15 Nisan 2013 Pazartesi

TÜRKİYE CUMHURİYETİ Suay Karaman




TÜRKİYE CUMHURİYETİ

Suay Karaman

Toplum olarak yaşadığımız akıl tutulması en sonunda büyük önderimiz Atatürk’ümüze, devletimizin adına ve bayrağımıza kadar uzandı. Emperyalist güçler son vuruşu yapmak için, bu konuda sürekli olarak bizleri denemektedirler.

Yıllardır Atatürk’ün resimlerinin kaldırılması ve Kemalizm’den vazgeçilmesinin istenmesine gerekli tepki verilmemesi üzerine, emperyalist güçlere şimdi devletimizin adı ve bayrağımız da batmaktadır.

Son günlerde devlet kurumlarından Türkiye Cumhuriyeti’nin kısaltması olan T.C. harflerinin kaldırılması uygulamaları başlatılmıştır. Gelen tepkiler üzerine yine eskiye dönülmüştür ama bir kez yol açılmıştır. Bunun yanında Türk kimliği düşmanlığı da açık açık yapılmaktadır. Bütün bunlar yaşanırken ve tartışmalar sürerken, TBMM’deki muhalefet kulisi girişindeki amblemin üzerinden Türk bayrağı kaldırılmıştır. Halen Türk sözcüğünü bir ırkın adı olarak gören sığ beyinler gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunan emperyalizmin maşalarıdır.

Emperyalist ABD’nin dış politikasının etkin isimlerinden David Phillips, 2007 Eylül ayında Türkiye’de hükümet tarafından ağırlanmış ve yaptığı görüşmeler sonucunda “PKK’nin Silahsızlandırılması, Dağıtılması ve Yeniden Entegre Edilmesi” başlıklı bir rapor hazırlamıştı. ABD’de kurulu Atlantik Konseyi isimli kuruluş 2009 Haziran ayında “Türkler ve Irak Kürtleri Arasında Güven Tesisi” adında bir rapor hazırladı. Bu rapor da yine David Phillips tarafından hazırlanmıştı. Proje grubunda eski ABD Ankara Büyükelçisi Ross Wilson, ABD’li General Charles Wald ve Soros’un kurduğu Açık Toplum Enstitüsü’nün politika analizcisi Mike Amitay de bulunuyordu.

Hazırlanan bu raporlardaki görüşler ve öneriler, Türklerle Irak Kürtlerinin 13-15 Nisan 2009 tarihinde Washington’da yaptıkları toplantıdaki görüşmelere ve David Phillips’in Türkiye ve Irak’taki görüşmelerine dayanmaktadır. Bu raporlar dikkatli okunursa görüş ve öneriler Büyük Ortadoğu Projesi’nin nasıl uygulanacağını anlatmaktadır. Bu raporlarda terörün çözümü için Türkiye’nin sürdürülebilir demokratikleşmesi ve aynı zamanda PKK terör örgütü liderleri ile birlikleri için af organizasyonu yapılması savunulmaktadır. Türkiye’nin sürdürülebilir demokratikleşmesi için Kürt kimliğinin anayasada tanınması ve Türklüğün kaldırılması gerektiği açıklanmaktadır. Bugün yeni anayasayı hazırlamakla görevlendirilen komisyonun, bu önerilerin dışına çıkabileceğini düşünmek saflıktır. Siyasi iktidarın bugün uygulamaya koyduğu her şeyi bu raporlarda sırasıyla görmek mümkündür.

Hükümet üyeleri Türk milleti sözcüğünü kullanmamaktadırlar. Yapılmak istenen yeni anayasada, emperyalizmin taşeronu PKK terör örgütü Türk milleti, Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti gibi tanımlamaları istememektedir. Aynı niyet siyasi iktidarda da vardır.

Yeni anayasa adı altında bir rejim değişikliği yapılmak istenmektedir. Yakın bir gelecekte bütün eksikliklerine karşın bugünkü rejimi ve devlet yapısını arayacak duruma düşebiliriz. 12 Haziran 2011 tarihinde seçilen bu TBMM’nin mevcut anayasayı, değişmez maddeleri de dahil olmak üzere, tümüyle ortadan kaldırarak, yepyeni bir anayasa yapmasının hukukumuzun temel ilkelerine aykırı olduğu kesindir. Çünkü bu meclis dört yıl için yasama yetkisi almış ve üyeleri mevcut anayasaya bağlılık yemini etmiştir. İşte bütün bunlardan ötürü, bu meclisin yeni bir anayasa yapma yetkisi yoktur.

Ülkemizin bugün getirildiği durumda ya ihanetten yanasınız, ya da yurtseversiniz; bundan sonra başka seçeneğiniz kalmamıştır. Büyük kurtarıcımız Mustafa Kemal Atatürk’ü özümseyemeyenler ile Atatürk Milliyetçiliğini anlayamayanlar “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına, Türk Milleti denir.” ifadesi üzerinde düşünmelidirler ve Türkiye Cumhuriyeti’nin sonsuza dek yaşayacağını bilmelidirler. Anayasamızda da yazıldığı gibi “Türk Devleti'ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk'tür.”; Ne Mutlu Türküm Diyene…


İlk Kurşun Gazetesi, 15 Nisan 2013.


İŞGAL ALTINDAKİ İSTANBUL’DA YARGILAMA / Fethi KARADUMAN



İŞGAL ALTINDAKİ İSTANBUL’DA YARGILAMA/ Fethi KARADUMAN


Padişah Vahdettin, 8 Ocak 1919’da bu suçluları yargılamak üzere özel mahkemeler kurdurur ve İngiltere Yüksek Komiseri Calthorpe’un 10 Ocak günlü raporuna göre; “İngilizlerin istediği her kişiyi, cezalandırmaya hazır olduğunu” bildirir.”

Yalnız Tahtının geleceğini düşünen Sultan Vahdettin, 23 Kasım 1918’de, Dailly Mail muhabirine verdiği demeçte, Ermeni olayları konusunda soruşturma açılacağını, gerekli cezaların verileceğini açıklar:
“Türkiye’de bazı siyasal komiteler tarafından Ermenilere yapılan muameleyi büyük bir üzüntüyle öğrendim. Bu gibi kötülükler ile aynı vatanın evlatları arasında baş gösteren karşılıklı kırımlar, kalbimi kırdı. … Bu olaylara yol açanların son derece şiddetli cezaya çarptırılması için soruşturma açılmasını buyurdum.”
Bir süre sonra Tevfik Paşa Hükümeti, 27 İttihatçı önderi tutuklatır. İngiliz Yüksek Komiseri Calthrope, bunun iyi bir başlangıç olduğunu Londra’ya duyurur. Tutuklamalar birbirini izler, İttihatçıların önde gelenleri, memurlar ve hatta Parti’nin illerdeki sekreterleri tutuklanır. Yurdun her yanına kurulan Sıkıyönetim Mahkemeleri işlemeye başlar. İlk idam, Yozgat’taki Ermeni göç olayları yüzünden BOĞAZLIYAN KAYMAKAMI KEMAL BEY’e verilir. Aynı durumdaki eski Diyarbakır Valisi Dr. Reşit intihar eder. Bayburt Kaymakamı Nusret ise, daha sonra asılır. (D. Avcıoğlu)
TEVFİK PAŞA HÜKÜMETİ, 1919 YILININ İLK GÜNLERİNDE BAŞKENT İSTANBUL’DA BAZI KİŞİLERİ TUTUKLAMAYA BAŞLAMIŞKEN, İNGİLİZLER DE SINIR BOYLARINDA CEPHELERDE TÜRK SUBAYLARINI TUTUKLUYORDU. İSTANBUL HÜKÜMETİ İLE İŞGALCİLER İKİ KOLDAN İŞ YÜRÜTÜYORDU. TUTUKLAMALARLA YÜREKLERDE BİR KORKU UYANDIRARAK, TOPLUMU YILDIRMA VE SİNDİRME HAREKÂTI BAŞLADI.
İngiliz Yüksek Komiseri Calthorpe, 1 Şubat 1919 günü, Osmanlı Dışişleri Bakanına bir nota vererek, İngiliz savaş tutsaklarına kötü davranmaktan sanık 23 Türk yurttaşının İngiliz askeri makamlarına teslim edilmelerini ilk kez resmen ister. İngiliz Yüksek Komiserliği daha önceden verdikleri listeleri sözlü olarak iletirken, suçlu saydıkları kişileri, bu kez kendilerinin yargılamak üzere istemeleri üzerine, Tevfik Paşa Hükümeti, tüm işbirlikçi tutumuna karşın, devletin egemenlik hakkına ilişkin olduğu gerekçesiyle bu isteği kabul edilmez.
 Direniş askerlerden, Harbiye Bakanlığı’ndan gelir. Teslim edilmesi istenen kişilerin çoğu asker kökenlidir ve bir Türk askerinin İngiliz Savaş Mahkemesinde yargılanması egemenlik hakkını örseleyeceği gibi askeri onur açısından da kabul edilemez görülür. Kaldı ki, o günkü uluslararası hukuk çerçevesinde bile İngilizlerin bu isteminin haklı hiçbir dayanağı yoktur.
Askerlerin de karşı çıkmasıyla Osmanlı Dışişleri Bakanı Reşit Paşa, 16 Şubat 1919 günü, İngiliz Yüksek Komiserine hukuk temeline de oturtulan onurlu bir yanıt verir:
“… Belirtmem gerekir ki, Ekselanslarının bu isteğinin yerine getirilmesi, Hükümeti Şahane’nin kendi egemenlik haklarıyla doğrudan doğruya çatışır. Çünkü devletler hukukunda her devlet, kendi yurttaşlarını, kendi topraklarında işledikleri suçlardan ötürü kendi mahkemelerinde yargılatmak hakkına sahiptir.
… Ekselanslarına şunu teklif ederim: Amaç suçluları cezalandırmak olduğuna, Mütareke sözleşmesi de bu kimselerin Müttefik mahkemelerine tesliminden söz etmediğine göre, bu kimselerin Osmanlı adaletine teslimini, bunu yapabilmek için de suç eylemleriyle ilgili olarak Ekselanslarının elindeki bilgilerin bana gönderilmesini…” ister. (F.O. 371/4172/38724, aktaran, B. Şimşir)
Padişah Vahdettin, bu onurlu yanıttan 15 gün sonra Tevfik Paşa Hükümetinin yerine, İngilizlerle işbirliğini uşaklık boyutunda sürdüren, ülkesine ve ulusuna ihanet eden DAMAT FERİT PAŞA HÜKÜMETİNİ getirecektir.
DAMAT FERİT İŞBAŞINA GELİR GELMEZ İNGİLİZLERİN İSTEĞİNE BAĞLI OLARAK HUKUK DIŞI TUTUKLAMALARA HIZ VERECEKTİR.
Damat Ferit’te BEKİRAĞA BÖLÜĞÜ’nde tutuklu bulunan Türk ileri gelenlerini Malta’ya sürmeleri ve isterlerse yargılamaları için İngilizlere başvuruda bulunmaktan çekinmeyecektir.
Aslında Hürriyet ve İtilaf Partisi, sırtlarını işgalci güçlere dayayarak iktidara gelmeyi ve İttihatçılardan hesap sormayı hep istemiştir. Siyasi hırslar, öç alma duyguları olaylara ortam hazırlayacaktır. İngiliz Yüksek Komiserliğinden General W. H. Deeds, 27 Şubat 1919 günü raporunda bu durumu ve amaçlarını açıkça belirtir:
“İktidara gelmemiş olan muhalefet (Hürriyet ve İtilaf Partisi), İngiltere desteğini sağlamak için birçok girişimlerde bulundu. Her gelişlerinde hep şu güvenceyi verdiler: İngiltere Hükümetinin, İttihat ve Terakki Komitesi’ni, Ermeni kırımından ve Rum sürgününden sorumlu olanları cezalandırmak istediğini bilmektedirler. Şimdiki Hükümet (Tevfik Paşa hükümeti) bunu yapamayacaktır. Kendi partileri ise yapabilecek durumdadır. Bunun için İngiltere’nin desteğini sağlamak istemektedirler.
Bu güvenceye her zaman şu karşılık verildi: İngiltere Hükümeti Yalnızca cezalandırmayı istiyor değildir; suçluların cezalandırılmalarını sağlamak niyetindedir. Bu konuda enerjik davranacak hükümeti, enerjik olmayan hükümete yeğ tutmaktadır.”
Mondros Mütarekesi’nin (Silah Bırakışması’nın) yürürlüğe girmesinin ertesinde, Ermeni milletvekilleri Meclis Başkanlığına verdikleri bir önergede göç sırasında “Bir milyon Ermeni’nin öldürüldüğünü” öne sürerler. Bu savlar karşısında kimi Osmanlı yöneticilerinin suçu ve verilen abartılı sayıları kabullenmeleri ayrıca dikkat çekicidir. Örneğin, İçişleri Bakanı Cemil Bey, Moniteur Oriental’e verdiği demeçte, İttihat ve Terakki’nin savaş yıllarında 800 bin Ermeni’yi öldürttüğünü, 400 bin Rum’u zorla göç ettirdiğini hatta 4 milyon Türk’ü yok ettirdiğini söyleyecek derecede aşırılıklara kaçar. (Prof. Dr. Sina Akşin)
Oysa İstanbul’da İngilizlerin isteği doğrultusunda hukuka uymayan yöntemlerle tutuklamaların başladığı sırada, yönetimdeki Tevfik Paşa Hükümeti, Ermeni savını, Avrupalı yansız yargıçlara inceletmeye karar verir. Osmanlı Hükümeti Şubat 1919’da, savaşa katılmayan, yansız gözüken Danimarka, İsveç, İsviçre, Hollanda ve İspanya hükümetlerine resmen başvurur. Bu ülkelerin her birinden deneyimli ikişer yargıcın Türkiye’ye gönderilmesini ister. Ne var ki, bu durum İngilizler tarafından uygun görülmez. Ne de olsa yansız ciddi bir yargılamada İngiliz yalanları ortaya dökülecek, gerçekler açığa çıkacaktır.
Gerçekten de İngiltere’nin Lloyd George Hükümeti, Türkiye’ye yansız yargıçlar gönderilmesini ve tarafsız soruşturma ve yargılama yapılmasını yoğun diplomatik girişimler ve baskılar sonucu engeller. Ulusal Savaşımı engellemek üzere işgalcilere özgü düşmanca tutumla tutuklamaları sürdürür.
TUTUKLAMA VE YARGILAMA OLAYLARIN PERDE ARKASINDA, İNGİLİZ İŞGAL KUVVETLERİNİN, SULTAN VAHDETTİN VE DAMAT FERİT’E BASKISI VARDIR. HÜRRİYET VE İTİLAF PARTİSİ’NİN BAZI YETKİLİLERİ DE, İTTİHATÇILARDAN İNTİKAM ALMA DUYGULARIYLA HAREKET EDERLER. Bu düşkünlük ve düşmanla yapılan işbirlikçilik, göç olayında, işlenmemiş suçlardan o günkü yöneticilerin sorumlu tutulması sonucunu doğurur.

Silah Bırakışması döneminde işbaşına gelen, emperyalistlerle işbirliği içerisindeki Osmanlı Hükümetleri, Anlaşma Devletleri’nin istediklerini yerine getirmek, ulusal direnişe engel olmak için Divan-ı Harb-i Örfi’leri kullanmışlardır. İşgalci güçlerin cezalandırılmasını istediği her kişi Damat Ferit Paşa Hükümeti tarafından tutuklanarak göstermelik mahkemede yargılanmak üzere BEKİR AĞA BÖLÜĞÜ’ne gönderilmiştir. İngilizler tutuklanma, yargı ve cezalandırma sürecinde etkili ve yönlendirici olmuşlardır.
İngilizlerin, Mondros’tan hemen sonra Damat Ferit Paşa’ya, Osmanlı Devleti’nin başkentinde kurdurduğu Divanı Harp, göçe emir verenlerden başlayarak önce 67 kişiyi tutuklamıştır. Bu sayı önce 144’e sonra da 1397’ye ulaşmıştır. Olaylarda ihmali görüldüğü ileri sürülen 67 kişi kanıt olmaksızın asılmıştır.
Sultan Vahdettin tarafından, 1918’de, 10 Rum milletvekilinin yanı sıra Ermeni milletvekillerinin de bulunduğu Meclisin, Âyan Reisliğine atanan Ahmet Rıza, İttihat ve Terakki Hükümetine karşı olanca kiniyle ateş püskürürken, 21 Ekim 1919 günü, Ayan Reisliğine verdiği önergede; “… Özellikle Arap, Ermeni ve Rum vatandaşlarına Osmanlı tarihinde görülmedik mezalimler (zulümler, can yakmalar, haksızlıklar) yapıldığını” ileri sürerek, canilerin bir an önce pençe-i adalete (adaletin pençesine) teslim edilmelerini hükümetten ister. Ahmet Rıza, Mondros Mütarekesinin ertesi günü bunları söyler. Doğal olarak bu söyleme Türk Milletvekilleri karşı çıkar.
Bu önerge okunduktan sonra Topçu Ferik (Kolordu Komutanı, Korgeneral) Rıza Paşa: “Ya Türk kardaşlarımız!” diye bağırır. Ahmet Rıza, Ermeni ve Rum Ayan tarafından alkışlanır, kutlanır. Ermeni Ayan Azaryan özellikle teşekkür eder, kutlar. Yine Ayan’dan Damat Ferit, Aristidi Paşa gibiler de İttihat ve Terakki Partisi ile hükümetlerini Ermeni, Rum ve Arapların katilleri, canileri diye nitelendirirler.
Milletvekili İlyas Sami; 20 bin 30 bin Ermeni silaha sarılmış, Ruslara yardım ediyorlar. Van’ı basıyorlar. Çoluk çocuk Türkleri kesiyorlar. Van’ı işgal ediyorlar. Ermeni isyanı bunlara yardım ediyor. Diğer mahallelerde de hazırlanıyorlar. İnsaf ve vicdanla düşünelim. Böyle bir durum karşısında herhangi bir hükümet ne yapardı? Yapmayınız, etmeyiniz efendiler diye bu katillere, bu hainlere vaaz ve nasihat mi ederdi? Yoksa kadın, erkek, çoluk çocuk bu eli silahlı katilleri yok mu ederdi?... Ermenilerin Türklerle dolu Anavatanın bir bölümünde Türkleri yok ederek, bir Ermeni Devleti kurmak istedikleri, öteden beri bilinen bir şeydir. Böyle olduğu halde o zamanki hükümetin kabahati vatandaş tanıyarak Ermenileri silahlandırması idi. Ben hükümeti, Ermenileri tenkil (uzaklaştırma) ettiği için değil, onları silahlandırdığımdan dolayı sorumlu ve suçlu sayarım.” sözleriyle bu önergeye yanıt verir.
Topçu General Rıza, Ayan kürsüsünden;GENEL HARP İÇİNDE EN ÇOK ZULÜM GÖREN MİLLETİN TÜRK MİLLETİ OLDUĞUNU VE BÜTÜN YOKSULLUKLAR İÇİNDE ASIRLARCA OSMANLI DEVLETİ’Nİ OMUZLARINDA TAŞIDIĞINI, ONUN KADINLARINA, KIZLARINA, CANLARINA KIYANLARIN; ERMENİLERİN, RUMLARIN, ARAPLARIN NEDEN CEZASIZ KALACAKLARINI” bağıra bağıra anlatıyor, hesap soruyordu.
General Rıza, önergeye Türk kelimesinin konulmasında ısrar ediyordu. En sonunda bir formül bulundu. Buna göre önergedeki millet isimleri kalkacak yerine Osmanlı adı konacaktı. Öyle de yapıldı. Ahmet Rıza bunu kabul etti. General Rıza’ya reislik sordu: “Siz de kabul ediyor musunuz?” General karşılık verdi: “Hayır efendim, Türk kelimesinden neden bu kadar korkuluyor?”
Önerge yeni biçimiyle oy’a sunuldu. Reislik General Rıza’ya “Kabul edildi ve siz yalnız kaldınız!” dedi. General, “Zararı yok, ben Türk Milletiyle beraber kaldım” karşılığını verdi.
İşte devletin en büyük organları, milletin bahtında (yazgısında) söz söylemek yetkisinde olan en büyük kurumlarımız bu durumda bulunuyorlardı. Sallanan Osmanlı İmparatorluğu artık yıkılıyordu. Son nefeslerinde idi[i].

İşgal sırasında Osmanlı Mahkemesindeki yargılamaya tanık olan Yüzbaşı Selahattin gördüklerini anılarında çarpıcı biçimde dile getirir:
İşte bu İstanbul’da, büyük savaş yıllarında Osmanlı Devleti’nin Sadrazamı (Başbakan) olan Sait Halim Paşa ve arkadaşları, savaş suçlusu ve Ermeni katliamından sorumlu olarak yargılanıyorlardı. Duruşmalarından birinde ben de bulundum. Sultanahmet’teki adliye binasında yapılan yargılama dehşet ve heyecan vericiydi. Eski sadrazam ve nazırlar sanık sandalyesine oturmuşlardı. Yargıçlar Kurulu askeri hâkimlerden meydana geliyordu. Sanıkların avukatları Celalettin Arif ve Sadettin Ferit’ti. Bu avukatların birbirini izleyen ve dörder saat süren savunmalarını dinledim. Celalettin Arif diyordu ki:
— BUGÜN HUZURUNUZDA BULUNAN İNSANLAR, VATANLARINI KORUMA GEREĞİNCE, ADINA ERMENİ KATLİAMI DENEN, AMA GERÇEKTE TÜRKLERİ KORUMA NİTELİĞİNDE BULUNAN TEDBİRLERİ ALMAMIŞ OLSALARDI, BUGÜN NE SİZ YARGIÇ NE DE BİZ SANIK SIFATIYLA OTURACAK BİR ÜLKE BULAYACAKTIK VE ŞU MAHKEME KURULMAYACAKTI.
Sadettin Ferit ise hükümetlere isyan eden unsurların başına gelenleri dünyadan örnekler vererek birer birer saydıktan sonra devam ediyordu:
— Hint’te, Mısır’da, İrlanda’da aynı amaçlı nice uygulamalar yapan İngilizler, bu işleri yapanlara kahraman demişlerdi. Biz ise suçlu diyoruz. Şunu belirtelim ki, Türk yasalarında huzurunuza sanık diye getirilenlere verilecek bir ceza yazılı değildir. Türk ulusal vicdanında bu kişiler için verilecek vicdani bir ceza yoktur. Buna rağmen Yargıçlar Kurulu bir ceza verirse, milli vicdan bunu saygıyla karşılamayacaktır. Ve tarih, müvekkillerimi büyük adamlar, vatan görevini yapmış adamlar diye nitelemekte direnecektir. Yargıçlar Kurulu’nu, düşman süngüsü altında, vicdanlarına aykırı ve ülke çıkarlarına ters karar veren bir kurul diye düşünecektir.
Doğan heyecan, halkın yakın ilgisi ve tepkisi karşısında hükümet bu yargılamaları sürdüremedi. Mahkeme bir karara varamadan İngilizler ilgilileri cezaevinden toplayıp bir vapura doldurarak Malta Adası’na götürdüler[ii].
Olaylara bakan mahkemelerin suç unsuru bulamamaları nedeniyle yargılamalar aylarca sürmüş, İttihat ve Terakki’nin ileri gelenlerinin topluca ve işgalci güçlerin istediği biçimde cezalandırılmaları halkın da tepkisi üzerine mümkün olamamıştır. Bu durumdan rahatsızlık duyan Damat Ferit, 5 Nisan 1920’de dördüncü kez geldiği Sadrazamlık görevi sırasında NEMRUT MUSTAFA PAŞA DİVANI HARBİ OLARAK BİLİNEN OLAĞANÜSTÜ YETKİLERE SAHİP YENİ BİR DÜZMECE MAHKEME KURDURMUŞTUR.
Bu Mahkeme, 26 Nisan 1920’de yayımladığı Divanı Harplerin Teşkilat ve Vazifeleri Hakkındaki bir kararname ile sanıkların savunma ve avukat tutma haklarını ellerinden almıştır. Ayrıca Mahkeme halka açık olmayacak ve kararları temyiz edilemeyecektir.
Anılan Mahkemede, sanıklar hakkında Ermeni ve Rum tanıkların suçlayıcı ifadelerinin gerçek olup olmadığı incelenmeden kanıt olarak değerlendirilmiş, yalancı tanıklar ve önyargılarla, hukuksuz biçimde yapılan yargılamalar sonucunda, sanıklar için -adalete aykırı ve haksız olarak- idam da içinde olmak üzere değişik cezalar verilmiştir.
Sevr anlaşmasının 7. maddesine dayandırılarak göç (tehcir) olayının sorumluları yargılanmıştır. Ne var ki, işgalci emperyalist güçlerin kontrolü altında bulunan Osmanlı Devleti’nin başkenti İstanbul’da tüm belgeliklerin araştırılmasına karşın, suça konu olacak kanıt olmadığından açılan davalar aklanmayla sonuçlanacaktır. Bu arada birçok Osmanlı devlet adamı ve yöneticisi suçsuz yere ya asılacak, ya da hain pusularda saldırıya uğrayarak öldürülecektir.

ERMENİ SORUNU (ENTRİKACININ KOMPLOSU) – Fethi KARADUMAN



[i] M. Esat Bozkurt, Atatürk İhtilali, Kaynak Yayınları, s.285–286–287–288
[ii] İlhan Selçuk, Yüzbaşı Selahattin’in Romanı, k. II. s.35–38

14 Nisan 2013 Pazar

Zahide Uçar: Anadolu Şehir Devletçikleri Kurma Hayali


Hırslarının kölesi, nefsinin hizmetçisi, Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Devletinin düşmanı bir zatı kullanarak ulus devleti Anadolu şehir devletçiklerine dönüştürmek isteyenler, Baskın Oran üzerinden hedefini duyurdu.
Baskın Oran;
“İkiye bölmek yetmez, Türkiye’yi tümden bölelim! Özerklik sadece Kürtlerin yaşadığı bir yerde olmasın. Tüm Türkiye özerk yapılara ayrılmalı.Özerklik sadece Kürtlerin yaşadığı bir yerde olmasın. Tüm Türkiye özerk yapılara ayrılmalı. Özerklikle ilgili bir soruya ise, “Özerklik sadece Kürtlerin yaşadığı bir yerde olmasın. Tüm Türkiye özerk yapılara ayrılmalı.”
Diyor.
Cesarete bak(!)..
Bu adamlar geçmişte de “halklara özgürlük” sloganıyla “solcu aydın” adama oynamışlardı(!).
Ne demektir halklar? Erdoğan’ın sürekliği saydığı “Laz, Kürt, Çerkez, Gürcü “ gibi etnik milliyetçiliğin, yani bölücü faşizmin sol kılıf geçirilmiş şeklidir.
Din tüccarları ile emperyalizmin sol kılıf geçirdiği satış elemanları nasıl bir araya gelip iş birliği yaptı sanıyorsunuz? Kuklacı tek olunca, kuklaların aynı sahnede yer almasından daha doğal ne olabilir ki?
Erdoğan hükümeti bütün Anadolu’yu kiliselerle donattı mı? Donattı. Trabzon Sümela Manastırı Müzesini Rum Pontus Devletini yeniden hayata geçirme hedefi olanlar için ayine açtı mı? Açtı. Rumları tekrardan Anadolu’ya yerleşmeleri için davet etti mi? Etti. Oysa Rumlar mübadele ile gitmişlerdi. Yunanistan’daki Türkler de Türkiye’ye gelmişti.
Erdoğan ve Ahmet Davutoğlu Ermenileri “eski topraklarınıza geri dönebilirsiniz” diyerek davet etti mi? Etti. Van Gölünde Akdamar adasında bulunan Ermeni kilisesi onarılıp bir de çan takıldı mı? Takıldı. Ermenistan’a açılış için davet gönderildi mi? Gönderildi. Peki o Ermenistan en vahşi soykırımı 21. Yüz yılın başında Karabağ’da Azerbaycan Türklerine uygulamadı mı? Uyguladı. Karabağ’da camiler ne oldu? Yıkıldı. Ahır oldu. Domuz barınağı oldu. Kaldı ki Akdamar adası tarihe tecavüz adası olarak geçmişti. Van’da; kadın, çocuk, yaşlı dedeleri acımasızca katleden, kuyulara dolduran Ermenilerin zulmünden kaçan Türkler, Van gölü üzerinde çalışan Ermenilere ait gemilere çağırıldı. Can havli ile gemilere binen Müslüman Türkler tuzağa düştü. Erkekler göle atıldı. Kadınlara “Erdoğan hükümetince tamir edilen kiliseye götürülerek” günlerce tecavüz edildi. Kaçabilen Müslüman Türk kadınları Van Gölüne atlayarak intihar etti.
Yalova’da ASEF(Asılsız Ermeni İddiaları İle Mücadele Derneği) Başkanı Van Akdamar Adasında öldürülen, intihar eden Müslüman Türk kadınları hatırasına bir anıt yapmak için izin istedi. Ermenistan ile gelişen ilişkileri bahane ederek izin verilmedi(!)..
Erdoğan Gökçeada’da Rum vatandaşlarımıza kimliğinize sahip çıkın mealinde laflar etmişti. Ne gariptir ki, aynı Erdoğan Almanya’daki vatandaşlarımıza da “Alman Vatandaşı olmalarını” tavsiye etmişti(!)..
HES projeleri var ya? İşte o projelere çok dikkat etmeliyiz. 2000 civarında suyumuz HES adı altında küresel şirketlere kaynağından denize ulaştığı yere kadar 49 yıllığına veriliyor.
Türkiye’de doğa vahşi bir talana sunuldu. Akarsular üzerine HES’ler inşa ediliyor, daha sonra HES’ler uluslararası ve yerli dev şirketlere satılarak su kullanım hakkı, bölge halkının, doğal yaşamın elinden alınıyor.
Bu durumda suya erişemeyen köylüler yerlerini terk etmek zorunda kalacaktır. Hindistan’da köylüler 2012 yılında sularını kaybetti. Köylerini, arazilerini terk etmek zorunda kaldı. Şehirlerde sefalete sürüklendi.
Antalya köyleri 2B tezgahı ile boşaltılmak isteniyor. Antalya köylerinde Yörükler yaşar.
Mustafa Kemal Atatürk’ün;
“Arkadaşlar gidip Toros dağlarına bakınız; eğer orada bir tek Yörük çadırı görürseniz ve o çadırda bir duman tütüyorsa, şunu çok iyi biliniz ki bu dünyada hiçbir güç ve kuvvet asla Türk’ü yenemez.”
Dediği Yörükler… Atatürk’ün Yörükler hakkında bir sözü daha vardır;
“Yörüklere ve keçilerine dokunmayın! Onlar Osmanlı’ya boyun eğmedi, zulme rıza göstermezler haberiniz olsun!”
Yörükler(yürüyen Türk) atalarının toprağına sahip çıkmak için direniyor. Yörüklere mutlaka el vermeliyiz.
Sinsi bir proje yürütülüyor. Ermeniler, Rumlar Anadolu’ya geri dönsün diye davet ediliyor. Kiliseler hazırlandı. Türk toprakları “tarım arazileri dahil” yabancılara karşılık aranmaksızın satılıyor.
2002 yılında 1.2 milyon metrekare olan toprak satışı 2011’de 18.4 milyon metrekareye ulaştı. Sermayesi yabancı şirketlere satılan taşınmazların sayısı ise 13 bine ulaştı.(Kaynak: Yeniçağ Gazetesi)
Türkiye savaşmadan, örtülü bir savaşla sessizce işgal ediliyor. Bu işgal anlaşılmasın diye 2002 yılından beri siyasi iktidar suni gündemler yaratıyor. Gerçekte ise toplum mühendisliği görevini yürüten CİA elemanları, “Erdoğan’ın konuşmalarını yazdığı söylenen 3 Amerikalı” toplumu manipüle ederek karartma uyguluyor.
Artık sona geldiğini düşünen ihanet elemanları, ihanet fişeği atılmış gibi sahaya fırlıyor.
Türk Milleti’ni bölünmeye razı etmek için seçilen SAKİL görevliler, asıl oyunu açık ediyor.
Anadolu’da yerleşim yerleri değiştirilecek. Zorunlu nüfus kaymaları yaşanacak. Aralara yerleştirilecek farklı kimlikler koloniler oluşturacak. Milletin çimentosu kırılacak.
Hırsları ve kininin kölesi olan Erdoğan, zaaflarının ve bilgisizliğinin esiri olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Atatürk’e olan düşmanlıkları; küresel elit tarafından fırsata dönüştürülerek kullanılmıştır.
Erdoğan’ın yetkisi;
Amerika’nın işgal ettiği ülkelerde görevlendirdiği “Amerika Valisi” kadardır. Türkiye’nin yönetimi Erdoğan’ın elinden çıkmıştır. İnternet ortamında gezen “2 Erdoğan” başlıklı sunumda çelişkili kişilik olarak sunulan Erdoğan’ın asıl çıkmazı “esaretidir.” Bir konu hakkında önce kendi fikrini söylüyor. Kulağı çekilince, eline verilen ev ödevini okuyor.
Asil Türk Milleti için bundan daha ağır bir hakaret olamaz.
Kripto Ermeniler, Siyon dinciler el ele vermiş, küresel elitin rehberliğinde Anadolu’yu koloni çöplüğüne çevirip Türksüzleştirmek için var gücüyle çalışıyor.
“2013 tarihinde bu projeyi tamamlayın” diye talimat verilmiş olmalı ki…
Cemil Çiçek parçalanma anayasası için “acelemiz var” diyor.
Mevcut Anayasa ile ülke yönetilemiyormuş(!)..
Türk Milletinin yeni bir Anayasaya ihtiyacı yok ama AKP’nin var. Çünkü mevcut Anayasaya göre sürekli suç işliyorlar. Çok ağır Anayasa ihlalleri yaptılar. Yeni Anayasa sadece bölünmeyi getirmeyecek. AKP’nin suçlarına da “AF” getirecek. İşledikleri ağır suçlar suç olmaktan çıkarılacak. O nedenle seçimden önce kendilerini aklama Anayasasını çıkartmak
istiyorlar.
Olmayan muhalefetin olmayan dikkatinden kaçmış madem. O zaman biz söyleyelim:
AKP seçim sonuçlarından emin değil ve korkuyor. İstedikleri sonuçları alamamaları durumda yargılanacaklarını düşünüyorlar.
Muhalefet partileri Erdoğan ve ekibini kurtarma komisyonunda oturmaya devam ediyor.
Müzelik muhalefet. Dünyada başka benzerleri olmadığı için korumaya almalıyız(!)..
Not: Başı seccadeye değen başbakan diyen yandaşlara notumdur: Erdoğan hedefe ulaşmak için nasıl demokrasi trenine bindi ve hedefe ulaştığında ineceğini söyledi ise;
Dinin de “hedefe ulaşmak için bindiği bir tren” olduğu ortaya çıkmıştır. O dinler arası diyalog eş başkanı olduğunda din treninden indi ama gözüne perde inenler TRENE BAKMAYA devam ediyor.
Din Treninden inmekle kalmadı, o treni “Haçlı Savaşı” açan şeytanların yanında Müslüman dünyanın üzerine sürdü. Irak’tan Libya’ya… Afganistan’dan Suriye’ye kaç bin Müslüman öldürüldü biliyor musunuz? Kaç kadın tecavüze uğradı haberiniz var mı? Afganistan’da Amerikalı ve işbirlikçilerinin fuhuşta kullandığı 8-9-10 yaşlarındaki erkek çocuklarını biliyor musunuz? Fuhuşa sürüklenen Iraklı Müslüman kadınlardan sonra yaşı küçük Suriyeli kızların İstanbul’da satıldığından haberiniz var mı?
Türkiye’de AKP politikalarından utanç verici payını aldı. AKP’nin iktidara geldiği 2002’de 25 bin hayat kadını vardı. Bugün ise 100 bin civarında. Yani AKP döneminde 75 bin kişilik artış var. Bu rakam devletin telaffuz ettiği rakamdır. Evli binlerce kadın internet üzerinden yüzünü göstermeden sanal fuhuş yapıp para kazanıyor.
Kıblesi Amerika, pusulası Tel Aviv olan başbakanınızın başı seccadede imiş(!)..
Lawrıns’ta namaz kılmıştı(!).. Vahhabiliği kurdu.
Erdoğan’da Evangelist Kabala Müslümanlığı diye bir din kuruyor. Hayrını görün.
Sizlerin dininden ben Allah’a sığınırım.
İLK KURŞUN