22 Ocak 2014 Çarşamba

Cemaat cinayetleri / Soner Yalçın



31 Mart 1909 gerici ayaklanmasında polisler isyancılara hiç müdahale etmedi.
Üstelik gericilere destek için miğferlerini yere atıp fes giydiler.
Ardından 11 gün boyunca sokakları-caddeleri tamamen gericilere bırakarak karakollardan çıkmadılar.
Dinci yobazlar karakollara sığınanları polislerin gözü önünden alıp linç etti.
Mahmut Şevket Paşa komutasındaki ilerici Hareket Ordusu İstanbul’a gelip ayaklanmayı bastırdı. Ve İttihatçılar hemen, bugün halen uygulanan yasayı çıkardı: İstanbul Vilayetinin ve Emniyet-i Umumiye Müdüriyetinin Teşkilatına Dair Kanun.
Yani:  II.Abdülhamit’in Zaptiye Nezareti kaldırılarak, Emniyet Genel Müdürlüğü kuruldu; İttihatçılar kendilerine bağlı "yeni tip polis" oluşturdu. Başına asker Miralay Galip Bey getirildi.
Tarih:22 Temmuz 1909 idi…
Bu tespiti yapmamın nedeni var…
Dink ve misyoner cinayeti
Biliyoruz ki: Hrant Dink ve Malatya Zirve Kitabevi cinayetlerine Cemaatçi polisler "göz yumdu".
Peki…Katillerle örtülü işbirliği yapmalarının sebebi neydi?
Devleti ele geçirmek için; Ergenekon, Balyoz vd.’ne yönelik kurdukları tezgahları/komploları; hükümet, muhalefet, kamuoyu, merkez medya ve Batı’ya yutturmak mı?
Bu çevrelerin desteğini almak mı? Kuşkusuz evet.
Ama gözden kaçan bir başka neden daha var.
Yazacağım ama ikinci bir soru daha yöneltmek istiyorum:Polis,
Gezi eylemlerinde dünyayı ayağa kaldıracak kadar neden şiddet gösterdi?
Neden gencecik çocuklarımızı öldürdü; kör etti?
Görevden alınan polislerin ilgili birimlerine bakıldığında, bu emirleri verenlerin hepsi Cemaat mensubu.
Hayır, hayır; ne iktidarı temizlemek ne de her taşın altında Cemaat arıyorum! Derdim başka…
Başka bir soruna parmak basmak istiyorum.
Emniyet raporu ne dedi:
"
Gezi eylemlerine katılanların yüzde 78’i Alevi." Şimdi yavaş yavaş sonuca gelebilirim…
Polis konusunda çalışma yapan dünyadaki akademik çevrelerin ortak görüşü şu: Toplumda var olan etnik-dinsel farklılıkların polis içinde karşılığı yoksa; yani poliste, etnik-dini grupların sadece birinin egemenliği var ise, polisler kendinden olmayanlara karşı çok şiddet gösteriyor
Gezi’deki polis şiddetinin nedenlerinden birini anladınız mı?
Polis içindeki Cemaatçi örgütlenmenin bir başka tehlikeli yanını görüyor musunuz? Tek etnik-dinsel kimlikli polis, kendinden olmayanı düşman görüyor.
Cinayetlere tekrar dönerek sorunu biraz daha açayım: Ne kadar "hoşgörü" filan dese de, Cemaat aslında ayrımcıdır.
Cemaat Alevi sevmez, Cemaat Kürtlere karşıdır.
Cemaat solcudan nefret eder.
Açığa çıktı ki:"Ergenekon yaptı" dediği (Kafes Eylem Planı gibi) azınlıklara yönelik tüm fişlemeleri Cemaat polisi yaptı. Yurt dışında kurdukları (maskesidusenler.com gibi) 35 internet sitesinde bu düşmanlığı açıkça ortaya döktüler.
İlker Başbuğ’un Kudüs’teki Ağlama Duvarı önündeki fotoğrafını sızdıran da, "Yaşar Büyükanıt’ın dedesi Yahudi’ydi" diyen de Cemaat idi.
Evet: Cinayetlere "göz yummalarına" ve Gezi eylemlerindeki aşırı şiddet göstermelerine bu açıdan da bakmak zorundayız.
Cemaat sadece Ergenekon-Balyoz komplolarıyla değil, polis içindeki tek kimlikli homojen yapısıyla da Türkiye için tehlikelidir.
Bu nedenle "Hitler’in Gestapo’su" diyorum.
Kendinden olmayanı düşman görüyor.
Bu polis Türkiye’yi böler!..

Madımak Oteli vahşeti
1839’dan beri var; ama Cumhuriyet döneminde MSP başlattı; Oğuzhan Asiltürk ve Korkut Özal’ın içişleri bakanlığı dönemlerinde kapı açıldı.
ANAP ile AKP bunu devam ettirdi.
Amaç, Ordu karşısında kalkan olacak polis teşkilatı kurmaktı. Bu sebeple polisi tek tipleştirdiler.
Polisin içinde Alevi, solcu, Kürt, ülkücü bırakmadılar. Emniyet binalarını tarikat tekkelerine dönüştürdüler. Sonra Cemaat hepsini atıp emniyeti bütünüyle ele geçirdi.
Kendi rejimini kurmak için cinayetlere göz yumdu; sahte delillerle insanları hapse attı.
Geldiğimiz yer burasıdır…
20 yıl önce Emniyet Genel Müdür Vekili Cevdet Saral ile görüştüğümde, Güneydoğu’daki Hizbullah cinayetlerini sormuştum. "Bizim polis elinde Kur’an olan, örtünmüş kadınların üzerini aramıyor; evine girmiyor" demişti.
Sonra Türkiye mezar evlerin tanığı oldu.
Tehlikeli olan bu anlayış.
Sivas Madımak katliamının en önemli nedeni, polisin tek kimlikli olmasıdır.
Otelde bulunanlara düşman gözüyle baktı.
Hâlâ bu bakış açısına sahipler.
Tek tip/homojen yapının yıkılması gerekiyor.
Yoksa kuru bir siyasetle, "hükümet hırsızlığı örtmek için polisleri görevden alıyor" demek sorunu halletmiyor.
Sorunu çözmek gerekiyor.
Evet, AKP hırsızlığını örtmek için polis atamaları yapıyor. Bunu artık bilmeyen, duymayan mı kaldı?
Benzer cümle kaç kez daha tekrarlanacak?
Polisler üzerinden iktidar-muhalefet kapışmasının bugün ülkeye yararı var mı?
Hükümet kirli ve güçsüz; muhalefet bunu demokratikleşme için tarihi fırsata dönüştürebilir.
Büyük yargı ve emniyet reformu yapılabilir.
Polisteki homojen yapı kırılabilir. Sivil yurttaşlardan denetim kurulları oluşturulabilir.
Polisin yetkisini kötüye kullanması önlenebilir.
Şiddetten yana kullandığı takdir yetkisi bahanesinin önüne geçilebilir.
Polisin halka hesap verir olması hizmetin kalitesini artırabilir.
Çok öneri var; yeter ki kollar sıvansın.
Yoksa 200 yıllık bu kısır döngü sürüp gider.
Her rejim kendisi için sadık polis gücü oluşturmaya devam eder.
Ve bizler büyük acılar yaşamaya devam ederiz…
Oysa tarih göstermiştir ki:
Her büyük gerçeklik…
Her büyük pratik…
İnsanoğlunun düşünme yeteneğini arttırır.
Ve bu anlamda insanoğlu, düşünsel zenginliğe ulaşır.

18 Ocak 2014 Cumartesi

ADD GENEL MERKEZİNİ, HUKUKA, DERNEKLER YASASINA VE ADD TÜZÜĞÜNE UYMAYA DAVET EDİYORUZ.

ADD ISPARTA ŞUBESİ'NE HUKUK -TÜZÜK DIŞI YÖNTEMLERLE ATANAN MEVCUT YÖNETİM, ISPARTA 2. SULH HUKUK MAHKEMESİNİN KARARLARINA KARŞIN, ÜYELERCE USULUNE UYGUN OLARAK İSTENEN "OLAĞANÜSTÜ GENEL KURUL"U TOPLAMAMAKTA ISRAR ETMEKTEDİR.  ŞUBAT 2013 TE ATANAN YÖNETİMİN 6 AY İÇİNDE YAPMAK ZORUNDA OLDUĞU OLAĞANÜSTÜ GENEL KURULU HALEN YAPMAMIŞDIR. BU DURUMDA ADD ISPARTA ŞUBESİ, ADD ÜYESİ OLMAYAN 5 KİŞİNİN İŞGALİ ALTINDADIR..BU GAYRI MEŞRU İŞGAL DURUMU ADD GENEL MERKEZ YÖNETİCİLERİNİN HİMAYESİ ALTINDA DEVAM ETMEKTEDİR. ADD GENEL MERKEZİNİ, HUKUKA, DERNEKLER YASASINA VE ADD TÜZÜĞÜNE UYMAYA DAVET EDİYORUZ.


17 Ocak 2014 Cuma

Masonik yapılanmaya benzer bir örgüt.. Cevdet Saral : Bir rapor yazdım, Gülen ABD'ye gitti



En çarpıcı tesbitlerden birisidir bu.
Ben de çok daha önce böylesi bir benzerliğe dikkat çekmiştim.
Son kanaatim ise daha da farklı.
Fitnebaz Cemaat(The Sinister Fraternity) sadece masonik bir yapılanmaya benzemekle kalmıyor.
Basbayağı bildiğiniz bir mason teşkilatı.
Tek farkı aynı çatının İslami şubesi şeklinde faaliyet göstermesi.
Daha açık ifade edersek, Fitnebaz Cemaat İslami bir mason teştilatıdır diyorum.
Bunu isbat etme imkanım yok.
Ancak, bu sadece bir zaman ve çaba meselesidir.
Oraj POYRAZ
§   

Cevdet Saral : Bir rapor yazdım, Gülen ABD'ye gitti

Cevdet Saral, 'Gülen cemaatinin yarattığı tehlikenin ‘paralel devlet’ten öte olduğunu' öne sürdü
Paralel devlet’ iddiasını 1999'da ilk kez resmi kayıtlara geçiren ve 90'lı yıllarda cemaatin MİT, Emniyet ve TSK'ya sızmak istediğini öne süren, "Telekulak Davası"ndan beraat eden, dönemin Ankara Emniyet Müdürü Cevdet Saral, Fethullah Gülen'in ABD'ye gitmesinin nedeninin, yazdığı rapor olduğunu söyledi.
Saral, "15 Mart'ta raporu İstihbarat Daire Başkanlığı ile Teftiş Kurulu'na gönderdik.
Panik oluştu.
18 Mart'ta Gülen ABD'ye gitti"
dedi.
Saral, Gülen cemaatinin örgütlenme biçimine yönelik "Örgütlenme biçimi illegal örgütlerin yatay ve dikey örgütlenme modellerinin ideal yapılarından etkilenilerek oluşturulmuş Masonik yapılanmaya benzer bir görüntü veriyor" iddialarında bulundu.
Emniyet Genel Müdürlüğü Terörle Mücadele Daire Başkanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü Yardımcılığı ve Ankara Emniyet Müdürlüğü görevlerinde bulunan Cevdet Saral'la hazırlamış olduğu raporu, cemaatin devlet içindeki yapılanmasını ve 17 Aralık operasyonunu Yeni Şafak'tan Nil Gülsüm'e anlattı.
'Terörün Gizli Efendileri' isimli kitabın da yazarı olan Saral, 'ortaya çıkan tehlikenin paralel devletten de öte olduğunu' öne sürdü.
Nil Gülsüm'ün Cevdet Saral ile yaptığı söyleşi şöyle:

1999 yılında bir rapor hazırladınız.
O dönemde çok tartışılan, ses getiren rapor, bugünden bakıldığında çok ilginç tespitler içeriyor.
Bu raporun amacı neydi, nasıl ortaya çıktı?

O dönemde çalışmalarımıza öncelikle kendi kitaplarını incelemek, irdelemek suretiyle Fethullah Gülen'in mantık dokusunu ortaya koymaya çalıştık.
Enteresan bir mantık dokusuyla karşı karşıya kaldık.
Anlatımları dinsel literatüre pek de uymayan, kendisine aşırı derecede önem yükleyen, kendisini esrarengiz gösteren bir kişilikle karşılaştık.

Bunun üzerine ne yaptınız?

Biz ön incelemelerimizde durumun görünenden çok vahim olduğunu görerek İstihbarat Daire Başkanlığı'na, konunun ciddi olduğunu, soruşturmanın sadece Ankara Emniyet Müdürlüğü kapsamında yürütülmesinin yeterli olmayacağını, planlı bir istihbarat çalışması ile sonuca gidilebileceğini ifade eden bir kanaat yazısı yazdık.
Ondan sonra da kıyamet koptu.
İsimsiz ihbarlar, şikayetler vs. her yönden saldırılar gelmeye başladı.

Analiz ortalığı karıştırdı

Rapor hazırlama işinde ilk somut adımlarınız nelerdi?

Biz bu çalışmaları hazırlarken devletin arşivlerinde bu cemaat ile ilgili bir veri olup olmadığını araştırdık.
İstihbarat Daire Başkanlığı'nın hazırlamış olduğu bir kitapçıkta Fethullah Gülen cemaati, fevkalade munis, devlet sistemine aykırı özellikler taşımayan, bu tavrı dolayısıyla radikal İslâmî kesimin hedefi olmuş bir yapı olarak gösteriliyordu.
Eğitim faaliyetlerinin yaygın olduğu söylenmekteydi.

Çetin bir soruna el attığınızın farkında mıydınız?

Çalışmaya başladığımızda arkadaşlarıma, cemaatle ilgili bu çalışmayı genişlettiğimizde siyasi reaksiyonlarla karşılaşabileceğimizi ve zorda kalacağımızı ifade ettim.
Bunun üzerine arkadaşlarım 'Müdürüm; evimizin içini biz biliriz, şahsi geleceğimiz önemli değil, ülkemizin bekası için ne gerekiyorsa yapalım' dediler.
Böylece çalışmaya başladık.

Daha sonra nasıl gelişti çalışmalarınız?

Şubat sonu itibarıyla ortalık karıştı.
15 Mart'ta cemaat yapılanması ve Fethullah Gülen'in yaklaşımlarına yönelik 1.Analiz raporumuzu İstihbarat Daire Başkanlığı ile Teftiş Kurulu Başkanlığı'na gönderdik.
Bu raporun İstihbarat Daire Başkanlığı'na ulaşmasının ardından burada bir panik oluştuğuna dair bize haberler gelmeye başladı.
18 Mart'ta da Fethullah Gülen apartopar ABD'ye gitti.

'Bir cemaat lideri niçin istihbarata ihtiyaç duyar?'

Sizde nasıl bir kanaat oluştu?

Kendi anlatımlarından anladığımız kadarıyla ve devlete sızma çalışmaları göz önüne alındığında illegal bir yapılanma ile karşı karşıya olduğumuz kanaatine vardık.
Bir cemaat önderi, hasımların faaliyetlerini öğrenmek için bir istihbarat teşkilatı kurmaktan söz ediyorsa, cemaat önderi olmaktan çıkıp örgüt lideri olur.
Bir cemaat önderi, niçin istihbarat teşkilatına ihtiyaç duyar ki!

Sizce cemaat nasıl bir yapı?

Cemaat bir misyon hareketidir.
Coğrafi bir alanı vardır, devlet içerisinde şimdiye kadar kendi elemanları ve bürokraside kendilerinden olmayan kazanımlarla işlerini yürütmüşlerdir.
Fakat ulaştıkları seviye itibariyle bulundukları konumu yeterli görmeyerek siyasi yönetimden iktidar ortaklığı talebinde bulunmaya başlamıştır.
Bunun adı da 'paralel yapı'dır.
Misyonun adını tarif etmek gerekirse o da 'Derin Türkiye'dir.

Kamuflaj üst düzeyde

17 Aralık operasyonun asıl amacı nedir?

Bu operasyonun asıl amacı, 'yeni dünya düzeni' politikalarıyla milli devletleri dönüştürme politikaları paralelinde sözde demokratik tasarruflarla ve siyasi eylemlerle Başbakan'ı saha dışına almadır.

Cemaat işin neresinde?

Cemaatin bugün itibariyle durduğu yer, adresini de göstermektedir.
Demokrasi dışı eylemlerle Başbakan'ı saha dışına alma girişiminin tam da göbeğinde duruyorlar.

17 Aralık operasyonu sonrası benzer bir sızmanın ve paralel yapılanmanın yargı içerisinde de olduğu kanaati çok yaygın.
Sizce nasıl?

Gülen, yargı içindeki paralel yapılanmanın nasıl olması gerektiğini, bundan 20 yıl önceki konuşmalarında zaten söylüyor.
Adliye'de ve Mülkiye'de nasıl örgütlenileceğinin yöntemlerini ve bu örgütlenmenin hedefini, ayrıca nasıl bir istihbarat örgütü kurulması gerektiğini hem istihbarata karşı koymak hem de istihbaratın hangi alanlarda kullanılacağını profesyonelce izah ediyor.

Personel, İstihbarat ve KOM, paralel yapılanmanın ilk hedefleri oluyor.
Neden öncelikle buraları tercih ediyorlar?

Bu birimler emniyet teşkilatının en önemli birimleridir.
Devletten cemaate yönelik bir operasyon yapılacaksa bu birimler öncü birimlerdir.
Aynı zamanda cemaatin hasımlarına yönelik bir operasyon planlanacaksa, bu birimler üzerinden geliştirilir.
Cemaatin amacına ulaşması için bu noktalar, hayati önem arzediyor.

Cemaatle ilgili hazırladığınız raporda bu yapının TSK, MİT ve Emniyet'e sızma çabalarına dikkat çekiyorsunuz.
'Sızmalar' için nasıl bir yöntem izliyorlardı?

Takiyye ve kamufle yöntemlerini en üst seviyede kullanarak bunu gerçekleştiriyorlar.

İlk sızma polis kolejine

Bu yapılanma teşkilatta ilk ne zaman görülmeye başlandı?

Cemaatin polis içerisindeki ilk adımı Polis Kolejinde başlamıştır.
Polis Koleji'ne ilk sızmaları da 70'lerin ikinci yarısıdır.

Türk bürokrasi tarihinde buna benzer başka bir yapı hatırlıyor musunuz?

Ben 40 yıl bu devlete hizmet ettim.
Böyle bir başka yapılanma ile karşı karşıya kalmadım.

Geçmişe baktığınızda ne görüyorsunuz?

Devlette hiçbir evrak kaybolmaz.
Biz evrakımızı yazıp bıraktık.
Devlet de 10 yıl sonra bizim yazdığımız gerçeklerle karşılaştı.
Bu süreç, 35-36 yıllık bir dönemi kapsıyor.
O gün cemaate yeni kazandırılan çocuklar, bugün devletin çok önemli mevkilerindeler.

'1889’da olmayan numaraları dinlemişim'

Birinci ve ikinci raporları yazdıktan sonra o dönem neler oldu?

Hakkımızda soruşturmalar başladı.
Çalışmayı yürüten 3 arkadaşım görevden alındı.
21 Nisan'da eldeki tüm verileri bir üst yazı ile DGM'ye gönderdik, ardından bize müthiş bir savaş açıldı.
Yasadışı telefon dinlemesi suçlamasıyla karşılaşacağım aklıma gelmezdi.
Düzmece bilgisayar verileri hazırladılar.
Dinleme yapıldığını iddia ettikleri tarihi 1889 olarak gösterdiler.
Hatta dinlediğimizi iddia ettikleri bazı telefon numaraları mevcut bile değildi.
Bizimle ilgili suçlamalar sahte belgelerle öyle hâle getirildi ki, biz bir anda, cumhurbaşkanını, başbakanı, milletvekillerini, iş dünyasını dinleyen insanlar hâline getirildik.
Bir çemberin içine alındık.

Paralel devletin çok daha ötesi

Cemaat nasıl bir örgütlenme ve hiyerarşiye sahip?

Örgütlenme biçimi illegal örgütlerin yatay ve dikey örgütlenme modellerinin ideal yapılarından etkilenilerek oluşturulmuş Masonik yapılanmaya benzer bir görüntü veriyor.

15 yıl önce mahkeme tutanaklarında söylediğimiz şekliyle cemaat, 'Hasan Sabbah ve Haşhaşileri' organizasyonuyla neredeyse aynıdır.

İstihbarat cihazlarının kaybolması veya özel/cemaatsel amaçlar için kullanılması bu kadar kolay mı?

Böyle bir yapılanma içerisinde bundan daha vahimi de mümkündür.

Siyasi yönleri deşifre oldu

Paralel devlet tanımlamasına ne diyorsunuz?

Paralel devlet tanımının çok ötesinde bir güç ile karşı karşıyayız.
Ortada ciddi bir yapı var.
Eğitim kurumları, medyası, yargı güçleri, ekonomik faaliyetleri söz konusu.
Bir devlet gibi örgütlenmişler.
Kişisel iradeden çok, cemaat ahengi geçerli.
Hangi okula gidileceği, kim ile evlenileceği bile cemaat tarafından belirleniyor.
Tedbir hiç elden bırakılmıyor.

Gelinen noktayı siyaset açısından nasıl okumak gerek?

Her ne kadar bu hareketin bağlıları, örgütü siyaset dışı olarak tarif etseler de, 'paralel devlet' çabaları ile siyasetin tam ortasında yer alıyorlar.
Örgütün ileri gelenleri, bugünden sonra hiçbir şekilde 'Fethullah Gülen siyaset üstüdür' diyemezler; çünkü onun siyasi kimliği açıkça ortaya çıkmıştır.
Cemaat siyaset yapmak istiyorsa, siyasetin kurumlarıyla siyaset alanına girer.
Bunu yapmazlarsa, 'paralel devlet' olmadıklarına kimseyi inandıramazlar.
Aksi halde 'korku imparatorluğu' olurlar.

Telekulak davasında beraat etmişti

Cevdet Saral, Osman Ak, Zafer Aktaş ve Mahmut Çorumlu'nun aralarında bulunduğu 21 polis hakkında üç aydan üç yıla kadar hapis istemiyle açılan davanın da önce kesin hükme bağlanmasının ertelenmesi kararlaştırılmıştı.
Ardından aynı mahkeme Cevdet Saral, Osman Ak, Zafer Aktaş ve Mahmut Çorumlu hakkında, "delil yetersizliğinden beraatlarına" karar vermişti.

KÜRTÇE EĞİTİM OLURSA NE OLUR

Türkiye’de uzun süredir; “Kürt sorunu”, “azınlık hakları”, “anadilde eğitim” gibi tanımlarla bir tartışma yaşanıyor. Sayıları az etkileri yüksek bir takım insanların, medya gücünü kullanarak başlattığı tartışma, bugün hükümet uygulamalarına dek gelmiş, somut uygulamalara dönüşmüştür. Buna karşın bilimden ve gerçeklerden uzak, sürekli yinelemelerle sürdürülen bu ilkel tutum gereken yanıtı yeterince almamış, halk aydınlatılamamıştır. Oysa, söylenen ve yapılanlar halkın yararına, özellikle de Kürt halkının yararına işler değildir; çıkışı olmayan yeni bir karmaşa ortamına gidiştir. Bunun görülmesi ve gösterilmesi gerekir. Yazıyı, gerçeği ve sonucu görmeye çalışan bir çalışma olduğu için yayınlıyoruz.

Dış İstekler
ABD ve AB ile ilişkilerin yoğunlaştığı son yıllarda Türkiye’de yaşanan tartışmalar, dolaylı ya da dolaysız Türk Ulusunun varlığıyla ilgili konulara odaklanmıştır. Ekonomiden yönetim yapısına, hukuksal düzenden kültüre dek hemen her alanda yapılan değişiklikler; ulusal çözülmeye yol açacak kalıcı ve kapsamlı bir sosyal bozulmaya doğru gitmektedir. Çözülmeye zemin oluşturan nedenler içinde ekonomiden hemen sonra dil ve kültürdeki bozulma en önemli yeri almaktadır. Bu konularda yapılan ve yapılmakta olan değişiklikler, sanılandan çok daha önemlidir ve bu değişikliklerin olumsuz sonuçları, çok geçmeden üstesinden gelinmesi zor, yeni sorunlar olarak ortaya çıkacaktır.
“Azınlık hakları” ya da “anadilde eğitim” gibi konular üzerine yoğunlaşan dış istekler ile bu isteklere uygun düşen yurtiçi tartışmalar birlikte ele alınmalıdır. Bu yapılmadığında içte ve dışta tırmandırılan ve Türkiye’nin ulusal yapısında kalıcı bozulmalar doğuracak bu tür girişimler, gerçek boyutlarıyla kavranamayacak ve doğal olarak gerekli önlemler alınamayacaktır.
Geniş Cepheli “Tartışma”
Son dönemlerde Türkiye’de; politikacılardan işveren örgütlerine, öğretim üyelerinden köşe yazarlarına dek, “sayıları az, cephesi geniş” değişik kesim ve kişi “azınlık hakları”, “kültürel özgürlük”, “anadilde eğitim” gibi isteklerde bulundu. Konu uzun yıllar, gazete ve televizyonlarda işlendi ve sonunda hükümet önerisi olarak üstelik “demokrasi paketi” adı verilerek kamuoyuna açıklandı. Gelinen noktanın bir aşama olduğu, daha ileri uygulamaların zamanı gelince açıklanacağı dile getirildi.
“Kürt sorunu” adı verilerek açıklanan “görüşlerin” ilk dalgası 90’lı yıllarda başlatılmıştı. Gazeteler, hemen her gün Avrupa Birliği kararları doğrultusunda bunlardan söz ediyordu. Söylem biçimi değişiyor ama açıklamaların özü ve zamanlaması ortak özellikler taşıyordu.
İleriye Hazırlık; Kamuoyu Oluşturma
PKK eylemlerinin yoğunlaştığı o günlerde “köşe yazarları”, Türkiye’de o güne dek görülmemiş açıklıkla görüşler ileri sürüyordu. Türk halkı, öğretmenlere, çocuklara ve kadınlara yönelmiş olan PKK terörünün dehşeti içindeyken Hürriyet Gazetesi’nin Başyazarı Oktay Ekşi, 09 Nisan 1991 tarihli gazetede şunları yazdı: “...Biz diyoruz ki bu konu, yani ‘Bağımsız bir Kürdistan kurulmasını isteyenler-istemeyenler’ konusu bir plebisitle yani halkın oyuyla çözülsün... Bazıları, ya plebisitten bağımsız bir Kürdistan çıkarsa diye endişelenebilirler. Bugün aykırı laf edelim dedik ya... Belki kurtulmuş oluruz.” 1
Aynı gazetenin Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök yazısına, “Kürdistan Bağımsızlık Partisine İzin” başlığını atıyor ve “Konuştuğum bazı insanların, Güneydoğu için, ‘giderlerse gitsinler ama buradakiler de gitsin’ havasında olduğunu görüyorum” diyordu.2
Ahmet Altan, 19 Nisan 1991 tarihli Nokta dergisinde şunları söylüyordu: “Artık toprak tek başına bir değer ifade etmiyor. Sırf biraz daha fazla toprağa sahip olmak için Güneydoğu’ya sahip olmanın yararı değil zararı var Türkiye’ye. Kendi istekleriyle ayrılmak isteyen Kürtlere önderlik eden Apo, Türklere Allahın bir lütfudur. Güneydoğu’da insanları öldürmek yerine, ayrılmalarını ciddi ciddi düşünmenin tam zamanıdır.” 3
Bugün CNN–Türk’de görev yapan Taha Akyol Panorama Dergisine yaptığı açıklamada; “Eğer üniter devlet içerisinde çözüm bulunamayacaksa ve bu çözümsüzlük Türkiye’nin bütününe zarar verecekse, ayrılıktan yanayım. Türkiye için, ayrılık federasyondan iyidir.” 4
Atatürk’ün Sözleri
Mustafa Kemal Atatürk, 16 Ocak 1923 tarihinde İzmit’de yaptığı açıklamalarda, kendisine “Kürt sorunu nedir?” sorusunu soran Vakit Gazetesi Başyazarı Ahmet Emin Yalman’a şu yanıtı veriyordu: “Bildiğiniz gibi, bizim milli sınırlarımızda var olan Kürt unsurlar, o şekilde yerleşmişlerdir ki, pek az yerde yoğundurlar. Fakat yoğunluklarını kaybede kaybede, Türk unsurunun içine gire gire, öyle bir sınır doğmuştur ki, Kürtlük adına bir sınır çizmek istersek Türklüğü ve Türkiye’yi mahvetmek gerekir... Şimdi Türkiye Büyük Millet Meclisi, hem Kürtlerin hem de Türklerin yetki sahibi vekillerinden oluşmuştur ve bu iki unsur bütün çıkarlarını ve kaderlerini birleştirmiştir. Yani onlar bilirler ki bu ortak birşeydir. Ayrı bir sınır çizmek doğru olmaz.” 5
Baro’nun Söylemleri
“Azınlık hakları” ve “Kürtçe eğitim” konusunu Türkiye’de gündeme getiren ilk büyük örgüt Türkiye Barolar Birliği ve onun Genel Başkanı Eralp Özgen oldu. 12 Aralık 1999 tarihinde Şanlıurfa’da toplanan TBB Yönetim Kurulu, “Güneydoğu Raporu” adıyla görüşlerini açıkladı. Raporda şunlar söyleniyordu: “Tüm etnik kökenli vatandaşlarımıza kendi kültür, dil ve kimliklerini ifade özgürlüğü, kendi dillerinde özel eğitim ve öğretim hakkı tanınmalıdır.” 6
Politikacılar Ne Diyor
Baro başkanından sonra, Dışişleri Bakanı İsmail Cem, Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz, CHP Başkanı Altan Öymen, Devlet Bakanı Rüştü Kazım Yücelen vb. benzer açıklamalar yaptı. İsmail Cem, Kürtçe televizyona izin verileceğini, Altan Öymen Kürt Enstitüsü kuracaklarını söylerken Mesut Yılmaz şöyle diyordu: “AB ülkelerinde de resmi dil dışında yayın yapmak mümkün değil ama bizim mevzuatımızda bazı yasaklar getirilmiş. Katılım Ortaklığı Belgesi’nde yasakların kaldırılması talep ediliyor. Ulusal Program’da ifade ettiğimiz anlayışla bu sorunun zaman içerisinde yumuşak bir geçişle çözümlenmesini hedefliyoruz.”7
Kürtlerin Türkiye’deki Konumu
İsmet İnönü, Lozan’da Kürtlerin azınlık olmadığını Batılılara kabul ettirmiş ve Lozan’da Türkiye adına okuduğu bildiride şunları söylemiştir: “Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti Türklerin olduğu kadar Kürtlerin de hükümetidir; çünkü Kürtlerin gerçek ve meşru temsilcileri, Millet Meclisine girmiştir; Türklerin temsilcileriyle aynı ölçüde ülkemiz hükümetine ve yönetimine katılmaktadırlar.” 8
Kürt kökenli T.C. yurttaşları bugüne dek, hükümet dahil hemen tüm devlet kademelerinde görev aldılar; ekonomik, siyasal ve hukuksal tüm alanlarda hiçbir kısıtlayıcı uygulamayla karşılaşmadılar.
Gerçeği Görmek
Bu gerçekleri görmek için elbette çıkarsız ve önyargısız bir anlayışa sahip olmak gerekir. Kürt kökenli yurttaşlarımızın büyük çoğunluğu bunun farkındadır; bu nedenle Batı isteklerine itibar etmemektedir.
Kürt kökenli insanlarımızın çoğunluğu, Türkiye’de Kürtçe TV istememektedir. Siyasi Ekonomik Sosyal Araştırma ve Strateji Geliştirme Merkezi’nin (SESAR) 2000 yılında yaptığı ankete göre, Güneydoğu ve Doğu Anadolu Bölgeleri dışında yaşayan Kürt kökenli yurttaşlarımızın yüzde 58,19’u, bu bölgede yaşayanların yüzde 39,64’ü Kürtçe TV istemiyor; isteyenlerin oranı bölge dışında yüzde 13,24, bölgede yüzde 31,18. Türkiye’deki Kürt kökenli yurttaşların yalnızca yüzde 10,04’ü Türkçe bilmiyor. Kürt çocukların yüzde 84,23’ü Kürtçe bilmiyor.9
“Anadilde Eğitim”
Batılılar’ın “anadilde eğitim” adıyla dayattıkları istekler, Türkiye’de var olan toplumsal gerçeklik açısından ne anlama gelmektedir?
Kürtler; Türkiye, Irak, İran ve daha az olarak Suriye ve eski Sovyetler Birliği’nde yaşayan bir halktır. Yöreden yöreye, hatta köyden köye ayrılıklar gösteren dilleri; Arapça, Farsça ve Latin kökenli dillerin etkisi altında kalmıştır; karmaşık bir dağılım içindedir.
Kuzey lehçesi Kırmançi, İran ve Doğu Irak’ta konuşulan Sorani, bir İran ağzı olan Zazaca, Iraklı Kakayların Gorani’si, Türkmenistan ve Azerbeycan Kürtçesi, Irak’ın Süleymani’si, Mikri’si ve yine Kuzey Irak’ın Badinan’ı sayılırsa Kürtçe’nin parçalanmışlığı ortaya çıkar.
Dil ayrılıkları, Kürtçe’nin yazımında da görülür. Bir kısım Kürt fonetik Latin alfabesini kabul ederken, Irak ve İran Kürtleri Arap harflerini, eski Sovyetler Birliği’ndeki Kürtler de Kiril alfabesini benimsemişlerdir.
Dil Birliğinden Yoksunluk
Karmaşık dil yapılarıyla tüm Kürtler için bir dil birliğinden sözetmek olanaksızdır. Yaşadıkları bölgelerin dillerinden etkilenen Kürtçe, birçok dilden kelimeler almıştır. Arapça, Kürt diline son derece elverişsiz olmasına karşın kullanılmıştır.
Dil birliğinin ve ekonomik çıkar birliği, yani pazar birliğinin oluşamamış olması Kürtlerin uluslaşamamasına neden olmuştur. Kuzey Irak’ta Batı destekli yapay bir Kürt devleti kurulabilir ama dil ve ekonomik çıkar birliğine sahip olmayan Kürt kümeleri (grup) ve aşiretleri uluslaşamazlar.
Uluslaşma, isteğe ve desteğe bağlı olarak gerçekleştirilebilecek bir olgu değil, oluşumu yüzyıllara dayanan, ancak kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesiyle biçim bulan tarihsel bir süreçtir. Dil birliği, toprak birliği, tarihsel olarak oluşan ruhi şekillenme birliği ve ekonomik çıkar birliği; bir topluluğun ulus olması için kesin koşullardır. Bu dört koşuldan biri bile eksik olsa ulus oluşumu ortaya çıkamaz.
Din, ırk ve devlet kurma; ulusu oluşturan öğeler değildir. Irk, soydan gelme ortak fizik özellikleri oluşturan biyolojik etkendir. Hiçbir biyolojik etken toplumların tarihi evrimi içinde belirleyici rol oynayamaz. Fransız Ulusu Franklar, Normanlar, Basklar, Brötonlar, Provensaller; İtalyan Ulusu İtalyotlar, Romalılar, Germenler, Etrüskler, Yunanlılar; Türk Ulusu Türkler, Sümerler, Hititler, Persler, Lidyalılar, İyonlar, Çerkezler, Arnavutlar, Kürtler, Lazların... Tarih içindeki karışımından oluşur. Ancak bu toplumlarda ulusun üst kimliğini Fransa’da Franklar, İtalya’da İtalyotlar, Türkiye’de Türkler vermiştir.
Türkiye Kürtlerinin Şansı
Dört ülkeye dağılmış olan Kürtlerin en ileri kesimi Türkiye’de yaşayanlardır. Türk Devrimi’nin Kürtleri de içine alarak gerçekleştirdiği uluslaşma süreci onları, Türk ulusunun önemli bir unsuru olarak kalkınmaya, çağdaş gelişmeye yöneltmiştir. Genç Cumhuriyet’in olanakları ölçüsünde önemli başarılar elde edilen bu yöneliş, Atatürk öldükten sonra özellikle de 1945’den sonra, her alanda olduğu gibi, geri dönüş sürecine girmiş ve Doğu Anadolu ihmal edilerek bölgesel gelişme farklılıklarının arası açılmıştır.
Bugün Türkiye’de 445 aşiret vardır. Erzurum’daki Kürtler Diyarbakır Kürtçesini anlamaz. Köyden köye, kentten kente değişen lehçeler vardır. Lehçe farkları olan Kürtlerin birbirleriyle anlaşmasını sağlayan ortak dil Türkçe’dir. Türkçe bilen Kürtlerin oranı çok yüksektir. Abdullah Öcalan bile kendini Türkçe ifade ediyor, yazılarını Türkçe yazıyor. Bu yaratılmış olan kültürel bir zenginliktir ve yaratıcısı Türk Devrimidir. Türkler ve Kürtler Türkiye Cumhuriyeti çatısı altında gerçekten iç içe geçmişlerdir. Bu uygarlığın ve gelişmişliğin önemli göstergelerinden biri olan doğal asimilasyonun kendisidir.
Türkçe Türkiye Kürtlerinin Gereksinimidir
Türkiye’de hiçbir zaman ve hiçbir dönemde; kışkırtmalara dayanan Kürt ayaklanmalarına karşın zora dayalı Türkleştirme çabalarına gidilmemiştir. Kürt kökenli yurttaşlarımız yoksul ve kısıtlı yaşam koşullarından kurtulup, Türkiye’nin her yerindeki toplumsal olanaklardan yararlanmak için Türkçeyi öğrenmek gerektiğini görmüş ve bunu zorla değil, kendi çıkarını gözeten bir eğilim olarak istekle yapmıştır. Türkçe öğrenmek onlar için ekonomik ve kültürel gelişmelerini sağlayan gerçek bir kazanım olmuştur.
Ana dilde Eğitimin Açmazı
Türkiye’de “anadilde eğitim” önermenin ne anlama geldiği açık olarak ortaya konulmalıdır. Dışta ve içte, artan bir biçimde yaygınlaşan bu tür söylemler, uygulama alanına konulursa ne olacaktır?
Türkçe Bilmemek Kürtleri Doğuya Sıkıştıracaktır
Bugün, Türkçe bilen Kürtler bilmeyenlerden çok daha fazladır. Bu insanlar T.C. yasalarının tüm yurttaşlara tanıdığı haklardan yararlanarak yalnızca devlet örgütünde değil, toplumsal yaşamın her alanında etkin bir biçimde yer almaktadır. Kürtçe eğitim, ek yabancı dil olarak Türkçeyi öğretmeyecekse, “anadilde eğitim” Türkçe bilen Kürtlerin sayısını doğal olarak azaltacaktır. Oysa, Türkçe Kürt kökenli yurttaşların gereksinimidir. Olayın mantıksal sonucu budur. Bu insanlar, Türkiye pazarı içinde üretim ve yatırım yapma, çalışma, kamu hizmetlerinde görev alma olanaklarını yitirecekler ve Doğu’ya sıkışacaklardır. Bu durum, bölünmeden başka bir sonuç vermeyecektir. “Anadilde eğitim” uygulaması yaşamla çelişen, çözüm değil sorun yaratacak bir girişim olacaktır.
Türkiye Kürtleri Türkçe Öğrenmek Zorundadır
“Anadilde eğitim” ile Kürtçe’nin yanında Türkçe de öğretilecektir denecek ise, bu sav ileri sürülen gerekçeyle tam olarak çelişecektir. Anımsanmalı ki bu konuyu işleyen çevrelerin ileri sürdüğü gerekçe, Türkçe bilmeyen Kürtlere Türkçe öğretmek değil, “Türkçe bilmeyen insanlara Kürtçe hizmet götürme” üzerine kuruludur.
“Anadilde Eğitim” Hangi Kürt Lehçesiyle Yapılacaktır
“Anadilde eğitim” hangi Kürt lehçesiyle yapılacaktır? Tek lehçe ile yayın ya da eğitim yapılacaksa, bunu anlamayan ve diğer lehçeleri kullanan insanlar ne olacaktır? Türkiye’de var olan her lehçeye göre TV ya da okul mu açılacaktır?
Dil Ayrılığı Ulusal Ayrılığı Getirecektir
Kürtçe’nin artarak, ulusal dil olan Türkçenin bölgesel anlamda etkisizleştirilmesi, ulusal varlığın yaşatılıp sürdürülmesini olanaksız kılacaktır. Dil birliği olmayan toplumların ulus olmaları da mümkün değildir. Türkçe, Türk Ulusunun ortak dilidir. Türkçe’nin etkisizleştiği yöreler ulusal bütünlükten uzaklaşıyor demektir.
Türkçe Bilmeyen Türkiye’de Ne Yapar
Kürtçe eğitimle meslek sahibi olan insanlar, tüccarlar, sermaye sahibi yatırımcılar Türkçe bilemeyeceklerine göre ekonomik etkinliklere nasıl katılacaktır? Parlamento’da Kürtçe de mi kullanılacak? Kürtçe bilen Türkçe bilmeyen parlamenterler ile Türkçe bilen Kürtçe bilmeyen parlamenterler hangi dil ile anlaşacaklardır? İnsanları Kürtçe yargılayan mahkemeler de kurulacak mı? Bu tür istekler, Türkiye’yi adım adım federasyona ve parçalanmaya götürmez mi?
“Kör Sokaklar”
“Azınlık hakları” ve “Anadilde eğitim” gibi sözlerle örtülmüş anlayışlar, sonu olmayan kör sokaklardır. Bu sokaklar Kemalist Devrim’le, 80 yıl önce aydınlığa çıkan yollar haline getirilerek, büyük ve güçlü bir ulus yaratıldı. Bu ulusun içinde yalnız Türkler değil Kürt, Çerkez, Laz, Türkmen, Ermeni, Rum ve onbin yıllık Anadolu tarihinin tüm etnik birikimi yer aldı; Cumhuriyet Yönetiminde, ırk ve din ayrımına gidilmedi; çağdaş bir ulus yaratıldı.
Bu başarı, Batı’da hiçbir zaman kabul görmedi ama bu gerçek onlara zorla kabul ettirildi. Şimdi geriye dönülmek isteniyor. Küresel politikaların bir gereği olarak Anadolu Osmanlılaştırılmak isteniyor. “Anadilde eğitim”, “azınlık hakları” gibi söylemler, bu amaca yönelik etkili araçlardır.
Türkiye İsviçre değildir. Ulusal varlığa, tarihsel gerçeklere ve öz değerlere sahip çıkılmalıdır. “Sonraki pişmanlığın fayda vermez” umarsızlığına (çaresizliğine) düşülmemelidir.
DİPNOTLAR
1         “Ekonomik–PANAROMA Dergisi” 03.05.1992, sf.16
2         a.g.d. sf.16
3         a.g.d. sf.20
4         a.g.d. sf.20
5         “Yeni Dünya Düzeni, Kemalizm ve Türkiye” Metin Aydoğan Umay Yayınları 12.Baskı, 2004, sf.440
6         “Kürtçe Eğitim Hakkı” Hürriyet 13.12.1999
7         “Yılmaz Programı savunamadı” Cumhuriyet 20.03.2001
8         “Lozan Barış Konferansı Tutanaklar Belgeler” 1.Takım, 1.C.1.Kit. sf.348–349

9         “Batılı Kürtler TV İstemiyor” Hürriyet 28.12.2000