Emperyalist
alçaklığın doğrudan ürünü bir cinayetin aklanması veya hatırlatılması değil
dertleri. Bundan 100 yıl önce Balkanlar ve Anadolu’da işlenen ve en ağır bedeli
kadim Ermeni toplumunun ödediği, ama Rumluğun da Türklüğün de büyük acılar
çektiği kitlesel cinayetlerin hesabını sormak hiç değil. Savundukları, bu
cumhuriyetin tarihsel hiçbir meşruiyeti olmadığı tezidir. Türkiye Cumhuriyeti
doğmamıştır, yaşamamıştır, baştan sona cani bir gasp devletidir, gasp
ettiklerini geri vermeli ya da tazmin etmelidir. Fakat tazmin edebilse bile,
“modern” dünyada bir “soykırım cumhuriyetinin” yaşama hakkı yoktur. Hücrelerine
kadar arındırılmalı, temizlenmeli, geriye ne kaldıysa onlarla oradan devam
etmelidir. “Parçacıklar siyaseti” işlemelidir.
Örnek mi?
Çok. Ama
siz, birer soykırım cumhuriyeti olduğu iddia edilmeksizin ortadan kaldırılmış
ülkelere bakarsanız, Yugoslavya’dan başlayıp ondan önce biraz da Doğu Avrupa’ya
(mesela Çekoslavakya’ya) gider ve sonrasında da Irak-Suriye-Libya hattında
eyleşirseniz, Türkiye’den ne çıkarılacağını görebilirsiniz.
Türkiye
artık yolun sonuna getirilmiş bir gasp kalesidir Batı’nın gözünde. Yugoslavya-Suriye-Irak
arası bir kaderle ortadan kaldırılması veya birkaç küçük etnik-dinci mafya tipi
parçacıklar devleti halinde “idamesi” beklenmektedir. Bu kaderin önüne sadece
sosyalizmle geçilebileceğini ise bir avuç Türk ve Kürt sosyalisti anlatmaya çalışıyor.
Çalışıyoruz. Son nefesimizi vermeden de bu kavgayı bırakacak değiliz.
Papa’nın
son konuşmaları ve onu önceleyen kitaplardaki tezleri yorumlamaya gerek bile
yok, o kadar net: Bu soykırım sadece Ermenilere değil, Rumlara ve
Süryanilere de yapılmıştır ve Türkiye Cumhuriyeti, 2.5 milyonla “tarihin en
büyük Hıristiyan soykırımının” üzerinde yükselen bir haydut devlet olarak
ortada durmaktadır. Anadolu’dan esas olarak Ortodoksluğun temizlenmesi artık
göz ardı edilmekte, Katolik ve Protestan kurbanlar da bu soykırıma dahil
sayılmaktadır.
İyi mi?
Böyle mi?
Bu
topraklarda korkunç kıyımlar yaşandığı doğrudur. Etnik temizlik, kitlesel imha,
cinayetler, tecavüzler, kanlı tehcir vs... Fakat bunların hiçbiri soykırım diye
anlatılanlardan daha aşağı değildir. Hepsi aynı “değerdedir”. Emperyalist
odaklar ne derse desin, bütün bu suçlar nitelik olarak aynıdır. Ama emperyalist
odakların bildiği şeyi biz de biliyoruz. Bunlar yetersiz kalıyor, çünkü
soykırım damgası yiyenler, zaman aşımıyla kurtulamıyorlar. Gasp ettiklerini
geri vermek veya tazmin etmek zorunda kalıyorlar. Varlıkları da kabul
edilmiyor. O nedenle 1923’e karşı olanların, 1923’ü Hasan İzzettin Dinamo’nun
verdiği adla “Kutsal İsyan” olarak görenleri bitirmesi gerekiyor. 1923
Cumhuriyeti bir kutsal isyan değilse, bir soykırımdır. Meşruiyeti yoktur.
Batı’dan aldığı her şeyi geri vermek zorundadır. Gasp ettiği tüm malları iade
etmek zorundadır. Soykırım ısrarı bundandır.
Baştan sona
emperyalist senaryoların ürünü bu kıyımlar, sadece Türklere fatura
edilmektedir. Genel kabul artık o yöndedir. Emekçi Türk-Kürt halk yığınlarından
ve Türkiye Cumhuriyetini sosyalist bir gelecek lehine eleştiren Türk-Kürt
aydınlarından söz ediyoruz. Onlar suçludur. 1923 doğumlu ve 1917 destekli
Türkiye Cumhuriyeti’nin bir tarihsel ilerleme, aydınlanma düşüncesinin
Anadolu’daki biçimlenmesi olarak görenler komple katildir: Hepsi soykırımcıdır!
Öyle görüyorlar. Hadi dünya gericiliğinin abartılmış markalarından birinin en
bilinen aforizmasını kullanalım. Theodor W. Adorno’nun Minima Moralia’da
“Yanlış bir hayat içinde doğru hayat yaşanamaz” (Es gibt kein richtiges Leben
im falschen) anlamındaki cümlesi, tam da “soykırımcı Türkiye” için geçerli
olacaktır. Eğer Türkiye bir soykırım cumhuriyetiyse, içindeki hiçbir şey doğru
olamaz. Başta da Türkiye solu doğru olamaz. Türkiye devrimci hareketi, Mustafa
Suphi’den Mahir Çayan’a, Nâzım’dan (“Kurtuluş Savaşı Destanı”) Hasan İzzettin
Dinamo’ya (“Kutsal İsyan”), Doğan Avcıoğlu’dan (“Milli Kurtuluş Tarihi”) Yalçın
Küçük’e (“Türkiye Üzerine Tezler”) ve Aydemir Güler’e (“Türkiye Sol Tarihinde
Yöntem ve Tartışmalar”), tümüyle yanlış ve geçersizdir. Dünya gericiliği
Adorno’yu kullanmış, Türkiye gericiliği Orhan Pamuk çiftliğinin
akademik-romanesk kahyalarını ve onların faşistoid düşmanlarını mı kullanmayacak?
Oradayız.
Soykırım
pankartlarıyla sokaklara çıkanlar (misal: Aydın Engin-Hasan Cemal ve taifesi),
diğer taraftaki Türkçülerle (misal: Onur Öymen-Doğu Perinçek taifesi) birlikte,
hep beraber el ele, üzerlerine düşen rolü yerine getirmektedir: Emperyalizm,
tam da budur. Halkları, emekçileriyle birbirine düşman kılmak ve birbirinden
intikam alması için kışkırtmak... Emperyalist demokrasinin başka hiçbir anlamı
yoktur. Faşizm-nazizm tipi başarısız burjuva rejimlerinin “tu kaka” edilmesi,
bu yeni diktatörlüğe yeni kapılar açmıştır, bunu çok iyi biliyorlar ve
içerideki acentalarıyla, eğer yine Aydemir Güler’in kitaplarından birinin adını
kullanırsak, “son krizi“ sahneliyorlar.
Bizde
Ermeni halkına küfretmeyi tek iş belleyen faşistler ve faşizan demokratlar ile
Ermeni halkından falan değil, resmen emperyalizmden özür dileyen
“demokratların”, Siyam ikizleri “özürcüler ile küfürcüler”in yani, sosyalizme
karşı bir birleşik cephe kurduğunu bu sitede yıllar önce yazdık. 2008’de
yazdıklarımızın arkasındayız ve sonuçlarını bire bir izliyoruz. Saptamalarımız
yanlışlanmamıştır. Hatırlatalım; şöyleydi:
“(...)
Demek, Türkiye'yi "parçacıklar siyasetinin" bir sahnesi haline
getirmenin başka bir yolu henüz bulunamamış, ama Ermeni felaketimiz üzerinden
bir dolayım canlandırılabilirmiş gibi görünüyor. Hesaplar o yönde.
Mesele,
Ermeni halkı, emperyalist çevrelerin tetikçisi "diyaspora"nın
girişimleri falan değildir.
Mesele,
büyük çözülmenin eşiğindeki Türkiye'ye nihai darbenin nereden vurulacağıdır.
Bunun
tetikçileri halindeler artık.
Faşistler
ve sağa sola dağılmış milliyetçi bağnazlar, her halkın talihsizliği ve
felaketidir zaten. Ama yalnız değildirler. Bunu biliyoruz.
Mutlaka
ikizleriyle birlikte sahne alırlar. Yalnız dolaşmazlar. Yalnız ortaya
çıkmazlar.
Emperyalizmin
Ermeni acımızı neden böyle "Son Kriz"e yakışır bir "nihai
darbe" olacakmış gibi ısrarla savunduğuna, inandırıcı yanıtlar bulmamız
gerekiyor.
Tez 1: Bu
iki kanat da, özürcüler ve küfürcüler, emperyalizmi aklama operasyonunun
eylemli tetikçileridir. Bunlar, özürcüler ve küfürcüler, ayrı ayrı ve birlikte,
Türkiye'yi ortadan kaldırmaya yeminli emperyalist odakların paralı
askerleridir.
Tez 2:
Ermeni ve hemen akabinde de Rum mülkleri, bu saldırının bugünkü altyapısını
oluşturacak kadar anlamlıdır. Türkiye halkı delirtilecektir.
Tez 3:
Türklüğün Balkanlardan benzer bir gaddarlıkla aynı dönemde silindiğine tanık
olduk, ama yine de 1945 sonrasında Balkanlar'daki Türklüğün izleri Yugoslavya
ve Bulgaristan'da, hatta Romanya'da bile kaldıysa eğer, bu, o ülkelerdeki 1945
sonrası sosyalist rejimlerin bir ürünüdür. Yoksa Yunanistan'da bugünkü birkaç
onbinlik Türk azınlık gibi "mostralık" kalırdı Balkan Türkleri. Bu,
sosyalizmin emekçi halk sevgisi ve koruyuculuğu ile doğrudan bağlantılı bir
konudur ve Nazi Almanyası'nda halkı ayırt etmeden şehirleri cehenneme çeviren
hava saldırıları düzenlemeyi reddetmiş bir Sovyet duyarlılığını da
açıklayabilir. (...)
Şimdilik
ilk iki tezden hareketle şunları söyleyelim:
Emperyalizmin
doğrudan tetikçiliği için, kullanılan üslubun birbirinden farklı olması, pek
bir önem arz etmiyor. Ama, özürcülerin küfürcülerin gölgesi, küfürcülerin de
özürcülerin gölgesi veya sağlıklı ikizi olduğunu düşündüğümüzde bile, bu
girişimlere hemen bir anlam vermekte zorlanıyoruz.
(...)
Yüz yıla
yakın bir süre önce Anadolu toprakları üzerinde işlenmiş tehcir
cinayetlerinden, bir etnik temizlikten, bugün ne gibi bir yardım bekliyor
emperyalist-kapitalist sistem? Türk gericiliğinin "ama Balkanlar da
Türklükten temizlendi, Ermenilerle Rumlar da bizi öldürdü" falan demesini
mi?
İşin
özünde, bu demokratların saklamakla yükümlü olduğu bir şey var. Türkiye bir
soykırımı kabullenir veya bir soykırımın kabulü doğrultusunda hareket ederse,
sadece kendi tarihsel haklılığının bulunmadığını itiraf etmiş olmayacaktır.
Bunun altyapısını oluşturacak şey, Ermenilere ait mülkler de gündeme
gelecektir. Ermeni varlığı gündeme gelince, hemen ardından, Rumluğun bu
topraklardaki varlığı da onu izleyecektir. Türkiye burjuvazisinin ilk örnekleri
bu iki acılı kavmin çocuklarıydı, fakat birikimleri yoksul Türk ve Kürt
halkının çok üzerindeydi. Aydemir Güler mükemmel bir analizinde, "Tarih
Osmanlı İmparatorluğu-Türkiye Cumhuriyeti dönemecine yaklaşırken mevcut cılız
sermaye birikiminin çok önemli bir bölümünün, kaderini bu akıştan ayıran
Hıristiyan kökenli burjuvaziye ait olduğu unutulmamalıdır. Kuvayı Milliye
hareketinin toplumsal temelini oluşturan Anadolu eşrafı olsa olsa, olası yeni
düzenin 'burjuvazi adayı' olarak görülebilir" diyor. ("Yeniden Doğu
Sorunu", Gelenek, Nr. 98, Şubat 2008, s. 31.)
O zaman...
O zaman, bu
taşınır ve taşınmaz varlıkların, mülklerin tazmini veya iadesi gündeme
gelecektir. Bu da, Türkiye'de, taş üzerinde taş bırakmayacaktır. Bunu
biliyorlar. Şöyle ve düzelterek söyleyelim: Türkiye, diyaspora Ermenilerinin
taleplerini kapitalizmin çerçevesinde karşılamaya başladığı andan itibaren, her
binanın altına bizzat bir bomba koymuş sayılacaktır. Türkiye halkının
türkçüleştirilmesi ve kürtçüleştirilmesi, aynı anlamda olmak üzere
faşistleştirilmesi için bundan daha iyi bir fırsat bulunabilir mi? Kuşaklardır
üzerinde bulunduğu toprakların ve evlerin asıl sahiplerinin Ermeniler, tabii
onunla birlikte de Rumlar olduğunu düşündükçe zıvanadan çıkacak olan -özellikle
orta sınıf- Türk halkının, hatta Kürtlerin, ülkeyi ateşe vereceğini düşünmek,
işi abartmak değildir. Özürcüler ve küfürcüler, böyle bir kayıkçı dövüşü
içinde, Türkiye'nin paramparça olmasını sağlayacak bombaları birlikte
halkımızın ayaklarının altına yerleştirmeyi başarıyorlar.
Bu, bir
mülkiyet kavgasıdır.
En komiği
de sosyalistlik adına bu özel mülkiyet kavgasında "Mal sahibi mülk sahibi,
hani bunun ilk sahibi!" diye özetleyebileceğimiz bir tarafgirlikle hareket
edenlerdir.
Mülklere
ilk sahip aranıyor: Sosyalizm bu işe karıştırılıyor.
Sosyalistler
bu mülk kavgasının dışındadır. Ama bu kavganın toplumsal bir felakete
dönüşmesini engellemenin yollarını da bulmakla yükümlüdür. (...)”
Yeni bir
noktadayız. Sonun başlangıcını geride bırakıyoruz. Sosyalist bir cumhuriyet
dışında hiçbir yol, bu Türkiye’nin bir kan gölü halinde ve Yugoslavya’nın ya da
Irak’ın kaderini yineleyerek çökmesini engelleyemez.
Özürcüler
ve küfürcüler birbirlerinin eline oynayarak, sosyalizm nefretlerini kusuyorlar.
Çözüm ve çözülme sürecine girdiğimizi, “son kriz”i yaşadığımızı anladılar. El
ele bastırıyorlar.
Sadece bir
avuç devrimci, bu bataklığın kaderini engellemeye çalışıyor.
Son
nefesine kadar sosyalist devrim için kavga etmeyi yaşam biçimi bellemiş
insanların dışındakilerin, bunu anlamasını beklemiyoruz. Ama biz, devrimlerin,
hep bir avuç ısrarlı insanın en umulmadık anda, beklenmedik ittifaklarla
sahneye çıkardığı bir kurtuluş sürprizi olduğunu da biliyoruz.
Biraz uzun
oldu bu kez. Ama az rastlanan bir haksızlıkla yüz yüzeyiz, nasıl kısa
kesebiliriz?
Özet olsun:
Türk ve Kürt devrimcilerin, Türkiye’de sosyalist bir cumhuriyet ilan
ettiklerinde ilk yapacakları işlerden biri, kadim Ermeni, Rum ve Süryani
halklarının torunlarını bu yeni kuruluşa davet etmek, dedelerinin yaşadığı bu
toprakların sahipleri olarak hep birlikte yeni ve adil bir ülke kurulmasında
rol almaları için çağrıda bulunmak olacaktır. Hepsi bu toprakların çocuğudur.
Analarının ak sütü gibi helal bu topraklarda Türk ve Kürt halkıyla birlikte,
diğer kültürleri de canlandırarak kamu mülkiyeti esasında ortak ve sosyalist
bir kaderi, birçok dil iç içe ve el ele gerçekleştirebiliriz. Bunun için
Türkler ve Türkçeden nefret etmemiz, onları faşist bir kirin oyuncakları olarak
görmemiz gerekmiyor. Tam tersine, bu sosyalist işin en ön saflarında elbette
devrimci Türk halkı, aydınları ve Türkçe olacaktır.
Osman
Çutsay
27/04/2015
Pazartesi