Sinan Meydan`ın Bütün Dünya dergisinin Kasım- 2014 sayında yayınlanan "Emperyalizm`e ve Geri kalmışlığa karşı savaşın adı : Atatürk" başlıklı yazısı
Atatürk’ün Çağdaşlaşma / Uygarlaşma
Modeli
Atatürk,
sömürgeciliğe karşı tam bağımsızlık; geri kalmışlığa, bağnazlığa karşı
çağdaşlık savaşı vermiştir.
İslam
dünyası kan ağlıyor. Ortadoğu, emperyalizmin ve geri kalmışlığın baskısında...
Çevremizi saran ateşin gittikçe alevlenip sınırlarımızdan içeri sızmaya çalıştığı
bu günlerde İslam dünyasının, mazlum milletlerin en gerçekçi, kurtuluş yolu -
yüzyılın başında denenmiş ve başarısı kanıtlanmış - Atatürk yoludur. Gerçi bu
yoldan yürümek o kadar da kolay değildir. Çünkü bu yoldan yürümeyi göze
alanların her şeyden önce “Ya istiklal
ya ölüm” diyebilmeleri gerekir.
Atatürk,
emperyalizme, sömürgeciliğe karşı tam
bağımsızlık; geri kalmışlığa, bağnazlığa karşı çağdaşlık savaşı vermiştir. Atatürk’ün bu iki yönlü savaşının iç ve
dış cepheleri vardır. Emperyalizme/sömürgeciliğe karşı verdiği savaşın dış cephesi İngiltere, Fransa,
Yunanistan, Ermenistan gibi ülkeler; iç
cephesi ise emperyalizmin güdümündeki İstanbul hükümetleri, Padişah
Vahdettin, komprador aydınlar, sahte din adamları, çıkarcı zümreler, feodal
unsurlar, etnik ayrılıkçılardır. Atatürk’ün geri kalmışlığa, bağnazlığa karşı
verdiği savaşın dış cephesi,
“Türkler
barbardır, sarı ırktandır, evrimini tamamlamamıştır; yönetme,
ilerleme, gelişme yeteneğinden yoksundur!” diyen emperyalist, oryantalist Batı;
iç cephesi ise cehaleti kutsayan;
gelişmeyi, ilerlemeyi, çağdaşlaşmayı/ uygarlaşmayı “dine aykırı” görüp kıyasıya
eleştiren Ortaçağ kafasıdır. Görüldüğü gibi Atatürk’ün emperyalizme ve geri
kalmışlığa karşı verdiği iki yönlü savaşın iç ve dış cepheleri aslında aynıdır
ve ittifak halindedir.
Atatürk’ün çağdaşlaşma/uygarlaşma modelinin özü ve
önceliği tam bağımsızlıktır. O,
emperyalizmin her türlü sömürüsünden kurtulup tam bağımsız olmadan çağdaş,
özgür ve demokrat olunamayacağına inanmıştır,
Bu bakımdan Atatürk’ün önderliğindeki Türk Kurtuluş
Savaşı aslında onun çağdaş / uygar / muasır Türkiye’sinin ilk ve en güçlü
adımıdır. Kurtulufl Savaşı’yla ve ardından imzalanan Lozan Antlaşması’yla “tam
bağımsızlığını” kazanan Türkiye’yi (akıl+bilim=
çağdaşlık) formülüyle yenilemiştir. Atatürk, Tanzimat’la başlayan Batı’nın
güdümündeki kararsız ve kırılgan Osmanlı modernleşmesinden çıkardığı derslerden
yararlanmıştır.
Ancak
Atatürk çağdaşlaşması, Osmanlı modernleşmesinden çok farklıdır. Osmanlı,
Batı’nın maddi uygarlık ürünlerini alarak ve Batı’nın güdümünde kalıp
Batılılaşarak kalkınabileceğini düşünürken; Atatürk Cumhuriyeti, Batı’nın
uygarlığına yönelmeden önce Batı’nın her türlü güdümünden kurtulup tam bağımsız
olmak, sonra Batı’nın uygarlığına, daha doğrusu o uygarlığın kaynağına; özgür akla, çağdaş bilime yönelmek
gerektiğini görmüştür. Bu nedenle Atatürk önderliğindeki Türk Devrimi,
“Batılılaşma” değil, tam tersine önce Batı’nın güdümünden kurtularak bağımsızlaşma, sonra Atatürk’ün
ifadesiyle muasırlaşma/çağdaşlaşma hareketidir.
Atatürk, akıl ve bilim rehberliğinde
çağdaşlaşmak ve -kendi ifadesiyle- “tek
uygarlığa” mensup olabilmek için her şeyden önce “uluslaşmak” gerektiğini
erken kavramıştır.
O,
uluslaşmak için de tarihe ve dile yönelmiştir. Batı, nasıl ki Rönesans’la antik
Yunan-Roma tarihine yönelmiş, Anadolu’da, Mezopotamya’da ortaya çıkarılan eski
uygarlıklara sahip çıkmış ve aydınlanmasını antik tarihle beslemişse, Atatürk
de Türk çağdaşlaşmasını eski Türk tarihiyle, Türk kültürüyle, eski Anadolu
uygarlıklarıyla beslemiştir.
Atatürk
uluslaşmasının sırrı millet kurgusunda gizlidir. Atatürk teoride ve pratikte
milleti, “ırk” ve “din” kıskacının çok ötesinde “tarihsel yakınlık”, “kültürel
akrabalık” ve “dil birliği” ekseninde tanımlamıştır. 1930’da yaptığı şu millet
tanımını esas almıştır: “Türkiye
Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.” Bu tanımın
benzeri 1924 Anayasası’nın 88. maddesinde de şöyle yer almıştır: “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı
olmaksızın vatandaşlık itibariyle (Türk) ıtlak olur.”
Başta
Atatürk olmak üzere Cumhuriyeti kuranlar “Türkiye ahalisi”ni, “Türkiye halkı”nı
“Türk” olarak kabul etmiştir. Atatürk, “Türk” derken genetik anlamda bir “ırkı”
veya bir “dini” kastetmekten çok bütün
unsurlarıyla “Türkiye Cumhuriyetini kuran halkın” tamamını kastetmiştir.
Atatürk’ün
1930’larda yaptırdığı antropoloji
çalışmaları da hep iddia edildiği gibi ırkçı bir yaklaşımın değil, tam tersine
Batı’nın ırkçı yaklaşımına karşı geliştirilen eşitlikçi bir anlayışın eseridir.
Şöyle ki, 19. yy’dan beri Batı’da, Türklerin gelişmemiş “sarı ırka” mensup
olduğu şeklinde bir “ırkçı iddia” vardır. Batı, 20. yy’ın başında Türklere
yönelik saldırılarına bu ırkçı iddiayla meşruiyet kazandırmıştır. İşte Atatürk,
kafatası ölçümleri, kan grubu tahlilleri vb yöntemlerle Türkleri “sarı ırka”
mensup, “gelişmemiş” bir millet olarak gören ve gösteren “ırkçı Batı”ya yine
onların yöntemini kullanarak başkaldırmıştır. Atatürk, Türkiye’ye çağırdığı E.
Pittard başta olmak üzere dünyaca ünlü antropologların öncülüğünde (Prof. Şevket
Aziz Kansu’ya, Dr. Afet İnan’a) yaptırdığı incelemeler sonunda Türklerin “sarı
ırka” mensup olmadıklarını kanıtlatmıştır. Atatürk, Anadolu’da Kürt, Türk
ayrımı yapmadan “Türkiye halkı” üzerinde yaptırdığı (64.000 kişilik
antropometri anketi) ölçümlerle Türklerin bütün unsurlarıyla Batılı ırklardan
eksik herhangi bir yanlarının olmadığını›, onlarla EŞİT olduklarını tüm dünyaya
haykırmıştır. Atatürk’ün Batı’da ses getiren bu çalışmalarından sonra Batı’nın
Türk’e bakışında ciddi bir değişim görülmüştür. Atatürk’ün antropoloji
çalışmalarında:
1) Sadece
Türk ırkı değil, Anadolu’daki bütün etnik unsurlar ayrım yapılmadan Türkiye
halkı olarak incelenmiştir,
2) Bu
çalışmaların amacı Türklerin üstünlüğünü değil eşitliğini kanıtlamaktır.
3)
Dolayısıyla bu çalışmalar ırkçı değil, tam tersine ırkçılığa karşı bilimsel bir
başkaldırıdır. Atatürk Cumhuriyeti, başta Osmanlı’nın dönme/devşirme ve
saltanat soyluluğu olmak üzere her türlü soyluluğa, her türlü ayrıcalığa son
verip bütün unsurlarıyla Türk milletini, bu toprağın insanını yeniden devletin
asıl sahibi haline getirmiştir.
Toparlarsak,
Atatürk tipi çağdaşlaşmanın üç önemli özelliği vardır:
1) Batı’nın
her türlü baskısından, sömürüsünden kurtulmak,
2) Akıl ve
bilimle çağdaş uygarlığın temeline yönelmek,
3) Kendi
köklerinden; tarihinden, dilinden, kültüründen beslenip uluslaşmak.
Atatürk tipi
çağdaşlaşmayı diğer çağdaşlaşma modellerinden farklı kılan -üstelik yaklaşık
yüz yıl önce- bir İslam ülkesinde uygulanmış ve başarıya ulaşmış olmasıdır. Bu
modelin başarı sırrı ise laikliktir. Hele hele bizim coğrafyamızda tam bağımsız
kalabilmek, aklı ve bilimi temel alıp çağdaşlaşabilmek için laiklik şarttır. Laikliğin olmadığı bir ülkede akıl ve bilimi
temel almak zorlaşır, hatta imkânsızlaşır; aklın ve bilimin temel alınmadığı
ülke ise değişen ve gelişen çağa uyum sağlayamaz, gelişemez; geri kalan bir
ülke de eninde sonunda bağımsızlığını kaybeder.
Çok uzaklara
gitmeye gerek yok! Osmanlı Devleti’nin çöküşü incelendiğinde bu döngü çok net
bir şekilde görülecektir.
Atatürk
laikliği, toplumu dinsizleştirme, imansızlaştırma projesi değildir. Atatürk
laikliği, hem inanç özgürlüğü, hem de devlet aklının dünyevileşmesi,
özgürleşmesi bakımından çok büyük öneme sahiptir. Sembolik de olsa
meşruiyetini/yasallığını dinden alan bir devletin gerçek anlamda, laik, çağdaş
bir devlet olması mümkün değildir.
Halifeliğin
kaldırılması, Tekke ve Zaviyelerin kapatılması, medreselerin kapatılması,
Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun kabulü ve Medeni Kanun’un kabulü gibi
laikleştirici devrimlerle, hem çağdaş Cumhuriyet’e düşmanlık besleyen gerici
çevrelerin sığınakları yıkılmış, hem de aklın zincirleri kırılmıştır. Tarih,
zincirlerinden boşalıp özgür kalan aklın, sanatın ve bilimin doğuşunda,
gelişiminde doğrudan etkili olduğunu göstermektedir. Laik niteliğe sahip
olmayan bir cumhuriyette aklın ve bilimin dünyevi hayata egemen kılınması
mümkün olmayacağı için gerçek anlamda çağdaşlaşma da mümkün olamayacaktır.
Dün ve bugün
İslam dünyasında başka cumhuriyetler de kurulmuştur, ama hiçbiri Atatürk’ün
Cumhuriyeti gibi laik bir niteliğe sahip değildir. Bu nedenle hiçbir İslam
ülkesi Türkiye’nin kısa sürede gösterdiği çağdaşlaşmanın yanından yakınından
geçememiştir.
Türk
Devrimi’nin sırrı cumhuriyet değil, “laik cumhuriyet”tir.
Atatürk, tam
bağımsız bir ülke ve bu ülkede -çok değil- sadece 15-20 yılda sayısız uygarlık
eseri yaratmıştır:
Yeni
okullar; anaokulları, ilkokullar, köy okulları, liseler, enstitüler,
üniversiteler, numune hastaneleri, sağlık ocakları, kreşler, süt damlaları, ana
kucakları, yeni fabrikalar, kilometrelerce demiryolu, örnek çiftlikler, ideal
Cumhuriyet Köyleri, modern yeşil kentler, Halkevleri, Halkodaları, Millet
Mektepleri, konservatuarlar, kütüphaneler, tohum ıslah enstitüleri,
fidanlıklar, Köy Enstitüleri ve daha niceleri...
En önemlisi
de emperyalizmi ve geri kalmışlığı yenmenin verdiği gururla kendine güvenen,
başı dik, onurlu; çalışan, üreten; sanatla, sporla, bilimle uğraşan ve geleceğe
güvenle bakan bir nesil yaratmıştır Atatürk Cumhuriyeti. Bu aydınlanma hiç de
kolay olmamıştır.
Cumhuriyet’in
idealist kuşağının kıymetini anlamak için gezici dershaneleri, gezici
doktorları, gezici öğretmenleri, gezici kütüphaneleri, gezici sergileri, halk
hatiplerini, halk kürsülerini, üniversite haftalarını, üniversite konferanslarını,
azat obalarını bilmek gerekir. Atatürk, bütün bunları yaparken Türkiye’yi
gerçek anlamda bir barış çemberi
içine almıştır. Atatürk, Batı’da Yunanistan, Yugoslavya, Romanya, Doğu’da ise
Rusya, İran, Irak, Afganistan ile kurduğu barış paktlarıyla “Yurtta barış
dünyada barış” ilkesinin nasıl uygulanacağını da göstermiştir.
Mazlum
milletlerin bir gün zalimleri yeneceği, emperyalizmin, sömürünün yeryüzünden
silineceği ve dünyada bir “uyum ve
işbirliği çağının” başlayacağı inancıyla aramızdan ayrılmıştır. Ruhu şad
olsun!
Kaynak :
http://www.butundunya.com/pdfs/2014/11/035-039.pdf
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder