3 Ocak 2019 Perşembe

KARA PROPAGANDA


 Yalana dayalı propagandaya, Kara Propaganda denilir.
Kara propaganda, yıkıcıdır.
Kara propaganda, yalan ve iftirada sınır tanımaz.
Kara propaganda, sürekli kin ve nefret yayar.
Kara propaganda, halkın bir bölümünü diğerine karşı kışkırtır, düşman eder.

Değerli Dostlar,

Kara propagandayı, hangi ülkede olursa olsun, iktidarda bulunanlar, yani gücü elinde tutanlar yapabilir.
Hangi ülkede olursa olsun, kara propagandayı muhalefet güçleri yapamaz. Çünkü öylesi bir durumda iktidarın gücü, muhalefetin tepesine iner.

Kara propagandanın nasıl yapıldığına ve doğurduğu korkunç sonuçlarına dünya halkları İkinci Dünya Savaşı’nda, Hitler’in Nazi Almanya’sında tanık oldu.
İşte, bu nedenle Hitler'in Nazi Almanya’sına biraz yakından bakmamız gerekiyor.

Değerli Dostlar,

Bazı Avrupalı tarihçiler, Nazi Almanya’sının neden olduğu kitlesel katliamlardan, Yahudilerin uğradığı, dünya durdukça unutulmayacak soykırımdan, Hitler’den önce Joseph Goebbels’i sorumlu tutarlar!
Bu nedenle, bizim kısaca Göbels diye andığımız, Dr. Joseph Goebbels’i yakından tanımamız gerekiyor.

• Göbels, 1897 yılında, dindar Katolik bir ailenin çocuğu olarak doğdu.
• Sakat doğmuştu. Topallayarak yürürdü. 1 metre 62 santim boyundaydı.
• Çok zekiydi. Çok iyi bir konuşmacıydı.
• 1933-1945 sürecinde, 12 yıl Hitler’in hükümetinde “Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı” olarak görev yaptı. Eylemleri ve uygulamalarıyla “Propaganda Dehası”, “Büyük Yalan Ustası” olarak anıldı. Adolf Hitler’in en yakın arkadaşı ve en sadık yandaşı oldu.
• Büyük Yalan Ustası Göbels, radyoyu, basını sıkı denetimi altına aldı. Basını şöyle tanımlıyordu: “Basını, hükümetin kullanabildiği dev bir klaviye olarak düşünün!”
• Henüz televizyonun olmadığı o dönemde Göbels; sinema salonlarını, tiyatroları da yakın takibe aldı.
• Göbels, yargıyı da hükümetin güdümüne soktu. Yargı hakkındaki görüşü şuydu: “Yargı, devlet hayatının efendisi olamaz! Devlet politikasının uşağı olmalıdır!”
• Göbels, güttüğü propagandanın yalana dayalı olduğunu hiç saklamıyor, açıkça şöyle diyordu: “Yalan söyleyin, mutlaka inananlar çıkacaktır!”
• Göbels, propagandanın temel ilkesini şöyle açıklıyordu: “Bir yalanı ne kadar uzun süre tekrarlarsanız insanlar ona o kadar fazla inanır!” Bu görüşünün doğruluğunu kanıtlamak için de şu örneği veriyordu: “Hıristiyanlığın bu kadar etkili olmasının ana neden, iki bin yıldır aynı şeyi söylüyor olmasıdır.”

Değerli Dostlar,

İkinci Dünya Savaşı öncesi Almanya ekonomisi çökmüştü. Hitler’in iktidara gelmesinde bu durumun önemli payı vardı. İşsizlik diz boyu, işsiz Alman gençleri sokaklardaydı. Bu işsiz gençlerin Kara Propagandaya kanması, Nazi Partisi’ne katılması ve Hitler’i yüceltmesi hiçte zor olmadı.
Hitler, politikasını iki temel ilke üzerine kurdu: “Saf Kan Alman Ulusu” yaratmak ve “Yahudi Sorununu Çözmek”.
Hitler’in bu politikasını yığınlara satmak, Alman halkını bu ilkeler etrafında bir araya getirmek görevi, Propaganda Dehası Göbels’e verilmişti!

Değerli Dostlar,

Kara propagandanın ilk adımı “bir düşman yaratmaktır”!
Hitler ve Göbels de bir düşman yarattılar! O düşman, Yahudilerdi!
1933 genel nüfus sayımın göre Almanya’nın nüfusu 67 milyondu. Bunun yaklaşık olarak sadece 500 bini Yahudi’ydi. Yani, Yahudilerin nüfusu toplam Alman nüfusunun yüzde biri bile değildi!
Nasıl olurdu da toplam nüfusun bu kadar az bir kesimi koskoca Almanya’nın düşmanı olabilirdi? Üstelik bu Yahudiler Almanya’da doğmuş Alman vatandaşlarıydı.
Alman düşman olarak gösterilen Yahudiler, bakın ne tür baskılar altındaydı:
• Yahudiler, “Getto” denilen kentin eteklerinde bir araya toplanmıştı. Gettolar, dışarıya kapalıydı. Yahudiler, gettolarda sefil koşullar içinde yaşamak zorundaydılar.
• Yahudilerin, Katolik Almanların dini bayramlarında sokağa çıkmaları yasaktı.
• Gettolarda yaşayan Yahudiler, Almanlardan ayırt edilsin diye, yakalarında kocaman bir “Davut’un Yıldızı” (altı köşeli) rozet takmak zorundaydı.
• Yahudiler; fabrika sahibi olamazlar, toprak satın alamazlar, aktif siyasete giremezlerdi.

Bu koşullarda yaşayan, toplam Alman nüfusunun yüzde biri bile olmayan Yahudileri düşman gösterebilmek için Göbels bakın ne yaptı.
Büyük Yalan Ustası Göbels, Yahudiler hakkında şu iğrenç yalanları uydurdu, iftiralar etti:
• Yahudiler, Alman çocuklarını kaçırıp evlerine götürüyor, kesip kanlarını içiyorlarmış!
• Yahudiler, Alman kızlarına ve kadınlarına cinsel saldırıda bulunuyor, zorla ırzlarına geçiyor, onları gebe bırakıyorlarmış! “Saf Kan Alman Irkını” bu eylemleriyle kirletmek istiyorlarmış!

Bu insanlık dışı iftiraları atarak Kara Propaganda yapan Göbels, hiç kuşkusuz baş sorumluydu.
Peki, “Aydınlanma Çağını” yaşamış, eğitimli, kültürlü Alman halkına ne demeliydi? Nasıl olmuş da bu iğrenç yalanlara inanmıştı?
Çocuklarını kaçırıp kesip kanını içen Yahudilerin kimler olduğunu niçin öğrenmek istememişti? Irzlarına geçilen kadınlar, kızlar kimlerdir, diye neden hiç sorgulamamıştı?

Değerli Dostlar,

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupalı bir araştırmacı yazar, Almanya’da çok kapsamlı bir araştırma yaptı. Savaş sırasında Almanya’da yayınlanmış tüm gazete ve dergileri okuduktan sonra şu yargıya vardı: Alman halkı, Nazilerin tüm yaptıklarından haberdardı! Hitler’’in ve Göbels’in Yahudilere ne tür baskılar yaptığını ve sonunda onları toplu halde Ölüm Kamplarına yolladıklarını biliyorlardı!

Değerli Dostlar,

Toplam nüfus içinde sayıları yüzde bir bile olmayan Yahudilerin varlığını “Sorun” olarak gören Hitler ve Göbels, sonunda bu sorunu kökten çözmeye karar verdiler. Çözümleri şuydu: Gettolarda yaşayan Yahudileri; genç, yaşlı, hasta, kadın, erkek demeden trenlere bindirip toplama kampı dedikleri Ölüm Kamplarına götürdüler, gaz odalarında yakarak öldürdüler!
Kara Propaganda ile başlayan süreç, 6 milyon Yahudi’nin toplu katliamıyla, yani tarihin tanık olduğu en alçakça “soykırımla” son bulmuştu.

Değerli Dostlar,

Size tarihten, kan donduran bir sayfa sundum.
Tarih, yalnız geçmişte olanları öğrenmek için okunmaz.
Tarih, geçmişte olanlardan bugün için dersler çıkarmak için de okunur.
Peki, size burada sunduğum tarih sayfasından nasıl bir ders çıkarmalıyız?
Dünyanın hangi ülkesinde olursa olsun, “Kara Propagandaya” seyirci kalamayız, kalmamalıyız.
Kara Propagandadan kişisel çıkar umut edenlerin de, kendilerini “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” rahatlığına bırakanların da eninde sonunda aynı Kara Propagandaya kurban gittikleri de tarihin belgeleri arasındadır….

Yılmaz Dikbaş
2 Ocak 2019, Çarşamba
0532 233 31 52

2 Ocak 2019 Çarşamba

Deveye şikâyetini sormuşlar

Yerel seçimler yaklaşıyor. Aday (Başkan, Belediye Meclis ve il genel Meclisi) belirleme sürecindeyiz ya ondan olsa gerek, bu günlerde bizim parti (yanlış anlamayın hiçbir parti üyesi değilim) çok ama çok hareketli.
Yaklaşık 40 yıldır siyasetle haşır-neşir olmama karşın, bu güne değin meydanlarda, mitinglerde, toplantılarda, anmalarda, hatta partililerin cenazelerinde bile görmediğim tipler parti kapısını aşındırıyorlar. Takım elbiseli baylar ya da düğüne gidercesine takıp takıştırmış kadınlar, ellerinde içi kâğıt dolu dosyalar parti merdivenlerinde.
Soruyorum – Hayırdır bir çalışma mı var partide?
-  Yok ya. Belediye Meclis üyeliğine başvuru yapacağım hayırlısıyla!
-  Affedersiniz siz?  Hemen anlıyor cümlenin sonunu.
-  Ya hocam bir kez de muhalefet etmeyin ya! Gülüp geçiyorum.
Parti yöneticisine soruyorum. Belediye Meclis üyeliğine başvuran ………… yı tanıyor muyuz?
-Ha o mu bizdendir? Çok iyi bir partilimizdir!
Allah Allah, hafıza kaybı yaşamadığıma göre bu “çok iyi partili” olmanın ölçütü nedir; diye soruyorum kendime. Yanıtını da buluyorum aslında. Partinin yerel ya da genelinde hiçbir şeyi, eleştirmeyecek, parti yöneticileri ile iyi geçineceksin, kendi doğruların, ilkelerin, görüşün, kısaca omurgan olmayacak. Su gibi olacaksın. Parti sizi hangi kaba koyarsa o kabın şeklini alacaksın. İşte size “çok iyi partili” olmanın ölçütü.
İşte bu günlerde “su gibilerden”  Belediye Meclis Üyesi, İl Genel Meclis Üyesi seçilecek.
İşin özü yaşamımızı her gün, doğrudan etkileyen, yerele ait her şey belediye meclisi kararlarına bağlı. Belediye Meclisi; toplu taşıma, su, yol, trafik, sosyal-kültürel alanlar vb. kentin imar planından su ücretine tüm ayrıntıları belirleme gücüne sahip. Yani Belediye Meclisi, belediyenin en yüksek görüşme ve karar organı
Belediye Kanununda 20 Madde ile belirlenen Belediye Meclisi özetle;
“1.İlçe veya ille ilgili imar plan değişiklikleri Stratejik plan ile yatırım ve çalışma programlarını onaylamak,
2. Belediye uhdesindeki taşınmazların kiralanması, satışı,
3.Şahsa ait taşınmazların kamulaştırılması, dava konusu olan belediye uyuşmazlıklarını sulh ile tasfiyeye, kabul ve feragate karar vermek
4. Vergi, resim, harç ve katılma payı konusu yapılmayan ve ilgililerin isteğine bağlı hizmetler için uygulanacak ücret tarifesini belirlemek.
5. Belediye bütçesi, faaliyet raporunu onaylamak,
6. Borçlanma için başkana yetki verilmesine karar vermek
7. İmar planlarına uygun şekilde hazırlanmış belediye imar programlarını görüşerek kabul etmek” yetkilerine sahiptir.
Belediye Meclisinde,  meclis üyeleri arasından –imar -plan bütçe –hukuk İhtisas komisyonları kurulur. Bu komisyonlar görev alanına giren işleri görüşürler ve B. Meclisine rapor halinde sunarlar.
Eğer Meclis üyeliğini yalnızca meclis toplantılarına katılıp el indirip kaldırarak apar topar geçen kararları oylayıp, ardından her toplantı için “huzur hakkı” ücretini alarak görevlerini yaptıklarını/yapmış olduklarını sanıyorlarsa büyük yanılgı içindeler
Dikkat edilirse bu komisyonların üyeleri öncelikle o alanda ihtisas/uzmanlık, bilgi, birikim, deneyim ve liyakat sahibi olmaları gerekir ki, görev alanlarına giren işlerde söz sahibi olabilsinler.
Peki, Belediye Meclis üyeliğine başvuru yapmak için kuyruğa giren “su gibi” bay ve bayanlar acaba hangi alanda uzman, bilgi, birikim, deneyim ve liyakat sahibidirler?
Biliyorum şimdi bana çok kızacaklar. Deveye şikâyetini sormuşlar. "Sırtımdaki yük umurumda değil ama kervanın önünde giden uyuz eşsek yok mu işte o çok zoruma gidiyor" demiş. İşte benimde bu zoruma gidiyor. 40 yıl içinde gözaltına alındım, tutuklandım, işkencelerden, geçtim. 25 yılda 12 kez sürgün edildim hiç zoruma gitmedi. Tam tersine her birini “onur madalyası” olarak taşıdım.
Neyse sözü Ozan Arif’le tamamlayalım.
İki laf söylemiştim, tepkide bulunmuşlar.
Oysa ben atlara demiştim ama eşekler alınmışlar.
Biliyorum çüş desem, hepsi birden sinecek.
Dur bakalım bu sefer, kaç eşek tepinecek 
Mahmut ÖZYÜREK


30 Aralık 2018 Pazar

Fesli Deli Kadir; "Ege'de adalarımızı Lozan Anlaşmasıyla yitirdik."


Bir başka Lozan Anlaşması daha var; ancak onun adı Uşi’dir…
Osmanlı Devleti, bugün 12 Adalar olarak bilinen adaları, 1912’de, Uşi Anlaşması ile geçici olarak İtalya'ya bırakıyor.
(Uşi, Lozan kentinin bir semtinin adıdır.) Anlaşma şartlarına uyulduğu takdirde adalar tekrar Osmanlı Devleti'ne geri verilecek. Fakat şartlara uyulmuyor.
Bu nedenle 3 yıl sonra, 1915'te Londra'da bu konu gündeme geliyor ve Londra Paktı denilen anlaşmada bu adaların tamamı İtalya'ya bırakılıyor. İtiraz eden hiçbir padişah yok. Hiç sultan yok. İngilizler, adaları İtalya'ya bırakmakla kalmıyor aynı yıl bir de Çanakkale Boğazı'na dayanıyorlar.
Özcesi 12 Adalar, Osmanlı tarafından önce Uşi'de, sonra da 1915’te Londra'da İtalya'ya verilmiştir.
Bu anlaşmalarda Osmanlı temsilcilerinden biri Rumbeyoğlu Fahreddin Bey'dir.
Türk milleti bir milli mücadele verirken, Kuvayımilliye'yi kurmuşken, bu adam Kuvayı milliye'nin karşısına Damat Ferit'in kurduğu Kuvayı İnzibatiye ile çıkan adamdır ve Yunan ordusunun yanında olmuştur. Savaş kazanılınca sürgün edilenlerin arasında yer almıştır. 12 Adaları İtalya'ya bırakan heyetin içerisinde bu adam vardı.
Şimdi, olayın çarpıtılışına gelelim...
Uşi Anlaşması'nın ismini aldığı Uşi, Lozan şehrinin bir semtidir. Bu yüzden 1912'de imzalanmış olan Uşi Anlaşması, İtalyan tarihinde Lozan Anlaşması olarak geçer.
Fakat bizim bildiğimiz yani 1923'te imzalanan Lozan Barışı ile bu anlaşma birbirine karıştırılmasın diye bu anlaşmaya sonradan Uşi denmiştir.
İşte arkadaşlar sahte kiralık tarihçiler, yani Kadir Mısıroğlu, Armağan ve çetesi, bu durumdan faydalanıyor ve 12 Adaların Lozan Anlaşması'nda yitirildiğini söylüyorlar. Oysa o, Lozan Anlaşması Uşi’dir, 1912’de imzalanmıştır. Bizim Lozan’ımız değildir o. Ne yazık ki bunu bütün millete yutturdular ve böylece milletimizi Lozan Anlaşmasına düşman ettiler.
Bizim olan Lozan Anlaşması'nda ise değil ada vermek, Ege'de birçok ada Türkiye'ye geçmiştir.
Türkiye'ye Lozan Anlaşması ile geçen bu adalar ise son 10 yılda Yunanistan'a bırakılmıştır. Bugün Yunan papazların mangal yaptığı Ege adaları, uluslararası anlaşmaya göre hâlâ Türklerindir.
Bu bilgi umarım paylaşılır, ulusumuz bilgilenir.
Yusuf Halaçoğlu





Ortada Yoktunuz!


SN. CUMHURİYET SAVCILARI
PKK’ya açılım yapıldı ortada yoktunuz,
PKK’yı rahat bırakın diye talimat verildi ortada yoktunuz,
Oslo'daki pislikler ortaya saçıldı ortada yoktunuz,
T.C. kaldırıldı ortada yoktunuz,
Andımız kaldırıldı ortada yoktunuz,
PKK şehirlerde "şehitlik(!)" açtı ortada yoktunuz,
PKK’lılar şehirlerde kimlik denetimine çıktı ortada yoktunuz,
PKK’lılar salındı polisimiz, askerlerimiz bağlandı ortada yoktunuz,
Mahkemeler PKK’lıların ayağına çadır yapıldı ortada yoktunuz,
Irak’ta sahipsiz bıraktığımız Türkmenleri perişan eden Peşmergeler pis ayaklarıyla ülkemizi yolgeçen hanına çevirdi ortada yoktunuz,
İstiklal caddesinde eylem yapan PKK’lıları "siviller" koruyordu ortada yoktunuz,
Askerlerimizin başına çuval geçirildi ortada yoktunuz,
FETÖ’ye neler verilmedi ortada yoktunuz,
FETÖ’ye para basıldı ortada yoktunuz,
En kötü anda bile şüphe edilmeyen ÖYSM yerle bir edildi ortada yoktunuz,
Belli bir mezhebi anlayış eğitimi sardı ortada yoktunuz,
AOÇ talan edildi ortada yoktunuz,
Anayasa mahkemesi üyesi FETÖ’cü çete tarafından takibe alındı ortada yoktunuz,
Kurumların sınav sorularını çalanlar hala kurumlarda çalışıyor ortada yoktunuz,
Şehirler parsel parsel satıldı ortada yoktunuz,
Milletin a.sına koyuldu ortada yoktunuz,
Vatanseverler zindanlara dolduruldu ortada yoktunuz,
Devletin yatak odasına girildi ortada yoktunuz,
Türkiye savaşsız olarak topraklar kaybetti ortada yoktunuz,
PKK ile işbirliği içinde devletimizin temelini atan Süleyman Şahın türbesi boşaltıldı ortada yoktunuz,
Konsolosluğumuz şaibeli bir şekilde IŞID’a terk edildi ortada yoktunuz,
Varlıklarımız türlü dalaverelerle yabancılara, yandaşlara peşkeş çekildi, türlü zarar oluşturuldu ortada yoktunuz,
Kamu malları yağmalandı, denetlenmeyen ihalelerle belli şirketler ihya edildi ortada yoktunuz,
Bayrağa, İstiklal Marşına, Mehmet Akif'e. Atatürk'e saldırı yol oldu ortada yoktunuz,
PKK ya methiyeler dizen PERVER, Türkiye’ye karşı PKK koruyan Barzani kırmızı halılarımızda gezdi ortada yoktunuz,
Kızcağızlara sadece şort giydiler diye saldırıldı ortada yoktunuz,
Yargı FETÖ’ye terk edildi ortada yoktunuz,
Bu kadar geniştiniz de ne oldu birden gece talimat aldınız, sabah Akpınar ile Gezen'i hemen aldınız.
Söyledikleri özetle, "tek adam yönetimlerinin ülke için hayır getirmeyeceğine yönelik, çevre ülkelerden örnekler vermek (Saddam'ın kuyuda yakalanması)" Erdoğan'ın başına da bu gelsin diyen kimse olmadı, ne ülkemiz Irak'ın gördüklerini görsün, Erdoğan Saddam'ın gördüklerini görsün. Ancak, parlamenter rejimi terk edip, tek adam yönetiminde olan ülkelerin dış müdahalelere daha açık olduğu bilimsel bir gerçek. Vurgulanan en fazla budur.
Hiç vicdan, insaf ve dirayet kalmadı mı?
Bunların ülkeye ne faydası var?
Bu ülke size muhtaç, ama gerçekten muhtaç!
BERRİN KARAÇAM 'IN SAYFASINDAN.

29 Aralık 2018 Cumartesi

İhanetin Bedeli



Norveç’in yetiştirdiği en önemli edebiyatçılardan biriydi. Yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş, çok sıkıntılı bir gençlik yaşamıştı.
İşsizliğin, açlığın ne olduğunu daha küçük yaşta öğrenmişti. Ezen ile ezileni görmüştü.
Edebiyata da meraklıydı. Bir kaç kitap denemesi oldu ama başarısızdı.
Sonra gerçeği yazdı. Yaşadıklarını, yaşananları yazdı.
Kitabının adı, “Alık”tı. Büyük yankı yaptı…
Açlık romanıyla ünlendi. Ardından Göçebe, Gizemler, Dünya Nimeti kitapları yok sattı.
1920 yılında yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandı.
Norveç’in en sevilen ve okunan yazarlarından biri oldu.
Ünü Norveç’i aşmış, dünyaca tanınan bir yazar olmuştu.
Ancak… 1930’larda ülkesindeki faşist partiye katıldı.
1. Dünya Savaşı’nda Norveç’in işgali sırasında faşist Almanları destekledi.
Norveç hükümetinin Nazilere teslim olması için kampanya yaptı.
Hitler’i öven yazılar yazdı. İşgal sırasında hep Nazilerle birlikte oldu.
Kazandığı Nobel ödülünü Hitler’e armağan etti. Halkını sattı.
Norveçliler onu hayal kırıklığıyla izledi.
Yıllar sonra savaş bitip Almanlar Norveç’ten çekilince tutuklandı.
Yaşı ileri olduğu için para cezasıyla kurtuldu.
Ama Norveç halkından kurtulamadı.
Norveçliler, kendilerine ihanet eden bu yazara hiç bir şey söylemedi.
Tek kelime etmediler.
Ne bir protesto.
Ne bir yazı.
Ne saldırı.
Ama bir gün evinin önüne bir genç kız gelip onun kitaplarını bıraktı..
Biraz sonra yaşlı bir adam geldi ve o da kitapları bıraktı.
Derken insanlar ellerindeki kitaplarıyla akın akın gelmeye başladılar.
O bütün bunları penceresinden izliyordu.
Oslo’lular çıt çıkarmadan, en ufak bir tepki vermeden sakince kitapları bırakıyordu.
Birinci günün sonunda kitaplar koskoca bir yığın ediyordu artık.
Ertesi gün aynı durum devam etti.
Kitap yığını büyüdükçe, Norveç’e ihanet etmiş olan yazar küçüldükçe, küçüldü.
66 yıl önce böylesine bir kış gününde banyosunda ölü bulundu.
Yüzünde acı bir pişmanlık vardı.
Halkına ihanetin bedeli ağır olmuştu.
Tarih seni unutmuyor Knut Hamson.
Zülfü Livaneli//Vatan yazısı


28 Aralık 2018 Cuma

İSTANBUL ALTIN TEPSİ İÇİNDE…


CHP’nin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan Adayı Ekrem İmamoğlu’nun İstanbul’a ilişkin vaatlerini dinledim.
İmamoğlu:
“İstanbul’un Ankara’dan yönetilemeyeceğini” ve İstanbul’un kendi anayasası olması gerektiğini” özellikle vurguladı.
Bu projenin, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nı (AYYÖŞ) hayata geçirebilmek için hazırlık aşaması olduğu bellidir.
Dersimli Kemal de 2011’den önce Hakkari Mitinginde:
“CHP iktidarında Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın çekince konulan tüm maddelerini imzalayacağız” diye açık açık söz vermişti ve bu sözünü 18. Olağanüstü Kurultay’da da tekrarlamıştı.
Kılıçdaroğlu, amacının yerel yönetimleri merkezi idareye bağımlı olmaktan kurtarıp, karar ve icra organı haline getirmek istediğini hiçbir zaman gizlemedi.
(Görevden alınan HDP’li belediyelerin terör örgütü PKK’ya nasıl lojistik destek verdikleri ve adeta örgütün legal birimi gibi çalıştıkları hafızalarımızda canlılığını koruyor.)
***
Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın imzalanmasını en çok isteyen PKK’dır.
Bu şekilde, merkezi idareye bağımlı olmadan yönetecekleri belediyelerle; PKK’ya finans, lojistik destek ve istihdam olanaklarını kolaylıkla ve sürekli olarak sağlayabileceklerini planlamaktadırlar.
“Bağımsız Kürt Devleti” kurmanın olmazsa olmazı olan ”Eyalet Sistemi”ni hazırlık safhası da güçlendirilmiş mahalli idarelerdir.
Önceleri AKP’nin de Programında olan bu ABD planını, “Açılım Süreci”nden sonra ne yazık ki Y-CHP sahiplenmiştir…
***
31 Mart Yerel Seçimlerinden önce, Türkiye’nin 16 milyon nüfuslu en büyük kenti İstanbul’un belediye başkan adayına Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nı daha yumuşak ve masum gibi gözüken cümlelerle ifade etmesinin amacı ne olabilir?
İlk bakışta, Kürtlere göz kırparak oylarını almak gibi görülse de Y-CHP’nin üstlendiği misyon itibariyle, kamuoyunun, “Hendek Savaşları”ndan sonra, unutmakta olduğu bu konuyu, bu fırsattan yararlanarak tekrar gündeme getirmek ve “ulusalcı” CHP tabanını alıştırmak olduğu çok açıktır.
İkinci derecedeki amaç ise Kürt oylarının CHP’de toplanmasını sağlamaktır…
Bu sonuç olsa da olur olmasa da; zira Sorosçuların yönettiği Y-CHP’nin, iktidara gelme gibi siyasi hedefi hiçbir zaman olmamıştır.
Onları bütün derdi, ulusal birliği zayıflatmak ve Cumhuriyetin niteliklerini laçkalaştırarak PKK’nın siyasi kolu HDP’ye alan açmaktır…
PKK’ya kol kanat germekle, gizli ittifak yapmakla iktidar olunamayacağı 8 defa test edilmiştir.
***
Nitekim Reis, bu konuyu gündemine almış ve CHP’yi PKK’nın yanında göstererek karşı propagandaya başlamıştır bile.
Bu yarıştan kimin kazançlı çıkacağını ise, 31 Mart akşamı göreceğiz zaten.
Kişisel öngörüme göre, Y-CHP’nin küresel güçler tarafından verilen ödevi (AYYÖŞ) yerine getirme uğruna, bir kez daha İstanbul’u AKP’ye altın tepsi içerisinde sunmaktadır.
Yanılmış olmayı ise çok isterim elbette….
Cemil Can

25 Aralık 2018 Salı

BASIN AÇIKLAMASI “Batı cephesinde askeri deha, Lozan’da diplomatik zekâ"


Batı cephesinde askeri dehasını, Lozan’da diplomatik zekâsını, Siyasal yaşamda güçlü ve saygın devlet adamı karakteri gösteren, Türk ulusunun varlık yokluk kavgasında vatan savunmasında, her türlü çareye başvuran bir neslin son temsilcilerinden 2. Cumhurbaşkanımız M. İsmet İnönü’nün bedensel varlığının aramızdan ayrılışının 45.yılında bir kez daha saygı ve minnetle anıyoruz.
Henüz dünyada çoğulcu demokratik sistem var olmuş veya kurulmuş değilken, iktidarın tüm olanakları elinde olmasına karşın özgür seçimlere giden, dahası bu seçimlerdeki yenilgisinin ardından büyük bir demokratik olgunlukla 'Benim en büyük zaferim bu yenilgimdir' diyerek iktidarı devredip muhalefete geçen İsmet İNÖNÜ, sonraki ve günümüz hükümetleri için onurlu demokrasi dersi veren saygın bir liderdir.
Ne yazık ki; kan ve irfanla kurulan, insanüstü bir çaba ile yüceltilen Cumhuriyetin kuruca kadrolarına yönelik saldırılar, cumhuriyet yıkıcılığından sabıkalı, yağmacı bir kesim tarafından büyük bir utanmazlık, değerbilmezlik ve bilgisizlikle artarak sürmektedir.
İsmet Paşa’ya, onun şahsında Mustafa Kemal ATATÜRK’E “utanıp” “sıkılmadan” her fırsatta saldırmayı “ustalık” sayan, ulusal bilinç ve kimlik yoksunları ele geçirdikleri iktidarları döneminde, yani son 16 yılda; Emperyalist batıya Lozan kazanımlarını yok eden yıkım niteliğinde ödünler verebilmiş, “yedi düveli” dize getiren soylu bir ulusa dünya ulusları karşısında başını eğdirmiş/EĞDİRMEKTEDİR.
Demokrasi öğretmeni İsmet İnönü’nün 1956’da TBMM’de, kendilerine iktidar yolunu açan Laik Demokratik Cumhuriyeti ortadan kaldırmaya yönelen Demokrat parti yöneticilerine; “Arkadaşlar aramızdaki farkı bilelim. Biz mutlakıyetten bugüne geldik. Siz, bugünden mutlakıyete gidiyorsunuz” diyordu. Bugün İsmet İnönü’nün büyük bir siyasal erdemlilik ve demokratik olgunlukla açtığı o yoldan iktidarı ele geçiren, demokrasiyi içine sindiremeyen bir dinci faşist siyasal kadro ile karşı karşıyayız.
Cumhuriyet’in 65 yıllık demokrasi birikimi yerle yeksan edilmiş, demokratik hak ve özgürlükleri askıya alınmış, kuvvetler ayırımını, yok sayan otoriter tek kişi yönetimi, İtalyan - Alman faşizminin ruhunun Türkiye de yeniden hortlatılmasından başka bir şey değildir.
Faşizmin ikiyüzlülüğü ve yalana dayanan büyük propaganda gücünü alt etmek, toplumu, toplumsal muhalefeti uyanık ve diri tutmak, AKP’nin çizdiği siyasi hatta eklemlenerek, onu taklit ederek, hatta zaman zaman onunla bütünleşerek değil, Türkiye de hortlatılmaya çalışılan faşizm tehlikesi karşısında “kaya kadar sağlam” durup, direnerek, faşizmi üreten bataklıkları kurutarak mücadele edilir.
  Cumhuriyetin kuruluşuyla başlattıkları ‘cumhuriyet parantezini kapatma’ Cumhuriyet’ten rövanş alma, Atatürk Cumhuriyeti'yle hesaplaşma arzusu ile yanıp tutuşanlardan Atatürk'ün muhteşem eseri olan Türkiye Cumhuriyeti'ne demokrasi tacını koyan İsmet İNÖNÜ’YÜ anlamalarını beklemek siyasal saflıktır.
  Çünkü vasatlığı, değersizliği, kalitesizliği yüceltenler; Emperyalist yağmacılığa, ağalara, şeyhlere, köleliğe boyun eğenler, akıl ve bilime değil hurafeye, inanan din sapkınları, zihinsel bir çürüme içinde yaşayanlar tam bağımsızlık, ulusal egemenlik, ulusal onur ve bilinçten yoksundurlar.
Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük savaş ve stratejistlerinden biri olan Atatürk’ün yanında, yakınında bulunmuş olan İsmet İnönü, Türk ulusunun varlık yokluk kavgasında vatan savunmasında, her türlü çareye başvuran bir neslin son temsilcilerindendir.
Üzülerek belirtelim ki, ülkemizde, Atatürk’e, Cumhuriyete, Türk devrimine “kin” ve “düşmanlık” besleyenlerin sıkça yaptıkları şey, İsmet İnönü’ye “yerli yersiz” hücum etmektir. İsmet İnönü’yü eleştirmek başka şeydir, aşağılamak, önemsizleştirmek başka şeydir.
Ama unutulmamalı, kimsenin tarihi ve geçmiş zamanı değiştirme olanağı yoktur.  Bu nedenle, ne söyleyip yazarlarsa yazsınlar er ya da geç gerçekler ortaya çıkmakta ve İnönü’nün değeri tarihteki yerini korumaktadır.
Kağnıyla kamyonu yendiğimiz kurtuluş savaşının Batı Cephesi Komutanı, Türk'e biçilen emperyalist elbiseyi, yani Sevr’i yırtıp, Türk ulusun bağımsızlığı ve özgürlüğünün tapu senedi Lozan’ı tüm dünyaya kabul ettirmedeki katkıları yadsınamayacak değerde olan “Kaya kadar sağlam namus ve şeref, çok yüksek ve insan emelinin sınırını aşan bir vatanseverlik” erdemine sahip olan M. İsmet İnönü’nün bedensel varlığının aramızdan ayrılışının 45.yılında bir kez daha saygı ve minnetle anıyoruz.

YÖNETİM KURULU ADINA:                                                            Mahmut ÖZYÜREK
ULUSAL EĞİTİM DERNEĞİ
ISPARTA ŞUBE BAŞKANI