10 Mart 2015 Salı

KÜRTLER LENİN'E ÇOK KIZACAK (Liberal solcular-Yemez Ama Evetçi Devşirilmiş Sol)

VLADİMİR İLİÇ LENİN: “KİŞİ AYNI ZAMANDA HEM DEMOKRAT, HEM OKULLARI ULUSAL TOPLULUKLARA GÖRE AYIRMA İLKESİNİN SAVUNUCUSU OLAMAZ!”

Bir haftadır “Dil Bayramı”nı kutluyorduk.
Kaçımız bunu biliyor?
Türkçemiz garip, Türkçemiz yalnız; sindirilmiş, ezilmiş!
Ama bu ülkede, her ulusal topluluğun (her değişik halkın) “anadilde eğitim görmesi” gerektiğini vaazeden, kafamızı gözümüzü bilgisizlik ve cehaletle yararak konuşanları her gece üzülerek dinliyoruz.
Bu çarpık düşünceleri “sol” adına ve “demokratlık!” adına TV’lerde ileri sürenlere Lenin’in düşüncelerini anımsatmayı bir borç bildik.
Çünkü Lenin, -ta 1913 yılında- bu yazıyı sanki bu beyler için yazmış!
Bir edebiyatçı olarak, dil bayramımızı, aşağıdaki mükemmel yazıyla, yalancıların kararttığı temiz alanları aydınlatacağı, sosyalistlere cesaret vereceği umuduyla kutlamak istiyorum:
(Konumuz değil ama şunu da hemen belirteyim ki, bu kitapların Türkçe çevirilerinde “ulus” sözcüğü iki anlamda kullanılmaktadır: 1- Modern anlamda ulus, 2- Alp Er Tunga’nın deyimi anlamında ulus: yani halk, milliyet. “Ulusalcılık!” kavramı etrafındaki düşmanlık, çevirilerin işte bu 1.nin 2.ci anlamda yanlış yorumundan ortaya çıkmaktadır!)
***
“Kültürde ulusal özerklik (ya da ‘ulusal gelişmenin özgürlüğünü güvence altına alacak kurumların yaratılması’) denen planın ya da programın özü, her ulusal-topluluk için ayrı ayrı okullar kurulmasıdır!
(…)
Sorulması gereken soru, böyle bir bölünmeye, genel olarak demokrasi açısından ve özel olarak da proletaryanın sınıf savaşımının gerekleri açısından izin verilip verilmeyeceğidir.
Böyle bir soruyu hiç duraksamaksızın ‘kesinlikle izin verilemez!’ diye yanıtlamak için, ‘kültürde ulusal özerklik’ programının özünü yakalamak yeterlidir.
Başka başka uluslar (halklar (A.Y.) tek bir devletin sınırları içinde yaşadıkları sürece, milyonlarca, milyarlarca iktisadi, yasal, toplumsal bağla birbirlerine bağlıdırlar.
Eğitim bu bağlardan nasıl ayrı tutulabilir?
Bundun (Ayrılıkçı Yahudi Partisi, A.Y.) ‘çarpıcı saçmalık!’ bakımından klasik olan formülüyle söyleyelim; eğitim, devletin ‘yetki alanının dışına’ çıkarılabilir mi?
Eğer tek bir devletin sınırları içinde yaşayan değişik ulusal topluluklar, iktisadi bağlarla birbirine bağlıysalar, o ulusları ‘kültürel’ ve özellikle eğitsel alanda sürekli olarak bölüp ayırmak saçma ve gerici bir şey olur.
Tam tersine ulusal toplulukları eğitsel alanda birleştirme çabası gösterilmelidir!
(…)
Kişi aynı zamanda hem demokrat, hem okulları ulusal topluluklara göre ayırma ilkesinin savunucusu olamaz!
Dikkat edilsin ki bu noktada konuyu yalnızca genel demokratik (yani burjuva demokratik) görüş açısından tartışıyoruz.
Okulların, milli topluluklara göre ayrılmasına, işçi sınıfı savaşımı (sosyalizm, A.Y.) açısından çok daha şiddetle karşı koymalıyız!
Belli bir devletin içindeki ulusal topluluklar kapitalistlerinin, hangi ulustan olduklarını dikkate almaksızın tüm işçilere karşı yöneltilmiş olan şirketlerde, imalathanelerde birleştiklerini bilmeyen mi var?
Gelişkin kapitalizmi yakından tanıyan kent işçileri okulları ulusal topluluklara göre ayırmanın yalnızca zararlı bir tasarım olmakla kalmadığını, üstelik kapitalistlerin hilekarca bir dolandırıcılığı olduğunu içgüdüleriyle ve mutlaka anlarlar.
(…)
İşin aslında, ‘kültürde ulusal özerklik’, yani eğitimin ulusal-topluluklara göre kesinlikle ve tümden ayrılması, kapitalistler tarafından değil (çünkü onlar henüz işçileri bölmek için daha kaba yöntemlere başvuruyorlar), Avusturya’nın oportünist darkafalı aydınları tarafından bulunmuştur. Darkafalılıkta ve ulusalcılıkta (milliyetçilikte) eşi bulunmayacak olan bu düşüncenin, karma nüfuslu demokratik Batı Avrupa ülkelerinin hiçbirinde izine bile rastlanmaz.
Umutsuzluk içinde kıvranan küçük-burjuvadan gelme bu düşünce, ancak Doğu Avrupa’da, tüm kamu yaşamının, siyasal yaşamın küçük rezilce bir kavgayla gemlendiği, geri, feodal kilisenin siyasete egemen olduğu bir ülkede ortaya çıkabilirdi! (…)
İşte ‘kültürde ulusal özerklik’ denen budalaca düşünceyi yaratan psikoloji budur.
Enternasyonalizmini aziz tutan bilinçli işçiler, incelmiş ulusalcılığın (milliyetçiliğin) bu saçmasını asla kabul etmeyecektir!
(…)
Genel olarak tasfiyecilerle Bundçuların bu sorunda Avusturya’dan örnek göstermelerini okumak oldukça eğlendirici.
Her şey bir yana, çok-uluslu ülkeler içinde neden en geri olanı örnek alınıyor? Neden en ileri olanı örnek alınmıyor?
Bu, bir anayasa modeli için yüzünü Fransa, İsviçre, Amerika gibi ileri ülkelere değil ama daha çok Prusya ve Avusturya gibi geri ülkelere geri dönen kötü Rus liberallerinin, kadetlerin tavrıdır.
(…)
Rus emekçi sınıfı, bu gerici, zararlı ve küçük burjuva ulusalcı (milliyetçi) nitelikte düşünceyle çarpışagelmiştir ve bunu sürdürecektir!”
(V.İ.LENİN, “Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları” Çev. Yurdakul Fincancı, Sol Yayınları, Ekim 1993 Ankara, ikinci baskı, s. 95-96-97-98)
Ahmet Yıldız
Odatv.com

Toroslar’ın son şamanı: Paşa Dayı “Ben eğitimimi bu dağlarda aldım…” Yusuf Yavuz

Toroslar’ın son şamanı: Paşa Dayı “Ben eğitimimi bu dağlarda aldım…”
Yusuf Yavuz
Beydilli, tespih taneleri gibi Anadolu’nun dört bir yanına dağılmış Yörük aşiretlerinden birinin adı. Ankara, Samsun, Konya, Sivas, Şanlı Urfa ve Gaziantep gibi kentlerde aynı adla anılan köyler var. Bunlardan biri de Isparta’nın Sütçüler ilçesine bağlı olan Beydilli köyü. Kimi yerde ‘Beğdili’ ya da ‘Badıllı’ olarak da anılıyor.
beydili köyü detay (1)

BOZŞALBA KOKAN BEYDİLLİ EVLERİ
Sütçüler’e yaklaşık 45 kilometre uzaklıktaki Beydilli, Sarp dağının eteklerinde kurulmuş. Yakın zamana kadar yolu bulunmayan köye yol yapmanın, yeni bir köy kurmaktan daha pahalıya mal olacağını anlayan yetkililer, ilçe merkezine 20 kilometre uzaklıkta yeni bir köy kurmakta bulmuşlar çareyi. Bu yeni köyün adını da ‘Çimenova’ koymuşlar. Ancak şimdilerde ‘Eskiköy’ olarak adlandırılan Beydilli, Anadolu sivil mimarisini yansıtan özgün yapılarıyla dikkat çekiyor. Bir başka özelliği de her evin verandasında kurumaya bırakılan salvia bitkisinin keskin kokusunun tüm köyü sarmış olması. Hititler’den bugüne Anadolu’da şifa niyetine kullanılan bu bitkiye buralarda ‘şalba’ ya da ‘bozşalba’ da diyorlar.

SARP DAĞININ ETEKLERİNDE BİR ŞAMAN: PAŞA DAYI
Yukarı Köprüçay Havzası’ndaki köylerden biri olan Kesme ile Beydili arasındaki vadiden kıvrılarak geçen Köprüçay’ın aktığı vahşi kanyonları ve antik yolları görmek için Sütçüler’den yola çıkıyoruz. Çimenova köyüne uğrayıp buradan Nurullah Altıntaş’ı alacağız. Nurullah Altıntaş, yaşantısıyla ve karakteriyle, Anadolu’nun son şamanlarından biri. Bu yörede kendisine ‘Paşa Dayı’ diyorlarmış. Biz de öyle sesleniyoruz, 70 yaşındaki bu bilge şamana.

‘HER DERDİN DEVASI ÇAM PÜSESİ’
Paşa Dayı ile birlikte Çimenova’dan Eskiköy’e, Beydilli’ye doğru yola çıkıyoruz. Sarp dağına doğru yükseldikçe yer yer kayalık yolu çevreleyen birkaç yüz yaşında sedirler ve ardıçlar başlıyor. Paşa Dayı her taşın, her ağacın hikâyesini anlatıyor yol boyunca. Yol öylesine bozuk ki, zaman zaman evine gitmek için özel araç tutarak vadinin diğer tarafından 60 kilometre dolanmak zorunda kaldığını anlatıyor Paşa Dayı. “Eski köyde hayat zordu ama doktor nedir bilmezdik” diyor. Çimenova’ya taşınınca, yol, elektrik, otomobil ve doktor görmüşler ancak “beton evlerde hastalık da çoğaldı” diye söyleniyor: “eskiden çam ağacının reçinesinden terletme yoluyla ‘püse’ elde ederdik. Her derde şifa olarak kullanırdık. Şimdi unutuldu hepsi…”

150 KİLOMETRE’DEN ANTALYA LİMANINI İZLİYOR
Yaklaşık 2 bin metre yükseklikteki Nacakçı beline ulaşıyoruz. Güneybatımızda Bozburun, ileride Bey Dağlarının karlı tepeleri görünüyor. Elinizi uzatsanız dokunacakmışsınız hissi uyandırıyor. Paşa Dayı, zaman zaman Sarp Dağı’nın zirvesine çıkıp dürbünüyle, yaklaşık 150 kilometre uzaklıktan Antalya limanına yanaşan gemileri, şehrin ışıklarını buradan izlediğini anlatıyor.

‘EĞİTİMİMİ BU DAĞLARDA ALDIM’
Bu bölgenin insandaki sahicilik duygusunu besleyen bir yanı var. Her şey gerçek. Ama bir o kadar da gerçeküstü. Yaşamanın, hayatta kalmanın dayanışmaya ve mücadeleye dayalı olduğu, zor ama bir o kadar da özgür, vahşi bir coğrafya. Sırtında çantalarıyla bu zorlu yolu her gün yirmi kilometre inip çıkıyor Beydilli’li köylüler. Nacakçı Beli’ni geçince, bu özgür coğrafyanın insandaki umudu besleyen kimliklerinden biri olan Paşa Dayı ile koyu bir sohbete dalıyoruz. “Ben eğitimimi bu dağlarda aldım” diye anlatmaya başlıyor, Paşa Dayı.

paşa dayı4 (1)
beydili köyü detay (2)
paşa dayı3 
KÖY ENSTİTÜSÜ’NÜN HAVASINI SOLUYUNCA…
Aslında Isparta Gönen’deki Köy Enstitüsü’nü kazanmış ve kaydolmuş ancak babası öldüğü için kendisiyle ilgilenecek birisi olmayınca bu hakkını bir başkası gasp etmiş. “Benim yerime buralardan bir Eğitmen’in çocuğunu kaydettiler. Ben bu haksızlığı ömrüm boyunca unutmadım. Sonrasında köyüme döndüm ve haksızlığa uğramanın getirdiği hırsla hep okudum. Beş yüzün üzerinde kitap okudum, kendimi eğittim. Yaşar Kemal’den Mehmet Akif Ersoy’a, Karacaoğlan’a; ne bulduysam okudum” diye anlatıyor o günleri…

‘KARA SEVDAYA TUTULUP ŞİİRLER YAZDIM’
Köy Enstitüsünün havasını az da olsa koklayan Paşa Dayı, köyüne geri dönmüş ve ardından inanılmaz bir mücadeleye girişmiş. Köyün bir türlü bitmeyen yolu, suyu, elektriği… Hastalığı, sıtması… “Ömrüm buradaki insanların çilesine nasıl bir çare bulabilirim, bunu düşünmekle geçti. 16 muhtar eskittik. Bizimkisi halkın hizmetçiliği. Bu amaçla berberlik, sağlık işleri, yapı ustalığı, marangozluk, İmamlık; aklınıza ne gelirse yaptım. Kalay takımı da almıştım ancak körüğün dumanına dayanamadığım için kalaycılık yapmadım. Hala duruyor kalaycılık takımlarım. Ardından İbni Sina’nın kitaplarını inceledim; köyümüzün dağlarındaki otları, bitkileri tanıdım. Hangi otun hangi derde deva olduğunu öğrendim. 1955’lerde kara sevdaya tutuldum. Ve şiirler yazdım…
Bir tanesi şöyleydi:
Mevlam sabır versin aşkı çekene
Her kim olsa acır boyun bükene
Ben garip bülbülüm, salma dikene
Acı bana, güle kondur sevgilim”

“Sevdiğin kızı alabildin mi?” diye soruyoruz Paşa Dayı’ya; “Alsaydım onun adı kara sevda olmazdı. Şimdi bakıyorum, fuhuşun adı aşk, üç kağıdın adı iş olmuş” diye yanıtlıyor.
KAMUFLAJ GİYİNMİŞ YÖRÜK KÖYÜ: BEYDİLLİ

Paşa Dayı ile hararetli sohbet eşliğinde Beydilli’ni tepeden gören yamacın başında duruyoruz. Orta Torosların masalsı köylerinden biri karşımızda. Üzeri elle yontulmuş ahşapla kaplı taş duvar evler, ait olduğu coğrafyayla öylesine bütünleşmiş ki, burada bir köy olduğunu anlamanız için uzun süre ve dikkatle bakmanız gerekiyor. Kamuflaj giyinmiş bir Yörük köyü Beldilli. Köyün yaklaşık iki yüz yıl önce aşağıdaki Köprüçay’dan yükselen yamaçlardan buraya taşındığını anlatıyor, Paşa Dayı: “Geçmişte buradaki hayat çok başkaydı. Karşıdaki Kesme köyündeki bir dosta bir selam gönderirsin, işin her neyse onu mutlaka yerine getirir. Ya da oradan Beydilli’ne bir selam gelir, ne gerekiyorsa yapılır. Ne para ne pul; hiçbir şey yok. Biz böyle yaşadık. O zamanlar bir adam, bu dağların verdikleriyle en az on çocuğa bakabilirdi. Ama günümüze geldik, geçinmek zorlaştı. Şimdi bir kişi kendine bile zor bakıyor.”

paşa dayı1 (1)‘DEVLETİN BÜTÇESİNİ VERECEKLER, YALAN KONUŞMAM’
Karşıdaki dağlara bakarak konuşuyor Paşa Dayı. Burası Antalya sınırına en yakın nokta aynı zamanda. Manavgat’ın Yeşilbağ köyünün evleri görünüyor karşıda. Doğu’da Kartoz Dağı, dağı zigzag çizerek tırmanan yol faça gibi; 2 bin 200 metreden Beyşehir’e aşıyor. Yörüklerin göç yollarıyla paralel ilerliyor. “Eskiden Manavgat’ın Yeşilbağ köylüleri buraya gelirlerdi” diye anlatmayı sürdürüyor Paşa Dayı: “Domates, zeytin, nar getirirler, karşılığında bizden tereyağı ve çökelek, kıl ve davar alırlardı. Değişirdik ürettiklerimizi. Bal üretirdik bir de. Bakın biz pazarda balımızı satarken rahat duramazdık çünkü bizim balımız halisti. Kekik kokardı. Balın kokusuna o civarda ne kadar arı varsa hücum ederdi. Şimdi pazarlarda bal satıyorlar, bir tane arı konmuyor üzerine. Hileli ballar bütün balcıların namını kötülüyor. Ben elli sene arıcılık yaptım, derdimi anlatamıyorum. Artık iyiyle kötü birbirine karışmış. Ama bana devletin bütçesini verecekler, yalan konuşmam. Beydilli’nin özelliği de budur. Mert, yiğit ve dürüsttürler. Yörüklerin özelliği de budur.”

KEÇİ AYAĞINDAN ERKEKLİK ORGANI

Paşa Dayı’nın anlattıkları, Anadolu’nun binlerce yıllık yaşam ustalığının tanıklarının hala dokunulabilir uzaklıkta ve hala aramızda yaşadıklarının belgesi niteliğinde. Sözü yakın geçmişte yapılan eğlencelere ve düğünlere getiriyor. Beydilli, Kesme, Çukurca ve Manavgat’ın Yeşilbağ, Değirmenözü köyleri günler öncesinden verilen haberle toplanıp düğünler yapılıyormuş. Bu düğünlerdeki seyirlik oyunlardan birini anlatmaya başlayınca, Yıldız Cıbıroğlu’nun Kesme köyünde izlediği müthiş bir yorumla yazdığı yazıyı anımsıyorum. Paşa Dayı’dan biraz ayrıntı anlatmasını rica ediyorum, “Çok zevklidir. Esasında bir düğünde gelip göreceksiniz” diye başlıyor söze: “Oyundaki Arap, yüzünü isle boyayıp, davarın bir bacağını, bacaklarının arasına yerleştirirdi. Bu erkeklik organı oluyor. Arap’ın bir de yardımcısı var. Muhtar, Efe ve Efe’nin iki tane jandarması olur oyunda. Düğünlerdeki oyunlarda genellikle kız ve oğlan tarafı canlandırılır. Ama daha çok oğlan tarafı ele alınır. Meydan sahnedir. Oyunda köyün günlük yaşamı canlandırılır. Değirmen yapılır, yoğurt dövülür; efendim tahta biçilir. Köylü nasıl yaşıyorsa o canlandırılır.”

‘ARAP, MUHTAR’IN KULAĞINA PENİSİYLE DÜRTER’
Damat, uzunca bir sırığa elleri ve ayaklarından bağlanarak ortaya yakılan ateşte zarar görmeyecek şekilde temsili olarak pişirilirdi. Burada amaç oğlan tarafına temsili olarak çile çektirmek. Evlilik bir sözleşme. Bu sözleşme herkesin huzurunda yapılıyor. Akit bozulmasın diye yapılıyor bu temsil. ‘Kebap ince, şiş ince, ne hoş olur pişince’ diye bir tekerleme söylenir. Kebap pişince herkese yarımşar kilo, birer kilo dağıtılır. Ardından parası toplanır. Para ödenirken “vırt zırt, al beşer beşer” denilir. Bütün bunlar olurken Arap her şeyi kontrolü altında tutar. Seyircilerin başında bekler, itiraz eden olursa palaska ile onlara vurur ya da isle karalar. Sonra Arap Muhtarı muayene eder, dişlerini, hayalarını (testislerini) sayar. Sonra kulakları ağır işiten muhtarın kulaklarına keçi ayağından yapılma temsili penisiyle dürter, onu silkeler, uyarır.”

Paşa Dayı kendi kültürünü sadece anlatmamış, oturup bir de kitap yazmış. “Bin sayfa yazdım, yakında yayınlanacak” diyor ve ekliyor: “Burada bir tarih var, yüzyılların geleneği var. Ama yok olup gidiyor işte!”
paşa dayı1 (2) 
ARAP’IN KÖKENİ ‘BAYKARA-SOYTARI’
Yıldız Cıbıroğlu, 1986 yılında Kesme köyünde Paşa Dayı’nın anlattığı seyirlik oyunlardan birinin canlı tanıklığını yapmış. Paşa Dayı’nın anlattığı Arap’ın, “Baykara” olduğunu söylüyor. Bu bilgiyi Kesmeli bir kadından öğrenmiş. Baykara, ‘Soytarı’ anlamına geliyormuş. Kancıklık eden, kaba, kurnaz, dalkavuk, ahlaksız ve şeytan anlamında da kullanılmış. Cıbıroğlu, Eski pagan tapımlarda ılım günlerinde yapılan karnavalların İslam’ın etkisiyle toplu sünnet düğünlerindeki şenliğe dönüşmüş olduğunu aktarıyor: “Kesme dağ köyünde genç kızlar ve delikanlılar yaban meyveleri gibi sert ve farklı bir güzelliğe sahipler. O gece köyde toplu sünnet düğünü yapılacak… Meydanın ortasında kuru ağaçlar üç katlı köy evi yüksekliğinde üst üste yığılarak çok görkemli koca bir ateş yakılmış… Uzakta köyün içinden Baykara, peşi sıra yürüyen, şamata yapan çocuk kalabalığını yararak geliyor: Elinde anlı şanlı kırbacını sallayarak! Bu kırbaç oyunda çok önemli! Köyün tüm çocukları ardında. Arap’ın belinin biraz altında, göbeğinin hemen üstünden, koskoca uzun bıçak sapı gibi bir çıkıntı, Arap’ın hareketleriyle kımıltılı, hafif yaylanarak sallanıyor. Fallus mu? Nasıl olur? Şehirli kültürüm, algım ve önyargımla bir türlü bunun ne olduğunu anlayamıyorum: Şehirde sanat filminde cinsellik yorumlanabilir, ama burada olabilir mi? Şaşkınlığımın ve kabul edemeyişimin en büyük nedeni herkesin bunu doğal karşılaması. O nedenle kendi kendime, hayır, hayır, kesinlikle fallus değil, olamaz, diyorum. Öyleyse nedir? Dayanamayıp soruyorum: Eşim dahil bıyık altından gülüp susuyorlar. Kuşkum kalmıyor, fallusu karikatürize etmişler.”

‘BAYAĞILAŞMAYLA İLGİSİ YOK’
Ortada yanan büyük ateşin kıvrak yalazları arasından binlerce kıvılcım rüzgârın etkisiyle saçılıyor; koyu gecenin üstüne yükselip sönüyorlar, ama sürekli peşi peşine yenileri geliyor. Elektrik ışığı o kadar az ki gece burada simsiyah ve yumuşacık kadife gibi, yıldızlar üzerine döşenmiş elmas! Hangi yöne baksak dağlar çepeçevre kara gölgeler halinde kuşatıyor bizi. Çevreye vahşi, büyüleyici bir güzellik hakim. Bu yabanıl gecenin içinde karikatürize edilmiş fallusuyla Baykara yadırganmıyor, bayağılaşmayla uzak yakın ilgisi yok. Bu bir eğlence ve bu doğaya çok uyumlu. Genç kızlar ve kadınlar daha geride bir duvarın dibinde toplu halde ayakta dikilerek ve daha koyu gölgelerle kuşatılmış halde Baykara’yı gülerek izliyorlar.
‘ÇEMBER DARALINCA KIRBACINI SALLIYOR’
Köy kadınlarının da başka zaman karşılaşmadığım keyifli, canlı, enerjik bir havaları var. Genç Baykara şeytansı devinimlerle havalara sıçrayarak, ince gövdesini bir erkek kara kedi gibi gerip bacakları üzerinde yaylanarak, yukarda tuttuğu kırbacını hızla savurarak ahenkli hareketlerle dans ediyor. Etrafındaki halka daralınca kendine yer açmak için kırbacını sallar sallamaz kaçışıyorlar, çünkü kırbaç da isle boyandığından değdiği her yerde kapkara iz bırakıyor. Köyün beyaz gömlekli delikanlıları, daha önceki deneyleriyle bunu bildiklerinden Baykara’nın önünden kaçıyorlar.”
BAYKARA, ‘KARA ŞAMAN’MI?
Yıldız Cıbıroğlu, Baykara’nın dansını, hepsi de birer ritüele bağlı olan Mehmet Siyahkalem’in resimlerindeki büyücü şamanların dansını anımsattığını söylüyor; “Onların arasında da danseden karaderili bir adam vardır, belki o da boyanmış bir Baykara’ydı. Şamanist Türk topluluklarında ak şaman yanında çok korkulan kara şamanlar da vardı. Yakut inanışında ilk kam bir kara şamandı.”
EZİLENLERİN TİYATROSU
Cıbıroğlu, Bilim ve Ütopya Dergisi’nin Nisan 2011sayısında (s 202) yayımlanan yazısını, tiyatro bağlamında kültür ve kültürel kimlik kavramlarını sorgulayan yazılarıyla bilinen Ahmet Cemal’den alıntıladığı uzunca bir paragrafla bitiriyor: “Eğer bugün ülkemizde tiyatroların genç adayları (…) Grotowski’ yi, Stanislawski’yi, Brecht’i, Beckett’i, Artaud’yu, Genet’yi bilmeye ve tanımaya birincil önem verirken, içinde yetiştikleri kültürün ve o kültür tarafından biçimlenmiş toplumsal gerçekliğin en azından yakın tarihine eğilmeyi bir gereksinim olarak duyumsamıyorlarsa, ya da diyelim epik tiyatro, uyumsuz tiyatro, ezilenlerin tiyatrosu vb. üzerine, bu tiyatro türlerinin hepsinin kendi kültürel ortamlarının özgül koşullarından doğduğunu görmezden gelerek mangalda kül bırakmazken, örneğin bir zamanlar TAL’ in gündeminde olan ‘Anadolu İnsanının Kültürel Kimliğinde Oyun Kavramı’ türünden çözümlemelere ilgi duymuyorlarsa, o ülkedeki tiyatro eğitiminin ne ölçüde tiyatro eğitimi olduğu gerçekten tartışmalıdır.”

BEYDİLLİ CANLI BİR MÜZE
Beydilli, yazıya dökülerek kayıt altına alınanla, yaşananın; geçmişle bugünün iç içe geçtiği bir kültür katmanı. Yukarı Köprüçay Havzasını çevreleyen bir çok köyde olduğu gibi bu toprakların kadim kültürünün hiç değilse hala hafızalarda yaşadığı canlı bir müze niteliğinde. Paşa Dayı’nın anlattıklarıyla, Yıldız Cıbıroğlu’nun 25 yıl önce yaşayıp etkilendiği gösterinin içinden geçip, Köprüçay’ın yatağına iniyoruz. Antik yollar, Romalılardan kalma su kuyuları, Çukurca, Kesme, Asar; Dedegöl. Eşeklerle ve sırtlarında odun taşıyan Kesmeli sert yüzlü kadınları gördükçe, bu coğrafyada zamanın durduğuna inanıyoruz. İnsan merak ediyor, her ilde bir üniversite açmakla, öğrenci sayısıyla övünmeyi matah sayan siyasi otorite ‘bilim’ insanları, modernizmin girdabında kaybolmakta olan, Anadolu’nun binlerce yıllık kimliğinin son nüshası olan bu kültürün değerini ne zaman keşfedecekler?

yeniden yapılan çimenova köyüYeniden yapılan Çimenova Köyü
06.12.2011
© tüm hakları saklıdır

7 Mart 2015 Cumartesi

Kadını Toplumsal Ülkü ve Görev Sahibi Etmek "UED Isparta Şubesi Basın Açıklaması"



BASIN AÇIKLAMASI
1857 yılının 8 Mart’ında hakları için mücadele eden New York’lu kadın dokuma işçilerinin yakılarak öldürülmesinin ve bu direnişin/katliamın emekçi kadınların direniş günü olarak anılmasının 158. Yılındayız
 Bugün en temel yaşamsal haklarımızı gasp eden; kamusal hizmetleri sermayenin talanına açan; doğayı, ormanlarımızı, derelerimizi, zeytinliklerimizi, kentlerimizi, parklarımızı, okullarımızı, yaşam alanlarımızı yağmalayan; emeği güvencesizleştiren, emekçiyi  yoksulluk ve açlığa mahkum eden; yağma, talan ve sömürü politikalarını diktatörlükle sürdürmeye çalışan gerici-mezhepçi AKP iktidarı, bu güne değin mücadele ile  kazanılmış kadın haklarını da yok etmiştir.
Dünya Ekonomik Forumu’nun raporuna göre Türkiye, siyasal katılım, ekonomik eşitlik, eğitim ve sağlık hakkı gibi farklı alanlarda kadın-erkek eşitliği endeksinde 136 ülke arasında 120’nci olmuştur. Yani ülkemiz, kadın erkek eşitliği alanında dünyanın en geri son 20 ülke arasındadır
TBMM deki sayısal çoğunluğuna dayanarak, Eğitimi dinselleştiren, okulları imam hatibe dönüştüren, kadınları toplumsal yaşamdan dışlayan AKP’nin gerici politikaları önce kadınları hedef alıyor.
Yıllar içinde kadın mücadelesi ile elde edilen kazanımlara ve haklara göz diken AKP toplumsal yaşamı, kadınların bedenini ve emeğini denetim altına alarak dönüştürmeyi hedefliyor. En temel yaşamsal haklarımız erkek egemen, gerici, kadın düşmanı iktidar tarafından tehdit altında.
Taciz, tecavüz, şiddet, savaş ve gerici saldırılarla hayatlarımız kuşatılıyor. Kadın hakları konusunda ortaçağ zihniyetinin hortlatılmasıyla Özgecan’larımız hunharca katlediliyor ve AKP’nin buna tek yanıtı kadınları yaşamdan dışlamaya yönelik  adımları atmak oluyor.
En yetkili makamları işgal edenlerce dillendirilen “Dekolte giyen kadınlar tecavüzü hak etmiştir”, “Örtüsüz kadın perdesiz eve benzer”, “Her kürtaj bir Uludere’dir”, “Hamile kadının sokakta dolaşması edepsizliktir.”, “Kahkaha atmak ahlaksızlıktır”, “Eş yoktur, eşitlik yoktur. Eşim değil, zevcem olur”, vb. sözler akıl ve bilim yoksunluğundan öteye, ulaşmak istedikleri dinci-faşist düzende kadının toplumsal yaşamdaki yerini tanımlamaktadır.
Ülkemizde gericiliğin her zaman kadının bağımlılığını istediğini ve onu daha da bağımlı hale sokmaya çalıştığını iyi bilen Mustafa Kemal Atatürk’ün kadınlara verdiği özel ve hukuksal önem, ülkemizde kadın mücadelesine yadsınamaz bir ivme sağlamıştır.
Ne var ki, sistemin en gerici unsurları, bu mücadeleyi erkekle kol kola götürecek ve gerici sistemi değiştirecek bir kadın etkinliğini sabote etmek için çeşitli yollara başvurmuştur. Kadını, "özel bir cinsiyet" saptırması alanına çekmek, mücadelesini gerici sosyal sisteme karşı değil "karşı cinse" verme indirgemeciliğiyle "feminist" akımları ortaya çıkarmıştır.
Belki bundan daha tehlikeli bir diğer sapık ve çarpık akım ise   Kadını kurtarma” adına devrimci, Kemalist maske ile  ortaya çıkan “dans partili salonlarda, kadeh tokuşturarak”  kadının kurtuluşunun sağlanabileceğinin olanaklı olduğunu ileri süren aymazlıklardır.
Bizim kadınımız bilmektedir ki, kadının mevcut koşullardan kurtulması; ulusal bağımsızlığın sağlanması ile,  Kadını kurtarıcı yapmakla, kadını toplumsal ülkü ve görev sahibi etmekle , erkeklerin de gerici sistemin baskısından kurtulmasıyla mümkündür.
Ulusal Eğitim Derneği olarak, bu bilinçle “Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü”nü kutluyor, Emperyalizme karşı bağımsızlık ve özgürlük savaşımında yitirdiğimiz kadınlarımızı bir kez daha anıyoruz.07.03.2015

Serpil YAVUZLAR                                                                          Feray SELEK

Ulusal Eğitim Derneği                                                                    Ulusal Eğitim Derneği

Sayman Üye                                                                                   Başkan Yardımcısı

5 Mart 2015 Perşembe

MERNİS, UYAP, SEÇSİS üçgeni



MERNİS, UYAP, SEÇSİS üçgeni *** Kamuoyu bilmesin, merak etmesin, araştırıp öğrenmesin. Hileli seçimler sürsün. İktidar elden gitmesin. Yok öyle yağma! İnadına öğreneceğiz. Yanlışı düzelteceğiz. Oyumuza sahip çıkacağız.

Enis Berberoğlu
E-mail: keberberoglu@gmail.com
2 Mart 2015
Sözcü
MERNİS, UYAP, SEÇSİS üçgeni

Başlık sizi korkuttu.
Gerisini merak edecek, okuyacak hal bırakmadı.
Öyle değil mi?
Maksat da o zaten.
Oy hırsızları, öyle istiyor.
MERNİS, UYAP, SEÇSİS…
Kamuoyu bilmesin, merak etmesin, araştırıp öğrenmesin.
Hileli seçimler sürsün.
İktidar elden gitmesin.
Yok öyle yağma!
İnadına öğreneceğiz.
Yanlışı düzelteceğiz.
Oyumuza sahip çıkacağız.

Önce MERNİS.
Açık adı: Merkezi Nüfus İdaresi Sistemi.
Görev ve Yetkisi: Vatandaşlık Numarası ve
kişisel verilerin saklandığı dijital taban.
Bu havuza 1960’lardan itibaren veri yükleniyor.
Ölü ve sağ nüfus 120 milyonu buldu.

Nereye Bağlı: İçişleri Bakanlığı Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü’ne
(NVİGM) bağlı sistem.Seçim Görevi:
Seçimlerde oy kullanacak seçmenleri belirmemek.
Sıkıntı Nerede?: Adrese dayalı bu sistem ya yanlışlıkla,
veya maksatlı olarak sahte seçmen üretiyor.
Nitekim seçmen listeleri askıya çıkınca,
YSK’ya yağmur gibi şikayet yağıyor.
Belki bir o kadarı da gözden kaçıyor.
Seçime hile karışıyor.

İkinci olarak UYAP.
Açık adı: Ulusal Yargı Ağı Projesi ,Görev ve Yetkisi:
Yargı faaliyetlerinin tek bir merkezde toplanması.
Nereye bağlı: Adalet Bakanlığı.
Seçim Görevi: Sonuçların işlenmesine aracı platform.
Sıkıntı Nerede: Adalet Bakanlığı her aşamada, seçim sonuçlarını izliyor, müdahale imkanı bulunuyor.

Ve son olarak SEÇSİS.
Açık Adı: Bilgisayar Destekli Merkezi Seçmen Kütüğü Sistemi
Seçim Görevi: Sandıklar açıldıktan sonra,
bütün sonuçlar bu havuzda toplanıyor.
Sandık kurulları ilçe kurullarına tutanak iletiyor.
İlçelerde SEÇSİS sistemine işleniyor.
İllerde toplanıyor ve YSK’ya ulaşıyor.
Altyapısı ne: Türk Telekom.
Soru işareti nerede: SEÇSİS’in kullanıldığı ilk seçimde,
2007’de AKP’nin oyları patlama gösterdi.

MERNİS, UYAP, SEÇSİS.
Bu üçgende neler dönüyor.

Mesela deniliyor ki, tutanaklar bilgisayarda birleşirken
arkada çalışan bir programla iktidara oy kaydırılıyor…
Olmaz olmaz demeyin…
Kağıthane’deki seçimde, CHP oylarının
AKP’ye yazıldığı tespit edildi, davası görülüyor.
Mesela deniliyor ki, sandıklar açılırken,
AKP’ye büyük avans veriliyor, muhalefet farkı kapatamıyor.
Elle yapılanı gördük, dijital hile olmaz mı?
Olur mu olur!

Hileye karşı önerilerden önce, genel bir ilkeyi hatırlayalım.
Anayasa 79. madde diyor ki; “Seçimler  yargı  organlarının genel yönetim ve denetimi altında yapılır”

Peki öyle mi? Bakalım.
MERNİS, İçişleri…
UYAP, Adalet Bakanlığı’na bağlı yani Anayasa alenen çiğneniyor.

Önerilere gelince…

1) Seçim sistemini Anayasa’ya uygun hale getirmek ilk adım olmalı.
Oyunuza sahip çıkmak için, vekilinizi, partinizi, harekete geçirin.
Seçmen listelerini yeniden YSK üstlensin.

2) Seçimde kullanılan işletim sistemi değişsin.
TÜBİTAK’ın geliştirdiği milli yazılım PARDUS-Linux sistemine geçilsin.

3) Mükerrer oy kullanımını önlemek için gerekirse parmak boyasına dönülsün.

Kurumsal sorular, kurumsal çözümler.
Tabii ki önemli.
Ama gözüken o ki, iş başa düştü.
Babadan kalma yöntemle, sandığa sahip çıkılmalı.
Sandık namus sayılmalı, sabaha kadar başında beklenmeli.
Emin olana kadar, oylar tekrar tekrar sayılmalı.
Başka çaresi yok.

Seçmen ne diyor?
Sözcü okuru çok duyarlı.
Seçim hilelerine karşı gelen çok sayıda öneriden
ikisini örnek olarak aktaralım:
“Tüm oy pusulalarına sıra numarası verilsin. Kimsenin kaçarı olmaz. Çok büyük bir maliyet de getirmez. Ne dersiniz? Tartışmaya açmaya değmez mi?” (Osman ARMAĞAN)