30 Aralık 2016 Cuma

Kültür Bakanı Nabi Avcı yalnız değildir!

Cumhuriyet tarihi boyunca görülmemiş bir gericilik dalgası her yandan saldırıyor. Her geçen gün saldırının dozu daha da artıyor. Bu giderek azgınlaşan, pervasızlaşan Siyasal dinci-gericiliğe karşı ortaya çıkması olası direnişi daha baştan yok etmek, etkisiz, eylemsiz kılmak için emperyalist sermaye ve işbirlikçileri tarafından projelendirilmiş planlar 1950’li yıllardan bu yana siyasal iktidarı elinde tutanlarca uygulanıyor. Siyasal dinci iktidarların bu amaçlarına ulaşabilmesi, ulusal kimlikten, ulusal bilinçten yoksun içinde bulunduğu topluma yabancı bir kuşak yaratmakla olanaklıdır. Buna ulaşmanın en temel araçlarından birisi ve en önemlisi ise eğitim sistemidir. 
  Eğitim ortamını dinselleştirme Çabaları; “İslamcı nesil yetiştirme” tasarımını kurgulayanların en başarılı örneklerinden biri olan Kültür Bakanı Nabi Avcı’nın, "İmam Hatip okulları özünde milletin eğitime müdahalesidir, bir halk hareketidir" söylemi ile,
Ya da “Proje okul” kapsamına alınan Kabataş Lisesi’ne müdür yardımcısı yapılan Şakir Voyvot’un “Bütün okulları İmam-hatip yapma zamanı geldi. Şimdi elhamdülillah dağı taşı dolduracağız”. Safsatası ile başlamış değildir.
Daha kurtuluş savaşının başlarında;
Müdafaa-i Hukuk ve Redd-i ilhak Cemiyetlerine karşı, emperyalist devletler yanlarına padişahı da alarak diğer işbirlikçilerle (şeriatçılar ve Kürt milliyetçileri) birlikte Sevr’i dayatmak için; İngiliz Muhipleri cemiyeti, Wilson Prensipler Cemiyeti, Kürdistan Teali Cemiyeti, Teali İslam Cemiyeti vb. gibi kuruluşlarla Mustafa Kemal ve O’nun devrimlerine karşı savaş açarak O’nu ve arkadaşlarını ölüm cezasına mahkûm ettirmişlerdir.
Kemalist Cumhuriyetin Milli Eğitim sistemini altüst eden, Türkiye’yi parçalayacak alt yapıyı oluşturan ulusal bilinci, ulusal kimliği yok etmeyi planlayan ilk anlaşma ABD ile 27 Aralık 1949 tarihinde imzalanan "Fulbright” Anlaşmasıdır.
ABD Fulbright bürosu, Fulbright komisyonu, Fulbright bursu, Fulbright kredisi, …vb. çok sayıda ad altında, yalnız Türkiye’de değil, hemen bütün ekonomik, siyasal işgali altındaki ülkelerde çalışmalarını sürdürmektedir.
27 Aralık 1949 tarihli; "Türkiye ve ABD Hükümetleri Arasında Eğitim Komisyonu Kurulması hakkındaki Anlaşma”nın en önemli özelliği; Türkiye’de kazanılacak Amerikan yanlısı kadroların eğitilme biçiminin saptanması ve bu iş için gerekli giderleri karşılama yöntemlerinin belirlenmesidir. Belirlemeler aynı zamanda, Amerika’nın Türkiye’ye göndereceği uzman, araştırmacı, öğretim üyesi adı altındaki personel için de yapılmaktadır. ABD’ye, Türkiye’de "yardım” edip "iş birliği” yapacak, geleceğin "Türk” yöneticilerini yetiştirmek üzere, Amerika’ya götürülecek Türk öğrenci, öğretim üyesi ve kamu görevlilerinin konumları da bu anlaşmayla belirlenmektedir. Bu anlaşma yalnızca eğitim değil, siyasal yaşamı emperyalizmin güdümüne sokan bir karşı devrim hareketidir.
Emperyalizmin kurnaz sözcüleri "Fulbright” Anlaşması ile ulaşmak istedikleri amaçlarını ve beklentilerini saklamıyorlar. Mc.Namara ABD Senato Dış İlişkiler Komitesinde 1962 yılında yaptığı konuşmada şunları söylüyordu:
“Gelecek yıl Amerikan askeri okullarında yabancı uluslardan 18.000 kişi eğitim görüyor olacaktır. Bu kişilerden her biri, demokrasimizin nasıl çalıştığına tanık olacak, bizim hükümet geleneklerimizi ve felsefemizi öğrenecektir. Ülkelerine döndüklerinde de her biri bunun uygulayıcısı olacaktır” (Ç. Yetkin, Türkiye’de Askeri Darbeler ve Amerika, s.32)
İşte bu karşı devrim hareketinden sonra egemenlerin siyasal alandaki temsilcileri eğitim sistemini kelimenin tam anlamıyla “sömürge eğitim sistemine” dönüştürmüşler, eğitim sistemi akıl ve bilimden arındırılmış, çağdaşlığa sırtını dönmüş ve dinselleşmiştir. Bu anlaşmadan sonradır’ ki ülkemizde Türk kimlikli ABD yurttaşları, Bakan, Başbakan hatta Cumhurbaşkanı olabilmiştir.
Binlerce örnek arasından yalnızca birkaçını sıralayalım;

·Başbakan Menderes, 1957'de Ödemiş'te halka yaptığı konuşmasını bir kasaba imamı gibi bitiriyor: "Allah, münafıkların şerrinden hepimizi korusun." Genel seçimler yaklaşınca hızını alamıyor ve seçmene şu vaatlerde ulunuyor: "İstanbul'u ikinci bir Mekke, Eyüp Sultan Camii'ni de ikinci bir Kâbe yapacağız."
·3 Aralık 1950: Arap harfleriyle tedrisat yapmak için gizli ya da aleni dershane açanlar hakkında 23 Eylül 1931 günlü, 12073 sayılı kararnamedeki yasaklama kaldırılıyor. Böylece Kuran kursu ve imam hatip okullarına yeşil ışık yakılıyor.
·1955'te Başbakan Menderes, DP Meclis grubunda arkadaşlarına şöyle sesleniyor: "Siz öyle güçlüsünüz ki, şu anda isterseniz Anayasa'yı bile değiştirebilir, hilafeti bile getirebilirsiniz."
·26 Haziran 1965: Milli Eğitim bakanı Cihat Bilgehan, "İmam hatip okullarını bitirenlerin, ilkokul öğretmeni olabileceklerinin" müjdesini veriyor.
·17 Mayıs 1967: İmam hatip okullarını bitirenlere üniversitelere girme hakkı tanınıyor.
·19 Şubat 1969: Mehmet Şevki Eygi adlı, emperyalizmin maşası İslamcı yazar, ABD'nin 6. Filosu'nu protesto eden yurtsever gençler üzerine "ABD bizim Kâbe’miz, cihada hazır olun" sloganları ile dincileri saldırtıp o günün tarihlere "Kanlı Pazar" olarak geçmesini sağlamıştır.
·1974- 1977: Din kültürü ve ahlak dersi zorunlu kılındı.
·1975-1976: Bir yıl içinde 70 imam hatip okulu açılıyor.
·1976-1977: Bir yıl içinde 77 imam hatip okulu daha açılıyor.
·1977-1978: Açılan bu imam hatipler yetmemiş olacak ki bir yıl içinde 86 imam hatip okulu daha açılıyor.
·7 Eylül 1980: MSP'nin Konya'da düzenlediği Kudüs mitinginde yobazlar tarafından şu sloganlar atılıyordu: "Dinsiz devlet yıkılacak elbet... Şeriat gelecek... Laiklik dinsizliktir... Anayasa Kuran… Ya şeriat ya ölüm... Cihada hazırız..."
·12 Eylül darbesinin mimarı Kenan Evren, 10 Ağustos 1981 tarihinde Çanakkale'de yaptığı konuşmada: "Muhterem din adamlarının elini öpeceğiz" diyordu
·Darbe rejimi, 2842 sayılı yasayı 16.6.1983 tarihinde yürürlüğe koyarak bu yasanın 10. Maddesiyle İmam Hatip Lisesi mezunlarının yükseköğretim kurumlarına girmelerini sağladı.
·Bununla da yetinmeyerek, 1983 yılında 1739 sayılı yasanın 31. maddesinde yaptığı değişiklikle, cami imamı olarak yetişenlerin okullarda öğretmen olmalarına yasal dayanak hazırlandı.
·1980`lerde Demirel, "İmam Hatip Okulları`nın gayesi sadece din adamı yetiştirmek değildir. Dini bilen Türk vatandaşları doktor, mühendis, hâkim olsa daha iyi değil mi?"
·Süleyman Demirel, 1980`lerde çeşitli dergilere verdiği söyleşilerde ilginç açıklamalar yapmıştı. "Bugün Türkiye`yi bir arada tutan en büyük bağ, millet bağı olarak söylüyorum. Müslümanlıktır. Allaha şükür Müslümanız. Ve bizi millet yapan bağ olduğu için Müslümanız değil. Müslümanlığımız bizi millet yapmıştır. Kim bunu tahribe kalkarsa altında kalır"
·Mart 1987: Demirel, Öğretim Birliği Yasası'nın bir devrim yasası olduğunu ve değiştirilmesinin olanaksız olduğunu göz ardı ederek şunları söylemiştir: "Siyasetin emrinde din değil, başka hakların kullanılmasına yaptığı gibi, siyaset dine hizmet edecek. Bunda yadırganacak bir şey yok. ...Tevhidi Tedrisat Kanunu bir semavi kitap değildir. Şayet Kur’an kursları ve din eğitimi bu kanuna ters düşüyorsa, yanlış olan din eğitimi değildir. Tevhidi Tedrisat Kanunu'dur. Laiklik çiğneniyor diye yapılan tartışmalar, bir yerde din ve vicdan hürriyetinin kullanılmasını baskı altına almaktır."
·1989: TCK'nın Türkiye'de din devleti kurulmasını suç sayan 163. Maddesi kaldırıldı. Bu maddenin kaldırılmasına karşı çıkan aydınlar birer birer öldürülmeye başlandı.
·2 Temmuz 1993: Sivas'ta her yıl geleneksel olarak düzenlenen Pir Sultan Abdal Kültür Etkinliklerinin 3. gününde, yobazlar ortalığı kana buladı. Ülkemizin yetiştirdiği en değerli aydın, düşünür, bilim adamı, sanatçı ve edebiyatçılardan 37 kişi diri diri yakıldı.
·Çoğu çevre illerden gelerek Madımak Oteli'ni ateşe verenlerin attığı ortak sloganları şunlardı: "Zafer İslam'ın... Cumhuriyet Sivas’ta kuruldu, Sivas’ta yıkılacak!.. Şeriat gelecek zulüm bitecek... Kahrolsun laiklik..."
·1997: Refah Partili Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız, "Laiklere şeriat enjekte edilecek" diyordu.
·1997: Şevki Yılmaz, "Allah'ın size soracağı soru şöyle: Küfür düzeninde İslam Devleti olsun diye niye çalışmadın?"
·Hasan Hüseyin Ceylan, "Bu vatan bizimdir, rejim bizim değildir kardeşlerim. Rejim ve Kemalizm başkalarınındır. Türkiye yıkılacak beyler!".
·Kayseri Belediye Başkanı Şükrü Karatepe, “Bu törenlere içim kan ağlayarak katılıyorum. Bu düzen değişmeli. Bekledik, biraz daha bekleyeceğiz. Gün ola harman ola. Müslümanlar içlerindeki hırsı, kini eksik etmesin.”
·Şanlıurfa Belediye Başkanı Çelik, "Ben kan dökülmesini istiyorum. Demokrasi böyle gelecek, fıstık gibi olacak." diyorlardı.
·Bugün AKP yöneticilerinin rehber aldıkları Necip Fazıl Kısakürek, kendisinin tarikatlara bağlılığını böyle dile getirecek idi: “Benim şeyhim, bu tarikata kul olmuş, ben de köpek olurum.” dedi.
·20002 DEN SONRA;
·8 yıllık temel eğitimin kaldırıldı, 4+4+4 kesintili eğitim modelinin uygulamaya sokuldu.
·Program değişiklikleri tartışmaları ile öğretim programlarında dinsel referansların kullanılması, ders kitapları ve yardımcı kitaplara dini ifadeler konulması sağlandı.
·Ders yükünü azaltma bahanesiyle felsefe, bilim, sanat derslerinin sayısı azaltıldı, buna karşın seçmeli din dersleri dayatmasının arttı.
·MEB-Diyanet iş birliği ile okul öncesinde, kreşlerde, fiilen dini eğitim verilmeye başlandı.
·   Dini vakıflar aracılığıyla okullarda “değerler eğitimi” adı altında “dini değerler eğitimi” ve dini içerikli seminerlerin yaygınlaştırıldı.
·FETÖ’den ele geçirilen okulların büyük bir çoğunluğu imam hatip yapıldı.
·Siyasal iktidar FETÖ’nün okullarının boşluğunu Millî Eğitim Bakanlığı ile paralel çalışan, TÜRGEV, Maarif Vakfı ve ENSAR gibi Orta çağcı tarikat öğütlenmeleriyle doldurmaya başladı.
Görüldüğü gibi, “İslamcı nesil yetiştirme” tasarımını kurgulayanların en başarılı örneklerinden biri olan Kültür Bakanı Nabi Avcı yalnız değildir.
Türkiye'de gericilik, ABD emperyalizminin gölgesinde, onun himaye ve desteğinde palazlanmış hem batıcı sistemin evladı hem de sahte muhalefeti olarak bu düzen tarafından tekrar tekrar üretilerek, toplumsal güç kazanarak Cumhuriyet yükünden kurtulmak için elverişli bir olanak elde etmiş ve hatta iktidarı tüm kurumlarıyla ele geçirmiştir.
 Yazının başından bu yana yazdıklarımızdan anlaşılacağı üzere; Türkiye’de ne zaman ki emperyalizme, yabancı sermayeye bağımlılık artmıştır; faşist ve dinci gericilik yükselişe geçmiştir.  Batıcı yağmacı sistem bu yayılmacı saldırıda yalnız değildir. Türkiye’de batıcı yağmacılarla iş birliği içinde olan sermaye ile gericilik de fiilen ittifak halindedir.
Türkiye’de hemen her konuda siyasal iktidarlara aba altından sopa gösteren TÜSİAD – TOBB ve benzeri para babası sermaye örgütlerinin yukarıda sıraladığımız dinci gerici söylem ve eylemlere karşı suskunluğu bir yana örtülü ve açık destek verdiği bilinen bir gerçekliktir.
Türkiye tarihinin hiçbir döneminde ABD emperyalizmini, Batı yağmacılığını hedef alan en küçüğünden dahi bir gerici hareket yoktur. Tüm gerici yapılanmaların özü, mayası, aydınlanmaya, bağımsızlığa, özgürlüğe karşı saldırı amacıyla kurulmuş kontrgerilla yapılanmalarına dayanır.
Kemalist devrimin işgal güçlerinin top mermilerine bile aldırmadan ortaya koydukları devrimci eğitim programı, 27 Aralık 1949 tarihinde imzalanan "Fulbright” Anlaşması ile düzenlenen karşı devrim operasyonu ile emperyalizmin, batılı yağmacıların ‘etki ajanlarına’ teslim edilmiştir. Eğitim alanına sokulan bu virüs zaman içinde metastas yaparak (yayılarak) kan bedeli kazanılıp kurulan laik demokratik Devrimci Cumhuriyeti kemirerek çökertmiştir...
AKP iktidarı içten içe çürütülmüş, yozlaşmış, kendi özgür iradesinden yoksun hale getirilmiş bir sistem üzerinde tepinmekte, cumhuriyetin ayakta kalabilmiş son kırıntılarını silip süpürmektedir... 
AKP, iktidarını softalığa, bilim düşmanlığına, karanlığa, ilkesizliğe ve örgütlü cehalete son 50 yıldır verilen ödünlerin üzerine yapılandırmıştır. Bunun doğal sonucu olarak Türkiye Cumhuriyeti bugün emperyalist merkezlerin istemleri dışında bağımsız adım atamayan, laik sistemden kopartılmış, sosyal devlet yapısı İslami cemaat ve tarikat ağlarına teslim edilmiş, her düzeyde tarikat-cemaat koalisyonları tarafından yönetilen bir ülke haline getirilmiştir.
“Tüm bunlar olurken muhalefet ne yapıyordu?” diye sorulabilir. Bu haklı ve doğru bir sorudur.  Hemen yanıtlayalım.
Emperyalizm sömürgeleştirmeyi hedeflediği ülkelerde yalnızca gerici iktidarları değil, gericilik karşısında direnç göstermesi, toplumsal muhalefeti örgütleyip harekete geçirmesi olası partileri’ de sistemle uyumlu bir muhalefet olarak dizayn eder. Türkiye’de 1940’lı yıllardan bu yana emperyalizm tarafından dizayn edilerek “Üretilmiş, sınırlı ve kontrollü ve denetimli” bir muhalefet söz konusudur.
Yani emperyalizm etkiyi de tepkiyi de yönetip, yönlendiriyor. Türban olayında olduğu gibi, İktidarı kullanarak, muhalefeti de gericiliğin cenderesine sürüklüyor.  İktidar ve muhalefet biri diğerinin denge unsuru olarak çalışacak-çatışacak, ama oy aldıkları halka emperyalizmle hesaplaşmayı değil, uzlaşmayı önereceklerdir.
Denetim sınırları dışında örgütlenip güçlenen partiler, önce, her tür yöntem kullanılarak düzen dışında tutulur. Emperyalist-  kapitalist sistemle uzlaşmayı değil hesaplaşmayı önceliğine koyan partilerin eylemleri yasaklanır, örgütlenmeleri engellenir, öncüleri bir şekilde etkisizleştirilir.
Toplumsal muhalefetin kendi çatısı altında toplanmasını isteyen, Avrupa Birliği’nin acentesi, Gümrük Birliği’nin taşeronu, tahkim yasalarının müteahhitleri 1939’dan bu yana Batıcı sistemin, yani emperyalizmin meclis içindeki sözcülüğünden öteye bir işlev görmedikleri gibi, bilerek ya da bilmeyerek gericiliğin meşrulaştırılmasına hizmet etmişlerdir.
“Yolunda yürüyen bir yolcunun, yalnız ufku görmesi kâfi değildir. Muhakkak ufkun ötesini de görmesi ve bilmesi lazımdır” diyen Mustafa Kemal Atatürk’ün sözleri ile sonlandıralım yazımızı.
“Mandacılar diyorlar ki, bizi bağımsız bırakmayacaklar. Bizi bağımsız bırakmazlar düşüncesi maneviyat bitkinliğinden doğan bir iman eksikliğidir. Bir an için kabul ve teslim edelim ki, bizi devlet olarak yaşatmayacaklar, o halde bunu biz mi isteyelim?
Ahmaklar, memleketi Amerikan mandasına, İngiliz koruyuculuğuna bırakmakla kurtulacak sanıyorlar. Kendi rahatlarını sağlamak için bütün bir vatanı ve tarih boyunca devam edip gelen Türk bağımsızlığını feda ediyorlar.
Oh ne ala! Mücadele yerine mandayı kabul edeceğiz ve rahata kavuşacağız! Bu ne gaflet, bu ne körlük, bu ne budalalık. İstanbul’un yüce kişileri de bu fikirde. İçlerinden biri çıkıp da ya istiklal ya ölüm diyemiyor.”
 “Kurtuluş için, bağımsızlık için eninde sonunda düşmanla, bütün varlığımızla vuruşarak onu yenmekten başka karar ve çare yoktur ve olamaz. Ordu ile, savaş ile, inat ile bu işin içinden çıkılamaz biçimindeki kaynağı dışarda bulunan öğütlere uymakla bir vatan, bir ulus bağımsızlığı kurtarılamaz. Emperyalistlerin pençesine düşen bir kuş gibi yavaş, sefil bir ölüme mahkûm olmaktansa babalarımızın oğlu sıfatıyla vuruşa vuruşa ölmeyi tercih ederiz.” 30.12.2016 Isparta
Mahmut ÖZYÜREK


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder