18 Kasım 2014 Salı

“Türkiye Türklerindir!” / Figen ÖZEN


Mahremimize kadar girdiler. Hile ile kalelerimizi, tersanelerimizi işgal ettiler. Ordumuzu kışlalara hapsettiler. Milli varlıklarımızı sattılar. Saltanat koltuklarını şehitlerimizin, kefensiz bedenleri üzerine oturttular. Türkiye’yi yönettiğini iddia eden iktidar sahipleri; kendi çıkarlarını, sivil işgalcilerin bölücü planlarıyla birleştirdiler.

Tarih 30 Eylül. Erdoğan bilmem kaçıncı “Reform Paketi”ni açıklamıştır. Bu paketle; Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin Başbakanı olduğunu iddia eden bir kişi, açıkça Türk milletinin kanına ekmek doğramıştır.

Bu paketin tek bir hedefi vardır. Türk milleti ve Türklük… Sorun Türk Devleti’dir.

“Sorun, Atatürk’ün bir paşa fermanıyla yarattığı yapay ürün Türk devleti ve Türk milletidir. Sorun, Kemalizm ve Kemalizm’in milliyetçilik ve laiklik ilkeleridir. Sorun uyduruk, zorlama ve yapay Türk ulusudur. Böyle bir ulus yoktur.” (15-Eylül-1998 Konrand Adenauar Vakfı- Türkiye Danışmanı, Alman Doğu Enstitüsü Müdürü Udo Steinbach- Katolik Kilisesi- Lingen Akademisi’nde yaptığı konuşmadan)

Bu paket Udo Steinbach’ın temsil ettiği Haçlı düşüncesine secde edenlerin paketidir.

Okullardan andımız kaldırılmıştır. Artık hiçbir çocuk; “Varlığım, Türk varlığına armağan olsun” diyemeyecektir.

Ama Amerika’da ana sınıfından, lise son sınıfa kadar tüm çocuklar, ellerini kalplerinin üzerine koyarak şu andı kıyamete dek söyleyeceklerdir.

“Amerika Birleşik Devletleri’nin bayrağına

Ve o bayrağı simgeleyen cumhuriyete

Bağlılık için ant içiyorum.

Herkes için özgürlük ve adaletle, Tanrı’nın

Gözetiminde, bölünmez, tek vatan için...”

Türkiye’de ise “Türk’üm, Doğruyum…” demek etnik bölücülüktür. Amerika’da söylenen ant “faşizan” değildir. Ama Türkiye’ye gelince iş ve bakış açısı değişmektedir. O zaman biz anneler, babalar, nineler, dedeler etnik bölücülüğe devam edelim. Her gün çocuklarımızla, torunlarımızla birlikte “AND”ımızı tekrarlayalım. Hem kendimize, hem de çocuklarımıza büyük bir milletin, Türk milletinin bir ferdi olduğumuzu hatırlatalım. “Varlığım Türk varlığına armağan olsun!”

Erdoğan’ın referansı Türk milleti değildir. Küresel çetelerin başındaki efendilere, iktidarı uğruna verdiği sözlerdir. Dediği, doğrudur; yapılan ihanetlerin tamamı “Kurucular Kitabı”nda ve parti programında mevcuttur. Hatta Erdoğan ve iktidar partisi bu ihanet halkasını genişleterek, son kongrelerinde “63 maddelik” her satırı teslimiyet kokan bir manifesto hazırlamışlardır.

Ses bayrağımız Türkçe, gönderinden indirilerek, yabancı kökenli harflere teslim edilmektedir. Ana dilde eğitimin kapısı aralanmıştır. Rahip Maurizio Garzoni hortlamış, sevincinden def çalmaktadır mezarında.. Papa XVIII. Gregory ise İslamiyet’i hiç kimseye bırakmayan Başbakan’ı, Haçlı ordusuna hizmetlerinden dolayı tasdik etmektedir.

Bu pakette, “değiştirilemez, değiştirilmesi dahi teklif edilemez.” denilen mevcut Anayasa’nın 3. Maddesi açıkça ihlal edilmektedir.

Ey Türk milleti; toprakların satıldı, sustun…

Şehitlerine “kelle”, Öcalan’a “sayın” denildi, sustun.

PKK ile müzakere edildi, gene sustun.

Ordun “kafes”lendi, sustun. PKK elini kolunu sallaya, sallaya şehirlerde karargah kurdu, sustun.

Sana “ÇAPULCU” denildi, kabullendin ve sustun.

Milletin egemenliği önce AB’ye, daha sonra Öcalan’a devredildi, gene sessiz kaldın.

Atatürk ilke ve devrimleri tek, tek yok edildi, Cumhuriyet kimliksizleştirildi, sustun.

Aş, ekmek derdine düşürdüler seni. Sadakaya muhtaç ettiler, sessiz kaldın.

Bağımsızlığını elinden aldılar, yarı sömürge bir devlet oldun, gene sustun.

Şimdi sıra, vatanının tümünde, damarlarında dolaşan kanda, Türklüğünde, varlığında, dirlik ve beraberliğinde…

Hâlâ susacak mısınız, hâlâ susacak mıyız?

Unutmayın, korkunun ecele faydası yoktur. Ölümün bile şereflisi, şerefsizi vardır.

Ancak yaşamak ve mücadele etmek zamanıdır. Mustafa Kemal Paşa Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde yazdığı bir makalede “Türkler birleşiniz.” Demektedir.

Türkler hıyanete, gaflete, delalete karşı birleşin.

“Bu ülke, tarihte Türk’tü, bugün de Türk’tür ve sonsuza dek Türk olarak yaşayacaktır.”

“Türkiye Türklerindir.”



Figen ÖZEN
1 Ekim 2013

SIRÇA KÖŞK*/ Sabahattin Ali



SIRÇA KÖŞK*/ Sabahattin Ali
"Bir zamanlar boş gezmeyi iş yapmaktan çok seven üç arkadaş varmış... Bugünden yarına geçinmek, gittikleri yerlerin birinden yüz bulsalar, beşinden kovulmak canlarına tak demiş. Alın teriyle kazanıp gönül rahatlığıyla yemeyi de gözlerine kestiremezlermiş, çünkü elleri işe yatkın değilmiş. Bir gün, uzun bir yolculuktan sonra, yüksekçe bir tepede oturup aşağıdaki ovada yayılan büyük bir şehre garip garip bakarlar, acaba bu bilmediğimiz yerde nasıl karşılanacağız, diye acı acı düşünürlerken, içlerinden birinin aklına yaman bir fikir gelmiş, hemen yerinden fırlayıp: 'Gelin beraber, bu şehirde sırça köşk yapalım; ömrümüzün sonuna kadar bolluk içinde yaşarız!' demiş.
Ötekiler: 'Bu sırça köşk de nedir?' diye sormuşlar, beriki: 'durmayın, vakit kaybetmeyelim, yolda anlatırım!' diye onları peşine takmış, bayırdan aşağı kuş gibi hızla inmeye başlamışlar.
Elebaşı yolda üç beş sözle arkadaşlarına şehre varınca nasıl davranacaklarını öğretmiş. İndikleri şehir, o memleketin başşehri imiş. Be memlekette bütün millet çalışır, herkes elinden gelen işi yapar, kendi başına buyruk, beyler gibi yaşarmış. Tarlalarda, dükkânlarda insanlar arı gibi çalışır, kazanan kazanmayana destek olur, malını lüzumuna göre başkasıyla değişir, kavgasız dövüşsüz, efendisiz, uşaksız, ömrünün sonunu bulurmuş. Gündelik işlerini gördürmek, nizalarını yatıştırmak için aralarından seçtikleri adamlar hemşerilerine hizmet etmekten başka şey düşünmez, zorbalığı akıllarından bile geçirmezlermiş.
Bizim üç ahbap geldikleri sırada şehrin pazarıymış. Sokaklarda ekinler, yemişler, dokumalar, kumaşlar, demirler, kömürler küme küme durur, alıcı ile verici aracısız iş görürmüş. Ahbaplar, önceden aralarında sözbirliği ettikleri üzere, sokaklarda aylak aylak dolaşıp etraflarına bakarlar, başlarını sallayıp, yanlarından geçenlere duyuracak şekilde: 'Allah Allah... amma da acayip memleket ha!..' diye söylenirlermiş...
Bir sokak gitmişler, öbür sokağa varmışlar; ondan çıkıp başkasına dalmışlar, ama hep şaşkın şaşkın aynı sözleri tekrarlamışlar. Gitgide arkalarına bir sürü meraklı takılmış, bu yabancılar memleketin nesini acayip buldular acaba? diye aralarında soruşturmaya başlamış. Nihayet birisi dayanamayıp yabancılara sormuş: 'Neye şaşırıyorsunuz Allah aşkına?'
Ahbapların elebaşısı: 'Yahu, sizin memleketin sırça köşkü nerde?' diye öğrenmek istemiş.
'Ne sırça köşkü?'
'Nasıl? Sizin sırça köşkünüz yok mu?'
'O da neymiş?'
Elebaşı yanındaki dostlarına dönüp: 'Aman yarabbi, daha sırça köşkün ne olduğunu bilmiyorlar. Böyle memlekette durulmaz, hemen yolumuza gidelim!' demiş.
Şehir halkını daha çok merak sarmış. Ahbapların peşini bırakmamışlar. Beş on adım sonra önleyip tekrar sormuşlar: ‘Canım, neymiş şu sırça köşk? Anlatın bakalım, pek lüzumlu bir şeyse belki biz de yaparız!'
'Lüzumlu ne demek? Sırça köşkü olmayan şehir, sırça köşke bağlanmayan memleket olur mu? Haydi, dostlar gidelim!'
 Halk aralarında ayaküstü bir danışmışlar, sonra yabancıların yanına sokulup: 'Bizim başka şehirlerden ne diye noksanımız olsun? Mademki bu kadar lazımmış, hadi hep beraber şu sırça köşkü yapıverelim!' demişler.
Yabancıların elebaşısı: 'Olmaz.. Olmaz.. Sırça köşkü yapmak o kadar kolay değil.. Masraf ister, malzeme ister, işçi ister. Bırakın bizi de sırça köşkü olan şehre gidelim!’ demiş. Ama halk bırakmamış, ‘ne lazımsa verelim, kimselerin memleketinden aşağı kalmak istemeyiz!' diye direnmiş.
Oturup hesabını yapmışlar, hemen işe başlamışlar. Üç ahbap sırça köşkün mimarlığını üstüne almış, halk aralarından işçi seçmiş, arabacı ayırmış, şehrin en büyük meydanına kum taşımaya, kömür getirmeye başlamış. Bir kısmı da bu işte çalışanlara yiyecek, içecek getirir, giyim eşyası tedarik edermiş. Nihayet camlar eritilmiş, sırça duvarlar yükselmiş, bir kat tamam olunca üç ahbap içine yerleşmişler, halka demişler ki:
'İşte, sırça köşk oldu demektir. Daha tamam değil, memleketinizin şanına layık büyüklükte değil ama o da olur. Şimdi bunu iyi muhafaza etmek lazım, büyütmek lazım, adam ayırın, yiyeceği içeceği arttırın, aranızdan seçtiğiniz adamları da dağıtın, biz her işinize bakarız...'
Halk, artık bir sırça köşkümüz var, diye sevinmiş, kendi yediğinden, giydiğinden kesip sırça köşkte oturanlarla onların hizmetine ayrılanlara vermeye başlamış. Az sonra sırça köşkten emir çıkmış: 'Bir kat daha çıkmak lazım. Burası hem bize, hem hizmetimize bakanlara dar geliyor.'
Arabalar yeniden kum taşımış, sırça köşkün efendileriyle onlara hizmet edenlere, yapıda çalışanlara davarlara koyun, çuvallarla ekin, küfelerle yemiş getirmiş. İkinci kat tamam olunca, üç ahbap oraya da halk arasından kendiişlerine yarayabilecek olanları seçip yerleştirmişler. Onlar da burada ekmek elden su gölden yaşamanın tadını alınca, sırça köşkün çok lüzumlu bir şey olduğuna inanmışlar, hemşerilerini de inandırmak için gayrette kusur etmemişler.
Bu yolda sırça köşk yükseldikçe yükselmiş, kat üstüne kat binmiş. İçi oldukça dolmuş, sırça köşke girmenin kolayını bulan oradan çıkmak istemez, bunun tersine dışarıda kalanlar yolunu bulup içerde bir yer kapmaya uğraşırmış. Ama sırça köşkte oturanlarla onlara hizmet edenleri beslemek de halkın belini pek bükmüş.. Aralarında homurdananlar türemiş. Bir aralık: 'sırça köşk lazım, anladık ama bu kadar çok kadar odaya, bu kadar hazır yiyiciye ne lüzum var?' diye şöyle bir görünecek olmuşlar. Üç ahbabın elebaşısı onlara her odanın vazifesini iyice anlatmış: 'İşte’ demiş 'şu odada ben otururum, sırça köşkün başında ben varım, bensiz iş yürür mü? Ben olmasam sırça köşkünüz olur muydu? Şu odalarsa başyardımcılarımızın... Ta gurbet ellerden gelip sizi sırça köşke kavuşturduk, biz idare etmesek ne köşk kalır, ne siz kalırsınız!'
Halk: 'Pekâlâ' demiş, 'ama bir sürü aylakçının ne lüzumu var? Mesela şu odadaki ne iş görür?' 'O mu? Ne diyorsunuz? Sırça köşke giren malların hesabına o bakar; bu malları toplayanların başıdır. O olmasa, hiçbiriniz verdiğinizin nereye gittiğini bilemezsiniz. Buna gönlünüz razı olur mu?'
'Ee... Şu odadaki?'
'Sırça köşke zamanında mal göndermeyenleri, noksan mal gönderenleri, sırça köşkün kadrini bilmek istemeyip ona kastedenleri arar bulur.. Öyle sütü bozukları başıboş bırakmak olur mu?'
'Peki, ya şuradaki?'
'Sırça köşke girip çıkanların defterini tutar.'
'Bunu da anladık, ya bu odadaki?'
'Sırça köşkün odalarını süpürtür...'
Halk ne sorduysa cevabını almış, bütün odalarda aylak oturan insanların pek lüzumlu olduğuna inanmış; çünkü bunların kimi sırça köşkün ışıkçı başısı, kimi döşekçi başısı, kimi onun yamağı, kimi yamağının yamağı imiş... Eh artık bir sırça köşk olduktan sonra, onun hizmetine bakanlar, sonra bu hizmete bakanların hizmetine bakanlar elbette olacakmış. Ama sırça köşktekiler arttıkça, halkta onları doyuracak takat kalmamış. O zaman sırça köşkün adamları gelip herkesin yiyeceğini, giyeceğini zorla almışlar. Ayak direyenleri götürüp sırça köşkün bodrumuna kapamışlar. Halk, başına kendi sardırdığı bu beladan kurtulmaya kalkışamazmış; çünkü sırça köşkün adamları, gezdikleri, dolaştıkları yerde, onun hiçbir kuvvetin yıkamayacağı kadar sağlam olduğunu söyler, saf kimseleri buna inandırır, inanmayanları ise bin bir zulüm, bin bir hile ile sustururlarmış... Sırça köşkün de gözü doymak bilmez, istedikçe istermiş.
Baştakiler doğuştan tembel oldukları, sonradan yanaşanlar da çalışmayı çoktan unuttukları için, kendilerini besleyenlere, buna karşılık bir şeyler borçlu olduklarını akıllarına bile getirmezler, yalnız birbirlerinin hizmetine bakarlar, memleketin halkına, bir köylünün inekleriyle, köpeklerine baktığı kadar bile göz kulak olmazlarmış. Ama halkın gözü yıldığı için elindekini avucundakini vermiş. Artık bir gün verecek bir şeyi kalmamış, çünkü sırça köşkten çıkan bir emirle herkes elindeki son koyunu da vermeye çağrılmış... Getirmişler, teslim etmişler, söve saya dağılmaya başlamışlar... Onların böyle homurdandığını, artık verecek bir şeyleri kalmadığı için korkacak bir şeyleri de olmadığını fark eden bizim ahbapların elebaşısı sırça köşkün balkonuna çıkmış, sesini tatlılaştırıp onlara demiş ki: 'Ey millet, birçok şeyler verdiniz, büyük sıkıntılara katlandınız, ama dostun düşmanın hayran olduğu bir sırça köşk elde ettiniz.. Onun azameti, parlaklığı yanında üç beş çuval ekin, dört baş davar nedir ki?... Biz sizin şanınız, şerefiniz için çalışıyoruz, sizin iyiliğinizden başla bir şey düşünmüyoruz.. Bakın, bugün getirip bıraktığınız koyunların bile hepsini yemedik, boğazımızdan kestik, bir kısmını size geri vereceğiz. Bütün koyunların kelleri halka dağıtılsın!'
Sırça köşkten çıkan birçok hizmetkâr, biraz önce oraya canlı olarak giren, şimdi kesilip, yüzülüp kebap edilmeye başlanan koyunların kafalarını halka dağıtmışlar...
Kelleyi alanlar dağılmak üzereyken içlerinden biri elindeki başa bakarak hayretle bağırmış: 'İyi ama bu başın beynini almışlar!'
Elebaşı balkondan seslenmiş: 'Öyle.. Fakat siz beyni ne yapacaksınız? Pişirmesini bilmez, ziyan edersiniz!'
Başka biri: 'Peki, ya bu başların dili de yok!' diye haykırmış. Elebaşı aşağıya doğru eğilmiş: ‘Canım, dilin size lüzumu yok! Yemesini beceremezsiniz!'
Bir üçüncüsü: 'Yahu, bu kellelerin gözlerini de çıkarmışlar!'
Elebaşı ona da cevap vermiş: 'Siz o gözün de nasıl kullanılacağını bilemezsiniz, vazgeçin ondan da...'
Bunun üzerine halk, beyinsiz, dilsiz, gözsüz kelleriyle dağılmak üzereyken, aralarında canından bezmiş biri: 'Böyle başın da bana lüzumu yok!’ diyerek, boynuzundan tuttuğu kelleyi fırlatıvermiş. İşte o zaman herkesin şaştığı bir şey olmuş; hızla gidip sırça köşke çarpan kelle orada şangır! diye koskocaman bir gedik açmış.
Halk her şeyden sağlam, hiç bir zaman yıkılmaz, kırılmaz bildiği o koskoca sırça köşkün bu kadar çürük olduğunu görünce, elindeki kelleri birbiri arkasına ona fırlatmaya başlamış, göz açıp kapayıncaya kadar tuzla buz olan sırça köşk çökmüş, yıkılmış, içindekilerin çoğu cam kırıklarının altında ezilmiş, kapıya yakın yerlerdeki beş on kişi zor kurtulmuş...
Halk sırça köşkün enkazını çabuk temizlemiş, dünyada onsuz da yaşanabileceğini anlayarak eski hayatına dönmüş, işini yine arasından seçtiği adamlara gördürmüş, ama sırça köşkün kötü hatırasını uzun zaman zihninden çıkarmamış. İhtiyarlar çocuklarına ondan bahsederlerken, şu nasihati vermeyi unutmazlarmış: 'Sakın tepenize bir sırça köşk kurmayınız... Ama günün birinde nasılsa böyle bir sırça köşk kurulursa, onun yıkılmaz, devrilmez bir şey olduğunu sanmayın. En heybetlisini tuzla buz etmek için üç beş kelle fırlatmak yeter...'
 *Sırça Köşk, Sabahattin Ali (1945). YKY, 1. Baskı-2003

16 Kasım 2014 Pazar

Ali Kemal’in Ailesinden de Özür Dilenecek mi?!



Geçmişte Cumhuriyet'le başı derde giren ve kovuşturmaya uğrayan ne kadar şeyh, derviş, aşiret ve cemaat lideri varsa, onlardan bir şekilde devlet adına özür dilenmekte ve güya ellerinden alınan hak ve itibarları bir bir geri verilmektedir. Bu adamlardan özür dilenirken bir anlamda, bu adamların hemşerilerinden ve yöre halkından da özür dilenmektedir.

Geçmişte Cumhuriyet Hükûmetleri tarafından takibata ve tevkifata uğradıkları için, taraftarları tarafından zulme uğradıkları, yani mazlum oldukları kabul edilen bazı din adamlarının ve cemaat liderlerinin itibarlarının geri verildiği, bu kişilerin fikir ardıllarının, uzunca bir süredir devlet idaresine egemen olmalarından anlaşılmaktadır. Zira bu kişilerin takipçileri, şu veya bu şekilde uzunca bir zamandır devleti idare etmektedirler. Bize göre bu durum, adı geçen şahsiyetler adına fiilî, yani defakto bir özür dilemedir.

Ancak Sayın Başbakan sayesinde bu üstü kapalı özür, başka bir boyut kazanmış bulunmaktadır. Çünkü Başbakan, 23 Kasım günü yapmış olduğu bir konuşmada, Seyit Rıza başta olmak üzere; "Dersim Olayları"nın faillerinden ve Dersim halkından da devlet adına resmen özür dilemiştir. Korkumuz, devlet adına dilenen bu resmî özrün, arkasının geleceği şeklindedir. Maazallah, devleti yönetenler, önümüzdeki günlerde "Menemen Olayı"nın faili Derviş Mehmet ile "Genç Ayaklanması"nın faili Şeyh Sait’in yakınlarından da özür dilemeye kalkarsa şahsen hiç şaşırmam! Zira ismi geçen bu eşhasın ortak yanları, kimileri tarafından “Sultân’üş-Şüera” yani “Şairler Sultanı” olarak kabul edilen Necip Fazıl Kısakürek tarafından “Din Mazlumu” olarak ilan edilmeleridir. Sayın Başbakan'ın düşünce dünyasının ise, büyük oranda Necip Fazıl ve benzeri şair ve ediplerin fikirlerinden hareketle oluştuğu anlaşılmaktadır.

Başbakan’ın ötede beride, kitleleri coşturmak için Necip Fazıl’ın şiirlerini okuduğunu zaten biliyorduk. Ancak hayretle bir kere daha öğrendik ki; Sayın Başbakan’ın tarih bilgisi de büyük oranda Şair Necip Fazıl’ın yazdıklarından oluşmaktadır. Başbakan bu durumu, “Dersim olaylarıyla Necip Fazıl‘ın Son Devrin Din Mazlumları isimli kitabıyla tanıştığı, kitabın Dersim’de yaşananlara sadece insan gözlüğüyle baktığı” (1) şeklinde açıklamıştır.

Buradan hareketle diyoruz ki; Maazallah, devleti yönetenler, önümüzdeki günlerde Menemen Olayı’nın faili Derviş Mehmet ile Genç Ayaklanması’nın faili Şeyh Sait’in yakınlarından da özür dilemeye kalkarsa şahsen ben hiç şaşırmam! Bunu nereden çıkarıyorum?
Elbette Necip Fazıl’ın yazdıklarından.
Çünkü Necip Fazıl Kısakürek,“Son Devrin Din Mazlumları” isimli kitabında, Şeyh Esat’tan tutun da Şeyh Sait, Derviş Mehmet, Seyit Rıza, Said-i Nursî ve Süleyman Hilmi Tunahan’a varıncaya kadar Cumhuriyet'le başı derde giren hemen herkesi “Din Mazlumu” ilan etmiştir. Sayın Başbakan ise, “Dersim Olaylarıyla ilk defa Necip Fazıl’ın ismi geçen kitabıyla tanıştığını ve kitapta yazılanların, at gözlüğüyle değil, insan gözlüğüyle bakılarak yazıldığını” söylüyor. Yani kitapta yazılanları son derece objektif olarak kabul ediyor. İşte bu sebeple, Sayın Başbakan, yarın öbürgün, Şeyh Sait ve Derviş Mehmet’in ailelerinden de özür diler diye korkmaya başladım ben.
Korkmak da ne kelime, dinim titriyor korkudan!

İşte bu noktada devleti yönetenlere benim bir teklifim olacak: Madem Dersim olayları için olayların elebaşı Seyit Rıza ve Dersim halkından özür dilediniz. Madem Millî Mücadele karşıtı Alemdar Gazetesi’nin yazarı ve yine Millî Mücadele Karşıtı Teali İslam Cemiyeti’nin kurucu genel başkanı İskilipli Atıf Hoca’nın idam kararını veren Ali Çetinkaya’ya “Kel Aliço” diyerek hakaret ettiniz. O zaman gelin isterseniz şu Ali Kemal’in ailesinden de özür dileyiniz!
Yani birilerinin yakıştırmasıyla; “Artin Kemal”in ailesinden demek istiyorum!

Öyle ya; onun suçu da İskilipli Atıf Hoca’nın suçundan çok ağır değildir!
Çankırılı Ali Kemal, Millî Mücadele karşıtı yayınların bayraktarlığını yapan Peyami Sabah’ta yazı yazdıysa, İskilipli Atıf Hoca da yine aynı doğrultuda yayın yapan Alemdar’da yazmıştır. Ali Kemal, Millî Mücadele karşıtı olan ve İslamcı bir politika izleyen “Hürriyet ve İtilaf Fırkası”nda siyaset yaptıysa, İskilipli Mehmet Atıf da yine aynı amaçlarla kurulan ve eski adı “Cemiyeti Müderrisin” olan “Teali İslam Cemiyeti”nde siyaset yapmıştır. Çankırılı Ali Kemal, Dâhiliye Nazırı sıfatıyla Millî Mücadele yanlılarını takibata uğrattıysa, İskilipli Atıf Hoca’da, Yunan uçaklarıyla Eskişehir cephesinde havadan atılan Millî Mücadele karşıtı bildirilere imza atmıştır (bazıları bunu ısrarla reddediyor ve hocanın isminin söz konusu bildirilere bilgisi dışında eklendiğini iddia ediyorlar). (2)

Yani özetle; İskilipli Atıf Hoca’nın suçu, Ali Kemal’den hiç de aşağı değildir. Üstelik beğenirsiniz, beğenmezsiniz, Atıf Hoca, şu veya bu şekilde yargıç karşısına çıkıp yargılanma imkânı bulmuş ve şahsiyetli bir şekilde asılarak idam edilmiştir. Ali Kemal’e o imkân bile tanınmamıştır. Sakallı Nurettin Paşa’nın işgüzarlığı yüzünden ve bir grup başıbozuk tarafından başı çekiçlerle ezilerek, bıçaklanarak, tüfek dipçikleriyle ve sopalarla dövülerek katledilmiştir. Öte yandan “Hain” ilan edilen Ali Kemal’in çocuklarından Zeki Kuneralp, hariciyeci olarak devlette uzun süre görev yapmış, torunu Selim Kuneralp ise Büyükelçi sıfatıyla hâlen görevinin başındadır. Üstelik Ali Kemal, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti tarafından “Basın Şehidi” olarak ilan edilmiş bir kişiliktir.
Maksat eğer tarihle hesaplaşmak ise, hesaplaşmak ancak böyle olur efendim.
Ayrıca Ali Kemal, kendisinden ve yakınlarından özür dilediğiniz Seyit Rıza gibi, bağımsız bir Kürt devleti kurmaya kalkışmadığı gibi, karakol basıp asker de öldürmemiştir. (3)

Yanlış anlaşılmasın; maksadımız Ali Kemal’den veya ailesinden özür diletmek filan değildir. Maksadımız, birilerine şirin görünmek, siyasi hesaplar ve politik menfaatler için devlet adına öyle kolayca özür dilenemeyeceğini anlatabilmektir. Çünkü bu şekildeki bir davranışın ardı arkası gelmez. Eğer özür dilemeye bir başlarsanız, yarın öbürgün “Bizim başımız kel mi? Devlet bizden de özür dilesin” diyen çıkar ortaya. Öyle ya; dram ve trajedi, adı her neyse, bu şekilde adlandırılacak olaylar, sadece Dersim’de mi yaşandı sanıyorsunuz siz? Devletin kuruluş ve geçiş dönemlerinde birçok yerde birçok benzer dramlar ve trajediler yaşanmıştır bu ülkede. Ermeni olaylarına gelince “bu konuda hüküm vermek politikacıların işi değil, tarihçilerin işidir” diyeceksiniz, konu Dersim, daha doğrusu potansiyel siyasi rakibiniz CHP’ye yüklenmek olunca, tarihçilerin vereceği hükmü anında unutuvereceksiniz. Yarın Ermenilerin veya diğer yabancı güç odaklarının, bu ikircikli ve takiyyeci tavrınızı kullanmayacaklarını mı sanıyorsunuz yoksa?

Ayrıca, bugün siz kalkar, siyasi menfaat elde etmek için geçmişte yaşanan olaylar için özür dilersiniz, yarın da birisi kalkar, sizin sebep olduğunuz ya da sizin ihmaliniz sebebiyle yaşanan üzücü olaylar için özür dilemeye zorlanabilir. 2003 yılında yaşanan Çuval Olayı’ndan tutun da, Mavi Marmara, Aktütün, Dağlıca olaylarına, hatta Kuddusi Okkır ve Kâşif Kozinoğlu örneğinde olduğu gibi, hapiste tutuklu iken ölenlere ve PKK ile yapılan görüşmelere varıncaya kadar, sorumluluğunuzun olmadığını mı düşünüyorsunuz yoksa? Peki, gelecekte bunların özrünü kim kimden dileyecek acaba?
Dersim olayları için özür dilenirken, bunlar hiç düşünüldü mü acaba?

Üstelik bu ülkede TTK başkanlığı yapmış bir bilim adamı olan Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu gibi bir bilim adamı, “…sürgün edilenler içinde hem Türkler hem Kürtler hem de Alevilerden insanlar bulunmaktadır. Bu da harekâtın, belli bir gruba yapılmadığı, buradaki asayişsizliğe karşı olduğu ve feodal yapının ortadan kaldırılmasının hedeflendiğini göstermektedir. Ayrıca Seyit Rıza'nın İngiltere'ye yazdığı mektup da isyanın kimlere güvenilerek yapıldığı konusunda bize belli bir fikir verir. (4) Bu ülkede TBMM Başkanlığı’na kadar yükselmiş bir politikacı olan H.Cindoruk, “Evet, belki CHP egemen partiydi ama o sırada sadece İnönü ve Bayar mı var? Menderes, Köprülü milletvekili. Demokrat Partili bir sürü vekil var. Eğer orada bir siyasi mesuliyet varsa, herkesindir…” (5) diyerek ortada bir Millî İrade bulunduğunu açıkça ortaya koymuşlarken. Yarın öbür gün birileri çıkar da “öldürülen ve öldürülmeye devam eden 25.000-30.000 dolayındaki PKK militanları için de özür dileyeceksiniz” derse ne yapacaksınız, doğrusu merak ediyorum.

“Çuval Hadisesi için ABD’ye nota verin” denildiğinde “Nota vermeyi müzik notası mı sandınız” diye dikleneceksiniz, sıra “Özür Dileme” ye gelince; bol keseden özür dağıtacaksınız öyle mi?
Nasıl olsa dilin kemiği yok ya, özür üstüne özür dileyin.
Hiç düşündünüz mü acaba; Fransız devrimi sırasında ölenler için, örneğin Bastil Hapishanesi'nde ölenler için Fransız Devleti kendi halkından özür diledi mi?
ABD, öldürmüş olduğu Kızılderililer için kendi halkından özür diledi mi?
Stalin döneminde öldürülen onlarca milyon muhalif için Rus Devleti, vatandaşlarından özür diledi mi?
Örneğin Kırım ve Mesket Türklerinden özür diledi mi Rusya?
Ya da Çin, senelerdir soykırım uyguladığı Doğu Türkistanlılardan özür diliyor mu?


Ömer Sağlam
____________
1-24.11.2011 tarihli Zaman Gazetesi, “Dersim Özrü” başlıklı manşet haber ve devamı, s.16.
2- Ali Kemal ve İskilipli Atıf Hoca hakkında daha önce yazdıklarımızı okumak için lütfen aşağıdaki linklere tıklayınız:
http://www.haberakademi.net/default.asp?inc=makaleoku&hid=3105 &http://www.haberakademi.net/default.asp?inc=makaleoku&hid=6974
3-Tarih Profesörü Yusuf Halaçoğlu, kendi facebook sayfasında Dersim olaylarını değerlendirirken şöyle diyor; “Burada meydana gelen olaylar zinciri içinde asıl hedef oradaki Aleviler değildir. Şeyh Sait isyanı kalıntılarıyla İngiltere’ye yamananlardı. Ayrıca burada Anadolu'nun çeşitli yerlerinden gelmiş asker kaçakları, eşkıya ve katil grupları da vardı. Yine feodal yapı içinde bulunan aile ve aşiretler de devletin buralara girmesini istememekteydi. Nitekim Singeç Köprüsünün açılışının yapılması sırasında köprü yakınındaki karakola saldıran isyancılar 33 askeri şehid ederler Ardından diğer Türk birlikleri ile bağlantı kurulmaması için bölgenin telefon hatları kesilir. Jandarma birliklerine pusu kurulur. Pax bucağı karakoluna baskın düzenlenir. Seyit Rıza, bizzat Sin Karakolu’nun basılması için asi milislere emir verir. 56 asker şehid olur”(bkz. http://www.facebook.com/yusufhalacoglu/posts/10150472076006285#!/yusufhalacoglu)
4- Aynı kaynak.
5- http://www.haberakademi.net/default.asp?inc=haberoku&hid=14705.

15 Kasım 2014 Cumartesi

ULUSAL EĞİTİM DERNEĞİ ISPARTA ŞUBESİ CUMARTESİ SÖYLEŞİLERİ


ULUSAL EĞİTİM DERNEĞİ ISPARTA ŞUBESİ HER 15 GÜNDE BİR CUMARTESİ GÜNLERİ "CUMARTESİ SÖYLEŞİLERİ" ADI ALTINDA ETKİNLİK BAŞLATIYOR.
 İlki 06 Aralık 2014 Cumartesi günü yapılacak olan etkinlik, halka açıktır. Söyleşilerde, ülkemizin  güncel, yakıcı sorunlarını alanında uzman kişilerle tartışılacak.