11 Ocak 2016 Pazartesi

İCAZETLİ DÜZENBAZLIĞIN “SOSYAL SORUMLULUK PROJESİ !”



Atatürkçü Düşünce Derneği Tüzüğünde Amaçları belirleyen 4. Maddesinde şunlar yazılı.  “Atatürk’ün düşüncelerini, davranışlarını, savaşımlarını ve yapıtlarını inceleme, araştırma konusu yapmak, bunlara karşı girişim, adım ve akımlarla yasalar çerçevesinde düşün savaşımı vermektir.”, “devrim karşıtlarının ulusal yaşamı geriye çekme çabalarından toplumu korumak için her alanda aydınlatıcı ve uyarıcı hizmetler vermelerini gerçekleştirmektir.”
Demek ki ADD Atatürk’ün “düşüncelerini, davranışlarını, savaşımlarını ve yapıtlarına (eserlerine),  “karşı adım ve akımlarla yasalar çerçevesinde” savaşım vermek amacıyla kurulmuş.
Mustafa Kemal Atatürk ise -  "Benim iki büyük eserim vardır; biri Türkiye Cumhuriyeti, diğeri Cumhuriyet Halk Partisi'dir” diyor.
Demek ’ki Türkiye Cumhuriyeti Mustafa Kemal Atatürk’ün en büyük eseri(yapıtı)
AKP iktidara geldiği günden başlayarak Türkiye cumhuriyetini, yani Atatürk ün en büyük eserini yok etmek amaçlı girişimlerini her alanda sürdürdü, sürdürüyor. Türkiye Cumhuriyeti Tarihinin en büyük yıkım ve ihaneti ile karşı karşıya. İktidar ülkeyi fiilen dinci faşist bir diktatörlüğe dönüştürmüş.. Bunun yasal zeminini yaratmak için muhalefet partileriyle iş ve güç birliği içinde “yeni anayasa” yapmak için uzlaştılar..
Şimdi ADD Genel Merkezi ve şubelerinin Tüzük gereği Mustafa Kemal Atatürk’ün en büyük eseri(yapıtı) olan Türkiye Cumhuriyetinin yıkımına ve ihanete karşı savaşım vermesi beklenir değil mi?  Görelim bakalım öyle midir?
Bilindiği üzere ADD Isparta Şubesi “Türkiye Cumhuriyetinin yıkımına ve ihanete karşı savaşım vermesi” nedeniyle ADD genel başkanlığına Masonların özel görevlisi olarak atanan Tansel ÇÖLAŞAN ve müritleri tarafından düzenlenen bir operasyonla 2013 yılında kapatıldı..
Yerine bu operasyonun Isparta ayağını yürüten,  Mason teyzelerinden icazetli,  sünepe, kaplıca çelebisi, Derneği satış mekânı olarak kullanan kozmetik pazarlamacıları ve geçmişi şaibeli bir ekip tarafından “GÜL ADD Isparta Şubesi” kurduruldu.
İşte bu Gül ADD Isparta Şubesinin Türkiye’nin yakıcı gündemine çözüm olarak projeler ürettiği Isparta yerel basınında ve GÜL ADD Isparta Şubesi sosyal paylaşım sitelerinde yayımlandı..
Basında yer alan projeler tüm ADD şubeleri ile de paylaşılmış.. Şubelerden büyük beğeni almış.. Ve kutlama mesajları da yazılmış..
“Derneğin bir diğer sosyal sorumluluk projesi ise sokak hayvanları ile ilgili. Sokak hayvanlarını besleme etkinliği için de bir duyuru yapan ADD; "Atatürkçü Düşünce Derneği Isparta Şubesi ve Isparta Hayvanları Koruma Derneği tarafından düzenlenen sokak hayvanlarını besleme etkinliğine katılımlarınızı bekliyoruz”
ADD Özellikle 2010 yılından bu yana Atatürkçülüğü, göstermelik bir makyaj, bu köhne düzenin savunuculuğu ve hizmetkârlığı, halkın acılarına duyarsız ama “çağdaş” bir yaşam yürütme olarak yutturmaya çalışan bir zihniyetin eline geçmiştir. Isparta da GÜL ADD tamda bu çarpık, sapkın anlayışın gereğini yerine getirmektedir.
Onlara göre Atatürk’ün devrimleri ve ilkeleri önemli günlerde hatırlanılacak, üstümüze giyeceğimiz elbiselerdir. Varsın bugünkü düzen onun kurduğu Cumhuriyet’in tam zıddı olsun; önemli değil! Yeter ki onun kurduğu Cumhuriyet şeklen devam etsin!
Elbette Kemalistler 1950 den bu yana sömürü çarklarıyla işleyen kapitalizmin Türk halkında yarattığı yıkımlara karşı duracaklardır. Ancak bu karşı duruş işbirlikçi egemenlerin yarattığı yıkımları ucundan kıyısından pansuman ederek örtmek, böylece vahşi sömürü düzeninin “aklanmasına”  ve sürdürebilirliğine katkı ve hizmet değildir.
 “Sosyal Sorumluluk Projeleri”  halkın emperyalizme ve işbirlikçiliğe karşı  duyduğu öfkeyi, tepkiyi, toplumsal muhalefeti etkisiz ve eylemsiz kılmak amacıyla üretilmiş “cambaza bak” düzenbazlığının adıdır.  Böylece bu projeler uygulayanların niyetlerinden bağımsız olarak SİSTEMİN BESLEYENİ olmaktan öteye geçemezler.
Yeni-sömürgecilik, klasik sömürgecilikteki açık işgalin yerini gizli işgalin almasıdır.. Böylelikle halkların ulusal bilinci çarpıtılarak, emperyalist sömürü gizlenmeye çalışılır.
Emperyalizmin akıllı ve kurnaz mimarları halkların er ya da geç emperyalist sömürüye ve işgale başkaldıracağı, sömürüden ve işgalden kurtulan halkların örneklerini izleyeceği gerçeğinden yola çıkarak, açık işgalin yerine gizli işgali koyarak sömürüsünü güvence altına almayı, bağımlı ülke halklarının tepkisini, öfkesini, oluşacak toplumsal muhalefeti dizginleyecek önlemleri almayı da unutmadılar. Bu önlemlerin içinde en etkili olanı ise toplumsal muhalefeti temsil iddiasındaki örgütlenmeler aracılığı ile uygulamaya konulan/ koydurulan “Sosyal Sorumluluk projeleridir”.
Kemalistleri haklı ve meşru kılan; tüm kurumlarıyla işgal edilmiş bir sistemin önlerine koyduğu pansuman önlemler ve “icazet” değil, işgale, gericiliğe ve haksızlığa başkaldırının, Kemalizm’in vazgeçilmez bir gereği ve önkoşulu olmasıdır. Bu tür başkaldırılar, tarihin hiçbir evresinde, meşruiyet sınırlarını; kavgalı olduğu, mücadele ettiği gücün koyduğu kurallara göre oluşturmadı. Meşruiyeti; sistemin “icazetine” ve pansuman projelere indirgemek, düşüncelere ve dile görünmez zincirlerin dolanmasına olanak vermekle aynı anlamı taşır.  Kemalizm’in bu şekilde kavranması, Cumhuriyet yıkıcılığının ideolojik olarak aklanmasına dönüşür.
Atatürkçü kesimlerde bu esas hedef kimi zaman unutulmakta/unutturulmakta, devrimci çözümlerin dışında, Atatürk devrimlerini yozlaştıran, ortadan kaldırmaya çalışan, Türkiye’yi adım adım emperyalizme bağlayan karşı devrimci iktidarların şekillendirdiği siyasal yapı ile hesaplaşmak yerine,  siyasal yapı içerisinde, çözümler aranmaktadır. Bunun adı sistemin istediği kadar ve istediği yönde düşünerek iktidara yedeklenmek, mücadeleden kaçmak, düşmana teslim olmaktır, halkın haklı ve meşru devrimci mücadelesine ihanet etmektir.
Bunun adı, açlıktan ağlayan çocuğa bir adet lolipop şeker vererek susmasını sağlamaktır.
Bunun adı, bedendeki kanserli bölgeyi kökten temizlemek yerine, ağrı kesici ile tedavi etmeye kalkışmaktır.
Bunun adı, Atatürkçülük adına,  mevcut vahşileşmiş sömürge düzeninin, dinci faşizmin yarattığı yıkımları tamir ve pansuman ederek ortaya çıkmak, böylece antiemperyalist, halkçı devrimci Kemalist hareketi marjinal(AŞIRI UÇ) bir konuma düşürmektir.
Türkiye artık Atatürk’ün miras bıraktığı ülke değildir. Tanzimat Batıcılığının sahte reformculuğunu, düzenin bekçiliğini “Atatürkçülük”  zanneden zavallılığa karşı Kemalizm’in Cumhuriyetçi, köktenci ve devrimci anlayışını savunmak, bu uğurda savaşım vermektir Atatürkçülük.
Sosyal projeler, Soros, AB fonları;  yeni sömürgecilerin kurnaz ve akıllı mimarlarınca üretilip Sahte Atatürkçülerin ellerine verilen bu ve benzeri düzenbazlıklar,  yalnızca toplumsal muhalefeti dizginlemek, uysal, düzenle uyumlu kılmakla kalmıyor, aynı zamanda Kemalist devrimlerinin yarattığı bütün tarihsel birikimi bir bir yok etme işlevini’ de yerine getiriyor.
Atatürkçülük, emperyalizme karşı verilen bir ulusal bağımsızlık, gericiliğe karşı verilen devrimci  mücadelenin adıdır. Tüm halkın birleşmesi ve bir düzeni yıkıp, yerine devrimci bir Cumhuriyet’i kurmasıyla ortaya çıkmış tamamen antiemperyalist, siyasi ve devrimci bir harekettir. Onun tarihsel pratiği bugünkü düzenin sahiplerini ölçülemez derecede rahatsız etmektedir.
Bu nedenle sömürü çarklarıyla işleyen kapitalizmin, dinci faşizmin yıkımlarını görmemizi engelleyecek bilgi kirliliği yaratan, Kemalist mevzilerde bilinç bulandırmaya, yozlaşmaya yol açan, antiemperyalist halkçı devrimci mücadeleyi “marjinal”(aşırı uç) gösteren bu anlayış mutlaka kırılmalıdır kırılacaktır. Son sözü Mustafa Kemal Atatürk’e bırakalım.
“Efendiler, biz hakkımızı korumak, bağımsızlığımızı güven altına almak için, toptan bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı milletçe savaşmayı uygun gören bir doktrini izleyen insanlarız... Biz Batı emperyalistlerine karşı tam bağımsızlığımızı korumakla kalmıyoruz. Aynı zamanda Batı emperyalistlerinin güçleri ve bilinen her vasıtası ile Türk ulusunu emperyalizme araç olarak kullanmak isteyenlere engel oluyoruz. Bununla bütün insanlığa hizmet ettiğimize inanıyoruz.”
11 Ocak 2016 Isparta
Mahmut ÖZYÜREK

10 Ocak 2016 Pazar

İSTANBUL DEĞİL, KONSTANTİNİYYE!

Hz. İsa’dan 667 yıl önce, yani MÖ 667’de, günümüz İstanbul’un bulunduğu yerde Bizans adlı bir şehir devleti kuruldu.
MÖ 196’da Romalılar Bizans’ı işgal etti.
11 Mayıs 330 tarihinde, Roma İmparatoru I. Konstantin, Bizans’ı imparatorluğunun yeni başkenti seçti. Bu tarihten sonra şehre “Konstantin’in Şehri” anlamına gelen Konstantinopolis adı verildi.

Osmanlılar, Yunanca özel bir isim olan Konstantinopolis’e, yine aynı anlamda, Osmanlıca Konstantiniyye dediler.

29 Mayıs 1453 tarihinde Osmanlı Padişahı Fatih Sultan Mehmet, Konstantiniyye’yi ele geçirdi.
Fatih Sultan Mehmet, tarihte yeni bir çağın başlangıcı olarak gösterilen Konstantinopolis’in fethinden sonra şehrin Yunanca ismini değiştirmedi, şehre İstanbul adını vermedi!

Yalnız Fatih Sultan Mehmet değil, ondan sonra gelen tüm Osmanlı padişahları döneminde de şehrin resmi adı Yunanca Konstantinopolis, Osmanlıca Konstantiniyye değiştirilmedi!
29 Mayıs 1453 tarihinden Osmanlı yıkılıp gidinceye kadar geçen dönemde İstanbul’un resmi adı hep Konstantiniyye olarak kaldı!
Yani Osmanlı, 470 yıl resmen Konstantiniyye dedi, İstanbul demedi!
Bu demektir ki, Osmanlı hiçbir zaman “İstanbul” adını benimsemedi, resmen hiçbir zaman kullanmadı.

Osmanlı’nın İstanbul adını benimsemediğini, yalnız dış ilişkilerde değil, içte de sürekli olarak Konstantiniyye adını kullandığını gösterir bir örnek sunacağım.

Osmanlı tahtında Padişah II. Mahmut oturmaktadır.
1811 yılında Osmanlı-Rus savaşı başlar.
Osmanlı savaştan yenik çıkar. Büyük toprak kayıpları yaşar.
28 Eylül 1812 tarihinde Ruslarla, Bükreş Antlaşması imzalanır. Bu anlaşmaya göre Osmanlı Rusya’ya 30 milyon altın savaş tazminatı ödeyecektir.
Ancak anlı şanlı Osmanlı’nın hazinesi tam takırdır, bu tazminatı ödeyecek parası yoktur!
Yalnız paraya ihtiyacı olduğunda Anadolu halkını hatırlayan Osmanlı, savaş tazminatını ödeyebilmek için tüm Anadolu’da “yardım kampanyası” başlatır.
Yoksulluğuna rağmen Anadolu Türk halkı devletine sahip çıkar, elde avuçta ne varsa vererek devlet borcunun ödenmesine katkıda bulunur.
İşte bu yardım kampanyası sırasında en büyük parasal katkı, günümüz Afyonkarahisar’ın ilçesi Sandıklı’dan gelir.
Rusya’ya savaş tazminatının ödenmesinden sonra Padişah II. Mahmut, Sandıklı’yı ödüllendirmek için “Sandıklı Altını” bastırır.
Çifte (3,5 gram), tam (1,75 gram) ve yarım (0.85 gram) olarak bastırılan altınların bir yüzünde “Gazi Mahmut Han”, diğer yüzünde ise altınların bastırıldığı yer olan “KONSTANTİNİYYE” yazılıdır.
İstanbul değil, Konstantiniyye!

Öyleyse, İstanbul’a Konstantiniyye demek bir Osmanlı geleneğidir.
Osmanlı’nın bu geleneğini bozan, Atatürk Cumhuriyeti olmuştur.
28 Mart 1930 tarihinde çıkarılan “Türk Posta Hizmet Kanunu” ile Konstantiniyye adı resmen değiştirilerek İstanbul adını almıştır.
Bu tarihten sonra yabancıların da İstanbul adını kullanması talep edilmiştir.
Yurtdışından gönderilen mektuplarda adres olarak Konstantinopolis yazılı olanlar geri gönderilmiştir.

Değerli Dostlar,

Şimdi benim başta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Başbakan Ahmet Davutoğlu olmak üzere, tüm Osmanlı Sevdalısı yazar, çizer, televizyon programcılarına, üniversitelere, üniversite hocalarına, Osmanlı Ocakları türünden sivil toplum örgütlerine bir önerim var:

Hemen bir yasa çıkarılarak İstanbul’un adı Konstantiniyye yapılmalıdır.
Yeniden Osmanlı geleneğine dönülmelidir.
Böylece Atatürk Cumhuriyeti ile yapılan hesaplaşmada bir aşama daha yaşanmış olacaktır.

Şimdiden kutluyorum.
Artık İstanbul yok, Konstantiniyye var!
Türkiye’ye ve tüm İslam Âlemi’ne hayırlara vesile olur inşallah!
Amin!..

Yılmaz Dikbaş
9 Ocak 2015, Cumartesi
dikbas@kalinka.com.tr
0532 233 31 52

‘Basın Çalışanlarının Mücadele Günü’nü kutluyoruz.



           

 Konu: 10 Ocak Çalışan gazeteciler günü”                                                                                                                                                                                           
BASIN AÇIKLAMASI
Çalışan gazeteciler günü, 1961 Anayasasında gazeteciler lehine yer alan hükümlerden sonra basın çalışanlarının bazı hakları yasal güvenceye kavuştu. Günümüzde ''212 sayılı yasa'' olarak bilinen düzenleme ile iş sözleşmelerinin yazılı olarak yapılması, sözleşmelere işin türü ve ücret miktarının yazılması gibi gazetecilerin sosyal ve yasal haklarını belirleyen hükümleri içeriyordu. Bu nedenle yasanın yürürlüğe girdiği gün olan “10 Ocak”  "Çalışan gazeteciler bayramı" olarak kabul edildi. Ancak 12 Mart 1971 askeri darbesinden sonra bu hakların bir kısmının geri alınması üzerine, bu günün adı "10 Ocak Çalışan gazeteciler günü" olarak değiştirildi.
212 sayılı yasanın gazetecilere getirdiği haklar patronlara da bazı sorumluluklar yüklüyordu. Bunun üzerine adeta kazan kaldıran patronlar 10 Ocak günü gazetelerinde okuyucularını şaşkına çeviren bir ortak bildiri yayınladılar ve ''gazetemizi üç gün kapatıyoruz'' duyurusunu yaptılar.
Gazete sahiplerinin bu ortak tepkisi karşısında, basın çalışanları adına İstanbul Gazeteciler Sendikası, ortak bildiri yayınladı. Gazetelerin kapatılma kararının gazete sahipleri tarafından verildiğini, basın çalışanlarının bu durumu onaylamadıklarını duyurdular. 
Ayrıca basın çalışanları İstanbul Gazeteciler Sendikasında gerçekleştirdikleri olağanüstü toplantıda, patronların üç günlük boykotu sırasında ''BASIN'' adlı bir gazete yayınlanmasına karar verdiler.
Gerekli girişimlerin ardından çalışanların ortak ürünü olan ''Basın Gazetesi'', 11 Ocak günü yayınlandı. Basın gazetesi, gazete patronlarının üç günlük boykotu sırasında düzenli olarak yayın hayatını sürdürdü.
Basın Gazetesi'nin son sayısında yer alan başyazıda, basın emekçilerinin elde edilen hakların korunması amacıyla elbirliğiyle mücadele edecekleri kaydediliyordu.
 14 Ocak 1961'de boykot sona ererek, gazeteler yeniden yayına başladı ancak üç günde yaşanan olaylar, Türk basın tarihinde yerini aldı. Patronların boykotuna karşın 11 Ocak'tan itibaren üç gün boyunca çok zor şartlarda çalışıp "Basın Gazetesi" çıkartan gazeteciler "Çalışan Gazeteciler Günü” nün de temeli oldu.
 Anca bu gün Çalışan gazetecilerin ekonomik, sosyal, demokratik hak mücadelesinin kazanımı olan 212 sayılı yasa, sırtını siyasal iktidarlara dayamış büyük medya guruplarınca işlevsizleştirilmiş, fiilen yürürlükten kaldırılmıştır.  Binlerce basın çalışanı içinde 212'li yasa gereğince iş, sosyal ve ekonomik hak güvencesine sahip olanların oranı yüzde 10 bile değil.  Gazete ve televizyon kanallarında çalışan binlerce gazetecinin ezici çoğunluğu ne 212'li ne de Basın Kartı sahibi. Sektörün yeni istihdam alanı olan internet medyası ise 212 bir yana hala herhangi bir yasal zemine bile sahip değil.
Bu koşullar altında yaşam mücadelesi veren basın çalışanlarının 1961 örneğinde olduğu gibi haklarını elde etmek için ortak eylem yürütmeleri ise “siyasallaşmanın bir sonucu olarak” ufukta gözükmüyor.
Çalışan Gazeteciler Bayramından, Çalışan Gazeteciler Gününe ve bu gün “Çalıştırılmayan Gazeteciler Günü” anlayışına gelen süreç ancak örgütlü bir mücadele ile aşılabilecektir..
Bu duygularla ‘Basın Çalışanlarının Mücadele Günü’nü kutluyoruz.


YÖNETİM KURULU ADINA:                                                       Mahmut ÖZYÜREK
                                                                                                            Ulusal Eğitim Derneği
                                                                                                  Isparta Şube Başkanı