23 Aralık 2013 Pazartesi

TÜRK AYDINLANMASI’NIN ÖLÜMSÜZ BEKÇİSİNE



Cihan Dura   

Menemen’de iki ulu anıt yükselir: Biri Şehit Kemal Anıtı’dır; öbürü Kubilay Anıtı... Bu anıtlar, ikisi birlikte, ne güzel anlatır ulusal bağımsızlığımızın temellerini. Çünkü birincisi dış düşmana, öbürü iç düşmana karşı kurtuluşumuzu simgeler.
Çünkü ilki, Bağımsızlık Savaşımızda ilçeyi düşmana teslim etmeyen, hükümet binasından ayrılmayarak şehit düşen Kaymakam Kemal Bey’in anısına; öbürü iç düşmana, Skolastik zihniyete tek başına karşı çıkıp şehit düşen Asteğmen Kubilay’ın anısına dikilmiştir.
Şehit Kemal Anıtı bize, Bağımsızlık Savaşımızın yasını ve sevincini hatırlatır.
Kubilay Anıtı ise, Dogmatizmin boyunduruğundan kurtuluş savaşımızı!..
1930 Türkiye’si... Demokrasi ideali ile, yepyeni ve laik bir cumhuriyet kurulmakta, halk çağdaş uygarlık düzeyine erişme ülküsüyle ileri yürümektedir. Kulluktan yurttaşlığa geçilmekte, ulusal bir kültür yaratılmaktadır. Başdöndürücü bir sanayileşme süreci başlamak üzeredir.
Ancak, yurtta bu büyük değişime karşı olanlar da vardır. Sinmiş, ancak pusuda, bir fırsat çıksın bekliyorlar. Tüm reformlara karşın, ortam da buna elverişli... Çünkü yüzyılların pası, kiri ve karanlığı birkaç yılda silinemiyor.
Kubilay’ın yakın arkadaşı Kemal Üstün; 23 Aralık 1930 sabahı, keskin ve dondurucu bir soğukta okul yolundadır[i]. Sokaklar ıssızdır; pencerelerden tedirgin yüzler görünüp, telaşla içeri çekilmektedir. Olağan değildir bu!..
Okula vardığında, öğretmen arkadaşlarından dinler olup biteni; Kubilay’ın, kanıyla yazdığı destanı!..
Öğleye doğru, askeri birlikler girer Menemen’e. Sokağa çıkma yasağı da kaldırılınca, Kemal Üstün; arkadaşlarıyla üzüntülü ve düşünceli, olay yerine, Belediye Meydanı’na yollanır. Çevrede, birçok yapı makineli tüfek mermilerinden delik deşiktir. Camiye yakın kaldırım kenarında, sakallı üç ceset yatmaktadır. Bunlar; daha sabah, “Bize kurşun işlemez!..” diye bağrışıp tepinen sözde “mehdiler, İslam’ın koruyucuları”dır. Halk; yobazların bu perişan durumuna, ibret ve tiksintiyle bakmaktadır. Gözleri yaşlı, öbür yerleri de gezerler; Kubilay’ın başının kesildiği, bekçilerin şehit düştüğü, yeşil bayrağın dikildiği yerleri de!..
İnsan, Menemen Olayı’nı konuyu yakından bilenlerin kaleminden okudukça, kimi veriler karşısında ürker; bugünkü Türkiye’nin gerçekleriyle -ne acıdır ki- benzerlikler görüp kaygıyla ürperir. Ancak karamsarlığa düşmez. Görelim nedenlerini bu kaygının da, bu iyimserliğin de:
1) Olay, Atatürk’ün, demokrasiye geçişi ikinci kez denediği döneme rastlar. Yeni bir parti, “Serbest Cumhuriyet Fırkası” kurulalı daha birkaç ay olmuştur. Politik ortam “daha özgür, daha demokratik”tir. Ne var ki irtica her demokratik açılımda azmıştır. Bu kez de ortamı elverişli görüp pusudan çıkmış, çıkarcı kimi çevrelerle birlikte, laiklik ilkesini -bugün olduğu gibi- kendi amaçlarına göre kullanma çabasına girişmiş, yeşil bayraklar açmıştır. Gazi Mustafa Kemal ve arkadaşları; -kendilerinden sonra gelecek olan “devlet adamlarımızın” aksine- durumun nereye varacağını kısa sürede sezer ve gerekli önlemleri duraksamadan alırlar. Yobazları azdıran, işte bu birkaç aylık göreli demokratik ortamdır.
Gericiler; benzer fırsatlara sonraki yıllarda, özellikle 1980 sonrasında yeniden kavuşmuşlar ve yine aynı -ya da benzer- suçları işlemişlerdir. Örneğin, TCK’nun din devleti kurmak isteyenlere yasak getiren 163. maddesi kaldırıldı. Şeriatçı siyasal oluşumlara göz yumuldu. Bir “şaibelinin aklanması” uğruna, Devlet; irticanın başına teslim edildi. Yapılanları ve sonucu 1997 yılında hep birlikte gördük.
2) Olayı başlatan altı yobazdan en yaşlısı olan Derviş Mehmet, İstanbul Erenköy’de bir köşkte oturan Nakşibendi Şeyhi Esat’ın müridi ve has adamıdır. Manisa Nakşibendi hocası Laz İsmail’in de etkisi altındadır. Hareket; Laz İsmail, Şeyh Esat Efendi ve oğlu tarafından, birlikte hazırlanmıştır. Askerî mahkemede olaya başka Nakşibendilerin de karıştığı belirlenmiştir. Demek ki olayın ardında bu tarikat vardır.
Bilindiği gibi, Nakşibendilik -Şerif Mardin’in deyişiyle- en “çarpıcı bir rejim düşmanı” görüntüsü verir. Cumhuriyet’e, Kemalist reformlara ve laikliğe hep karşı çıkmış, bu yolda şiddet kullanmış, politika yapmıştır. Geliştirdiği “ideolojik araçlar”la, halk yığınlarını harekete geçirmede başarılar göstermiştir. Aynı tehlike -12 Eylül darbesinden sonra, kaynağı daha da gürleştiğine göre- bugün de vardır. Çünkü Dogmatizm geçmişte ne yaptıysa, bugün de aynısını yapacaktır. Belki yalnızca girişimlerin yöntemi ve biçimi farklı olacaktır.
3) Olaya dört yobazın yanında katılan ikisi de Hasan adlı kişiler henüz çok gençtir; yaşları 18’i bile bulmamaktadır. Önemsiz gibi görünen bu veri, aslında büyük bir ulusal belanın göstergesidir: Kara irticanın gençlerimizin üzerindeki pençesi, kancası ve tasallutu... Durum ne yazık ki günümüzde de böyledir: Bugün gençliğimizin önemli bir bölümü; Kur’an kurslarında, imam-hatip okullarında, kimi “şaibeli” özel okullarda ve yurtlarda, kafaca ve ruhça kara zihniyetin buyruğunda yürüyecek militanlar olarak yetiştirilmektedir.
4) Derviş Mehmet silahlı adamlarıyla sabah erken, doğru, çarşı içindeki camiye gitmiştir. Camide sabah namazı için gelmiş birkaç ihtiyar vardır. Elebaşı, bunlara kendini “mehdi” olarak tanıtır. Bu, birinci yalanıdır. ikinci yalanı şudur: “İlçe dışında yetmişbin kişilik halife ordusu beklemektedir. Öğleye değin Şeriat bayrağı altında toplanmayanların tümü kılıçtan geçirilecektir.” Sonra üçüncü yalanı savurur: “Bize kurşun işlemez!..” Yobazın temsil ettiği zihniyet, tarih de tanıktır ki, büyük oranda yalana dayanır. Yüzyılların oluşturup biriktirdiği yalanlar, Cumhuriyet’ten sonra da yok olmamıştır. Bugün de, yenileri katılarak, halk katmanlarına -daha yaygın ve daha hızlı olarak- aktarılmakta; gençlerin, hattâ çocukların beynine tıka basa doldurulmaktadır.
Bu gidiş, tekin değildir. Bataklık gittikçe büyüyor ve derinleşiyor. Kırsalda ve kentlerde 1930’ların köy enstitülerine benzer, halka yönelik eğitim uygulamaları başlatılmadıkça; yeterli sayıda aydınımız, örneğin bir T. Dursun, bir İ. Arsel, bir E. Aydın gibi savaşım vermedikçe, yalana dayalı bu zihniyet karşısında kalıcı utkular kazanmak zor olacaktır.
5) Olayı bastırma görevi, Asteğmen Kubilay’a verilmiştir. Kubilay -K. Üstün’ün anlattığına göre- ulusal konularda duyarlı ve titiz, ideallerine bağlı, okumaya düşkün, tartışmayı seven, hareketli ve etkileyici bir gençtir. Daha 24 yaşındadır. Menemen’de yedeksubay olarak askerliğini yapmaktadır. Aldığı emir gereği, birliğiyle hemen yola çıkar. Eğitim çalışmaları yaptıklarından, üzerinde silah, erlerinde mermi yoktur. Meydana yakın bir sokakta askerlerini durdurur ve süngü taktırır. Yalnız kendisi ilerler ve meydana varır. Silahlı yobazların karşısına tek başına  çıkar. Şimdi, bu tabloyu akılda tutarak, Şubat 1923’e dönelim. Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya kulak verelim:
“Ben kişisel olarak [hoca kılıklı sahte din adamlarının] düşmanıyım. Onların olumsuz yönde atacakları her adım, benim ulusumun yüreğine yollanmış zehirli bir hançerdir. Benim ve arkadaşlarımın yapacağı şey, o adımı atanı tepelemektir. Dahası, bunu sağlayacak yasalar olmasa, bunu sağlayacak meclis olmasa, böyle adımlar karşısında herkes çekilse ve ben kendi başıma yalnız kalsam, yine tepelerim.”
Kubilay; 23 Aralık 1930 sabahı, sanki Atatürkleşmiştir: Karşısında sahte din adamını, amansız düşmanını görmüş; onun, ulusun yüreğine savurduğu zehirli hançeri fark etmiş ve anında, yapacağı tek şeye odaklanmıştır: O adımı atanı tepelemek!.. Gerçekten herkes çekilse, çevredeki halk kaçışsa, ortada kimse kalmasa bile, ideali ve görevi uğruna tek başına ileri atılmakta bir an bile duraksamamıştır.
Öğretmen Kubilay! Ey Türk Aydınlanmasının ölümsüz bekçisi!..
Sen, biz Atatürkçüler için, düşünce ve eylemde en anlamlı örneklerden birisin! Sende yeniden doğuyoruz; seninle kendimizi aşıyor, büyüyor ve çoğalıyoruz. Seni daha iyi araştırmak, daha yakından tanımak, seni sık sık düşünmek başta gelen bir görevimiz...
Sevgiler sana!.. Saygılar sana!.. Minnetler sana!..  

KAYNAK: Cihan Dura, Atatürk Devrimi Yarım Kaldı, Kayseri 2000, ss.252-255


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder