Menemen’de iki ulu anıt yükselir: Biri Şehit Kemal
Anıtı’dır; öbürü Kubilay Anıtı... Bu anıtlar, ikisi birlikte, ne güzel
anlatır ulusal bağımsızlığımızın temellerini. Çünkü birincisi dış düşmana,
öbürü iç düşmana karşı kurtuluşumuzu simgeler.
Çünkü ilki, Bağımsızlık
Savaşımızda ilçeyi düşmana teslim etmeyen, hükümet binasından ayrılmayarak
şehit düşen Kaymakam Kemal Bey’in anısına; öbürü iç düşmana, Skolastik
zihniyete tek başına karşı çıkıp şehit düşen Asteğmen Kubilay’ın anısına
dikilmiştir.
Şehit Kemal Anıtı bize,
Bağımsızlık Savaşımızın yasını ve sevincini hatırlatır.
Kubilay Anıtı ise, Dogmatizmin
boyunduruğundan kurtuluş savaşımızı!..
1930 Türkiye’si... Demokrasi
ideali ile, yepyeni ve laik bir cumhuriyet kurulmakta, halk çağdaş uygarlık
düzeyine erişme ülküsüyle ileri yürümektedir. Kulluktan yurttaşlığa
geçilmekte, ulusal bir kültür yaratılmaktadır. Başdöndürücü bir sanayileşme
süreci başlamak üzeredir.
Ancak, yurtta bu büyük değişime
karşı olanlar da vardır. Sinmiş, ancak pusuda, bir fırsat çıksın bekliyorlar.
Tüm reformlara karşın, ortam da buna elverişli... Çünkü yüzyılların pası,
kiri ve karanlığı birkaç yılda silinemiyor.
Kubilay’ın yakın arkadaşı Kemal
Üstün; 23 Aralık 1930 sabahı, keskin ve dondurucu bir soğukta okul yolundadır[i]. Sokaklar
ıssızdır; pencerelerden tedirgin yüzler görünüp, telaşla içeri çekilmektedir.
Olağan değildir bu!..
Okula vardığında, öğretmen
arkadaşlarından dinler olup biteni; Kubilay’ın, kanıyla yazdığı destanı!..
Öğleye doğru, askeri birlikler
girer Menemen’e. Sokağa çıkma yasağı da kaldırılınca, Kemal Üstün;
arkadaşlarıyla üzüntülü ve düşünceli, olay yerine, Belediye Meydanı’na
yollanır. Çevrede, birçok yapı makineli tüfek mermilerinden delik deşiktir.
Camiye yakın kaldırım kenarında, sakallı üç ceset yatmaktadır. Bunlar; daha
sabah, “Bize kurşun işlemez!..” diye bağrışıp tepinen sözde “mehdiler,
İslam’ın koruyucuları”dır. Halk; yobazların bu perişan durumuna, ibret ve
tiksintiyle bakmaktadır. Gözleri yaşlı, öbür yerleri de gezerler; Kubilay’ın
başının kesildiği, bekçilerin şehit düştüğü, yeşil bayrağın dikildiği yerleri
de!..
İnsan, Menemen Olayı’nı konuyu
yakından bilenlerin kaleminden okudukça, kimi veriler karşısında ürker;
bugünkü Türkiye’nin gerçekleriyle -ne acıdır ki- benzerlikler görüp kaygıyla
ürperir. Ancak karamsarlığa düşmez. Görelim nedenlerini bu kaygının da, bu
iyimserliğin de:
1) Olay, Atatürk’ün, demokrasiye
geçişi ikinci kez denediği döneme rastlar. Yeni bir parti, “Serbest
Cumhuriyet Fırkası” kurulalı daha birkaç ay olmuştur. Politik ortam “daha
özgür, daha demokratik”tir. Ne var ki irtica her demokratik açılımda
azmıştır. Bu kez de ortamı elverişli görüp pusudan çıkmış, çıkarcı kimi
çevrelerle birlikte, laiklik ilkesini -bugün olduğu gibi- kendi amaçlarına
göre kullanma çabasına girişmiş, yeşil bayraklar açmıştır. Gazi Mustafa Kemal
ve arkadaşları; -kendilerinden sonra gelecek olan “devlet adamlarımızın”
aksine- durumun nereye varacağını kısa sürede sezer ve gerekli önlemleri
duraksamadan alırlar. Yobazları azdıran, işte bu birkaç aylık göreli
demokratik ortamdır.
Gericiler; benzer fırsatlara
sonraki yıllarda, özellikle 1980 sonrasında yeniden kavuşmuşlar ve yine aynı
-ya da benzer- suçları işlemişlerdir. Örneğin, TCK’nun din devleti kurmak
isteyenlere yasak getiren 163. maddesi kaldırıldı. Şeriatçı siyasal
oluşumlara göz yumuldu. Bir “şaibelinin aklanması” uğruna, Devlet; irticanın başına
teslim edildi. Yapılanları ve sonucu 1997 yılında hep birlikte gördük.
2) Olayı başlatan altı yobazdan en
yaşlısı olan Derviş Mehmet, İstanbul Erenköy’de bir köşkte oturan Nakşibendi
Şeyhi Esat’ın müridi ve has adamıdır. Manisa Nakşibendi hocası Laz İsmail’in
de etkisi altındadır. Hareket; Laz İsmail, Şeyh Esat Efendi ve oğlu
tarafından, birlikte hazırlanmıştır. Askerî mahkemede olaya başka
Nakşibendilerin de karıştığı belirlenmiştir. Demek ki olayın ardında bu
tarikat vardır.
Bilindiği gibi, Nakşibendilik
-Şerif Mardin’in deyişiyle- en “çarpıcı bir rejim düşmanı” görüntüsü verir.
Cumhuriyet’e, Kemalist reformlara ve laikliğe hep karşı çıkmış, bu yolda
şiddet kullanmış, politika yapmıştır. Geliştirdiği “ideolojik araçlar”la,
halk yığınlarını harekete geçirmede başarılar göstermiştir. Aynı tehlike -12
Eylül darbesinden sonra, kaynağı daha da gürleştiğine göre- bugün de vardır.
Çünkü Dogmatizm geçmişte ne yaptıysa, bugün de aynısını yapacaktır. Belki
yalnızca girişimlerin yöntemi ve biçimi farklı olacaktır.
3) Olaya dört yobazın yanında
katılan ikisi de Hasan adlı kişiler henüz çok gençtir; yaşları 18’i bile
bulmamaktadır. Önemsiz gibi görünen bu veri, aslında büyük bir ulusal belanın
göstergesidir: Kara irticanın gençlerimizin üzerindeki pençesi, kancası ve
tasallutu... Durum ne yazık ki günümüzde de böyledir: Bugün gençliğimizin
önemli bir bölümü; Kur’an kurslarında, imam-hatip okullarında, kimi “şaibeli”
özel okullarda ve yurtlarda, kafaca ve ruhça kara zihniyetin buyruğunda
yürüyecek militanlar olarak yetiştirilmektedir.
4) Derviş Mehmet silahlı
adamlarıyla sabah erken, doğru, çarşı içindeki camiye gitmiştir. Camide sabah
namazı için gelmiş birkaç ihtiyar vardır. Elebaşı, bunlara kendini “mehdi”
olarak tanıtır. Bu, birinci yalanıdır. ikinci yalanı şudur: “İlçe dışında
yetmişbin kişilik halife ordusu beklemektedir. Öğleye değin Şeriat bayrağı
altında toplanmayanların tümü kılıçtan geçirilecektir.” Sonra üçüncü
yalanı savurur: “Bize kurşun işlemez!..” Yobazın temsil ettiği
zihniyet, tarih de tanıktır ki, büyük oranda yalana dayanır. Yüzyılların
oluşturup biriktirdiği yalanlar, Cumhuriyet’ten sonra da yok olmamıştır.
Bugün de, yenileri katılarak, halk katmanlarına -daha yaygın ve daha hızlı
olarak- aktarılmakta; gençlerin, hattâ çocukların beynine tıka basa
doldurulmaktadır.
Bu gidiş, tekin değildir. Bataklık
gittikçe büyüyor ve derinleşiyor. Kırsalda ve kentlerde 1930’ların köy
enstitülerine benzer, halka yönelik eğitim uygulamaları başlatılmadıkça;
yeterli sayıda aydınımız, örneğin bir T. Dursun, bir İ. Arsel, bir E. Aydın
gibi savaşım vermedikçe, yalana dayalı bu zihniyet karşısında kalıcı utkular
kazanmak zor olacaktır.
5) Olayı bastırma görevi, Asteğmen Kubilay’a
verilmiştir. Kubilay -K. Üstün’ün anlattığına göre- ulusal konularda duyarlı
ve titiz, ideallerine bağlı, okumaya düşkün, tartışmayı seven, hareketli ve
etkileyici bir gençtir. Daha 24 yaşındadır. Menemen’de yedeksubay olarak
askerliğini yapmaktadır. Aldığı emir gereği, birliğiyle hemen yola çıkar.
Eğitim çalışmaları yaptıklarından, üzerinde silah, erlerinde mermi yoktur.
Meydana yakın bir sokakta askerlerini durdurur ve süngü taktırır. Yalnız
kendisi ilerler ve meydana varır. Silahlı yobazların karşısına tek
başına çıkar. Şimdi, bu tabloyu akılda tutarak, Şubat 1923’e dönelim.
Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya kulak verelim:
“Ben kişisel olarak [hoca kılıklı
sahte din adamlarının] düşmanıyım. Onların olumsuz yönde atacakları her adım,
benim ulusumun yüreğine yollanmış zehirli bir hançerdir. Benim ve
arkadaşlarımın yapacağı şey, o adımı atanı tepelemektir. Dahası, bunu
sağlayacak yasalar olmasa, bunu sağlayacak meclis olmasa, böyle adımlar
karşısında herkes çekilse ve ben kendi başıma yalnız kalsam, yine tepelerim.”
Kubilay; 23 Aralık 1930 sabahı,
sanki Atatürkleşmiştir: Karşısında sahte din adamını, amansız düşmanını
görmüş; onun, ulusun yüreğine savurduğu zehirli hançeri fark etmiş ve anında,
yapacağı tek şeye odaklanmıştır: O adımı atanı tepelemek!.. Gerçekten herkes
çekilse, çevredeki halk kaçışsa, ortada kimse kalmasa bile, ideali ve görevi
uğruna tek başına ileri atılmakta bir an bile duraksamamıştır.
Öğretmen Kubilay! Ey Türk
Aydınlanmasının ölümsüz bekçisi!..
Sen, biz Atatürkçüler için,
düşünce ve eylemde en anlamlı örneklerden birisin! Sende yeniden doğuyoruz;
seninle kendimizi aşıyor, büyüyor ve çoğalıyoruz. Seni daha iyi araştırmak,
daha yakından tanımak, seni sık sık düşünmek başta gelen bir görevimiz...
Sevgiler sana!.. Saygılar sana!..
Minnetler sana!..
KAYNAK: Cihan Dura, Atatürk
Devrimi Yarım Kaldı, Kayseri 2000, ss.252-255
|