SIRÇA KÖŞK*/ Sabahattin
Ali
"Bir zamanlar boş gezmeyi iş yapmaktan çok
seven üç arkadaş varmış... Bugünden yarına geçinmek, gittikleri yerlerin
birinden yüz bulsalar, beşinden kovulmak canlarına tak demiş. Alın teriyle
kazanıp gönül rahatlığıyla yemeyi de gözlerine kestiremezlermiş, çünkü elleri
işe yatkın değilmiş. Bir gün, uzun bir yolculuktan sonra, yüksekçe bir tepede
oturup aşağıdaki ovada yayılan büyük bir şehre garip garip bakarlar, acaba bu
bilmediğimiz yerde nasıl karşılanacağız, diye acı acı düşünürlerken, içlerinden
birinin aklına yaman bir fikir gelmiş, hemen yerinden fırlayıp: 'Gelin beraber,
bu şehirde sırça köşk yapalım; ömrümüzün sonuna kadar bolluk içinde yaşarız!'
demiş.
Ötekiler: 'Bu sırça köşk de nedir?' diye sormuşlar,
beriki: 'durmayın, vakit kaybetmeyelim, yolda anlatırım!' diye onları peşine
takmış, bayırdan aşağı kuş gibi hızla inmeye başlamışlar.
Elebaşı yolda üç beş sözle arkadaşlarına şehre
varınca nasıl davranacaklarını öğretmiş. İndikleri şehir, o memleketin başşehri
imiş. Be memlekette bütün millet çalışır, herkes elinden gelen işi yapar, kendi
başına buyruk, beyler gibi yaşarmış. Tarlalarda, dükkânlarda insanlar arı gibi
çalışır, kazanan kazanmayana destek olur, malını lüzumuna göre başkasıyla
değişir, kavgasız dövüşsüz, efendisiz, uşaksız, ömrünün sonunu bulurmuş.
Gündelik işlerini gördürmek, nizalarını yatıştırmak için aralarından seçtikleri
adamlar hemşerilerine hizmet etmekten başka şey düşünmez, zorbalığı
akıllarından bile geçirmezlermiş.
Bizim üç ahbap geldikleri sırada şehrin
pazarıymış. Sokaklarda ekinler, yemişler, dokumalar, kumaşlar, demirler,
kömürler küme küme durur, alıcı ile verici aracısız iş görürmüş. Ahbaplar,
önceden aralarında sözbirliği ettikleri üzere, sokaklarda aylak aylak dolaşıp
etraflarına bakarlar, başlarını sallayıp, yanlarından geçenlere duyuracak
şekilde: 'Allah Allah... amma da acayip memleket ha!..' diye söylenirlermiş...
Bir sokak gitmişler, öbür sokağa varmışlar; ondan
çıkıp başkasına dalmışlar, ama hep şaşkın şaşkın aynı sözleri tekrarlamışlar.
Gitgide arkalarına bir sürü meraklı takılmış, bu yabancılar memleketin nesini
acayip buldular acaba? diye aralarında soruşturmaya başlamış. Nihayet birisi
dayanamayıp yabancılara sormuş: 'Neye şaşırıyorsunuz Allah aşkına?'
Ahbapların elebaşısı: 'Yahu, sizin memleketin
sırça köşkü nerde?' diye öğrenmek istemiş.
'Ne sırça köşkü?'
'Nasıl? Sizin sırça köşkünüz yok mu?'
'O da neymiş?'
Elebaşı yanındaki dostlarına dönüp: 'Aman yarabbi,
daha sırça köşkün ne olduğunu bilmiyorlar. Böyle memlekette durulmaz, hemen
yolumuza gidelim!' demiş.
Şehir halkını daha çok merak sarmış. Ahbapların
peşini bırakmamışlar. Beş on adım sonra önleyip tekrar sormuşlar: ‘Canım,
neymiş şu sırça köşk? Anlatın bakalım, pek lüzumlu bir şeyse belki biz de
yaparız!'
'Lüzumlu ne demek? Sırça köşkü olmayan şehir,
sırça köşke bağlanmayan memleket olur mu? Haydi, dostlar gidelim!'
Halk aralarında ayaküstü bir danışmışlar,
sonra yabancıların yanına sokulup: 'Bizim başka şehirlerden ne diye noksanımız
olsun? Mademki bu kadar lazımmış, hadi hep beraber şu sırça köşkü yapıverelim!'
demişler.
Yabancıların elebaşısı: 'Olmaz.. Olmaz.. Sırça
köşkü yapmak o kadar kolay değil.. Masraf ister, malzeme ister, işçi ister.
Bırakın bizi de sırça köşkü olan şehre gidelim!’ demiş. Ama halk bırakmamış,
‘ne lazımsa verelim, kimselerin memleketinden aşağı kalmak istemeyiz!' diye
direnmiş.
Oturup hesabını yapmışlar, hemen işe başlamışlar.
Üç ahbap sırça köşkün mimarlığını üstüne almış, halk aralarından işçi seçmiş,
arabacı ayırmış, şehrin en büyük meydanına kum taşımaya, kömür getirmeye
başlamış. Bir kısmı da bu işte çalışanlara yiyecek, içecek getirir, giyim
eşyası tedarik edermiş. Nihayet camlar eritilmiş, sırça duvarlar yükselmiş, bir
kat tamam olunca üç ahbap içine yerleşmişler, halka demişler ki:
'İşte, sırça köşk oldu demektir. Daha tamam değil,
memleketinizin şanına layık büyüklükte değil ama o da olur. Şimdi bunu iyi
muhafaza etmek lazım, büyütmek lazım, adam ayırın, yiyeceği içeceği arttırın,
aranızdan seçtiğiniz adamları da dağıtın, biz her işinize bakarız...'
Halk, artık bir sırça köşkümüz var, diye sevinmiş,
kendi yediğinden, giydiğinden kesip sırça köşkte oturanlarla onların hizmetine
ayrılanlara vermeye başlamış. Az sonra sırça köşkten emir çıkmış: 'Bir kat daha
çıkmak lazım. Burası hem bize, hem hizmetimize bakanlara dar geliyor.'
Arabalar yeniden kum taşımış, sırça köşkün
efendileriyle onlara hizmet edenlere, yapıda çalışanlara davarlara koyun,
çuvallarla ekin, küfelerle yemiş getirmiş. İkinci kat tamam olunca, üç ahbap
oraya da halk arasından kendiişlerine yarayabilecek olanları seçip
yerleştirmişler. Onlar da burada ekmek elden su gölden yaşamanın tadını alınca,
sırça köşkün çok lüzumlu bir şey olduğuna inanmışlar, hemşerilerini de
inandırmak için gayrette kusur etmemişler.
Bu yolda sırça köşk yükseldikçe yükselmiş, kat
üstüne kat binmiş. İçi oldukça dolmuş, sırça köşke girmenin kolayını bulan
oradan çıkmak istemez, bunun tersine dışarıda kalanlar yolunu bulup içerde bir
yer kapmaya uğraşırmış. Ama sırça köşkte oturanlarla onlara hizmet edenleri
beslemek de halkın belini pek bükmüş.. Aralarında homurdananlar türemiş. Bir
aralık: 'sırça köşk lazım, anladık ama bu kadar çok kadar odaya, bu kadar hazır
yiyiciye ne lüzum var?' diye şöyle bir görünecek olmuşlar. Üç ahbabın elebaşısı
onlara her odanın vazifesini iyice anlatmış: 'İşte’ demiş 'şu odada ben
otururum, sırça köşkün başında ben varım, bensiz iş yürür mü? Ben olmasam sırça
köşkünüz olur muydu? Şu odalarsa başyardımcılarımızın... Ta gurbet ellerden
gelip sizi sırça köşke kavuşturduk, biz idare etmesek ne köşk kalır, ne siz
kalırsınız!'
Halk: 'Pekâlâ' demiş, 'ama bir sürü aylakçının ne
lüzumu var? Mesela şu odadaki ne iş görür?' 'O mu? Ne diyorsunuz? Sırça köşke
giren malların hesabına o bakar; bu malları toplayanların başıdır. O olmasa,
hiçbiriniz verdiğinizin nereye gittiğini bilemezsiniz. Buna gönlünüz razı olur
mu?'
'Ee... Şu odadaki?'
'Sırça köşke zamanında mal göndermeyenleri, noksan
mal gönderenleri, sırça köşkün kadrini bilmek istemeyip ona kastedenleri arar
bulur.. Öyle sütü bozukları başıboş bırakmak olur mu?'
'Peki, ya şuradaki?'
'Sırça köşke girip çıkanların defterini tutar.'
'Bunu da anladık, ya bu odadaki?'
'Sırça köşkün odalarını süpürtür...'
Halk ne sorduysa cevabını almış, bütün odalarda
aylak oturan insanların pek lüzumlu olduğuna inanmış; çünkü bunların kimi sırça
köşkün ışıkçı başısı, kimi döşekçi başısı, kimi onun yamağı, kimi yamağının
yamağı imiş... Eh artık bir sırça köşk olduktan sonra, onun hizmetine bakanlar,
sonra bu hizmete bakanların hizmetine bakanlar elbette olacakmış. Ama sırça
köşktekiler arttıkça, halkta onları doyuracak takat kalmamış. O zaman sırça
köşkün adamları gelip herkesin yiyeceğini, giyeceğini zorla almışlar. Ayak
direyenleri götürüp sırça köşkün bodrumuna kapamışlar. Halk, başına kendi
sardırdığı bu beladan kurtulmaya kalkışamazmış; çünkü sırça köşkün adamları,
gezdikleri, dolaştıkları yerde, onun hiçbir kuvvetin yıkamayacağı kadar sağlam
olduğunu söyler, saf kimseleri buna inandırır, inanmayanları ise bin bir zulüm,
bin bir hile ile sustururlarmış... Sırça köşkün de gözü doymak bilmez,
istedikçe istermiş.
Baştakiler doğuştan tembel oldukları, sonradan
yanaşanlar da çalışmayı çoktan unuttukları için, kendilerini besleyenlere, buna
karşılık bir şeyler borçlu olduklarını akıllarına bile getirmezler, yalnız
birbirlerinin hizmetine bakarlar, memleketin halkına, bir köylünün inekleriyle,
köpeklerine baktığı kadar bile göz kulak olmazlarmış. Ama halkın gözü yıldığı
için elindekini avucundakini vermiş. Artık bir gün verecek bir şeyi kalmamış,
çünkü sırça köşkten çıkan bir emirle herkes elindeki son koyunu da vermeye
çağrılmış... Getirmişler, teslim etmişler, söve saya dağılmaya başlamışlar...
Onların böyle homurdandığını, artık verecek bir şeyleri kalmadığı için korkacak
bir şeyleri de olmadığını fark eden bizim ahbapların elebaşısı sırça köşkün
balkonuna çıkmış, sesini tatlılaştırıp onlara demiş ki: 'Ey millet, birçok
şeyler verdiniz, büyük sıkıntılara katlandınız, ama dostun düşmanın hayran
olduğu bir sırça köşk elde ettiniz.. Onun azameti, parlaklığı yanında üç beş
çuval ekin, dört baş davar nedir ki?... Biz sizin şanınız, şerefiniz için
çalışıyoruz, sizin iyiliğinizden başla bir şey düşünmüyoruz.. Bakın, bugün
getirip bıraktığınız koyunların bile hepsini yemedik, boğazımızdan kestik, bir
kısmını size geri vereceğiz. Bütün koyunların kelleri halka dağıtılsın!'
Sırça köşkten çıkan birçok hizmetkâr, biraz önce
oraya canlı olarak giren, şimdi kesilip, yüzülüp kebap edilmeye başlanan
koyunların kafalarını halka dağıtmışlar...
Kelleyi alanlar dağılmak üzereyken içlerinden biri
elindeki başa bakarak hayretle bağırmış: 'İyi ama bu başın beynini almışlar!'
Elebaşı balkondan seslenmiş: 'Öyle.. Fakat siz
beyni ne yapacaksınız? Pişirmesini bilmez, ziyan edersiniz!'
Başka biri: 'Peki, ya bu başların dili de yok!'
diye haykırmış. Elebaşı aşağıya doğru eğilmiş: ‘Canım, dilin size lüzumu yok!
Yemesini beceremezsiniz!'
Bir üçüncüsü: 'Yahu, bu kellelerin gözlerini de
çıkarmışlar!'
Elebaşı ona da cevap vermiş: 'Siz o gözün de nasıl
kullanılacağını bilemezsiniz, vazgeçin ondan da...'
Bunun üzerine halk, beyinsiz, dilsiz, gözsüz
kelleriyle dağılmak üzereyken, aralarında canından bezmiş biri: 'Böyle başın da
bana lüzumu yok!’ diyerek, boynuzundan tuttuğu kelleyi fırlatıvermiş. İşte o
zaman herkesin şaştığı bir şey olmuş; hızla gidip sırça köşke çarpan kelle
orada şangır! diye koskocaman bir gedik açmış.
Halk her şeyden sağlam, hiç bir zaman yıkılmaz,
kırılmaz bildiği o koskoca sırça köşkün bu kadar çürük olduğunu görünce,
elindeki kelleri birbiri arkasına ona fırlatmaya başlamış, göz açıp kapayıncaya
kadar tuzla buz olan sırça köşk çökmüş, yıkılmış, içindekilerin çoğu cam
kırıklarının altında ezilmiş, kapıya yakın yerlerdeki beş on kişi zor
kurtulmuş...
Halk sırça köşkün enkazını çabuk temizlemiş, dünyada
onsuz da yaşanabileceğini anlayarak eski hayatına dönmüş, işini yine arasından
seçtiği adamlara gördürmüş, ama sırça köşkün kötü hatırasını uzun zaman
zihninden çıkarmamış. İhtiyarlar çocuklarına ondan bahsederlerken, şu nasihati
vermeyi unutmazlarmış: 'Sakın tepenize bir sırça köşk kurmayınız... Ama günün
birinde nasılsa böyle bir sırça köşk kurulursa, onun yıkılmaz, devrilmez bir
şey olduğunu sanmayın. En heybetlisini tuzla buz etmek için üç beş kelle
fırlatmak yeter...'
*Sırça Köşk, Sabahattin Ali (1945). YKY,
1. Baskı-2003