4 Nisan 2014 Cuma

Klonlanmış bir Cumhurbaşkanı!



Türkiye, daha yerel seçimlerdeki büyük şaibeyi bir çözüme bağlamadan Cumhurbaşkanlığı seçimlerini tartışmaya başladı. Abdullah Gül’ün Hele bir seçim neticeleri ortaya çıksın resmiyet kazansın. Ondan sonra muhakkak kendi aramızda (Tayyip Erdoğan ile birlikte) bir değerlendirme yaparız” demesi de bu şaibenin giderilmesi gerektiğini gösteriyor.
AKP’nin Ankara, Antalya, Hatay ve Üsküdar’daki tutumu, 17 Aralık yolsuzluk soruşturmasını nasıl daha fazla bağırarak ve fezlekeleri Meclis’te okutmayarak ortadan kaldırmışlarsa, şaibenin de üzerine oturmaya çalıştıklarının göstergesidir.
Böyle bir durumda aranan liderlik, dosta güven, düşmana korku veren ve de yüreklere su serpen bir cesaretle, çelik gibi bir irade ortaya koymaktır. Tıpkı,  “Teslim mi olalım! Gerekirse kan da dökeriz, Türkiye’nin bir çakıl taşını vermeyiz” tavrıyla, milletin psikolojisini değiştirebilen bir liderlik… Alparslan Türkeş, bugün ölüm yıldönümü olmasaydı da liderlik özelliğiyle kendisini hatırlatırdı.
***
CHP Grup Başkanvekili Engin Altay, Abdullah Gül’ün Tayyip Erdoğan ile bir pazarlık yapacağını belirterek “Bir nevi eş başkanlık gibi bir hale döner onlar açısından”  dedi.
Daha büyük bir pazarlık söz konusu ama Tayyip Erdoğan ile Abdullah Gül arasında değil Tayyip Erdoğan ile Abdullah Öcalan arasında!
Öcalan, son Nevruz mektubunda Erdoğan’a tam destek vereceğini belli etti. Zaten devlette üçüncü kişi konumunda olduğunu, Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nda görüşülen Anayasa maddelerinin kırkını kendisinin yazdığını söyledi!
Öcalan, BDP’yi eş başkanlarla ve İmralı’dan verdiği talimatlarla yönetiyor. Cumhurbaşkanlığı seçiminde de BDP oylarını tek bir talimatla AKP’ye yöneltebilir! Dolayısıyla Tayyip Erdoğan’ı Cumhurbaşkanı seçtirebilir!
***
Peki Öcalan, karşılık istemeyecek midir?
Tayyip Erdoğan, halk tarafından seçilmeyi, Türkiye’nin rejimini Anayasal olarak da değiştirebilmek için istiyor. Başkanlık sistemi içinde, “BDP’li bir Başkan Yardımcısı” için de söz verebilir.
Denilebilir ki, “Tayyip Erdoğan böyle yaparsa, yüzde 45’lik oyların bir bölümünü kaybeder, dolayısıyla seçilemez!”
İyi ama Tayyip Erdoğan, “Petrol ve doğal gaz yatakları ile göz kamaştıran Kuzey Irak’ı, yine Suriye’nin kuzeyindeki PYD kantonlarını, Türkiye coğrafyasına katıyoruz, aziz milletimizin tarihi misyonuna dönüyor, böylece Misak-ı Milli sınırlarını çizmiş oluyoruz. Atatürk’ün ve İnönü’nün Lozan’da yapamadığını yapıyoruz” diye propagandayı yoğunlaştırırsa,  “Siz PKK ile işbirliği yaparak, gerçekte Türkiye’yi bölüyorsunuz, Abdullah Öcalan’a devlet kuruculuğu bahşetmiş oluyorsunuz” diye muhalefetten kim itiraz edecek? Evet MHP ve CHP’nin önemli bir bölümü söylemde itiraz eder… Sonuç ne olur?
Hem, 17 Aralık sabahı evindeki kayıt dışı paraları sıfırlarken yakalanmasına rağmen, bir kısmı şaibeli de olsa partisini yüzde 45 oy oranında tutabilen bir siyasi kişiliğin karşısına rakip olarak kim çıkacak? Kemal Kılıçdaroğlu’nun “muhalefetle anlaşırsak ortak aday çıkarabiliriz” yaklaşımı olumlu ama güçlü irade sahibi, iddialı ve cesur bir kişide birleşmek kaydıyla…
***
Beyaz Saray sözcüsü, “Türkiye yakın bir NATO müttefiki. Bu sebeple Pensilvanya’da yaşayan beyefendiyi unutun”  diyor zaten! Yeter ki Türkiye, açılım sürecini tamamlasın ve Hatay’ın güneyinden Akdeniz’e ulaşacak Büyük Kürdistan’ı kendi elleriyle kursun! Bunun için gerekirse ABD adına Suriye’ye saldırsın!
Yoksa eş başkanlık modeli, “Büyük Orta Doğu Projesi eş başkanlığı” olarak zaten yürürlüktedir. Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan’ın sırtındaki bu kamburu devralacak veya belirli bir modelden klonlanmış bir lider aramıyor Türk Milleti! Bu kamburu düzeltecek bir lider gerekli.
Arslan Bulut/Yeniçağ

ATATÜRK’ÜN ÇANKAYASI VE ŞİMDİDEN İŞBİRLİKÇİLER



 
Büyük olasılıkla belediye başkanı olacak; çünkü bu ilçede yaşayanların çoğunluğu, yaşlandıkça sayıları azalsa da, Türkiye Cumhuriyeti’ni savunmaya yeminlidir. Aday Kimmiş diye bakmazlar.

Seçilenin uygulamalarından yakınırlar; ama Cumhuriyet uğruna sineye çekerler.

Mezhepçiliği önde tutan Genel Başkan, bir aday gösterdi.

Babadan oğla miras kalan adayın seçime bir hafta kala açıklaması aynen şöyle:

“Türkiye AB’ye giremedi ama belediye hizmeti konusunda Çankaya’yı AB’ye sokacağız.”

Sanırsınız ki adam başbakan oluyor!

Eyaletçi, açılımcı genel başkanın adayı yetinmemiş ve aynen eklemiş:

“Dünyayı tanıyoruz. Yurt dışında eğitim aldım.”

Biz yurt dışında değil yurdum tam da içinde okuduk. Şimdi işte yerin dibine geçmemiz mi gerekiyor?

Her neyse, “Ben aslında yeni kuşağı temsil ediyorum” da diyen bu mirasçı aday, karakterini açıkça ortaya koyuyor:

“Uluslararası hibelere ulaşmanın yollarını, yatırımcılarla nasıl işbirliği yapılacağını biliyoruz!”

“Yeni kuşak” böyleyse yandık diyeceğim de demiyorum, çünkü yeni kuşak bu aday gibi işbirlikçi, avuç açıcı olmadığını, canını hiçe sayarak alanlara indiğinde gösterdi.

Türkiye’yi federasyonlara böldürmek için elinden geleni ardına koymayanların yuvası TESEV’cinin atadığı bu aday seçilecek büyük olasılıkla.

Belediye Meclisi’ne girecek namuslu kişilerin aklında olsun diye soruyorum bu “dışarıda eğitim almış” adaya:

Dışarıdan alacağınız hibe (geri ödenmeyen para) karşılığında o yabancılara neyimizi vereceksin?

Yardım için “uluslararası” yalvaracağına göre, İran’dan, Rusya’dan, Suudi Fonu’ndan, Körfez şeyhlerinden, Quantum Bankerlerinden (Soros’tan), İsrail’den de “hibe” isteyecek misin?

Üstü kapalı konuşmayı bırak da o yabancı ahbaplarını şimdiden söyle ki sana inanalım!

Biz senin gibi dışarıda eğitim görmedik, ama o kadar da aptal değiliz; yabancılara avuç açanların halinden anlarız!

Unutmadan,”yatırımcılarla işbirliği yapacağım”, diyorsun! Çankaya’mız yatırım alanı mı?

Unutma! Bizim yeni kuşak, AVM’lere (panaroma, Mall ve elbette Cepa v.b), işbirlikçilere rahat vermez!

Bizim yeni kuşak, bundan böyle katları yükselten belediye başkanlarına karşı eyleme geçerler!

Sen sen ol!

Sokaklarımızı temiz tut, parklara ve kaldırımlara yandaş büfeleri kondurma, yandaş simitçi ağalarına arka çıkma, tarihsel anıtlarımızı koru, yandaş “sanat-kültür” satıcıların para harcama, mezhepçilik, azınlıkçılık yapma yeter!

Sana oy verenler de vermeyenler de bu kadarıyla mutlu olurlar! Onlar proje-mroje değil kentlerinin korunmasını istiyorlar!

Uluslararası “hibeci” Taşdelen Alper Beyefendi! Unutma! Bu ilçe, Atatürk’ün Çankaya’sıdır kolay kolay teslim olmaz, teslim olanı da, işbirlikçileri de sevmez!

21 Mart 2014
Not: Seçimde kime oy vereceğiz, diye soranlar çoğalıyor! Ay yıldızlı İstiklal Bayrağımızı, yere düşürmeyeceğinden emin olduklarımıza! Gerisi artık ayrıntı!


Mustafa YILDIRIM, 21 Mart 2014


2 Nisan 2014 Çarşamba

Bu Koşullarda “Oy Vermek Bir Şeyleri Değiştirseydi Yasaklanırdı”



Seçmen kayıtlarından oyların sayımına kadar her aşaması şaibeli, hileli, güvenilmez bir seçimi geride bıraktık.
Seçim sürecinin başında AKP hükümetinin meşruiyetinin kalmadığını, böyle bir hükümetle gidilecek seçimlerin de “meşru olamayacağı” yüzlerce kez yazılıp söylendi.
Bu nedenle, Ortaya çıkan tabloyu  “AKP’nin zaferi” olarak okuyup algılamak/algılatmak, geniş halk yığınlarının umutsuzluğa, yılgınlığa sürüklenmesinden medet uman çıkar odaklarının ekmeğine yağ sürmek olur. Ortada bir zafer değil, giderek yoğunluğu artacak olan bir “AKP faşizmi” söz konusudur.
Seçim sonuçları her ne kadar, AKP faşizminin, 19 Mayıslar, 29 Ekimler haziran direnişi, yolsuzluklar, savaş çığırtkanlığı sonucunda yitirdiği meşruiyetini yeniden kazanması olarak yorumlansa da AKP’nin artık Türkiye'yi yönetme ehliyetini yitirdiği inkâr edilemez bir gerçekliktir.
Bu seçimler aynı zamanda, Küresel Çete tarafından planlanmış ve yerli işbirlikçilerince uygulamaya konulmuş yıkım projesinin de iflasını göstermesi bakımından önemlidir.  Bu proje; kendi halkçı-devrimci programına yabancılaştırılmış, Altı Ok’tan uzaklaştırılmış, Cemaatle teşne, sağcılaşan bir CHP’yi iktidara taşıyarak yağma düzenini sürdürmeyi amaçlıyordu.
CHP seçmeni ve geniş halk yığınları AKP ile AKP’lileşerek mücadele tuzağına düşmedi.  Kemalist Cumhuriyetin halkçı, dev­rim­ci­ özünü inkâr ederek, Cumhuriyetin altını oyan cemaat ve tarikatlara tutunarak siyaset yapılamayacağını tartışmasız bir açıklıkla CHP yönetimine gösterdi. Böylece Türk halkı bir yandan Küresel çetenin, diğer yandan Y-CHP yönetiminin oyununu bozmuştur.
Y-CHP seçimlerden önce ve seçimler sürecinde hiçbir muhalefetin eline geçmesi olanaksız olan yolsuzluk ve rüşvet rezaletleri, Suriye batağı, işsizlik ve yoksulluk vb. yeterince gerekçe olmasına karşın, hükümetin meşruiyetini sorgulayan hiçbir girişimde bulunmamış. Tam tersine Mecliste komisyonlara katılarak, sonuç alınamayacağı bilindiği halde parlamentodan çekilmeyerek AKP’nin meşruiyet kazanmasına yadsınamayacak katkılar koymuştur.  
Bununla da yetinilmemiş kitlelerin diktatörlüğe karşı direniş eylemleri ile olan bağını kopartmak ve onları sandıktaki mühre ikna ederek, sandığa sıkıştırarak etkisiz kılmak için olağanüstü bir çaba gösterilmiştir. Böylece diktatörlüğün sistemi, seçim oyunu ile meşrulaştırılmıştır.  Antifaşist bir eylemci olan Emma Goldman “Oy vermek bir şeyleri değiştirseydi yasaklanırdı”  diyor. Gerçekten de AKP diktatörlüğü seçimlerle, sandıkta kaybedeceğini düşünseydi seçimleri yasaklamakta bir an bile tereddüt etmezdi. 
Kaldı ki; Hem iktidar, hem muhalefet liderleri sandığa giden kitlelerin mahalle delegeliğinden, milletvekilliğine kadar kimleri seçeceğine tek seçici olarak karar vermekte. Böylece halk aptal, kendi iradesini, seçeneğini bilemeyecek denli cahil yerine konulmakta ve oy vermek için beyinlerini çalıştırmalarının gereksiz olduğu hemen her zaman öğütlenmekte.
İşin ilginci, çok partili siteme geçildiği 1950 den bu yana, Türk halkının seçimlerde kendi özgür iradesini sandığa yansıtmasına izin verilmemiştir.  Ayrıcalıksız her seçimde halkın yüzde 95’ini oluşturan işçi, köylü, emeği ile geçinen, üretenlerin önüne bir tehdit, tehlike yaratılarak konulmuştur.  Sonrada şu olağanüstü dönem de geçsin” denilerek, biri diğerinden farksız seçeneklerden birinin “ulusal iradeye  tehdit ipoteği konularak” seçtirilmesi/seçilmesi sağlanmıştır. Böylece küresel çetenin ve Sistemin kolayca kontrol edebileceği “zararsız oyuncaklar”  geniş halk yığınlarının gerçeği görmelerini perdeleyerek iktidar olmuşlardır. Bu “zararsız oyuncakların” toplumsal yapıda çürüme, yılgınlık ve üretmesi kaçınılmaz bir olgudur.
Bir yanlış ne kadar çok tekrar edilirse, o kadar çok doğruya yaklaşamayız.  Gerçeği kendi çıkarına göre parçalayarak yeniden kurgulayan, Emperyalizmle, küresel yağmacılarla ve işbirlikçileri ile karşı karşıya gelmeyi göze alamayan, onunla ve piyonları uzlaşarak ayakta kalmayı düşünen TESEV Atatürkçülüğünden, Atatürk’ün partisinin kurtarılması zorunlu ve ivedi önceliğimizdir.
Devrimci-halkçı mücadele anlık ya da bir döneme ait bir olgu değildir, biriktirilemez, stoklanamaz. Dolayısıyla devrimcilik süreğen bir yaşam biçimidir. Bu nedenle kısa mesafe koşarak, büyük çıkar elde etme kaygısı ile bu davada rol kapmaya çalışan devrimci(!) maskeli siyaset tacirlerinden partinin arındırılması, rol kapmalarına fırsat verilmemesi noktasında herkesin duyarlı olması gerekir. 
Yürüyeceği yolu bilmeyenler yılgınlık yaşar. Bizler hangi yolda yürüyeceğimizi biliyoruz. Biz “Bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı milletçe savaşmayı uygun gören bir doktrin izleyen insanlarız.” Birbirimize, kuşağımıza, halkımıza, kendimize güveniyoruz. Mustafa Kemal Paşanın Erzurum kongresinde özenle vurguladığı gibi “Milletin geleceğine yön verecek olan milli iradenin hiçbir dış müdahale olmadan ortaya çıkması Anadolu’dan beklenmektedir. Bu nedenle bir Milli Meclisin oluşturulması ve gücünü yalnızca milli iradeden alan sorumlu bir hükümetin kurulması ısrarla istenmektedir”
Mücadele daha yeni başlıyor. Çaresiz değiliz ve olmayacağız. Son sözü Mustafa Kemal Atatürk’e bırakalım "Ben,1919 senesi Mayısın 19 da Samsun'a çıktığım gün elimde maddi hiç bir kuvvet yoktu. Sadece Türk Milleti’nin büyük asaletinden doğan ve benim vicdanımı dolduran yüksek ve hissi bir kuvvet vardı. İşte ben, bu millî kuvvete bu asıl Türk Milleti’ne güvenerek mücadeleye başladım. Milli mücadeleyi yapan doğrudan doğruya Türk Milleti’nin kendisidir, bu milletin evlatlarıdır. Milli mücadele şahsı hırs değil, milli izzet-ı nefis gerçekleşmiştir."  
 “Millet yekvücut olup hâkimiyet-i milliye esasını ve Türklük şuurunu hedef ittihaz ederek gerekeni yapacaktır." 02.04.2014 Isparta

Mahmut ÖZYÜREK

31 Mart 2014 Pazartesi

Köyler şehirleri, doğu batıyı, birileri de algımızı yönetiyor M.MORGÜL



Oylarıyla köyler şehirleri, doğu batıyı yönetiyor, birileri de algımızı yönetiyor!

Seçim sonuçlarına şaşırdınız, yolsuzluk dosyalarıyla çalkalanan bir iktidar nasıl bu kadar oy toplar… Çok basit, ABD’den eğitimli algı yönetimi uzmanlarıyla götürüyorlar.
Doğu’daki küçücük ilçeleri il yaptıklarında başladı tuzak. Şırnak, Batman, Kilis, Iğdır, Bayburt… Ankara’nın bir ilçesinden daha küçük yerler il oldu, derhal bir milletvekili cepte…
Doğulu milletvekili sayısı neden batıdaki nüfusa göre fazla, işte ondan. Baraj gibi diğer hukuksuzlukları da katalım buna. Aydın oyların gideceği küçük muhalif partiler baraj altı… Gayetle kılıfına uydurulmuş hukuksuz seçim sistemini normal bir şeymiş gibi algıladık, değil mi?
Sonuç; doğunun oyları bizi yönetiyor.
Bu hukuksuz temsil sistemiyle gelen vekillerin çıkardığı yasalara bakın. İşte Büyükşehir belediye yasası… Bütün şehir. Oysa şehir sadece merkezin adıdır, bütününe il denir. Hayatında şehir görmemişler de oy vererek şehre yönetici seçiyor. Mahalle muhtarlıkları kalkmış, köyler buharlaşmış kimin umuru.
Kendine muhtar seçemiyor ama şehre eyalet valisi seçiyor!
“Büyük şehir” demek, algı yanıltıcıdır. Büyüdüğüne inandırıldı köylü. Oy veriyor ya, gayetle demokratik görünüyor. Kendi muhtarını seçemeyen köylü şehre eyalet valisi seçiyor. İşte Ordu, işte Mardin, işte Iğdır…
Kürtçü vekiller neden bu kadar destek vermişti Yerel Yönetimler yasasına, bundandı.
Şehirleri köylerden gelen oylar yönetecek, karşılığında köylünün elinde ne varsa alınacak. Şehirlinin elindeki haklar da gidecek, göreceksiniz. Şehir televizyonlarınız olacak diye şimdiden yolunu yapıyorlar, sınırlı yayınla o şehre hapsedileceksiniz.   
Okullar büyükşehir belediyelerine bağlanacak, yasası hazır. Özel idareler şu sıra valiliklerden alınıp belediyelere geçirilmek üzeredir. Özel idareler eliyle bölücülere ve tarikatlara peşkeş çekilecek eğitim. PKK bunu bekliyor ki kendi Kürtçe eğitimi versin. Zaten zabıtasını kurmuş haracını/vergisini topluyor.
Tarikatların AKP’ye desteği de bundandır. Onlar da kendi bahşişini topluyor; kaldı DİB’in kaldırılması. Onların demokrasi dedikleri de bu.
30 Mart 2014 seçiminde ABD istediğini koparttı. Doğu Anadolu’yu elimizde vereceğiz, gayet demokratik görünecek hem de. Zihin kontrolü ya da diğer adıyla algı yönetimi budur. Seçim sisteminde yapılan ABD güdümlü algı yönetimiyle bunu başardılar.
Önce beynimizin matematiği bitirildi. Son icad edilmiş silah budur. Bakın okullara, geometri yok, matematik yok, harita yok, dilbilgisi yok, şiir yok, Fizik yok, Kimya yok, Atatürk yok (kargayla birlikte var), Hz.Muhammed yok (karikatürle birlikte var)…
Bakın, TÜBİTAK’ın bastırdığı eski Fizik ve Genetikle ilgili dergiler yok artık, talep var ve yenileri basılmıyor. Söylentiye göre, depolardan toplatıldı ve yok edildiler. Şimdi Milli Kütüphanenin deposunda fareler dolaşıyor, burada çalışan 61 görevli ordan kızağa alınmış, eğer buradaki Fizik kitaplarını fareler yedi diye duyarsanız şaşırmayın.
Dün, seçime gittiğim okulun bahçesinde bir mühendisle konuşuyorduk. Bilim yok ediliyor, ders kitapları bilimdışı, konumuz buydu. AKP’nin Ar-ge’sinde çalışıyormuş. Kendi işi için bir fizik bilgisine ihtiyaç duymuş ve hiçbir yerde hatta internette de bulamıyormuş. Ne demeli?
Fizik kitaplarının nasıl boşaldığını ve 10 yılda fiziğin nasıl antika haline getirildiğini, kendisi de içinde olduğu halde görememiş.  Ben şimdi köylüye bu hesabı fark edemediği için nasıl öfke duyayım.
Masal oldu…Eskiden fizik diye bir bilim varmış… Fizik bölümleri “ ne gereği var, talep yok, kapansın” diyen fizikçiler eliyle kapanmış… Fizik bilimcilerin kurduğu TUBİTAK diye bir bilimevi varmış, gün gelmiş fizik kitapları orda yok edilmiş… Eskiden Talim Terbiye Kurulu diye bir heyet basarmış ders kitaplarını, ama TUBİTAK’ın özel olarak ABD’den getirttiği fareleri buraya da girmiş, bilgileri yemiş yemiş bitirmiş…
Masal köyde devam edelim.
Eskiden köyler varmış, oralarda 5 yıllık ilkokul olurmuş, adam gibi Aritmetik Geometri, Coğrafya Türkçe okutulurmuş… Köylüler, tarlasına kaç metre tel gereceğini, nasıl üretim kooperatifi kuracağını, değirmenin suyundan nasıl elektrik elde edeceğini ilkokulda öğrenirmiş. Köyde her bayram tören yapılırmış, Pazartesi Cuma’ları bayrak töreni yapılırmış… Gün geldi, bayramlar yok oldu, törenler yok oldu, sonra da köylüler köyden yok oldu…
Nasıl oldu da bunlar oldu? Sekiz yıllık kesintisiz eğitim dediler,  sayıya baktık, eğitimin süresi uzadı dedik… Hop, uçtu gitti batıdaki köy okulları. Çocuğunu zaten okula vermeyen doğunun aşiretleri kaldı köylerde. Yok efendim “çocuk gelinler”… Bunu konuşturdular bize. Çocuklar matematik öğrenemiyor demedik. Şimdi o matematiksiz kalmış nesiller bize yönetici seçiyor.
Bütün partiler sınıfta kalmıştır. Politikalarını yeniden gözden geçirmelidirler.
Köyler şehirde yönetimi belirledi, sırada şehirlerin eğitimini daha aşağıya çekmek var. Bütün planları hazırdır. Belediyeler sözleşmeli öğretmen alacak, Eğitim Fakülteleri kapanacak, çocuklar okula gitse de gitmese de fark etmeyecek, bu sırada bizi de iki şarkı iki şiirle yabancı çocuklarla yaptıkları Türkçe Olimpiyatlarıyla oyalayacaklar.
Toplum olarak algımızla oynandı. Köyler şehirleri, doğu batıyı yönetiyor. Bu sırada  hepimizi yöneten bir kuklacı olduğunu görmemiz engellendi. Küresel köyün kavalcısı kuklacı ABD (ve İngiltere hanedanı) kendini göstermeden sömürmeyi böyle başarıyor. İnanmayan “faTih” projesinin amblemine bakın, çarmıha gerilmiş gibi duran kırmızı T harfinin üzerinde nokta kadar dünya çizmişler, işte o nokta kadar görüyorlar bizi.
On yıl önce sahafta karşılaştığım o adamı düşünüyorum. Sizce neden Osmanlıca basılmış 1910’ların fizik kitaplarını arıyordu?
……..
Unutmadan söylemeliyim:
Körler okulları da kapanmaya doğru gidiyor. Kabartma harflerle basılan kitapları artık basılmıyor, tek öğrenme yolu “işitme” olarak geliyor, yani kasetle. Kaseti seslendirenin sesine stüdyo ortamında frekans oynaması yapılırsa, yankılı ses, çapaklı, boğuk, soğuk sesle okuma, abartılı anlatma, vb tuzakları vardır.
Görenlere kurulan tuzaklar yetmemiş gibi, şimdi de görme engelli çocuklarımızın dokunarak öğrenme yollarını kapatıyorlar, kitaplarını basmıyorlar, okullarını kapatıyorlar. “İsteyen evinde öğrensin” demek onlara yapılacak en büyük kötülüktür, haksızlıktır, vicdansızlıktır… Allah’a havale ediyorum.
Bizi kimler yönetiyor diye kendinize lütfen sorun.
31.3.2014

Mahiye Morgül