20 Kasım 2016 Pazar

“TECAVÜZ YASASI” VE ESKİ TÜRKLERDE KADIN - Metin Aydoğan



Eski Türklerde; vatana ihanet, savaşta gevşeklik, ülke çıkarlarını yabancı ülkelere karşı korumama, elçilik görevlerinde kusur, ağır siyasi suçlardı ve cezası ölümdü. Türk hukuku, cinsel tecavüz ve ırza geçmeyi, bağlı atı çalmayla birlikte adi suç sayıyor ve bu suçları da ölümle cezalandırıyordu. Tecavüze uğrayan kadın toplumdan dışlanmıyor, ona sahip çıkılıyordu. Tecavüz nedeniyle çocuğu olursa, kadın ulu bir ağaçla evlendiriliyor, doğan çocuk bu yolla meşrulaştırılıyordu. Yaş farkı çok olan evliliklere izin verilmiyor; yaşlı kuşaktan erkek, genç kuşaktan bir kadınla evlenemiyordu. Evlilik, kesin olarak nikâha ve tek eşliliğe dayanıyordu.

Meclis ve Önerilen Yasa

AKP’li 6 milletvekili, çocuk yaştaki kıza cinsel istismar suçunu işleyenlere bir tür af getiren yasa önerisi verdi. Öneri, tecavüzcüyle küçük kızın “evlenmesi” durumunda, mevcut yasada belirtilen cezanın ertelenmesini ve geri bırakılmasını öngörüyor.
Toplumsal bozulmanın ve ahlaki çöküşün düzeyini gösteren bu girişim, Türkiye’nin nereye getirildiğini ve nereye götürülmek istendiğini açık biçimde ortaya koymaktadır. Din adına Arapçılığı Türk toplumuna yamamağa çalışan siyaset bezirganları, ele geçirdikleri yetkiyle, karanlığa doğru yürümekte, topluma büyük zarar vermektedir.
Medeni Kanun ortadadır ve yürürlüktedir. Çıkarılmak istenen “yasa”, Medeni Kanun’u yani Cumhuriyet’in bir parçasını daha ortadan kaldırmaya yöneliktir. Bu girişim, ülkeyi, Osmanlı’nın son dönemindeki toplumsal kaosa sürüklemeyi amaçlayan yeni bir adımdır. Yapılanın ne dinle ne de insanlıkla bir ilişkisi vardır. Dini siyasi araç olarak kullanıp çıkar peşinde koşan haramiler, doymak bilmeyen açgözlülüklerini gidermek için; kendilerine, içinde serbestçe hareket edecekleri, geri ve ilkel bir alan yaratmaya çalışmaktadır. “Yasa” önerisi bu çabanın yeni bir aşamasıdır.

Savunma

Toplumda yükselen tepkiyi azaltmaya yönelik; “Önerge af getirmiyor, mağduriyet gideriyor” ya da “tecavüzcü ile evlenmek cezadan kurtulmayı içermiyor” türünden açıklamalar, “özrü kabahatinden büyük” davranışlardır. Tarih, söz sahiplerini, yüzlerine kara bir siyasi leke sürerek bugünden kayda geçirmiştir.
Türk toplumu, bunları hiçbir zaman unutmayacak ve her zaman tiksintiyle anacaktır. Türk töresi, bırakalım çocuğu, kadına tecavüzü en büyük suç olarak görmüş ve ölüm cezasıyla cezalandırmıştır. Türklerin kadına verdiği değeri anımsamak, önergeyi veren insanların ne kadar Türk olduğu konusunda bir fikir verecek ve Türkiye’deki Araplaşmanın boyutunu gösterecektir.

Eski Türklerde Kadın

Eski Türklerde kadının toplum içindeki konumu ve aile düzeni, hemen hiçbir toplumda görülmeyecek düzeyde uygar ve demokratik ilişkiler üzerine kurulmuştu. Türk ailesinde, babanın eşiyle paylaştığı, baskıcı olmayan eceliği (reisliği), baskıya dayanan ataerkil aile yapısından ayrımlıydı. Ev, Batılılar ve Araplarda olduğu gibi yalnız kocaya ait değil, kocayla karının ortak malıydı. Bu nedenle evin erkeğine evinecesi, evin kadınına da evin kadını denilirdi. Ailede babanın olduğu kadar, ananın da sözü geçerdi. Anasoyu ile babasoyu değerce birbirine eşitti. Eşitlik, babanın saygınlığının ve ona verilen değerin azalması anlamına gelmez; tersine ona, saygıya dayalı içtenlikli ve daha güçlü bir yetke kazandırırdı.

Nikah ve Tek Eşlilik

Nikâha ve tek eşli evliliğe dayanan1 aile düzeni, Türk toplumuna çok eski dönemlerde yerleşmiştir. Eski Türklerde nikâh, törenle gerçekleştirilen ve özellikle köy düğün geleneğinin tarihsel köklerini oluşturan, önemli bir olay, bir tür sözleşmedir.
Nikâh için ana ve babanın onayı koşuldur. Evlenen erkeğin, gelinin ana-babasına bir miktar mal vermesi gelenektir. Başlık adıyla günümüze dek süren bu gelenekte, verilen mala kalıng denirdi. Gelin, gittiği ailenin hak sahibi bir üyesi olur; kocasının ölmesi durumunda, malların ve çocukların velayeti ona kalırdı. Yaş ayrımı çok olan evliliklere izin verilmez ve yaşlı kuşaktan erkek, genç kuşaktan bir kadınla evlenemezdi.2

Türk Töresi

Tarihte hiçbir toplum, kadını Türkler kadar erkekle eşit saymamış ve hak tanımamıştır. Her iki cinsin kendilerine ait, karşı cinsin yerine getirmek zorunda olmadığı görev ve sorumlulukları vardı. Birbiri içine girmekle beraber, kadının ağırlıklı görevi aile içinde, erkeğin ise dışındaydı. Buna karşın, her cins aynı eğitimden geçer; cinsler arasında ayrım, toplumun tüm kesimlerinde yadsınırdı.
Kadının toplum içinde önemli bir yeri vardır. Bu önem Dede Korkut’ta; “kadın kendini överek adam olmaz; ancak güzel düşünür, güzel konuşur ve kocasına iyi öğütlerde bulunursa yücelir”, “kocası onu dinler” biçiminde anlatılmıştır.3
Irk Bitig’de; babanın emir annenin öğüt verdiği görülür, çocuk isteğine göre birine ya da ötekine uyardı.4
Kadın örtünmez, haremde kalmaz, erkeğin gittiği hemen her yere giderdi. Erkeklerle bayramlara, şölenlere ve içkili toplantılara katılır; onlarla birlikte kımız ya da şarap içebilir; kendisi de şölen düzenler, davetler verebilirdi. Erkek gibi ata biner, ok atar, öküz arabası kullanırdı.
Çin kaynaklarına göre; “kocaları dama oynarken onlar futbol oynar”, “pazara gittiklerinde, paketleri kocaları taşır”5 ve “açık bir kibarlıkları vardır”.6 Ama gerekirse ava ve savaşa da giderlerdi. Arap gezginci İbn Arabsah, Türk kadınları için; “erkekler gibi savaşıyor, kafirlerin üzerine dört nala at sürüyorlardı...”, diye yazar.7

Kadının Özgürlüğü

Kadınların bu denli özgür ve cinsler arasındaki ayrımın az olması, Türk kadınlarının kendilerine özen göstermediği, süs ve güzelliklerine dikkat etmediği, cinselliğe önem vermediği anlamına gelmiyordu. Giysileri son derece renkli ve süslüydü, zarafete ve alımlılığa önem verirlerdi. Beğenilmeyi severler ve güzellikleriyle ilgili övgüleri, “memnuniyetle kabul ederlerdi”. Serbestçe kullandıkları özgürlüklere sahiptiler ama son derece iffetliydiler.
Ünlü İtalyan gezgini Marco Polo, bir “seyahatname klasiği” olan İl Millione adlı yapıtında, Türk kadınlarının “ahlaki temizliğini” över ve onların “tüm dünyanın en temiz ve ahlaklı” kadınları olduğunu söyler.8

Cinsel Suçlar, Cezalar

Tedirgin etme (taciz), kadına saldırganlık (tecavüz), evlilik dışı ilişki (zina) gibi cinsel suçlar Türk toplumunda yok denecek kadar azdı. Kadına saldırının Türk hukukundaki cezası ölümdü. Tecavüze uğrayan kadın toplumdan dışlanmaz, ona sahip çıkılır. Evlilik dışı çocuğu olursa kadın ulu bir ağaçla evlendirilir, çocuk bu yolla meşrulaştırılırdı.
Günümüzde töre cinayeti adı verilen olayların Türk töresiyle bir ilgisi yoktur. Basında sıkça kullanılan bu tanım herhalde, Türk geleneklerini yıpratma amacını taşımalıdır. Saldırıya uğrayan kadına sahip çıkılırken namusunu korumayan kadın hoşgörülmez. Eski Türk inancına göre Doğum Tanrısı (Ayzıt), “ne denli yalvarırlarsa yalvarsınlar, namusunu korumamış kadınların yardımına” gelmez.9
Eski Türkler’in hukuk düzeninde, ayrımsız herkesin sorumlu olduğu ceza yasaları vardı; yasalar, disipline bağlı bir güvenlik örgütü aracılığıyla ödünsüz uygulanırdı. Hızlı ve adil karar veren mahkemeler, suçluları ayırım gözetmeden yargılardı. Gözaltı süresi on günden çok olamazdı. Vatana ihanet, savaşta gevşeklik, ülke çıkarlarını yabancı ülkelere karşı korumama, elçilik görevlerinde kusur, ağır siyasi suçlar; cinayet, ırza geçme, bağlı atı çalma, soygun, ağır adi suçlar’dı ve cezası ölüm’dü. Genç kızları aldatanlar, yüksek mal ve tazminat ödemeyle cezalandırılır; adam yaralayanlar, yaranın durumuna göre ceza öder; bağlı olmayan atı çalanlardan, çaldığı at sayısının on katı ceza alınırdı. Bu suçlar hafif adi suçlar’dı.10     Metin Aydoğan

DİPNOTLAR

1       “Orta Asya” Jean-Paul Roux, Kabalcı Yay., 2001, sf.47
2       Çin Belgeleri (Jul. Doc:1-9) Sencer Divitçioğlu, “Kök Türkler” Yapı Kredi Yay., İstanbul-2000, sf.168
3       “Tarih I.Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri” Kaynak Yay., 4.B.as, sf.46
4       “Orta Asya-Tarih ve Uygarlık” J.PaulRoux, Kabalcı Yay., 2001, sf.273
5       a.g.e. sf.273
6       a.g.e. sf.273
7       a.g.e. sf.273
8       a.g.e. sf.273
9       “Tarihte Türklük” Prof. Dr. Laszlo Rasonyı, Türk Kültürü Araştırma Ens. Yay., Ankara 1988, sf.58
10     “Türk Tarihinin  Ana Hatları” Kaynak Yay., 2. Basım 1956, sf.349

17 Kasım 2016 Perşembe

VAHDETTİN’İN KAÇIŞI; SALTANATIN KALDIRILMASI








Kaçış

Osmanlı İmparatorluğu’nun son padişahı VI.Mehmet (Vahdettin), 16 Kasım 1922 öğleden sonra, Saray hizmetlilerine o geceyi Tören Köşkü’nde geçireceğini bildirdi. II.Abdülhamit tarafından Alman İmparatoru II.Giyyom’u ağırlamak için 1889’da Yıldız Sarayı’na bağlı olarak yaptırılan bu bölüm, ivedi olarak ısıtıldı ve Vahdettin akşam Köşk’e geçti.
Görevliler, durumu olağan karşılamış, Büyük Millet Meclisi kararıyla tahttan uzaklaştırılan Padişah’ın, bundan böyle Tören Köşkü’nde yaşayacağını sanmıştı. Oysa, gerçek durum başkaydı. Devrik Padişah Köşk’e yerleşmek için değil, İngilizlere sığınarak ülkeden kaçmak için geliyordu.
Davranışı, önceden tasarlanmış ve bir plana bağlanmıştı. Altı yaşındaki oğlu Şehzade Ertuğrul, altı danışmanı, hekimi, iki harem ağası ve kendisi toplam on bir kişiydiler. Mücevherler, değerli taşlar, içinde altın olan saray eşyaları, Vahdettin’in “dikkatli gözetimi altında”, özenle sandıklara yerleştirilmişti.
17 Kasım sabahı saat 6’da, ortalık henüz tam ağarmamışken, küçük topluluk Köşk’ten ayrıldı. Dışarda, üzerinde kızılhaç işareti bulunan iki otomobil ve çevresinde İngiliz subay ve erleri bekliyordu. Küçük bir askeri birlik otomobilleri izledi. Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. İngilizler yoğun yağmura karşın, gidilen yol boyunca, sözümona “yürüyüş ve silahlı talim için” toplanmıştı.
Gerçekte bu düzenleme, Padişah’ın güvenliğini sağlamaya yönelik, biraz da gülünç kaçan bir önlemdi. Arabalar, Dolmabahçe Sarayı’nın önünde durdu. İngiliz İşgal Güçleri Komutanı General Sir Charles Harrington ve kurmayları tarafından karşılanan “kaçaklar topluluğu”, Boğaz’da bekleyen Malaya zırhlısına gitmek üzere motorlara bindiler. On dakika sonra son Osmanlı Hükümdarı, ülkeden kaçmak için İngiliz donanmasının en büyük savaş gemilerinden birinin merdivenlerini çıkıyordu.
Bu çıkış, egemenlik gücünü yitirmiş yeteneksiz bir hükümdarın, yalnızca can kaygısıyla giriştiği kişisel bir eylem değil, onunla birlikte ve kuşkusuz daha önemli olarak; Avrupa’yı 500 yıl etkisi altına alarak dünya siyasetine yön vermiş büyük bir imparatorluğun çöküşünü noktalayan üzünçlü (dramatik) bir tarih olayıydı. Osmanlı ülkesinin hükümdarı, dünya Müslümanlarının dini önderi, Hıristiyan bir devlete sığınarak ülkesinden kaçıyordu. Böyle bir durum, 1400 yıllık İslam tarihinde ilk kez oluyor; “Peygamber’in temsilcisi gâvurlara sığınıyordu”.1

Kaçışın Etkisi

Vahdettin’in kaçışı, Ankara için, yenileşme önündeki önemli bir engeli kendiliğinden ortadan kaldıran “uygun” bir çözüm oldu. “Tutuklayıp sürgüne göndermek gibi hoş olmayan” bir girişime gerek kalmamış, Padişah kendi isteğiyle, üstelik “düşmanın yardımıyla” kaçmıştı. İslam dünyasındaki saygınlığı bir anda yok olmuş, “haksızlığa uğramış gibi görünme” şansını tümüyle yitirmişti. O artık, Müslümanların “nefretle andığı” sıradan bir sürgündü.2
Kaçışı, tüm ülkede çok sert söylemlerle kınandı. Çözülüp dağılmış olsa da büyük bir tarihe sahip koskoca bir imparatorluğun son temsilcisi, imparatorluğu parçalayan devletin işgalci ordusuna sığınarak kaçmıştı. Konumuna hiç yakışmayan bu girişimi, kendisini, Yunan Ordusu’na sığınan Çerkez Ethem’in düzeyine düşürmüştü. Atatürk Nutuk’ta ondan, “canını kendi milleti içinde tehlikede görerek, bir yabancının himayesine giren” ve bu davranışıyla “onuru yüksek soylu bir milleti utançlı duruma düşüren alçak” diye söz edecektir.3 Kaçış olayı için şunları söylemişti: “Vahdettin gibi hürriyet ve yaşamını milleti içinde tehlikede görecek kadar adi bir mahlûkun, bir dakika bile olsa, bir milletin başında olduğunu düşünmek ne hazindir. Şuna sevinebiliriz ki bu alçak, soyundan gelen saltanat makamından, millet tarafından atıldıktan sonra, adiliğini (denaet) tamamlamış bulunuyor... Biz Türkler, bütün tarihimiz boyunca, özgürlüğe ve bağımsızlığa simge olmuş bir milletiz. Değersiz yaşamlarını iki buçuk gün daha, alçakçasına sürükleyebilmek için her türlü düşkünlüğü gösteren halifeler oyununu da ortadan kaldırabileceğimizi gösterdik”.4

Saltanatın Kaldırılması ve Kaçış

Vahdettin’in kaçışı, ‘kendiliğinden’ gelişen bir olaydı ancak ‘kendiliğindenlik’ gerçekte Ankara’nın sabırla sürdürdüğü akılcı bir siyasetin yönlendirilmesiyle elde edilen bir sonuçtu. Vahdettin, kendisine karşı herhangi bir eyleme başvurmamasına karşın, güçlenmekte olan demokratik düşünceden korkmuş ve saltanatın kaldırılışından 17 gün sonra İngilizlere sığınarak kaçmıştı.
İşbirlikçiliği ve ihaneti açıkken, Kurtuluş Savaşı, o günkü koşullar gereği, “Padişahın ve saltanatın tutsaklıktan kurtarılması” söylemiyle yürütülmüştü. Ancak, saltanatın kaldırılmasına da o günden karar verilmişti. Altı yüz yıllık bir yönetimin toplum yaşamında yarattığı alışkanlıkların, ulus birliğini sağlama önünde engel oluşturmaması için böyle davranılması gerekiyordu. Toplumsal yapıyı gözeterek saptanan gerçekçi politika, halkın padişahın gerçek yüzünü yaşayarak görmesini sağlamıştı.

Karşıtçılar Cephesi

Vahdettin’in kaçışına dek yaşanan olaylar, Mustafa Kemal için, sıkıntılar ve kimi zaman çekincelerle örülmüş bir dizi gelişmeyi içeriyordu. Padişah’ın Kurtuluş Savaşı’na karşı yürüttüğü politikaya karşın, çıkarları saltanatın sürdürülmesine bağlı, sayısı az etkisi çok tutucular cephesi, düzeysiz karşıtçılıklarını, “altı yüz yıllık saltanatın korunması” üzerine oturtmuştu. Saltanata bağlılık geleneklere bağlılıkla bir tutuluyor, bu tutum siyasi yaymaca (propaganda) aracı durumuna getiriliyordu.
Saltanatın kaldırılmasına karşı çıkan, tutucu kitlenin genişliği tam olarak bilinmiyor, gerçek gücü saptanamıyordu. Ancak, yaşanan bir gerçek vardı ki, bu gerçek karşıtçılığın gücü hakkında bir fikir veriyordu.
Kurtuluş Savaşı’na katılan ve ordudaki üst düzey görevleri süren kimi komutanlar, geleceğini duyumsadıkları (hissettikleri) devrimci atılımlardan korkmuş, ilk girişim olarak saltanatın kaldırılmasına onay vermek istememişti. Devlet kurumlarında, Meclis içinde ve yaygın örgüt ağına sahip tarikat çevrelerinde, güçlü bir karşıtçılık vardı. Buralarda; Mustafa Kemal’in saltanatı kaldırarak baskıcı bir yönetim kuracağı, “diktatör olacağı” ve halkın değerlerine saygı göstermeyeceği yönünde etkili bir yaymaca yürütülüyordu.

Silah Arkadaşları Karşı Çıkıyor

Böyle bir ortamda, Başbakan Rauf (Orbay) Bey, 12 Ekim 1922’de Refet (Bele) Paşa, Ali Fuat (Cebesoy) Paşa ve Mustafa Kemal Paşa’yı, Refet Paşa’nın Keçiören’deki evinde bir toplantıya çağırdı. Rauf Bey toplantıda; Meclis’in, “Saltanatın ve belki de Hilafetin” ortadan kaldırılacağı söylentisi nedeniyle kaygı ve üzüntü içinde olduğunu, “gelecekte yapacaklarından kuşku duyduğunu”, bu nedenle kamuoyuna bu tür söylentilerin doğru olmadığını bildiren bir açıklama yapılması gerektiğini söyledi.5
Mustafa Kemal, bu sözler üzerine, Kurtuluş Savaş’ındaki bu en yakın üç arkadaşına, ayrı ayrı, padişahlık ve halifelik konusundaki düşüncelerini sordu. Aldığı yanıtlar, daha işin başında karşılaşacağı güçlüklerin çetinliğini ortaya koyuyordu.
Rauf Bey soruya şu yanıtı verir: “Ben saltanat makamına ve hilafete vicdan ve duygu bakımından bağlıyım. Çünkü benim babam padişahın ekmeğiyle yetişmiş, Osmanlı Devleti’nin ileri gelen adamları arasına geçmiştir. Benim kanımda o ekmeğin kırıntıları vardır. Ben nankör değilim ve olamam, Padişaha bağlı kalmak borcumdur. Halifeye bağlılık ise terbiyem gereğidir”.6
Mustafa Kemal, kendine en yakın gördüğü komutanlardan böyle bir tutum beklemiyordu. Vahdettin, kendisi gibi bu üç savaş arkadaşını da idama mahkum ettirmiş, Rauf Bey’in Malta’ya sürülmesine onay vermişti. Refet ve Ali Fuat Paşalar, Padişaha bağlı iç ayaklanmaların yükünü çekmiş komutanlardı.
TBMM, 20 Ocak 1921’de kabul ettiği Anayasa’da “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Yönetim biçimi, halkın, kendi geleceğini bizzat ve eylemsel olarak yönetmesi esasına dayanır” diyerek7, Saltanatı yönetim düzeni dışına zaten çıkarmıştı. Bütün bunlara karşın, en yakınında bulunan insanlar şimdi, Padişahı koruyan bir tutum içine giriyordu.
Bu durum, zafer sonrasında bilinçsizlik nedeniyle ve bir kesimde yaygın olan, geleceğe yönelik amaçsızlığın doğal sonucuydu. Ne yaptığını ve neler yapacağını bilen yalnızca oydu. Batı’yla birliktelik isteyen mandacılar, eski düzeni aynısıyla korumak isteyen tutucular, geçmişten gelen alışkanlıklarını aşamayan komutanlar ve yaşadığı koşulları kavrayamayan ‘aydınlar’, ortalıkta dolaşıyor, ne anlama geldiğini tam olarak kendilerinin de bilmediği öneriler yapıyor, görüşler ileri sürüyordu.
Mustafa Kemal’e, padişah ve halife olmasını önerenler bile vardı. Kurtuluş Savaşı’nın sağladığı amaç birliği, savaşın bitmesiyle bir anda dağılmış, belirsizliklerle dolu, karışık bir siyasi ortam oluşmuştu. Halkın sevinciyle, yönetimi ele geçirme hırsı peşindeki çıkarcıların hesapları iç içe girmişti.

Geleceği Kim Belirleyecek

Zafer’e karşın Türkiye’nin geleceği belirsizdi. İçerde ve dışarda, sonucu merak edilen ana sorun, Türkiye’nin geleceğini kimin belirleyeceğiydi. Bağımsızlıkta kararlı Kemalist devrimciler mi, Batı’yla uzlaşmaya hazır eski düzen yanlıları mı egemen olacaktı?
Hemen her yerde, “görevleri sanki, Saltanat ve Hilafeti koruyup güçlendirmek olan”8 insanlar ortaya çıkıyordu. “Kurtuluş Savaşı’nın ortak ölüm-kalım çekincesi karşısında birleşen ve o günkü koşullar içinde adeta ihtilalci bir hava taşıyan ortak ruh hali”9, yerini şimdi; inançsal ayrılıkların, kişisel ya da kümesel (grupsal) çıkarların etkisi altında, çatışma olasılığı yüksek karşıtlıklara bırakmıştı. Bu karşıtlık kısa süre içinde o denli sertleşmişti ki, Meclis’te, “Yunanlılar’dan kurtulduk, bakalım Mustafa Kemal’den nasıl kurtulacağız?” diyebilen milletvekilleri ortaya çıkmıştı.10

Bilinç ve Kararlılık

Saltanat ve Hilafeti kaldırmaya çok önce karar vermişti. Uzun süre kendinde saklı tuttuğu bu kararını, örneğin Mahzar Müfit’e (Kansu) Erzurum Kongresi’nin son günü (7 Ağustos 1919) açıklamış, üstelik kimseye göstermemesi koşuluyla not ettirmişti.11
Meclis’te yaptığı pek çok konuşmada, egemenliğin yalnızca ulusa ait olduğunu, hiçbir güçle paylaşılmayacağını kerelerce yinelemişti. Halk yönetimindeki kalıcılığın, bu iki kurumun kaldırılmasıyla başarılabileceğini biliyor bu işe girişmek için uygun zamanın gelmesini bekliyordu.
Zafer sonrasında oluşan ve bilinmezliklerle yüklü, duyarlı bir denge ya da sessiz bir dengesizlik yaşanıyordu. Halkın kendisine duyduğu güven ve sevgiden başka hiçbir şeyden emin değildi. Girişeceği atılımlarda, halk dışında kimlerden ne kadar destek alacağı, örgütlü karşıtçılığın gücü ve etkisinin ne olacağı bilinmiyordu.
Saltanatı böyle bir ortamda kaldırmıştı. 30 Ekim’de Meclis Başkanlığı’na, 80 imzalı bir önerge verilmiş; Onun’da imzaladığı önergede, “Osmanlı İmparatorluğu’nun artık yıkıldığı, yeni bir Türk devletinin doğduğu, Anayasal düzen ile egemenlik haklarının ulusa ait olduğu” söylenmişti.12 Önerge, 2 gün sonra Meclis’te oylanmış ve oy birliğiyle kabul edilmişti. Büyük Millet Meclisi, 623 yıllık Osmanlı Saltanatı’na, 1 Kasım 1922’de son vermişti. Metin AYDOĞAN

DİPNOTLAR

1              “Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu” Paul Gentizon, Bilgi Yay., 2.Basım, Ank.-1994, sf.37-38
2              “Atatürk” Lord Kinross, Altın Kit., 12.Baskı, İst.-1994, sf. 414
3              “Nutuk” Mustafa Kemal Atatürk, II.Cilt, TTK, 4.Baskı-1999, sf. 924
4              a.g.e., II.Cilt, sf.924
5              “Nutuk” M.K.Atatürk, II.Cilt, TTK, 4.Baskı-1999, sf.911
6              a.g.e. sf.913
7              “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kit., 8.Baskı, İst.-1983, sf.49
8              “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kit., 8.Baskı, İst.-1983, sf.49
9              a.g.e. sf.49
10         “Çankaya” F.R.Atay, Bateş A.Ş., İstanbul-1980, sf.314
11         “Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber” Mazhar Müfit Kansu, 1.Cilt, TTK Yay., 3.Baskı, Ank.-1988, sf.127-128
12         “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kit., 8.Baskı, İst.-1983, sf.56