30 Ekim 2016 Pazar

Bugün 29 Ekim! İkinci Kurtuluş Savaşımızın Meşalesinin Alevlendiği Gün!



Bugün 29 Ekim!
İkinci Kurtuluş Savaşımızın Meşalesinin Alevlendiği Gün!
Bugün 29 Ekim! AB-D Emperyalizmi ve Yerli Satılmışlar Cephesinin, Sevr’i yırtıp attığımız günden beri süregelen ayak oyunlarıyla en sonunda enkaz haline getirdikleri Cumhuriyet’imizin 93’üncü yılı.
Ancak bugün artık bir bayram günü değil! Yeni Sevr’e karşı, İkinci Kuvayimilliyeciliğimizin meşalesinin alev aldığı bir birlik, bir mücadele günüdür!
Çünkü Antiemperyalist Birinci Kurtuluş Savaşı’mızla canla, başla mücadele ederek kapıdan kovduğumuz emperyalistler önce bacamızdan girdiler, bugünse artık ellerini kollarını sallayarak cirit atıyorlar vatanımızda!
Çünkü saltanat özlemcisi Kaçak Saraylı Reis’in kazanı, tüm Ortadoğu ve dünya halklarının baş düşmanı ABD Emperyalizminin ateşi üzerinde kızdırıldıkça, içindeki halkımız diri diri kaynatılmaktan kurtulamadı!
Çünkü Laik Cumhuriyet’i elbirliğiyle enkaz haline getirdiler, yıktılar ve vatanımızı Ortaçağ karanlığına sürüklüyorlar!
O nedenledir, dinci faşist düzenlerine yani Ortaçağ karanlığına doğru giden yolun en önemli aşaması olan 15 Temmuz’u yere göğe sığdıramamaları, adını caddelere, parklara, meydanlara kazımaları, zafer günü ilan etmeleri!
O nedenledir kendileri için yas günü olan 19 Mayıs’ları, 23 Nisan’ları, 30 Ağustos’ları, 29 Ekim’leri parçalama, yok etme ve öç alma günlerine dönüştürmeleri!
Şimdi anlamak için soralım:
Cumhuriyet nedir?
Emperyalizme karşı dünyada ilk başarılı Kurtuluş Savaşı’nın zaferinin ilanı olan Cumhuriyet’imiz nasıl bu hale gelmiştir? Cumhuriyet kalemiz nasıl düşmüştür?
Bu sorulara daha çocuk denecek yaşta, 17 yaşında Ege’de Yörük Ali Efe Çetesi’nde Kurtuluş Savaşı’mıza katılan ve yiğitliğiyle o yaşta Köyceğiz Kuvayimilliye Komutanı olan Hikmet Kıvılcımlı’nın 29 Ekim 1968’de yayımlanan “Cumhuriyet Bayramı Nedir?” başlıklı yazısından alıntıyla cevap verelim:
“Bunu, bize en iyi özetleyen kişi, Cumhuriyet’in ölümsüz kurucusudur.
Mustafa Kemal, Türkiye’yi yüzyıllardan beri iki büyük kahredici gücü, iki büyük lanetleme gücü ezdiğini haykırdığı gün, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin gönderesine ilk Cumhuriyet bayrağını çekmişti. Bu İki kahredici, lanetleme, baş belası güç neydi?
Mustafa Kemal’e göre birisi Emperyalizm, öteki Saltanat’tı.
Emperyalizm neydi?
Batıda, serbest rekabetçi tasını tarağını toparlamış ve iç çatışmalarını, dünya ölçüsünde kangrenleştirmiş olan, tekelci kapitalizmdi.
Saltanat neydi?
Kadim Tefeci-Bezirgân Sermayenin her türlü gelişimi taşlaştırıp dondura koymuş olan derebeylik biçimiydi.
Bu iki güç birbirileriyle domuz topu olmuştu. Emperyalizmin yeryüzündeki egemenliğini sağlayan yerli avadanlık, geri ve sömürge ülkelerde emperyalizmin teslim aldığı irili ufaklı saltanatlardı.
1919 yılı, yalın savaş kılıcıyla. Kadim Çağ derebeyliği olan emperyalizmin yüzde yüz emrine geçirilmişti. Onun için, Anadolu içlerinde, gâvura karşı kıpırdayan baş kaldırma karşısında, ilkin sözde Müslüman olan saltanatı buldu. Emperyalizmin Papaz Fru’ları, Saltanatın Molla Necmettin’lerini parayla tuttular. Ve Anadolu topraklarına sarıklı-cübbeli kılıklarla, casus ve baltalayıcı olarak gönderdiler. Ege Cephesinde Milli Kurtuluş Cephesinin ilk kurşunu, Yunanlıdan önce, sözde mütegallibe Hacıağalarına karşı sıkılmak zorunda kalındı.
Onun İçin Türkiye’de Cumhuriyet demek. Türk Milletinin bağrına oturmuş olan emperyalizmle Saltanat’a karşı kurduğu bir savunma kalesi demektir.”
(…) Cumhuriyet emperyalizme, yani Cihan Finans-Kapitalizmine ve Saltanat’a, yani Osmanlı Tefeci-Bezirgânlığına karşı savaşarak doğdu.
Türkiye’de Cumhuriyet’in anlamını yücelten ve kutsallaştıran, Mustafa Kemal’in hiç hayale kapılmaksızın pek açık belirttiği, o her iki irtica cephesinde, her iki gericilik cephesinde başardığı savaştır.
45 yıldır Türkiye’de neler olupbitti?
Her canlı ya da cansız varlık gibi, toplumumuz da zamanla bir sıra değişikliklere uğradı. Ana çizgisiyle, yani ekonomik temel ve sosyal sınıf yapısı bakımından geçirdiğimiz değişikliklerin anlamı ve yönü ne oldu?
Soruya duruca karşılık bulmak için kendi kendimize bir daha sorabiliriz: Türkiye’de Cumhuriyet, Mustafa Kemal’in ilk olarak gördüğü ve gösterdiği hedefe vardı mı? Daha kabaca söyleyelim: Türkiye’de, Saltanatı kökünden devirip, emperyalizmi kökünden kazıdı mı?
Bu sorulara yuvarlacık bir EVET, yahut HAYIR ile karşılık verecek kadar bozuk metafizik veya skolastik bir düşünce ve davranış olamaz. Cumhuriyetimizin gerçekliğinde yatan diyalektik büsbütün beklenmedik, şaşırtıcı gelişmeler gösterdi.
1- SALTANAT’ın tepesi Padişahlık ve Hilafetti. Saltanatın tabanı derebeyleşmiş Tefeci-Bezirgânlıktı. Cumhuriyet, tepedeki padişahlığı ve hilafeti kaldırdı. Tabandaki Kadim Tefeci-Bezirgân Hacıağalık ne oldu?
Vaktiyle “irtica” denilen gericilik isyanlara, suikastlara giriştikçe ezildi. Kabuğuna çekildikçe rahat bırakıldı, hatta ayrıcalandı. Yalnız ara sıra tefeciliğe karşı resmi savaşlar açıldı. Yüzde ondan “aşırı” faizler kanunla yasaklandı.
Oysa, politikanın etkileyemediği kanunlar vardı. Türkiye ekonomisinde Kadim Tefeci-Bezirgân Sermayenin kökünü ancak genlikli (prosper: Müreffeh) ve hızlı bir modern sanayileşme kazıyabilirdi. Geniş üretim alanımız, toprakta küçük ekici, sanayide esnaf eliyle yürütüldükçe kaçınılmaz sonuç belliydi. En ufak teşkilatına göz yumulmayan, her kımıldanışı “ağa” ağırlığıyla ile boğulan, binbir devlet vergisi ve banka mükellefiyetleri altında her gün biraz daha ezilen KÜÇÜK ÜRETMENLER Tefeci-Bezirgân torbasında kekliktiler.
O yüzden en iyi niyetli olsun veya olmasın, bütün resmi yasaklar ister istemez kitapta kaldı. Hayatta Kadim Tefeci-Bezirgân ilişkileri, şehir bankalarından güç alarak bütün hınçları ve uğursuzluklarıyla işlediler. Eski “saltanatlarını” (yeni egemenliklerini) yürüttüler ve gitgide büyülttüler.
2- EMPERYALİZM’in tepesi -o günler- Yunan Kıralı ile Türk Padişahının gölgelerine çöreklenmiş: İngiliz, Fransız, Amerikan, İtalyan vb… emperyalist silâhlı güçleriydi. Emperyalizmin Türkiye içindeki tabanı: yabancı komprador sermaye. yani bankalar ve şirketlerle onların acenteleriydi.
Mehmetçik, Yunan Ordusu’nu baskına uğratınca Yunan Kralı’nı, maymun ısırdı, Türk Padişahının kavuğu devrildi. Emperyalist silahlı güçler paratonersiz kaldılar. Ana yurtlarındaki grevlerde, halk hareketlerinde Sovyet İhtilalini bastırmaya vakit bulamayan emperyalizmin silâhlı güçlerini de şeytan aldı götürdü.
Tabandaki modern yabancı şirketlerle acenteler ne oldular?
Düyunu Umumiye alacaklıları “Şark isyanlarını” ve şirketler “Gaziye suikastları” kışkırttıkça, yerli-yabancı firmalar devletleştirildi. Çoğunluğu Rum, Ermeni, Yahudi olan komprador burjuvazi “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyalarıyla sindirildi. Sermayeci tıkırına baktıkça okşanmaktan da öteye şımartıldı ve varsa yoksa biricik devlet gözdesi yapıldı
Bunun üzerine pek imrendiğimiz özel sermaye külahları silâhları değiştirip yerli milli şirketler kılığında “adanmış toprağına” kavuştu. Uluslararası Finans-Kapital bütünlüğü içinde bir öz ve özel parça oldu, Türkler “Medenî Kıyafet” takınıp “Avrupalılaştılar”. Batılı kodaman turistler ve vaktiyle Türk’e tepeden bakan kompradorlar da “Türkleştiler”.”
Duruca gördüğümüz gibi ne saltanatın tabanı Tefeci-Bezirgânlık ortadan kaldırılabildi, ne de emperyalizmin Türkiye içindeki tabanı bankalar ve şirketlerle, onların acenteleri… Hal böyle olunca ve bu iki gericiliğe karşı Antiemperyalist, Antifeodal, Antişovenist örgütlü bir halk örgütlenmesi ve mücadelesi yaratılamayıp, Demokratik Halk Devrimi başarılamayınca bu son kaçınılmaz oldu. AB-D Emperyalizminin ülkemizi Yeni Sevr’e sürüklemesine de engel olamadık, Ortaçağ karanlıklarına bayır aşağı sürüklenmeye de!
O nedenledir ki bugün Mustafa Kemal’in gençliğe hitabesindeki uyarılarının tamamı gerçekleşmiştir.
Ne demişti Mustafa Kemal?
“İstiklâl ve Cumhuriyet’ine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler.
“Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir.
“Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.” (Gençliğe Hitabe)
AB-D Emperyalizmi memleketimizin iliklerine dek işleyerek kaleyi içten fethetti. Batı gericiliği doğu gericiliğiyle yani Ortaçağcı Türkiye gericiliğiyle ve Batı aşığı ve uşağı Modern Türkiye gericiliğiyle etle tırnak gibi kaynaştı. Ekonomiyi de iktidarı da tekellerine aldılar.
1950’den sonra iktidarları da muhalefetleri de tamamen o belirledi. Halkımız da sandığa gidip oy verdi, memleketinde “demokrasi” var zannetti. Oysa bilmedi ve görmedi ki yapılan “seçimler” kendisini harap ve bîtap düşürmekten öteye gitmeyecek bir aldatmaca, bir oyun, bir sürek avı! Ha berideki kuklasını seçmişsin, ha ötedekini!
Ordumuzu da saltanatın mollası, ABD Emperyalistlerinin kuklası Celal Bayar-Adnan Menderes eliyle 1952’de NATO’ya teslim ettik. Sonrası çorap söküğü gibi geldi. Al gülüm, ver gülüm oldukları dönemde, “ben bu davanın savcısıyım” diyen Kaçak Saraylı Reis ve Pensilvanyalı İmam’ın yargıdaki, emniyetteki, MİT’teki alçak kadroları sayesinde Ergenekon ve Balyoz operasyonlarıyla Mustafa Kemal’ci, laik, yurtsever subaylar ve komutanlar Silivri zindanına tıkıldı. Askeri okullardaki kendilerinden olmayan öğrenciler kumpaslar kurularak atıldı ya da çeşitli işkencelerle okulları bıraktırıldı. Ordu böylece iğdiş edildi.
Yetmedi. ABD Emperyalizminin uşağı, işbirlikçisi, vatan haini bu iki Ortaçağcı İrticai güç, bildiğimiz gibi 17-25 Aralık 2013’ten sonraki ikinci ganimet paylaşım savaşını en son geçtiğimiz 15 Temmuz’da Ordumuz üzerinden yaptı. Takke düştü, kel göründü! Ordumuzun neredeyse yarısının Ergenekon-Balyoz katliamı sonucunda, İmam Fethullah’ın ordusu haline dönüştüğü ortaya çıktı.
Son darbeyi de Kaçak Saraylı Reis ve avanesi bu bahaneyle vurdu; askeri okulları, hastaneleri kapattı, kışlaları önce düşmanı zapt eder gibi Ortaçağcı güruhuna “kuşattırdı”, sonra da şehir dışına sürdü, Ortaçağ ordusuna dönüştürme harekâtına girişti. Mustafa Kemal’in dediği ve uyardığı gibi memleketimizin bütün orduları da dağıtılmıştır böylece!
Bütün bunları bir araya getirdiğimizde, görünürde Birinci Antiemperyalist Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızda olduğu gibi fiili bir “düşman işgali” olmasa da acı veren gerçekliğimiz budur! Bu gerçeği ne emperyalizmin kanlı postallı askerlerinin topraklarımızda, şehirlerimizde, sokaklarımızda açıktan dolaşmıyor olması değiştirir ne de başta Kaçak Saraylı Reis olmak üzere Meclisteki Dört Amerikancı satılmış partinin “yerli” olması!
Onlar BOP’u, Yeni Sevr’i, Türkiye’nin en az üçe bölünmesini ve Ortaçağcı bir din devletine dönüştürülmesini bu şekilde gerçekleştirmekle görevlidir. Bu süreçte epeyce yol almışlardır ve bayram etmektedirler.
Ancak erken bayram etmesinler!
Bundan gayrı yapılacak tek şey vardır: Antiemperyalist, Antifeodal, Antişovenist İkinci Kurtuluş Savaşı’mızı vermek!
Bu topraklar bereketlidir! Kurtuluş Savaşı Destanı’nın yazıldığı topraklardır! Zalimlere karşı cesaret vatanıyla insanlık onuru için direnen Şeyh Bedrettin’lerin, Pir Sultan’ların, Mustafa Kemal’lerin, Hikmet Kıvılcımlı’ların doğduğu topraklardır!
Bu topraklar Nazım’ın:
Ve kanlı bankerler pazarında
Memleketi Alaman’a satanlar,
yan gelip ölülerin üzerinde yatanlar
düştüler can kaygusuna
ve kurtarmak için başlarını halkın gazabından
karanlığa karışarak basıp gittiler…
Kuvayimilliye Destanı dizelerinde söylediği gibi, vatan hainlerinin Tarihin çöplüğüne fırlatılıp atıldığı topraklardır!
Bizler destan yazan Birinci Kurtuluş Savaşçılarımız gibi, yenilgiyi baştan kabullenmektense savaşarak ölmeyi yeğ tutan İkinci Kurtuluş Savaşçılarıyız! Bu savaşın önderleriyiz!
Memleketi satanları, halkımıza kıyanları Tarihin çöplüğüne fırlatacağız!
Eninde sonunda biz kazanacağız!
Yaşasın 29 Ekim!
Halkız, Haklıyız, Yeneceğiz!
29 Ekim 2016
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi

28 Ekim 2016 Cuma

Darbe Gerçekleşseydi Sn. Erdoğan’ı Kim Öldürdü Diye Bilecektik?



           
İktidardan indirilmiş tarihte bildiğimiz kim varsa, ister kral ister padişah ister başbakan, bunu yapanlar kendilerini saklamayı başarmış, iktidardan indirilen kişinin taraftarları öfkeyle ona saldırsın diye suçu bir başkasına atmışlardır. Böylelikle toplumda sürekli çatışma hali yaratılmış, bu çatlaktan yeni mevziler kazanmışlardır. Hatta darbe kumpaslarında bile kurulan mahkemelerde delillere bakmadan suçlu diye gösterilenlerin gerçekte İngiliz hükümetinin ortadan kaldırmak istediği değerli siyasilerimiz olduğunu anlarsınız.
            Bütün bildiğiniz darbeler için ezberinizdeki iftiraları silecek kadar bilgi artık her yerde var, isteyen ulaşabilir. ABD ve İngiltere arşivlerinin açılmasını beklemeniz gerekmez.
            2016’da bugün, bir tarih yaşamakta olduğumuz 15 Temmuz sonrasında, toplum olarak bir bilinç sıçramasını da yaşamaktayız. Bu nedenle geçmişin yalanlarını anlatmak şimdi daha kolay. Onun için yazımın başlığını bunu düşündürtecek şekilde soru olarak seçtim.
            Evet, darbe gerçekleşseydi Sn. Erdoğan’ı kim öldürdü bilecektik?
            Darbe bildirisinin altındaki imza sahibi kimse o.  “Yurtta Sulh Cihanda Sulh Komitesi” diyordu, isim yok ama ucu açık komite, aklına gelen bütün Atatürkçüleri koy içine, değil mi? Hele bir de Genel Kurmay Başkanı darbe bildirisini imzalasaydı, Türk ordusuyla halk asıl o zaman karşı karşıya gelecekti.
            Tayyip Bey de başına gelenlerden bu dersi almış olmalıdır. Artık Menderes’i asanlar diye başlamaz herhalde. Fakat dünya ne kadar enteresan. Eğer darbe gerçekleşmiş olsaydı kendisi ölecekti ama topluma vaat ettiği bütün din devleti, şeriat yasaları, Din okulları, ilkokullara bile mescit açılması, kız erkek ayrı sınıflar, cemaatlere serbestlik, vesair hayalleri gerçekleşecekti. Ne tuhaftır, darbede ölseydi gerçekleşecek olan her şey ölmediği halde yine gerçekleşiyor, hem de çok daha hızlı, hem de parlamentoda tartışılmadan, hiç muhalefetsiz biçimde... Üstelik tek parti diktatörlüğü dediği dönemde olmadığı kadar antidemokratik şekilde.
Yine ne tuhaftır, Menderes’i siz astınız diye sitem ettiği insanlar onu kurtardı ve ne çare onların da aynı asimetrik darbe mağduru olduklarından habersiz yaşadı.  
Küresel darbe üretim merkezlerinde ince ince planlanmış bir savaşın ortasındayız, daha çok darbe göreceğimizi tahmin etmek zor değil, yeni yalanlara hazır olmalıyız.
Abdülaziz’in ölümü geliyor aklıma. Tahttan indirilmiş Abdülaziz göz hapsinde tutulduğu sarayda bir gece bilekleri kesilmiş olarak bulundu ve onu öldürmekle suçladıkları Mithat Paşa, Şeyhülislam Hayrullah Bey, Hüseyin Avni Paşa (mahkemede ölüsü yargılandı), Mütercimler Efendi ve Ali Bey (Namık Kemal’in kardeşi) Yıldız Mahkemesinde idama mahkûm edildi. Şimdi soruyorum, sizce Abdülaziz’i bunlar mı öldürdü, yoksa aslında bu isimleri ortadan kaldırmak için mi Abdülaziz öldürüldü?
İngilizlerin parmağını görmeniz için ipucu vereyim; Mithat Paşa köylüyü İngiliz tefecilerinden kurtarmak için Köy Sandıkları kurmuştu, Hüseyin Avni Paşa Karadağ savaşını İngiliz komutanı saf dışı ederek kazanmış ve İngilizler onun hakkında “Bu paşayı bertaraf etmeden Osmanlı’yı Sevr’e götüremeyiz” demişti. Şeyhülislam Hayrullah Bey de Abdülaziz’in İngiliz prensesleri için saray yaptırmasına karşı fetva vermişti. Yeterli ipucu var.
Eğer Sayın. Erdoğan hal edilmiş olsaydı darbe mahkemesi Jön Türkler in devamı kabul ettikleri Kemalistlere ne ceza kesecekti, tahmin edersiniz. 1881 Abdülaziz’in halli ile aynı.
Bakın, yaydıkları yalanlar devam ediyor; Mithat Paşa sandıktan para aldı, Hüseyin Avni Paşa darbe geleneğini başlattı... Değersizleştirmeye devam; Kızkulesi önünde 48 saat bekleyen Taif gemisi halkın gelmesi için orda bekledi, halk gelmedi...
Hangi birini düzelteyim. Mithat Paşa İzmir’de sığındığı Fransız elçiliğinde Cezayir’e karşılık Osmanlıya teslim edildi, sonra da iki Fransız gemisi eşliğinde Hicaz’a götürüldü. Kızkulesi önünde o iki geminin gelmesini beklediler,  halkın gelip onu kurtarması için değil. Taif Kalesinin zindanında onu Abdülhamit’in boğdurduğunu yaydılar, oysa bu öldürme olayının da Fransız işi olduğu aşikârdı. Cezayir’e karşılık teslim alındığı halktan gizlenince yalanlar arkası sıra dizildi, başka türlüsü kimsenin aklına gelmedi, Bardakçı’nın da.
 Bir de Milattan Önce örneği vereceğim. Darbenin ilk günlerinde yine Bay Bardakçı bir kanalda şöyle bir laf etti; “Oğuzlarda da darbe vardı, Mete Oğuz’un babasını zehirleyerek öldürdüler” dedi. Yaaa.... Demek Mete Oğuz’un babasının kim olduğunu biliyor, dedim. Roma kaynaklarında Mete Oğuz’un Miletli Pontus kralı V.Mitridate’nin oğlu VI.Mitridate olduğu, Sinop’ta doğduğu ve Rize’de büyüdüğü yazılmaz, ama babasının yemeğine zehir katan annesi Lazika (Laodike) tarafından öldürüldüğü yazar. Bardakçı onların yazdığı gibi konuşuyor
Açayım. Kraliçe Lazika oğlunu da zehirlememeleri için Rize’ye Eyzi (Oğuz) dayılarının yanına gönderdi. Mete Oğuz Ayder/Haydar yaylalarında büyüdü. İlk eşi dayısının kızı olan Lazika idi. (Şaman kültüründe akrabadan evlenmek yoktu, kardeşiyle evlenmek gibi yasaktı, o nedenle bu evlilik kaynaklarda kızkardeşiyle evlendi şeklinde geçer.)
Zehirlenmeye karşı panzehir icad etti, üzerinde deneli,  ölümsüz kral oldu, 22 Oğuz boyunu birleştirdi 48 yıl Sezar’la savaştı, Romalı tefeci Yahudi bankerleri Efes’te öldürttü (MÖ.88) ve Roma’nın en büyük düşmanı oldu. Büyük dedesi 1.Mitridate de Ordu şehrinin Kurul kalesinde 8 Pers kralıyla Kurul toplayıp kurduğu Birleşik Orduyla İskender’in Ege’de bıraktığı yağmacı Atina ordularını Efes’ten denize dökmüştü(MÖ.305). Mustafa Kemal de İzmir’den denize döktü, ne tesadüf!
Bay Bardakçı Osmanlı sarayında türlü entrika kadınlarını iyi bilir de Ordu Kurul Kalesinde heykeli bulunan kadın sultanımızın Mete Oğuz’un annesi Lazika/Laodike olduğunu bilmez. Adı Lazika, Lat/Kibele inanışlı, Doğu Karadenizli ve Amazon ordular kurmuş olduğuna işaret eder. Samsun’a Amizos (Amazonlar) adını bırakan kraliçemizdir. İşte Ordu Kurul Kalesinde yeni bulunan heykeli:   
 Amazon kraliçemiz Lazika’yı saygıyla anıyorum.
Ordulular onu 29 Ekim’de ziyaret etmeli. Çünkü şehre adını veren Ordu kurma geleneğimizin anasıdır. Türk Ordusu ve Atatürk nasıl ki 29 Ekim’de Türk milletine bir Cumhuriyet hediye etmişse, ana kraliçemiz Lazika ve Mete Oğuz da bize Millet olma ve Ordu kurma geleneğini hediye etmiştir.
Bizim maalesef Tansu Çiller gibi adı darbelerle birlikte anılan kadın yöneticilerimiz de var.  (https://tr.wikipedia.org/wiki/Tansu_%C3%87iller) Özgeçmişinde babasının nereli olduğu yazmazken her nedense annesinin Selanikli olduğu yazıyor, anne soyu daha önemli demek ki. Saraya sokulmuş entrikacı kadınlar gibi, burnunu sokmadığı şey kalmamış, onu meclise sokan Demirel bile ondan yaka silkmişti. Yüce Divanlık olmuş, az farkla yırtmıştı. Bugün yeniden 28 Şubat’la birlikte adı telaffuz edildiği halde, bir türlü ifadesi alınmıyor, dokunulmazlığı olan tek kişi o.  
Dönelim darbe gerçekleşseydi sorumuza.
Minareyi çalan kılıfını çok iyi hazırlamış.
Şu ders kitaplarının da kılıfı çok iyi hazırlanmış, bir türlü dikkatleri onlara çekemiyorum. Bu sıralar Matematik 1.sınıf kitabı (3 kitap) üzerinde çalışıyorum. Çözemediğim ne şifreler var, anlatamam. Bir sayfada güya çocuğa haftanın günlerini öğretecek, takvime bakarak cevap vermesini istiyor; “10 Kasım .... günüdür”, “4 Nisan ....... günüdür.” Haydi çözün bakalım. 10 Kasım sıradan bir güne indirildi. Diğerinin iki şekilde cevabı var; 2016 takviminde 4 Nisan Pazartesi günüdür, ama acaba bu da bir özel gün mü diye aklına takılır da internete bakacak olursa, meğer bir Hıristiyan takvimine göre artık gün imiş. Yaa.... Biz de sadece İngilizce dersinde misyonerlik var sanıyorduk.
Türk Milli Eğitimini yabancıların planlamasına verirsen çocuğuna ne öğretileceğine onlar karar verir. Eğitimde darbe çoktan gerçekleşti, beş yıl sonra 2023’de kitaplarda bizden bir şey kalmayacak, atı alan Üsküdar’ı geçti bile.
Tayyip Bey öldürülseydi bunu kimin üzerine yıkacaklardı biz daha onu konuşuyoruz.
Vaktinizi aldım, özür dilerim.
Ben de zaten Cumhuriyet Bayramında evine bayrak asan okurlarım için yazmıştım.

27.10.2016
Mahiye Morgül