21 Ağustos 2016 Pazar

TÜRK TARIMI BÖYLE TASFİYE EDİLDİ TABUTA ÇAKILAN YENİ ÇİVİLER



Türkiye’de tarım, özellikle son 30-35 yıllık krizinin dibine vurmuş durumda. Neoliberal politikalarla piyasanın yıkıcı gücüne teslim edilen, üretim kapasitesi kırılan ve üretici gücü olan kır emekçisi iflas noktasına getirilen tarım, ülkeyi besleme özelliğini çoktan yitirmiş durumda.
Bu tabloya karşın, gelişmeler, sektör için daha kötü günlerin habercisi niteliğinde. TBMM’de görüşülmekte olan torba yasa ile getirilmeye çalışılan düzenlemeler, yeni ve son bir özelleştirme dalgasının tarıma öldürücü darbeyi vurmaya hazırlandığını gösteriyor.
Ekonomi’den sorumlu Bakan; yatırım ve altyapı açığı bağlamında yapısal sorunları giderek ağırlaşan, bilgi ve teknolojiyi içerememiş, yüksek girdi fiyatları ve düzenlenemeyen çıktı piyasaları nedeniyle adeta bir kumar haline gelmiş tarım sektörünün yetersiz rekabet gücü ortada iken, 2017 yılında tarımın da Gümrük Birliği’ne dahil edileceğine ilişkin “müjde” verebiliyor..
Kötüsü; Bakanı ilahiyatçı, Bakan Yardımcısı Hukukçu, Müsteşarı İş-Kur’cu olan Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın bu konuda bilgiye dayalı yorum yapabilecek ne kapasitesi, ne heyecanı var.
Daha kötüsü; tıpkı Bakanlık gibi, sektörün temsilcileri de sessiz. İktidarı eleştirmenin “milli iradeye” karşı gelmek olarak nitelendiği bugünlerde yaşananlar, Türkiye’nin demokrasi “düzeyini” göstermesi açısından da ayrıca acı verici..
Yazının başlığı, bu olumsuz havayı dağıtmak için herkesi rahatsız etme amacını taşıyor. Amacımız, bu topraklarda tarıma elveda dememek için, daha fazla geç olmadan, üretici ve tüketicilerin el birliği/güç birliği/akıl birliği yaparak tarımı tasfiye hareketini savuşturmasına katkı sağlamaktır.
Bu bağlamda, aşağıda, önce tarımın güncel bir fotoğrafı çekilecek, ardından tarım sektöründeki özelleştirmelerin dünü, bugünü ve geleceği değerlendirilecektir.
ANADOLU’DA ZAMAN
Anadolu yarımadası, dünyada neolitik devrimin başladığı; başka bir deyişle, yerkürede tarımsal üretimin ilk kez yapıldığı topraklardır. Kuşkusuz bu tesadüf değildir. Bereketli toprakların su ve güneşle buluştuğu bu coğrafya, biyoçeşitlilik açısından da eşsizdir. Dünyadaki 8 gen merkezinden 3’ü Anadolu’dadır, 3 bin’den fazlası endemik olmak üzere 13 bin bitki çeşidi bu topraklarda yaşamaktadır.
İşte bu özelliklere sahip bir üretim alanı, Türkiye, kasıtlı politikalarla çökertilen tarım bağlamında, tarihinin en acı günlerini yaşıyor. Gerçekler istatistiklerle çarpıtılamayacak kadar açık..
ÇÖKERTİLEN ÜRETİM KAPASİTESİ, İTHALAT FATURALARINA YANSIYOR
2003 – 2015 döneminde Türkiye, tarım ve gıda ithalatı için yabancı ülkelere 400 milyar TL para savurdu.
Türkiye; Rusya, Almanya, Fransa, Ukrayna’dan buğday, İngiltere ve Hırvatistan’dan arpa,Gürcistan’dan saman, ABD, Yunanistan, Türkmenistan ve Hindistan’dan pamuk, Arjantin’densoya, ABD, Arjantin ve Brezilya’dan mısır, ABD Vietnam, İtalya ve Tayland’dan çeltik ve pirinç,Etiyopya, Bangladeş, Mısır ve Çin’den kuru fasulye, Kanada’dan nohut ve yeşil mercimek,ABD, Ukrayna ve Kanada’dan bezelye, Bulgaristan’dan kurbanlık koyun, Şili, Uruguay ve Fransa’dan büyükbaş hayvan, Bosna Hersek’ten lop et ithal eden bir ülke haline düşürüldü.
TARIM DESTEKLENMEDİ, TERSİNE VERGİLENDİRİLDİ. ÇİFTÇİ İFLAS ETTİ
2003 – 2015 döneminde Türkiye, tarım desteğine ayırdığı paranın 5 katını ithalata savurmuştur. Sözü edilen dönemde, tarım ve gıda ithalatına 400 milyar TL ödeme yapılmışken, aynı dönemde iktidarın tarıma verdiğini iddia ettiği toplam nakit destek miktarı79 milyar TL düzeyinde kalmıştır.
Tarım Kanunu hükmü uyarınca, iktidarın çiftçiye 50 milyar TL borcu vardır. 2006 yılında çıkarılan Tarım Kanunu’nun 21 inci madde hükmü, her yıl GSMH’nın % 1’inin tarım desteği olarak ödeneceğini hükme bağlamıştır. Buna karşılık, 9 yıldır bunun ancak yarısı ödenmiş olup, iktidar çiftçinin 50 milyar TL’sine el koymuş durumdadır.
Ürettiği para etmeyen, gübre-mazot- elektrik-su zamlarına yetişemeyen çiftçi iflas etmekte, tarımdan kopmaktadır. Kredi – haciz – iflas kıskacına giren çiftçi tarlasını/traktörünü satmakta, taahhüdü ihlal suçundan hapse giren çiftçi sayısı her geçen gün artmaktadır. Son ondört yılda Türkiye’nin işlenen alan büyüklüğü 27 milyon dönüm azalmıştır. Başka bir deyişle çiftçi, ektikçe zarar ettiği için, iki Trakya Bölgesi büyüklüğündeki alanı işlemekten vazgeçmiş ve terk etmiştir.
MAZOT, ÇİFTÇİYE YAPILAN ZULMÜN EN AÇIK ÖRNEĞİDİR
Dünya petrol fiyatlarındaki değişimler ve ülkelerin vergi oranları, mazotu en pahalı satan ülkeler sıralamasında küçük değişimler yapabiliyor. Uluslararası Enerji Ajansı verilerine göre, Türkiye bu listede daima ilk yedi içerisinde yer alıyor, zaman zaman Norveç’i de geçerek birinci sırada yer alıyor.
Türkiye’deki pahalı mazotun sebebi yüksek petrol fiyatları değil, yüksek vergilerdir. Türkiye’de mazotun rafineri çıkış fiyatı 1,15 TL’dir. Buna 1,60 TL ÖTV, 44 kr bayii ve dağıtıcı karı ve 64 kr KDV eklenmekte ve mazot 3,83 TL’den satılmaktadır. ÖTV ve KDV toplamından oluşan vergi yükü 2,24 TL’dir.
Tarıma verilen desteğin tamamı yalnızca mazot vergilerinden geri alınmaktadır. Türkiye’de çiftçi toplam 4 milyon ton (4 milyar litre) vergi kullanmaktadır. Mazot kullanan çiftçinin ödediği dolaylı vergi miktarı: 4 milyar litre * 2,24 TL = 8,96 milyar TL’dir. Tarıma verildiği iddia edilen toplam destek miktarı 2014 yılında 9,2, 2015 yılında 10,7, 2016 yılında 11,2 milyar TL olarak açıklanmıştır.
Görüldüğü gibi, desteğin neredeyse tamamı, yalnızca mazot üzerindeki dolaylı vergilerle geri alınmaktadır. Tarımdaki diğer vergiler de düşünüldüğünde, AKP’nin tarımı desteklemediği, tersine vergilendirdiği açıkça ortaya çıkmaktadır.
Mazot desteğinin tam 12 katı, çiftçiden mazot vergisi olarak alınmaktadır: AKP’nin mazota verdiğini iddia ettiği destek miktarı 2014 yılında 646, 2015 yılında 700, 2016 yılında ise 740 milyon TL’dir. Sözü edilen her bir yılda, mazot üzerindeki dolaylı vergiler nedeniyle çiftçiden alınan haraç miktarı 9 milyar TL dolayındadır. Verdiğinin 12 katını alıp, buna rağmen destek verdiğini iddia etmek, AKP’nin sıradan propagandaları arasındadır.
HAYVANCILIK ÇÖKTÜ, BESİCİ İFLAS ETTİ, HALKIMIZ ET YİYEMEZ HALE GELDİ
Çok değil 30 yıl evvel hayvancılıkta hem kendine yeten hem de komşu ülkelere canlı hayvan ve lop et ihraç eden Türkiye, AKP sayesinde hem net ithalatçı hem de dünyanın en pahalı kırmızı etinin satıldığı ülke haline gerilemiştir.
Türkiye’nin sığır, manda, koyun ve keçiden oluşan canlı hayvan varlığı toplamı 1980 yılında 85 milyon iken, bugün 53 milyona gerilemiş, başka bir deyişle 32 milyon azalmıştır. Oysa aynı dönemde nüfusumuz 34 milyon artmıştır.
Türkiye’nin mera varlığı, 50 yıl evvelki düzeyin yarısına gerilemiştir. 1960 yılında 28,7 milyon hektar olan mera alanları, bugün 14,6 milyon hektar düzeyindedir.
Son 5 yılda 4 milyon baş canlı hayvan ithal edilmiş, canlı hayvan, et ve et ürünleri ithalatına 4 milyar dolar para ödenmiştir. Halen, Konya kadar bir memleket olan Bosna Hersek’ten et ithalatı yapılmaktadır.
Bir sanayi ülkesi molan Almanya, kendi nüfusunu kendi ürettiği kırmızı et ile doyurmakta, kg fiyatı4 Euro olan kırmızı etten ortalama bir Alman yılda 75 kg tüketmektedir. Güya bir tarımülkesi olan Türkiye ise, dünyanın dört bir yanından hayvan ve et ithal etmekte, kıymanın kilosu Almanya’dan en az 3 katı pahalı olarak 42-43 TL’den satılmakta, vatandaşımız pahalı eti sofrasında bayramdan bayrama görebilmekte, insanımızın yıllık ortalama et tüketimi bir Alman’ın 1/6’sı düzeyi olan 12 kg da kalmaktadır
TÜRKİYE TARIMDA NET İTHALATÇI BİR ÜLKE KONUMUNA GERİLEMİŞTİR
780 bin km2 yüzölçümüne sahipTürkiye, tarımsal hammadde dış ticaretinde, yıllara göre değişmekle birlikte ortalama 1 milyar dolarlık ihracat, 8 milyar dolarlık ithalat yapmakta ve 7 milyar dolar düzeyinde net açık vermektedir. Gıda sanayinin katkısı bu tabloyu başa baş noktasına ancak getirebilmektedir.
Buna karşılık 547 bin km2 yüzölçümüne sahip Fransa hem tarımsal hammadde, hem gıda dış ticaretinde net ihracatçı olup, dış ticaret fazlası yıllık 15 milyar Euro düzeyindedir.
İspanya,506 bin km2 yüzölçümüne sahip olup, aynı şekilde hem tarımsal hammadde hem de gıda dış ticaretinde net ihracatçıdır; dış ticaret fazlası yıllık 16 milyar Euro düzeyindedir.
41 bin km2 yüzölçümüne sahip Hollanda’nın ise, tarım ve gıdadaki dış ticaret fazlası yıllık 40 milyar Euro eşiğini aşmış durumdadır.
Türkiye açısından kabul edilemez bu tablonun ortaya çıkmasında, yıkıcı özelleştirme uygulamalarının da büyük rolü vardır.
GEÇMİŞ ÖZELLEŞTİRME SÜRECİ VE TARIMA ETKİLERİ
Tarımdaki özelleştirme süreci, açık bir peşkeş öyküsüdür. Örneğin TEKEL İçki fabrikaları 290 milyon dolara özelleştirilmiş, satın alanlar 1 yıl geçmeden portföyün % 90’ının 800 milyon dolara satmışlar, birkaç yıl sonra da tesisler 2,1 milyar dolara el değiştirmiştir.
Tarımdaki özelleştirme süreci, aynı zamanda bir yabancılaştırma öyküsüdür. Örneğin TEKEL İçki fabrikaları Amerikan Texas PasificCompany’den İngiliz Diego firmasına geçmiş, TEKEL sigara fabrikaları ise British AmaricanTobacco’nun olmuştur.
Ancak peşkeş ve yabancılaştırma, fotoğrafın yalnızca bir boyutudur. Diğer yandan, kamunun tarımdan çekilmesiyle, girdi ve çıktı alanı tamamen piyasaya devredilmekte, rant mekanizmaları devreye girmekte ve üretim araçları ile üretici güçlerin yeniden üretimi önünde en büyük engel böylece oluşturulmaktadır.
Girdi alanındaki özelleştirmelere yem ve gübre alanı en iyi örneklerdir. YEMSAN’ın özelleştirilmesiyle karma yem alanı kuralsız piyasa koşullarına terk edilmiş, çökertilen üretim kapasitesiyle 2/3’ü dışarıdan ithal edilen yem hammaddesinden üretilen yemler çok yüksek fiyatlarla üreticiye satılmıştır. TÜGSAŞ, İGSAŞ ve TZDK özelleştirmeleri gübre hammaddesi ithalatında tekelleşme yaratmış, gübrenin üretim ve dağıtımı ise artan aracı kanallar elinde üretici sömürü aracına dönüşmüştür.
Çıktı alanının düzenlenmesi, hem üretici hem de milyonlarca tüketici açısından yaşamsal önemdedir. Süt Endüstrisi Kurumu, Et Balık Kurumu ve TEKEL (İçki-sigara) özelleştirmeleriyle kamunun devreden çıkması, sözü edilen alanlarda hızla özel sektör tekellerinin oluşmasına neden olmuştur. Bu yapılar, üretici sömürüsünün kolaylaşması için devraldıkları tesislerin önemli bölümünü kapatmışlardır. Örneğin 6 sigara fabrikasından 5’i, içki fabrikalarının yarısından fazlası kapatılmıştır. EBK’nun 35 tesisinden 18’i satılmış, 5’i bedelsiz devredilmiş, 3’ü tümüyle kapatılmıştır. Bu tablonun sonucu, içki fabrikaları için özel üzüm çeşitleri üreten üreticinin ürününün elinde kalması, yerli tütün üretiminin ve üreticisinin çökmesi, kırmızı et üretiminin gerilemesi ve yükselen fiyatlar nedeniyle artan ithalat miktarlarına rağmen, piyasa spekülasyonlarının önlenememesi bağlamında yurtiçi kırmızı et fiyatlarının Avrupa’nın 3 katına çıkması şeklinde kendisini göstermiştir.
Özetle söylemek gerekirse, tarım sektörünün geldiği noktayla ilgili yukarıda çizilen olumsuz tabloya, özelleştirme sürecinin ölçülebilir ve büyük etkileri vardır.
YENİ ÖZELLEŞTİRME SÜRECİ: TABUTA ÇAKILAN SON ÇİVİLER
AKP İktidarı, şimdi yeni bir özelleştirme sürecini tahrik etme peşindedir. Bunun tarıma yansıması ise, AOÇ, ÇAYKUR, Et ve Süt Kurumu, TŞFAŞ ve Şeker Kurumu, TİGEM, TMO, DSİ, GAP ve Sulama Birliklerinin dağıtılması şeklinde kendisini göstermektedir.
Yeni ve tümüyle yıkıcı bu son dalganın her bir kurumu, şüphesiz, ayrı ayrı değerlendirmeyi hak etmektedir. Bunu da yapma gayreti içinde olacağız. Ancak burada, bu genel yazı kapsamında, mevcut işlevleri ve özelleştirme sonrası ortaya çıkacak durum üzerine genel notlar verilecek ve bununla yetinilecektir.
Atatürk Orman Çiftliği, memlekete modern tarımın gösterilmesi amacıyla kurulmuş bir öğretici çiftliktir. İşlevini uzun yıllar boyunca yerine getirdikten sonra, yine uzunca süren bir talan edilme dönemine girmiştir. Şimdi nihai amaç, öyle görünmektedir ki, Atatürk Orman Çiftliği’ni Sarayın bahçesi haline dönüştürmektir.
Türkiye’de çay üretiminin geçmişi henüz yüz yılı bulmamıştır. Uzak Asya’da geniş plantasyonlarda ve çok düşük maliyetlerle üretilip ihraç edilmesi nedeniyle, Türkiye’de çay üretiminin devamı, % 100’ün mutlaka üzerinde olması gereken gümrük vergileri ve kamunun piyasayı düzenlemesi ile mümkündür. Aksi durumda çay üretiminin nasıl yok olacağına en iyi ve yakın örnek, Gürcistan’dır. Türkiye’de ÇAYKUR’un varlığına rağmen özel çay fabrikalarının üretici üzerinde yarattığı sömürü, canlı öyküleriyle Rizeli’nin dilindedir. Bu nedenle söylenmelidir ki, ÇAYKUR yoksa yerli çay da yoktur.
Et ve Süt Kurumu’nun geçmişi, Et ve Balık Kurumu’na dayanmaktadır. 1990’lara kadar 35 kombina ve soğuk hava depoları ile hizmet veren EBK, özelleştirme sürecine girmiş ve 1995-2004 aralığında 18 Kombina’sı satılmış (Şanlıurfa, Elazığ, Bursa, Kars, Tatvan, Suluova, Afyon, Malatya, Kastamonu, Bayburt, Ağrı, Ankara, Erzincan, Burdur, Gaziantep, Eskişehir, Sivas, Manisa); 5 Kombina’sı bedelsiz devredilmiş (Kızıltepe, Yüksekova, Fatsa, Konya, Kayseri); 3 Kombina’sı ise kapatılmıştır (Trabzon, Zeytinburnu, Haydarpaşa). EBK olmaksızın et piyasasının regüle edilemediğinin acı örneklerle görülmesi üzerine, kurum 2005 yılında özelleştirme sürecinden çıkartılmış ve adı Et ve Süt Kurumu olarak değiştirilmiştir. Halen 11 Kombina ile (Adana, Ağrı, Bingöl, Diyarbakır, Denizli, Erzurum, Sakarya, Sincan, Van, Yozgat, İstanbul) çalışmaya devam etmektedir. Ancak altı çizilerek ifade edilmelidir ki, Et ve Süt Kurumu yerli üretimi destekleme işlevinin yanında, daha çok ithalatın organize edildiği ve rantın paylaştırıldığı bir merkez haline getirilmiştir. Bu nedenle de, sürekli artan ithalata rağmen kırmızı ette tüketici fiyatları düzenlenememekte, piyasa Bakan’ı da mahcup edercesine bildiğini yapmaktan çekinmemektedir. Et ve Süt Kurumu’nun, 2005’ten 11 yıl sonra yeniden özelleştirme sürecine sokulması, geçmişten ders alınamadığının açık işaretini oluşturmaktadır. Yapılması gereken özelleştirme değil, kurumun üretici ve tüketici yararına çalışacak bir biçimde reorganize edilmesidir.
Türkiye Şeker Fabrikaları AŞ, kamuya ait 25 şeker fabrikasının şemsiyesini oluşturmaktadır. Bunun dışında 5’i Pankobirlik 3’ü özel sektörün olmak üzere 8 pancar şekeri fabrikası ve 5 nişasta bazlı şeker (NBŞ) fabrikası bulunmaktadır. Şekerde asıl savaş, % 70’i Cargill ve ortaklıklarına ait bulunan NBŞ fabrikalarının kota artırma isteğidir. Kontrol edil(e)meyen üretim dışında yasal kotanın artırılması, şeker fabrikalarının kotalarının azalmasına ve dolayısıyla pancar üretiminin de daralmasına neden olmaktadır. Diğer taraftan, Şeker Fabrikaları AŞ bünyesinde çalışan fabrikaların (kabaca) 1/3’ü her yıl kar etmekte, 1/3’ü başabaş noktada olmakta, 1/3’ü ise muhasebe zararı etmekle birlikte yarattıkları dışsallıklarla ekonomiye katkı sunmaktadırlar. Bu kurumun özelleştirilmesi ve fabrikaların satışı, bu nedenle, en çok 8 – 9 fabrikanın açık kalmasına, diğerlerinin ise kapanmasına neden olacaktır. Bu durumun, pancar üreticisi açısından yaratacağı olumsuzluklar ortadadır. Bu nedenle, TŞFAŞ’nin özelleştirilmesi değil, yeniden yapılandırılması ülke yararınadır.
Verimli ve kaliteli bir tarımsal üretim için, damızlık hayvan, fide, fidan, tohum gibi üretim materyallerinin üretilmesi büyük önem taşır. Zirai Kombinalar, Devlet Üretme Çiftlikleri ve TİGEM’ler (Tarım İşletmeleri Genel Müdürlüğü) bu amaçla kurulan zincirin halkalarıdır. Geçmişte çok sayıda TİGEM satılmış, kalanlar da önemli ölçüde işlevsizleştirilmiştir. Dünyada gen merkezi konumunda olan Türkiye’nin, özellikle tohumda yabancı tekellerin insafına terk edilmiş olması, kabul edilebilir bir durum değildir. Bu nedenle TİGEM’lerin tasfiyesi değil, sağlam bir doğrultuda yeniden yapılandırılmasına büyük gereksinim vardır.
Toprak Mahsulleri Ofisi, sıcak ve serin iklim tahılları (mısır, buğday, arpa, yulaf, çavdar) fiyatlarının regüle edilmesinde 1938’den bu yana hizmet vermektedir. Bunun yanında 1980’lerde Nadas Alanlarının Daraltılması Projesi çerçevesinde özellikle nohut ve mercimek ekiminin ve üretiminin yaygınlaştırılması konusunda çok başarılı çalışmalar yapmış, konusu olmamasına rağmen fındık krizinin önlenmesi için de devreye sokulmuştur. Zaman içinde uzman olmayan yönetimlerle etkinliği düşürülmüş, dış ticaret rantının devşirildiği bir kurum haline dönüştürülmüştür. Türkiye, artık, her yıl 4 milyon ton düzeyinde buğday ithal eder bir ülke konumundadır. Baklagillerin anavatanı olan Türkiye, çöken üretimle, tüm baklagil ürünlerinde de net ithalatçı olmuştur. Bu ürünlerde yeniden bir üretim hamlesi isteniyorsa, bu amacın TMO olmadan başarılamayacağı bilinmelidir. Bu bağlamda TMO için de gerekli olan tasfiye değil, tümüyle yeniden yapılandırma olmalıdır.
Nihayet sulama alanı.. Tümüyle kapatılan Köy Hizmetleri ve 30 Büyükşehir’de kaldırılan İl Özel İdareleri sonrasında, tarımsal sulama yatırımları için Devlet Su İşleri tek merkez haline gelmiştir. Türkiye’nin teknik ve ekonomik ölçütlere göre sulanabilir olup ta henüz suyla buluşturulamayan 4 milyon hektar düzeyinde tarım alanı bulunmaktadır. Bugünkü yatırım hızıyla, bu alanları sulamaya açabilmek için daha yüz yıla ihtiyaç vardır. GAP İdaresi de yatırımcı bir kuruluş olmasına karşın, barajlarda tuttuğu suyun tarlayla buluşması için gerekli sulama kanallarının yapımında açıklanması mümkün olmayan eksiklikler gözlenmektedir. Az sayıda Sulama Kooperatifi ve çok sayıda Sulama Birliği ise, sulamaya açılan alanların işletilmesinden sorumludurlar. Bu sayılan kuruluşların özelleştirilmesi, suyun meta olma sürecini mutlaklaştıracaktır. Bu bağlamda, su yönetiminin de suyun bir insan veçevre hakkı olduğu anlayışına uygun biçimde reorganizesi gereklidir.
SONUÇ YERİNE
1980’lerin ortalarından itibaren yürütülen özelleştirme sürecinde, “elde edilen toplam gelir” 65 milyar dolardır. AKP dönemi tüm özelleştirmelerin % 87’sinin yapıldığı bir dönem olarak öne çıkmaktadır. Bu dönemdeki 57 milyar dolarlık özelleştirmenin 12 milyar doları masraflar için harcanmış olup, geriye kalan 45 milyar dolar ise Türkiye’nin 2 yıllık faiz ödemesine karşılık gelmektedir.
Bu bağlamda söylenmelidir ki, neoliberal düzenin dayattığı özelleştirme uygulamaları, sadece ortak varlıkların sermayeye peşkeş çekilmesi anlamını taşımamakta, bunun yanında, kamunun devreden çıkmasıyla piyasanın yeni tekellerin insafına terk edilmesi sonucunu da doğurmaktadır. Dünya deneyimi göstermiştir ki, “görünmez el” sürekli olarak yurttaşın cebinden çalmaktadır.
Dünyanın tüm önemli ülkelerinde desteklenen ve müdahale kuruluşlarıyla düzenlenen tarım sektörü, özelleştirme uygulamalarına en duyarlı sektör konumundadır.
Tarım sektöründe geçmişte görülen parçalı özelleştirme uygulamaları, muhatap sektörün yalnız kalmasıyla kendisini göstermiştir. Sıranın kendisine gelmekte olduğunu kavrayamayan diğer alt sektörler, TEKEL örneğinde olduğu gibi, işçi ve çiftçinin feryatlarına yeterli dayanışma gösterememişlerdir.
Bu kez saldırı toptandır. Dayanışmanın da bu doğrultuda ve gecikmeksizin örgütlenmesi bir zorunluluk olarak ortadadır.
Doç. Dr. Gökhan Günaydın

Ulusal Eğitim Derneği; GAZİANTEP: ÇOCUK İŞİ Mİ BU?...



GAZİANTEP: ÇOCUK İŞİ Mİ BU?...

Ankara, 21.08.2016

Bilinen yaygın adıyla IŞİD (Irak-Şam İslâm Devleti) diye bilinen, ama ne hikmetse iktidar çevrelerince, ne anlama geldiğini kimsenin bilmemesine karşın ısrarla DAEŞ, DAİŞ, DEAŞ gibi, doğrusunun hangisi olduğuna da bir türlü karar verilemeyen, güney komşularımızın topraklarında cirit atan, bizi de sürekli kendi oyun alanına çekmeye çalışan köktendinci terör örgütünce gerçekleştirildiği bilgisi verilen Gaziantep’teki bir düğün evine düzenlenen kanlı saldırıda yitirdiğimiz insan sayısının 50’yi aştığı bildiriliyor.

Ondan önce Van, Mardin, Diyarbakır, Elazığ ve Bitlis’teki polis noktalarına, artık adıyla sanıyla herkesçe bilinen PKK tarafından gerçekleştirildiği bildirilen kanlı saldırılardaysa birçok polis ile aralarında 5 yaşındaki çocuğun da bulunduğu onlarca insanımız can verdi.

Bunlar, 15 Temmuz sonrasında yaşadığımız FETÖ kılıklı kanlı darbe girişiminin henüz dumanı üstündeyken ülkemizin karşı karşıya kaldığı, peş peşe girişilen kanlı saldırılar dizisinin son halkaları.

Durum onu gösteriyor ve ne yazık ki, el birliğiyle sorunun en dibini, tam çıkış noktasını göremediğimiz sürece bu acıyı yaşamaya, gözyaşı dökmeye, kahrolarak işin taşeronluğunu, taşeronun tetikçiliğini yapan kimisi 10’lu, kimisi 20’li yaşlardaki çocuk ve genç katillere yalnızca lanet okumaya devam edeceğiz.

Birini yaşarken ikincisiyle, onu yaşarken üçüncüsüyle, dördüncüsü, onuncusu, yirmincisiyle yüreklerimizi kavuran kırımlar zinciri…

Buradan çıkan gerçek:

Aslında 90’larda ipuçları beliren, 2003 “1 Mart Tezkeresi” olayıyla netleşen, ama özellikle 15 Temmuz’dan sonra daha da berraklaşan fotoğrafa bakıldığında, birtakım “stratejik müttefik”lerimizin bizim tarafa doğru hangi pozda durduklarını görmeden, bunu gördükten sonra durumu elden geçirmeden, sonra da bu “stratejik müttefik”lerimizle derin bir hesaplaşmaya girip “gereğini yapma”dan yaşarsak, bize insan gibi yaşama hakkı tanınmayacağını artık adımız gibi bilmemiz gerektiği ortadadır.

Yineleyerek, bu gerçeği, elli yıldır bölgemizde Yeşil Kuşak gibi, BOP gibi, Arap Baharı gibi, biri eskidikçe namluya yenisi sürülen birtakım kanlı projelerin mimarı EMPERYALİZM’İ adımız gibi bilmedikçe, hesabı bu gerçek üstünden görüp çözümü de bu gerçeklik üstünden aramadığımız sürece, ne yazık ki rahat yüzü göremeyeceğiz.

En son saldırıda, Gaziantep’teki düğün evinde parçalanan 51 insanımızın 40’ı çocukmuş. İlginç olan, canlı bomba olarak kullanılanın da 12-14 yaşlarında bir çocuk olduğu…

Ölenin de öldürenin de çocuk olduğu bir kanlı oyun… Bu, gerçekten “çocuk işi" midir, yoksa?...

Ulusal Eğitim Derneği adına
Nazım Mutlu
Genel Başkan