olayın üzerine ışık düşürmesi sayesinde. Ve saldırıya ilişkin ilk bildirimizde bunu kesin bir anlatımla ortaya koyduk. Bu saldırının projesinin yapımcısı CIA, Pentagon, Washington’dur. Uygulayıcıları ise CIA ile birlikte artık yurtsever basında “The Cemaat” ibaresiyle anılan Pensilvanyalı imamın-İblisin yani Fethullah’ın Cemaatiyle Tayyipgiller İktidarıdır. Yani saldırı üçayak üzerine oturtulmaktadır: CIA, Cemaat, Tayyipgiller. Tabiî burada, yukarıda da belirttiğimiz gibi patron-efendi, emredici durumunda olan ABD’dir. Diğerleri ise yerli işbirlikçi hainlerdir. Bu üç ayaktan birini atladık mı, olayı gerçekte ne ise öylece yani olduğu gibi görememiş oluruz. Eksik görmüş oluruz, yetersiz görmüş oluruz. Hele ABD’yi atladık mı, olayın özünü, yani saldırının hedefini ya da bununla ulaşılmak istenen amacı, hedefi tümüyle gözden kaçırmış oluruz.

Yeni Sevr’in önündeki engeller adım adım kaldırılıyor
Saldırının özneleri bunlar. Peki hedefi, amacı, maksadı yani sebebi ne? Bununla nereye varılmak isteniyor? Ne elde edilmek isteniyor?
Lafı hiç uzatmayalım, dolandırmayalım. Hedef Yeni Sevr’dir. Hep belirttiğimiz gibi, AB-D Emperyalistleri Sevr’den hiçbir zaman vazgeçmemişlerdir. Onu Türkiye’nin önüne koymak, uygulamak için hep uygun zamanın gelmesini yani bir fırsat doğmasını beklemişlerdir. O zaman, işte bu zamandır. Özlemini çektikleri fırsat doğmuştur artık. Sosyalist Kamp yıkılmış, ABD’nin 50’li yıllardan beri titizlikle uygulamakta olduğu “Yeşil Kuşak Projesi” (bilindiği gibi bunun da yapımcısı aynı ABD’dir) Türkiye’de en ağulu meyvelerini vermiş, onlar da iyice olgunlaşmıştır artık. Yani, CIA, Muaviye-Yezid İslamı’nı, Amerikan İslamı’nı-CIA İslamı’nı Türkiye’de kara halk yığınlarına büyük ölçüde benimsetmiş, onları içi-özü boşaltılmış, değiştirilmiş zıddına dönüştürülmüş bu sahte İslamla doktrine etmişti; onları zehirleyip ya da narkozlayıp uyutmuştu. Böylece de görebilmekten, düşünebilmekten alıkoymuştu. Bu duruma düşürülünce de kitleler mezbahaya götürülen zavallı koyun sürüleri gibi zalimlerinin, sömürücülerinin, daha açığı cellâtlarının kucağına doğru koşup gidiyordu artık, bunlar bana hem dünyalık hem de ahretlik verecekler bolca, diye.
1990 sonrasında, Sosyalist Kamp’ın çöküşü sonrasında, AB-D Emperyalistlerinin Türkiye’ye artık pek ihtiyaçları kalmamıştı. Şimdi, Türkiye pekâlâ Sevr Haritasına göre parçalanabilirdi.
İşte bu alçakça amacın ilk adımları 90’lı yılların hemen başında atıldı: 02 Ekim 1992’de Türk Donanması’na ait Muavenet Muhribi, Ege’de yapılan “NATO Kararlılık Tatbikatı” sürecinde Amerikan uçak gemisi Saratoga’dan atılan iki füzeyle vuruldu. Geminin komutanının da içinde olduğu beş denizcimiz bu saldırıda hayatını kaybetti. Saldırı, gece gemilerin ya da tatbikatçıların dinlenmeye çekildikleri bir anda yapıldı. Yani, tatbikat sırasında olmadı. ABD bu saldırının sebebini kaza olarak açıkladı. Oysa,  o füzelerin ateşlenmesi için üç aşamalı bir bariyerin hep olur-uygundur komutu verilerek aşılması ve bu komutları en az iki subayın onaylaması gerekiyordu. Demek istediğimiz, saldırı gece, sarhoş bir ABD askerinin füze komuta sistemleriyle oynaması sırasında, tesadüfen oluşmuş bir durum değildi kesinlikle. Zaten, saldırıdan sağ kurtulan Türk subayları hep olayın kasıtlı ve bilinçli olduğu konusunda tereddütsüz hemfikirdirler. Bu ikiyüzlü-şerefsizce yapılan saldırıdan maksat Türk Donanması’na, dolayısıyla da Türk Ordusu’na bir gözdağı vermekti.
Ardından Irak’ta Türk helikopteri sanılarak bir Birleşmiş Milletler helikopterinin işgalci ABD Ordusu tarafından açılan ateşle düşürülmesi ve içinde bir Türk subayının da bulunduğu personelin öldürülmesi olayı gelir.
Bunun da sonrasında zamanın jandarma genel komutanı Orgeneral Eşref Bitlis’in uçağının düşürülerek öldürülmesi gelir. Bitlis, bölgede konuşlanmış durumda bulunan Çekiç Güç Kuvvetlerinin Türkiye’den ayrılması gerektiğini açıklıyor ve ABD'nin Kuzey Irak’ta oluşturmaya çalıştığı Kürt Devleti’nin Türkiye’nin zararına olduğunu söylüyordu.

Wikileaks belgelerinde ABD’ye göre Türk Ordusu’nun profili
Tüm bu olaylar sonucunda da ABD’nin Türkiye’ye dost olmadığını öğrenmiş olur Türk subaylarının önemli bir bölümü. Böylece de en yurtsever, Mustafa Kemalci bazı komutanların kafasında NATO’dan ayrılınması ve Avrasya’ya yönelinmesi düşüncesi oluşmaya başlar. Yani Amerika’yı ve AB’yi, dolayısıyla da NATO’yu bırakalım, Rusya, İran, Çin, Hindistan ve Türk Cumhuriyetleriyle birlikte oluşturulacak bir yapının içinde yer alalım diye düşünmeye ve bu düşüncelerini de belli toplantılarda açıkça söylemeye başlarlar. İşte bu durum ABD’yi çileden çıkarır. Hemen tedbir alınması istenir. Wikileaks belgelerinde bu açık açık ortaya konur. Bu belgelerden bazı bölümler aktararak gösterelim alçakların neler dediğini, ne tedbirler düşündüğünü:
“Wikileaks belgelerinde Genelkurmay içindeki üç ana hizip şöyle sınıflandırılıyor: Birincisi, Türkiye’nin stratejik çıkarının, ABD ve NATO ile sıkı bağları sürdürmekte olduğunu, istekli olmasa da kabul eden ‘Atlantikçiler’. İkincisi, ABD ile bağları sürdürme ihtiyacına öfkelenen, Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkan, kimseye güvenmemeyi (Irak topraklarında kurulacak bağımsız bir Kürt Devleti’ni destekleme niyetinden emin oldukları ABD de buna dâhil) yeğleyen ve Kemalist devletin tavizsiz biçimde korunmasında ısrar eden katı ‘Milliyetçiler’. Üçüncüsü de, ‘Avrasya’ konseptinin, Rusya’nın hâkimiyetindeki tabiatını kavramaksızın, uzun zamandır ABD’ye bir alternatif arayan ve Rusya’yla ya da Rusya ve İran’ı veya Rusya ile Çin’i içine alan iyi tanımlanmamış bir gruplaşma ile daha yakın ilişkiler kurmayı düşünen ‘Avrasyacılar’. (B. Pehlivan-B. Terkoğlu, Sızıntı-Wikileaks’te Ünlü Türkler, s. 165-166)
“(…) (Türk Generaller) AKP’den seçilmiş Tayyip Erdoğan’ın davranışlarından büyük rahatsızlık duymaktadır. Erdoğan güçlü bir müttefikimizdir. Generallerin bu tutumu Amerikan menfaatlerinin korunması açısından engelleyicidir. Orgeneral Hilmi Özkök’ün sadakatli duruşu sahiplenilmelidir.
“Muhalif orgeneraller, Orgeneral Hilmi Özkök’ün çizgisine itiraz etmektedirler… Erdoğan kendisine desteğin devamı halinde ABD’nin bir müttefiki olarak Ortadoğu ve Irak dahil olmak üzere Türk hava sahasını, kara ve demiryolları ile Mersin ve İskenderun limanlarını kullanımımıza açacağını taahhüt etmektedir… Ancak Türk Ordusu’ndaki üst rütbeli subaylar tarafından sürekli engellenmek istenmekteyiz.
“Amerikan çıkarlarına karşı çıkan Org. Aytaç Yalman, Org. Şener Eruygur, Org. Çetin Doğan, Org. Hurşit Tolon, Org. Fevzi Türkeri, Org. Tuncer Kılıç ve Org. Yaşar Büyükanıt, Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün emir ve talimatlarına uymadıkları gibi her an muhtıra verebilirler. Bu bakımdan değerlendirildiğinde güçlü bir medya grubunun oluşturulmasına acilen ihtiyaç duyulmaktadır. Bu konu Recep Tayyip Erdoğan ile paylaşılmış olup, gereğinin değerlendirileceği hakkında olumlu değerlendirmelerin yapıldığı ve yapılacağı teyidi alınmıştır.”(age, s. 178)

AB-D yörüngesinden çıkan Ordu mensuplarına karşı ilk saldırılar
ABD elçisinin gördüğünü muhakkak ki ABD’deki merkezler de görmekteydiler. Ve onlar da kendi alçakça çıkarlarına uygun düşecek tedbirler aramaktaydılar.
ABD’ye göre Türk Ordusu ABD’nin yörüngesinden hızla çıkmaktaydı. Yurtsever, Mustafa Kemalci komutanların bir muhtıra vermeleri, durumu daha da vahim ve içinden çıkılmaz hale getirebilirdi.
Zaten yine kendi projeleri ve yapımları olan AKP-Tayyipgiller İktidarı da ABD ile her türlü işbirliğine, dolayısıyla da Türkiye’ye ihanete tereddütsüz hazırdı. Üstelik de ezici seçim zaferleri kazanarak üst üste iktidara geliyor ve gittikçe de iktidarını sağlamlaştırıyordu. Tabiî aynı zamanda da Türkiye’yi Ortaçağ’a doğru bayır aşağı yuvarlayıp götürüyordu. Bu Ortaçağa gidiş ABD’nin de işine gelirdi. Çünkü malum; din merkezli dünya görüşünde esas olan millet değil, ümmetti. Bu bakımdan da ulus ve ulusa ilişkin değerler bunlar için de bir anlam ifade etmezdi. İşte ABD’nin de zaten istediği buydu. Millet olarak Türkiye’yi eritmek ve Sevr Haritasına göre parçalamaktı. Bu bakımdan ABD ve yerli hainlerin; Tayyipgiller ve Cemaat’in amaç birliği sağlanmış oluyordu. Yani ortak payda oluşmuştu.
ABD hazırlıklarına girişti ve ilk saldırı denemesini Van’da, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektör ve yurtsever yöneticilerine karşı yaptı. (Namuslu, laik, yurtsever rektör Yücel Aşkın ve ekibine yaptı.) Aynı zamanda bir saldırı da “Şemdinli İddianamesi” adıyla bilinen bir iddianame hazırlanarak Türk Ordusu’na karşı yapıldı. Fakat, çoğu şeyde olduğu gibi burada da ilk girişim başarıya ulaşamadı. Fakat sarsıntı yarattı tabiî. Zaten bir şeyi yıkıp çökertmek için de art arda darbeler indirmek gerekir genelde…
Ortamın yeterince olgunlaştığını gözlemleyen üçlü alçak mihrak, 2007’nin 12 Haziranı’nda öldürücü sonucu almak için tam hazırlıklı bir saldırı daha başlattı. Yine bilindiği gibi bu saldırının adı da ilkin “Ümraniye Bombaları” diye yazıldı medyada. Fakat kısa süre sonra saldırıya asıl vermek istedikleri adı açıkladılar. 25 Temmuz 2008’de “Ergenekon Davası” adını verdikleri ana saldırıyı başlattılar…
Aslında “Ergenekon” adını, saldırının tüm detayları gibi çok önceden belirlemişti onu planlayan ve uygulayanlar. İşte kanıtı:
“Kameraya yansıyan görüntülerde karakoldaki polisler, düzenledikleri tutanakların ‘olay yerinde düzenlenmiştir’ gibi gösterilmesi konusunda nasıl inandırıcı olacaklarıyla ilgili konuşmalar yapıyordu.
“Bir polis, arkadaşına ‘Mahkemede sana ‘çatıya bilgisayar mı çıkardın?’ diye sorarlarsa ne diyeceksin?’ diye soruyordu.
“Diğeri de şöyle cevaplıyordu: ‘Soruşturma Ergenekon olduktan sonra s.kerim hâkimini de, savcısını da…’
“Evet, bu küfür soruşturmanın 9 ay sonra ilan edilecek isminin daha o sırada belli olduğunu ortaya çıkaracaktı.” (age, s. 213)
Bu temel saldırı da ilk denemesinde olduğu gibi yalnızca Ordu’yu hedef almadı. Namuslu, yurtsever, laik, tam bağımsızlıkçı, Mustafa Kemal gelenekli bilim insanlarını da kapsamı içine aldı. Bununla da yetinmedi; aynı nitelikteki aydınlara, yazarlara, çizerlere de yöneldi.

AB-D nasıl bir Türk Ordusu için çabalamaktadır?
Özetlersek; hep söylediğimiz gibi, Sevr’e gidilecek yolun üzerinde kendilerine karşı direnç noktası oluşturabilecek başta Türk Ordusu olmak üzere tüm namuslu, yurtsever unsurları hedef aldı. Amaç, yol açmaktı, yol temizliğiydi. Davanın amacı en öz anlatımıyla budur.
Bu davayı imal eden alçakların, şerefsizlerin varmak istediği yerse tek kelimeyle Yeni Sevr’dir.
Zaten, Türkiye’nin yaşadığı ekonomik, siyasi olaylara bakan ve gördüğünü anlayıp değerlendirebilen herkes Türkiye’nin ABD Emperyalistleri tarafından adım adım Yeni Sevr bataklığına sürüklendiğini kesince görür. İşte bu “dava” maskesiyle yürütülen saldırı bu gidişe karşı çıkabilecek güçleri sindirme, yıldırma, ezme ve tasfiyeyi amaçlamaktadır. Nitekim, yapılan da budur. Artık namuslu burjuva yazarları bile Türk Ordusu’nun teslim alındığını, diz çöktüğünü açık açık yazıp söylemektedirler.
Tabiî biz bu kanıda değiliz. Diz çöken, teslim olan, Türk Ordusu’nun sadece komuta kesimidir.  Yoksa, ezici çoğunluğunu oluşturan kitle hâlâ yurtseverdir, tam bağımsızlıkçıdır, Mustafa Kemalcidir. Biz de zaten hep diyoruz ya; Devrimci Gelenekli olan kesim Ordu Gençliği’dir. Yoksa Hilmi Özkök, Necdet Özel gibi ordu fosilleri değildir.
Mustafa Balbay ortalama dört yıldan bu yana Silivri Toplama Kampında tutsaktır. Neden mi?
Bizce şundan: 23 Mayıs 2003’te Cumhuriyet’te yaptığı “Genç Subaylar Rahatsız” haberinden.
Bu haber, ayrıntıları okunduğunda Ordu Gençliği’nin Tayyipgiller İktidarından ve Türkiye’nin Sevr ile birlikte Ortaçağa doğru sürüklenişinden rahatsızlığını ortaya koymaktaydı. Yani komuta kesiminden farklı bir tutum içinde olduğunu göstermekteydi. Bizim yarım yüzyıldan bu yana savunduğumuz bu ayrımı Balbay’ın da “Cumhuriyet”te yazması Tayyipgiller İktidarını ve onlarla “şiir gibi anlaşıyoruz” diyen ve böylece de aynı ihanet içinde olduklarını hiç çekinmeden itiraf eden Hilmi Özkök’ü ve benzerlerini çileden çıkardı. O güne dek sakinliği, ılımlılığı ve yumuşaklığıyla bilinen, tanınan Hilmi Özkök, tüm bu özelliklerini bir anda terk ederek bakın haber karşısında nasıl konuşur, nasıl kükrer:
“Komutanlar arasında şahinler, güvercinler, sertlik yanlıları yoktur. Bu tür iddiaları yalanlamaktan öteye lanetlediğimi, kusura bakmayın ağır laf söylüyorum, ama açıkça ifade etmek istiyorum.” (age, s. 173)
Aynı tepkiyi, aynı günlerde Tayyip de gösterir:
“Özkök’ün açıklaması ardından konu üzerine ilk kez konuşan Erdoğan, Balbay’ı suçladı. Erdoğan, ‘Genç Subaylar’ manşetini kastederek ‘Tuttuğunuz bir köşeyle bu ülkede sıkıntı çığırtkanlığı yapmayın’, ifadesini kullandı. Erdoğan, askerle benzer hassasiyetlerini dile getiren YÖK Başkanı’na ise ‘kilon kaç, çık meydana’ sözleriyle cevap verdi. Erdoğan için askerle yapılacak güreş o günlerde Özkök’ün katkısıyla ötelenmişti.” (age, s. 173)
Görüldüğü gibi, ABD işbirlikçilerinin, hainlerin Ordu Gençliği’nin Devrimci Geleneğinin sözünün edilmesinden bile ödleri patlıyor. Onlar Amerikancı, ruhsuzlaşmış, uşaklaşmış, fosilleşmiş tören paşalarının, halk çocuklarından oluşan Ordu Gençliği’ni kendileri gibi hep sürükleyip götürmesinden yanadırlar. Tabiî nereye götürmesinden? Amerikan uyduluğuna, Amerikan uşaklığına… Onlar ister ki Türk Ordusu hep NATO Ordusu olsun. Böylece, Amerikan generalleri Türk Ordusu’nu istedikleri gibi yönetsin, kullansın. Kore’ye götürsün, Yugoslavya’ya götürsün, Somali’ye, Afganistan’a, Libya’ya ve Suriye’ye sözün kısası, Amerika nereye isterse oraya götürsün, ABD’nin aşağılık emperyalist çıkarları için ölsün, öldürsün. Ne yazık ki bütün bu pis işleri ABD yaptırabilmektedir bugün Türk Ordusu’na. Buna ilaveten, Türkiye’nin Yeni Sevr’e sürüklenişine de ses çıkaramaz durumu düşürülmüştür Türk Ordusu.
İşte “Ergenekon Davası” denen CIA Operasyonu yukarıda da dediğimiz gibi bunu sağlamıştır.
Fakat Ordu Gençliği bu duruma ses çıkaramamakla birlikte hınç duymaktadır, bundan hoşnutsuzdur. Fakat bir yolunu bulamadığı için ses çıkaramamaktadır. İşte bu durumun dillendirilmesi ABD uşaklarını korkutmakta, kızdırmaktadır.
Bu hainane gidişin sürmesi halinde ABD Türkiye’yi Yeni Sevr’e iyice yaklaştıracak, çözecek, eritecektir. Bunun sonucunda da Türkiye’yi açıktan parçalamaya girişebilecektir. Hep diyoruz ya; ABD’nin Ortadoğu’daki hedef sıralaması Irak, Libya, Suriye, İran ve Türkiye biçimindedir. Diğer dört ülkede amaçladığını gerçekleştirirse muhakkak ki Türkiye’ye fiili saldırı planını da uygulamaya koyacaktır. Bu gerçeği namuslu burjuva yazarları bile artık görebilmektedirler:

Amaç, Türkiye Dahil Ortadoğu’nun sınırlarını değiştirmektir
Bundan bir süre önce, ABD Deniz Kuvvetleri Akademisi Öğretim Üyesi Nicolas Gvasdev demişti ki:
“Kısa bir süre içinde; Türkiye’de PKK’ya, Kolombiya’da FARC’a, Filipinler’de komünist ve İslâmcı asilere karşı kullanılan isyan bastırma yöntemlerinin sorgulanması, bu ülkelere müdahaleyi beraberinde getirecektir”
“Müdahale!
“Pekâlâ, Bush’un Savunma Bakanı Condolezza Rice, 7 Mart 2003’te Washington Post’a yazdığı yazıda ne demişti:
“Fas’tan, Basra Körfezi’ne kadar, TÜRKİYE DE DÂHİL, Ortadoğu’da tüm ülkelerin rejim ve sınırları değişecek!”
“Bu açık niyete rağmen, Erdoğan’ın bu planı uygulayacak olan Büyük Ortadoğu Projesi BOP’un eşbaşkanlığını nasıl olup da kabul ettiğini anlamakta zorlanıyorum!” (Cevher Kantarcı, Yurt Gazetesi, 20 Mayıs 2012)
C. Kantarcı, ABD Emperyalistlerinin Türkiye’ye hangi aşamada askeri müdahalede bulunacağını bile bizim de hep tekrarladığımız biçimde dile getirmekten çekinmiyor:
“Adamlar, Türkiye’ye müdahale gerektiğini açık seçik “söyletmeye” başladılar!
“BDP’lilerin sık sık dile getirdiği Türkiye’de çıkması muhtemel iç karışıklıklar, elbette ki güzellikle ve sadece biber gazıyla bastırılmayacak!
“Ve Batı’ya gün doğacak!
“Bizimki ise BOP Eşbaşkanlığına güvenip, Esad’a kabarıyor!
“Hele bir Esad meselesini, ABD’nin işine geldiği gibi çözelim, seyredin gümbürtüyü!” (agy)
Tekrarlarsak anlattıklarımızı; “Ergenekon Davası” adlı CIA Operasyonu ABD tarafından netçe projelendirilmiş ve yukarıda Condolezza Rice’in açıklamalarında ve BOP Haritasında açıkça ortaya konmuş olduğu gibi, Türkiye’nin Yeni Sevr’e sürükleniş sürecinde buna karşı çıkabilecek yurtsever, antiemperyalist güçlerin tasfiyesini hedeflemiştir.

“Ergenekon, Balyoz Davaları”nın aktörleri-oyuncuları
Bu “dava”nın CIA tarafından projelendirildiğinin pek çok kanıtının yanında bir yenisi de geçen günlerde ortaya çıkmıştır. Eski AKP milletvekili İhsan Arslan’ın bir dönem birlikte çalıştığı Orhan Aykut, geçenlerde şöyle bir açıklama yaptı:
“Adı Orhan Aykut. Daha önce Tekirdağ Cezaevi’nde yatıyordu, şimdi Metris Cezaevi’nde.
“Kendini eski bir ülkücü olarak tanıtan Orhan Aykut 13 Aralık 2010’da Tekirdağ Cumhuriyet Savcılığı’na başvurarak Ergenekon ve Balyoz davaları ile ilgili bir suç duyurusunda bulunmuştu.
“Aykut, Balyoz Davası dosyalarının bir bavul içinde, Amerikalı bir senatör ve ordudan ayrılma bir binbaşı tarafından AKP’li Milletvekili İhsan Arslan’ın ofisine getirildiğini ileri sürmüştü. Aykut belgelerin burada sıraya dizildiğini, bazılarına eklemeler yapıldığını, bazılarının üzerinde oynandığını da suç duyurusunda iddia etmişti.”  (www.odatv.com, 20 Kasım 2012)
Açıkça görüldüğü gibi, “Balyoz Davası” belgelerinin yer aldığı bavulu Amerikalı bir senatörle Ortaçağcılığından dolayı Ordudan atılan uzun saçlı eski deniz binbaşısı (bunun İskender Pala olduğu Orhan Aykut tarafından da beyan edilmiştir) AKP eski milletvekili İhsan Arslan’a ve onunla çalışan Orhan Aykut’a Movenpick Oteli’nde teslim ediyor. Bu arada Beyaz Saray eski çalışanı, şimdinin AKP milletvekili ve Avrupa Birliği’nden sorumlu bakanı Egemen Bağış da oradadır. Demek ki ABD’li senatör CIA adına projenin uygulamaya konmasında da görev yapmıştır. İşin gerisini İhsan Arslan, Ramazan Akyürek ve Cemaatin savcı-yargıç maskeli görevlileri sürdürmüştür ve halen de sürdürmektedir.
Bu bavul devir teslimi, sahte belge üretimi ve bunlara dayanarak operasyon yapma olayında “dava”nın üç ayağı da açıkça ortaya çıkmaktadır, görülmektedir: ABD-CIA-Pentagon-Washington, Fethullah Cemaati, Tayyipgiller İktidarı… Aslında davanın tüm parçalarında bu ayaklar görev yapmıştır. Yani bu CIA Operasyonu, bu ayaklardan oluşan kaynaşık bir ekip tarafından gerçekleştirilmiştir.

AB-D ve Tayyipgillerin “timsah gözyaşları”nın sebebi nedir?
Olay bu kadar açık bir şekilde ortada dururken ABD’nin ve Tayyipgiller’in; “Bizim olayla sayımız suyumuz yok-uzaktan yakından ilgimiz, bilgimiz yok, tam tersine bu davada tutuklananların uzun tutukluluk sürelerine maruz bırakılmaları bizi de rahatsız etmektedir. Bu nedenle bizce bu davalar bir an önce sonuçlandırılmalıdır” şeklinde açıklamalar yapmaları tamamen bir Nazi-Hitler taktiğidir. Başka türlü söylersek; İblisçe yapılmış bir düzenbazlıktır, kandırmacadır.
Biz uzun süredir hep tekrarlamaktayız; bu davanın cezası sonucunda değil, sürecindedir, diye. Cezanın özü sürecinde olunca tutuklulukların elbette uzun tutulması gerekir. Peki bu uzunluğun ölçütü ne olacaktır?
Şu:
Bu süreç içinde hedef alınan güçlerin işi bitirilmiş olacaktır. Yeni Sevr’e gidişe karşı çıkabilecek güçler sindirilmiş, korkutulmuş, ezilmiş ve tasfiye edilmiş olacaktır.
Bu amaç gerçekleşti mi şimdi?
Ne yazık ki öyle… Yani amaç hâsıl olmuştur. Hedef ele geçirilmiştir.
O zaman ne yapılması gerekmektedir?
Bu “dava” saldırısıyla-bu aşağılık suçla bizim hiçbir ilgimiz yok, denilerek oyuna, kandırmacaya başvurmak gerekmektedir. İşte ABD Emperyalistleri ve Tayyipgiller bunu yapmaktadırlar. Suçu sadece savcı ve yargıç maskeli Cemaat mensuplarının üzerine yıkmaktadırlar. Hani, ağanın da toprağını gasp ettiği ya da karısına-kızına göz koyduğu gariban köylüyü önce emrindeki çakallara katlettirip sonra da suçu onların üzerine yıkması gibi…
Sözü uzatmayalım; insanlıktan çıkmış ABD Emperyalistlerinin de onların işbirlikçisi hain Tayyipgiller İktidarının da bu davayla ilgili “timsah gözyaşları” denilen türden sahte ağlayışları, gözyaşı döküşleri hep yukarıda andığımız aşağılık oyun-Nazi Yöntemi gereğidir.
Bugün, gün yerli-yabancı Parababalarının ve onların her türden uşaklarının günüdür.
Halkımız ne yazık ki örgütsüz, darmadağınıktır. Böyle olunca bu hainane gidişi ve oyunları ne görüp doğru dürüst anlayabiliyor, ne de tepki koyabiliyor. Haydutlar, satılmışlar, insan sefaletleri gönüllerince oyunlar, hileler düzenliyor, dolaplar çevirebiliyor. Ne diyelim, olsun bakalım…
Fakat sanmasınlar ki bu böyle sürüp gidecek! Elbet bu iblisçe, bu alçakça oynanan oyunların da hesabının sorulacağı günler gelecek!..
 

VATAN HAİNLİĞİNE DEVAM ETMEK İÇİN TEK ADRES "NAMUS CEPHELERİ"DİR!.

"Ne mutlu Türk'üm diyene!" diyenlerden misiniz?
Devletin, ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü savunuyor musunuz?
Atatürk'ün tam bağımsızlık anlayışı andınız mı?
"Ya İstiklâl-Ya Ölüm" şiarınız mı?

Vatan namustur deyip elinizde Türk bayrağı yollara mı düşüyorsunuz?
Hele, hele Türk milleti aralarında etnik, mezhepsel, dinsel ve siyasi farklılıklarını öteleyerek bir araya gelmeli ve "NAMUS CEPHELERİ"ni kurmalı diyorsanız, yandınız...

Olmaz arkadaşım suçlusunuz...Suçunuz çok büyük... Çünkü siz küresel çetelerin önünde diz çökenlerin planlarına karşı geliyorsunuz... CFR'nin isim babası olduğu iktidar partisi "DÜNYA HÜKÜMETİ"ne verdiği sözleri yerine getirirken, sizin ne haddinize vatanı savunmak BDP/PKK mitinglerini protesto etmek?

Azınlık muamelesi görmek, itilip kakılmak, Türk bayrağı taşıdığınız için göz altına alınmak, polis tarafından coplanmak, yerlerde sürüklenmek içinizi mi acıtıyor?
O zaman, Darülfünunlu Münevver Saime'nin Kadıköy Mitingi'ndeki şu haykırışını hatırlayın..
“Ben hürriyeti gasp edilmiş bir milletin kızı olarak, istiklâlime nasıl yürüyeceğimi söyleyeceğim. Bu beyanatım kollarımı bağlamak isteyenler için dikkate değer olmalıdır.
Bu millet yok edilemez…Biz yalnız ağlıyoruz.. Ağlayarak kazanılacak hak, hıçkırıklarımı işitecek kalp yok. TEŞKİLATA, NİHAYET FAALİYETE BAŞLAMAK LAZIMDIR.Darülfünunlu Münevver Saime- Kadıköy Mitingi.
Bugün de benim, sizin kısacası tüm Türk milletinin hürriyeti gasp edilmiş durumda… Silahsız, silahlı bir işgalle karşı, karşıyayız. Düşmanın var olduğunu biliyoruz.
Bakar-kör gibiyiz… Düşmanı görmekten aciziz, hayasızca bir işgal yurdumu sarmış durumdadır…
Düşman içimizde konuşlanmıştır. Kullandıkları silahlar son derece etkilidir. Bu silahların tetiği çekildiği zaman, fiziksel olarak kimsenin canı yanmamakta, kanı akmamaktadır.
Ama varlığımızdan, canımızdan ve hatta vatanımızın bölünmez bütünlüğünden parçalar koparılmaktadır.
*****

Bugün ülkenin bir çok yerinde emperyalizmin uşakları, şerefsizler miting düzenleyerek devlete, millete göz dağı vermek istediler. Polis koruması altında, şerefsizliklerini kürsülerden haykırdılar...Paçavraları ile alanları işgal ettiler...
"Gelin, yeni bir Türkiye inşa delim. Yeni bir Türkiye!... Kemalizm'i tarihin çöp sepetine atalım. Çöp sepetine..." Altan Tan- Erzurum Mitingi...
Onlar devlet koruması altında, bu devleti nasıl böleceklerini anlatılar. "APO'ya özgürlük" istediler. Eli kanlı bir katili, bir mahkumu kutsadılar... 
Devlet alanlarda, teröristlere teslim oldu..
****
Ama benim insanım bu hayasızlığa karşı çıktığı için yerlerde sürüklendi. Onların ellerinde sadece Türk bayrağı vardı. Devletin polisi acımasızdı. Bir polis Kocaeli'nde elindeki Türk bayrağını dalgalandıran Hakan'a "Bu vatanı sen mi kurtaracaksın" diye sordu...
Antalya'da Feza Türk bayrağı açarak BDP/PKK mitingini protesto ettiği için göz altına alındı. Silahı sadece bayraktı.. Suç deliliydi Türk bayrağı... Feza ve yanında dört kişi göz altına alındılar... Cem aradı beni. Nerede oldukları bilinmiyordu... Telefonlar birbiri ardına çalmaya başladı. Üç kişiydik Antalya'da...
 Çaresiz miydik? Korkuyor muyduk? Hayır... Öfkeli ve kızgındık.. Ve Gazanfer, o yürekli yurtsever birileri vasıtasıyla göz altına alınan arkadaşlarımızın nerede olduğunu öğrendi.  BDP/PKK şer ittifakından korumak için göz altında tutuluyorlarmış. Eğer gerçekten göz altına alınma nedenleri buysa (!);
"Ölü evi senin neyine? Gir ağla, çık ağla.."
Sen üç beş çapulcuya karşı, kendi vatandaşını korumak zorunda hissediyorsan kendini, " Devlet senin neyine, gir ağla, çık ağla"
****
Ey Türk; uyan ve kendine gel artık...Dün Çanakkale'yi geçemeyenler taşeronlar kullanarak ülkeni işgal ediyorlar. İktidarın başı başkanlık sistemi uğruna, çapulculara özerklik vaat ediyor. Öcalan'la devlet resmi müzakere masasına oturuyor. Küresel çetelerin şeytani planı BOP uygulanıyor.
Sen kendi ülkende, vatanında horlanıyorsun. Toprağın üstünde derin uykuya dalanların uyanma zamanıdır.
Tıpkı NUTUK gibi Türk bayrağı da suç delili kabul kabul ediliyor.
Yapacak tek bir şey var...Şairin dediği gibi "VATAN HAİNLİĞİ"ne devam etmek...
Vatan hainliğine devam etmek için tek adres NAMUS CEPHELERİDİR... 
S.Figen Özen

İktidar ve Sahte Muhalefete Karşı Vatanseverlere Çağrı!









İktidar ve Sahte Muhalefete Karşı Vatanseverlere Çağrı!

Katiller bugün meydanlarda gövde gösterisi yaptı! PKK devletin polisinin korumasındaydı. Meclis onlara kucak açmıştı. Meydanlara inen milli unsurlar polis tarafından gözaltına alındı! Tek tük oldukları için ne sesleri duyuldu ne de destek gördüler. Akşam haberlerinde yalan makinaları ‘barış önünde duran’ birkaç ‘faşist ırkçının’ icabına bakıldığını bildirecekler!

Milletin katili tüm ekranlarda ‘yükselen değer’, Öcalan, ve BDP arkasında yedi düvel, görevlerini uygun koşullarda ifa ediyorlar, olan bitene tepki duyanlar sadece fısıldaşıyor, çoğu sus pus, ya da sahte bir muhalefet içinde mapus!

BDPKK içten dıştan gelen tüm finans desteği ve Meclis destekli yaygın örgütüyle meydanları inletirken, az sayıda vatansever tepki gösteriyor . Milli bayramlarda yeri göğü inleten gençlik örgütleri, partililer, sendikalar sessizliği tercih ediyor, kendi cemaatlerini salonlara toplayıp milletvekilliği hayalleri görenler de var.

Sahte muhalefet uzun zaman önce şekillendirildi. Büyük bir çoğunluk böylelikle, ağzı mühürlü çuvalların içine atılıverdi!.. O çuvallar ABD’nin döşediği raylardaki katarlara uzun yıllar önce yerleştirildi!

Birileri Meclis hayalleri görüyor, halkın genç ve aktif unsurlarına bol keseden ümit dağıtılıyor, torbalara sokuluyor! MHP dilsiz. CHP her geçen gün biraz daha PKK'lı.

Bu sürecin sonunda ‘yepyeni bir MHP’ ve ‘yepyeni bir CHP’ ABD ve iç bağlantıları eliyle kurdurulacak gibi. AKP’nin kullanım süresi doldu. ‘Çözülme süreci’ yeni sağ ve sol partiler gerektiriyor. ‘Süreç’ içinde BDPKK yola devam ederken, yeni oluşumlar, halkın patlama noktasına gelmiş basıncını alacak, umut dağıtacak. Önümüzdeki seçim yıllarında Türk milletinin ‘yeni torbalar’da sessizce debelenmesi sağlanacak! Planları bu!

Birkaç ay içinde TBMM ‘değişime uğrayacak!’ diyor Selahattin Demirtaş. AKP yetkilileri de bu devletin kurulduğu 23 Nisan gününü ‘değişimin açıklanacağı’ gün olacağının işaretini veriyor!

BM Cenevre Sözleşmesi, İkiz Yasalar ve "R to P" (Koruma sorumluluğu) yasalarıyla PKK devletleşmeye taşınacak, Türk milleti ise ya sahte muhalefet torbasını yırtarak ayağa kalkacak ya da ölüme yatacaktır!

Bu durumda bu milletin CELADET (yiğitlik) gösteren unsurları, PARTİLER ÜSTÜ örgütlenmeyi mümkün kılacak ön adımlar için türkçü, dindar ve milli soldan kanaat önderleri biraraya gelmelidir. Şimdi değilse yarın, bu, daha ağır koşullar altında mutlaka gerçekleşecektir..

Bu konuda görüş bildirmek isteyenler şimdi konuşmalı ve sadece bu konuyu konuşmalıdırlar.

http://www.guncelmeydan.com/pano/iktidar-ve-sahte-muhalefete-karsi-vatanseverlere-cagri-banu-avar-t34073.html
Banu AVAR, 17 Mart 2013
banuavar@superonline.com

98. YILDÖNÜMÜNÜ KUTLADIĞIMIZ ÇANAKKALE ZAFERİ!

Prof. Dr. Özer OZANKAYA
Toplumbilimci



98. YILDÖNÜMÜNÜ KUTLADIĞIMIZ ÇANAKKALE ZAFERİ! 
98. yıldönümüne ulaştığımız 18 Mart Çanakkale Zaferi’nin, gerçek anlamı olan Türk ulusal birlik ve yurt bilincinin dirilip pekişmesi, uluslar arası sömürgeciliğin anlaşılıp tepelenebileceğinin kavranması, gerçek ulusal önderliğin anıtlaşmış örneğinin ortaya çıkması .. ile kutlanması gerekir.
İçi boş övünme demeçleri, siyasal ortamda ve camilerde İslam’a taban tabana aykırı bir din sömürüsü ile şehitlerimizin sözde anılması, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Mustafa Kemal Atatürk’ün adını bile anmayan hutbeler okutturması, şehitliklere gericilik gösterisi niteliğinde ziyaretler düzenlenmesi, …, başta Çanakkale’de saldırıya gelen ve bugün de emellerinden vazgeçmediği görülen sömürgeci düşmanların gözünde Türk ulusunu ve Türkiye Cumhuriyeti devletini çağdışı, güçsüz, özgürlük ve bağımsızlığın anlam ve değerini bilmeyen bir kitle olarak göstermek işlevini görmektedir.
Çanakkale’de bir ulusun ve bir yurdun kutarılmış olduğu üzerinde, bunu sağlayan yüksek düşünce gücü üzerinde hiç durulmaması, İstanbul’un ikinci bir “fatih”i olduğunun göz ardı edilmesi, bu ikinci “fatih”in, yani Mustafa Kemal Atatürk’ün 18 Martlarda,
29 Mayıslarda ya yasak savar gibi anılması ya da hatta adının bile hiç anılmaması; dahası, Çanakkale’nin gökten, gaipten birtakım sözde-güçlerce kurtarıldığı yolunda akıl ve mantık dışı, bilim dışı, hastalıklı ve çarpık düşüncelerin yayılması ve/ya da bunlara seyirci kalınması, … ne anlama geliyor?
Bunun yanında, daha doğrusu bu saptırmalarla eşgüdümlü olarak “Savaşın insancıl yüzünü anlatma” aldatmacasıyla, Çanakkale’deki düşman askerlerinin anı defterlerinin, mektuplarının, vb. yurdumuzu işgale geldikleri olgusu gözlerden saklanarak, onlara sempati uyandıracak biçimde kullanıldığı sözde-belgesel filmlerle neye hizmet edilmek isteniyor?
Bize göre bu savsaklama ve saptırma, Türk Bağımsızlık, Demokrasi ve Kalkınma Devrimine yönelmiş dış ve iç sömürgeci saldırının bir parçasıdır.
Çanakkale’yi doğru olarak anlamaktan alıkonulan Türk ulusu, Türk Devrimini de doğru anlamaktan alıkonulmuştur ve alıkonulmaktadır.
Çanakkale’nin aşağıda belirtilen gerçek anlamı Türk siyasal kadrolarınca gereğince benimsenip Türk ulusuna, onun yeni kuşaklarına bu özüyle anlatılsaydı, kuşku yok ki Türk Devrimi hem amaçları doğrultusunda daha büyük ölçüde ilerleyecek ve tüm ulusça bilinçle benimsenecekti; hem de dış ve iç sömürgenler, bugün BOP ve AB projeleri altında 75 milyonuyla tüm ulusumuzu ve yurdumuzu parçalamaktan, ulusal ekonomimizi çökertip yabancı mülkiyetine geçirmeğe; laik Türkiye Cumhuriyeti yerine İslamı da, Türklüğü de tümden aşağılayıp çürütmeğe yönelik ilkel bir din baskıcılığı devleti koyma utanmazlığına değin varan korkunç saldırılarından hiçbirisine kalkışamazlardı!
Çünkü Çanakkale Zaferi’nin de, Türk Kurtuluş Savaşı gibi, bilim ve özgürlük düşüncesine doğrulukla bağlı kalan bir önderlik sayesinde kazanıldığını vurgulamak büyük önem taşımaktadır.
Bu bağlamda belirtelim ki; iyi niyetle sık sık kullanılmakta olan “ŞU ÇILGIN TÜRKLER” deyimi de, “TÜRK MUCİZESİ” deyimi de, Türk Kurtuluş Savaşı ve Demokrasi Devriminin temelinde aklın ve bilimin, bilgelik düzeyinde bir önderliğin yattığı gerçeğini gölgeleyici nitelikte bir deyimdir.
Gerçekte ne Çanakkale Zaferi, ne de Türk Kurtuluş Savaşı “çılgınlık” ya da “mucize” ürünü olmayıp, çok yüksek bir bilgeliğin ürünüdür; bu nedenle “ÇILGIN” değil,
“ŞU BİLGE TÜRKLER” demenin daha doğru olduğunu bilmemiz gerekir.
Gelelim Çanakkale Zaferinin gerçek anlamına :
Bu büyük zafer:
· Türk Ulusunu yok olmaktan kurtarmıştır!
· Anadolu’nun Türk yurdu olmaktan çıkarılmasını, özellikle daha 1915’te, yani Çarlık Rusya’sı devrilmemişken, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun “Ermenistan” olmasını engellemiş, “Türkiye”yi haritadan silinmekten kurtarmış olan Birinci Kurtuluş Zaferimizdir!
· İstanbul’un Türk olmaktan çıkarılması yıkımını önleyen zaferdir!
· Tüm Anadolu halkının, “Türk ulusluğu” bilincinde kaynaşıp bütünleşmesini sağlayan direniş zaferidir!
· Bu “kurtuluş” ise, “Özgürlük ve bağımsızlığı karakter edinen, özgürlük düzeninin gerektirdiği gibi davranan” bir önderlik sayesinde başarılabilmiştir!
Çanakkale Zaferi’nin, yıldönümlerinde vurgulanmayan, bilinçlere yerleşmesi istenmeyen yaşamsal önemi, işte bu ölçüde büyüktür!
Hiçbir savaş komutansız kazanılamayacağına göre, Çanakkale zaferinin de bir komutanı olmalı değil mi?
Bu komutanın Alman Liman von Sanders değil, Mustafa Kemal olduğu,
Çanakkale’yi geçilmez kılan etkenin Mustafa Kemal’in sergilediği komutanlık dehası olduğu, Düşman Donanması Başkomutanı İngiliz General Hamilton tarafından bile teslim edilmiştir.
Oysa bu gerçeği, o gün de ulusumuz üzerindeki baskıcı, sömürgen, gerici güçler saklamaya çalışmışlardı; bugün de yine aynı nitelikteki güçler saklamaya çalışıyorlar. Çünkü Çanakkale Zaferinin hem dış, hem iç sömürgeciliği önleyici özünün ve sonucunun anlaşılması istenmemiştir, istenmemektedir!
Osmanlı Devleti’ni bir oldubittiyle Almanya yanında I. Dünya Savaşına sokan,
ondan önce de gizli bir anlaşmayla -Mustafa Kemal’in bütün protestolarına aldırmadan- tüm Osmanlı ordularını Alman generallerinin doğrudan komutası altına sokarak Alman sömürgeciliğine ülkeyi açan baskıcı Enver Paşa yönetimi, Çanakkale Zaferini anlatan bir derginin kapağında yayınlanacak olan Mustafa Kemal fotoğrafını, dergi basılırken
son dakikada çıkarttırmış, yerine Liman von Sanders’in fotoğrafını koydurtmuştu!
Bugün de ABD ve AB’nin güdümünde, AB ve SOROS paralarıyla kalem oynatan,
sözde belgesel filmler hazırlayan … gerici ve çıkarcı, açık ve örtülü işbirlikçi türediler, Çanakkale Zaferi’nin yaşamsal önemini yadsımakla, Mustafa Kemal’i gölgelemekle, hatta yoksamakla, Atatürk Cumhuriyeti’nin ilke ve kurumlarına saldırmakla, gerçekte ulusal bağımsızlığımızı, birliğimizi, yurt bütünlüğümüzü, laik hukuk devletimizi, ileri teknolojiye dayalı üretken ekonomi sahibi olma projemizi …  kısacası bütünüyle sömürgeciliği yenerek kurulmuş olan Atatürk Türkiye’sini yıkmaya çalışmaktadırlar.
Çanakkale Zaferi’nin doğru anlamıyla kavranması, bu hain sömürgeci saldırısını caydıracak bir ulusal bilinç oluşturur.
Bu nedenle Çanakkale Zaferini de, Türk Kurtuluş Savaşı’nı da, Türk Demokrasi Devrimini de, hiç yılmadan, bıkıp usanmadan iç ve dış, açık ve örtülü BOP işbirlikçisi sömürgeciyi caydırmak ve maskelerinin inmesini sağlayarak sindirmek için anlatmak ödevimizi aksatmadan yerine getireceğiz.
Cahit Külebi’nin güzel dizesinde belirttiği gibi
“Bin kez yurdumuzu kurtaran” Mustafa Kemal Atatürk’ün
ve
tüm Çanakkale şehit ve gazilerinin anıları önünde saygıyla eğiliyoruz. (16.3.2013)