16 Ekim 2013 Çarşamba

Türkleri Sevmeyen Osmanlı!




Bütün tarihi kaynaklar, Osmanlı Devleti'nin Türk ulusu tarafından kurulduğunu kanıtlamaktadır.

Ancak, kuruluş aşamasını tamamlayan ilk kuruculardan sonra, Osmanlı padişahlarının ne denli Türk oldukları kuşkuludur.

Çünkü, kuruluş dönemindeki koşullarda geçerli olan; komşu ülkelere saldırma ve onlardan savaş tazminatı ve ganimeti alma siyasasına dayalı olarak güçlenip zenginleştikten sonra, yatak odalarını, "harem'ler kurarak zenginleştiren
padişah-halifelerin birçoğu sayesinde, ırk ve kan birliği bozulmuş olduğu görülmektedir.

"...Bütün kadın sultanlar, bütün padişah anaları, hep yabancı ırklardan alınan köle kadınlardan geldiler. Hanedanda bu kan yabancılığı, Osmanlı İmparatorluğu'nun son padişahına kadar devam etti"(1)

Belki bu özelliklerinden dolayı, "halife" sanlı padişahlar, bu sanın yarattığı olanaklardan yararlanarak, yönetimi altında bulunan ve özellikle "Türk" kimliği taşıyan yönetilenleri tıpkı bir sürü gibi yönetmeyi yeğlemişlerdir.

Henüz kuruluş dönemi olan 1466 yılında yapılan bir derlemede, "Türk iti şehre gelince Farisice ürer"
denilmektedir.(2)

Osmanlı şairlerinden Baki'nin, "Muhteşem Süleyman" olarak bilinen padişaha sunduğu bir şiirinin Türkçeleştirilmiş dizeleri şöyle:

"Her taç yoksulluk ve yokluk ehline baş tacı olamaz.
Ey hoca Türk toplumundan olanın başı kabadır. Türk, sultan olma yeteneğinden yoksundur."

Yine bir Osmanlı şairi olan Nef'i ise; "Tanrı, Türke irfan çeşmesini yasaklamıştır" demiştir.

Divan-ı Hümayun yazmanlarından Hafız Hamdi Çelebi 1499 yılında yazdığı şiirinde, "Baban da olsa Türkü öldür" nakaratını kullanmakta, üstelik bu sözün İslam Peygamberi Hz. Muhammet'e ait olduğunu vurgulamaktadır. 
Sadece bir kıtasını yineleyelim:

"Sakın Türkü insan sanma.
Bir an bile olsa Türkle birlikte olma.
Türk eline şeker alsa o şeker zehir olur.
Türkün başını keserken sakın gam yeme.
Baban da olsa Türkü öldür."(3)

Osmanlı tarihinde çok saygın bir konumu olan Fatih bile, Otlukbeli Savaşından dönerken, elinde bıçak olan birisine ne yaptığını sorduğunda; öldürülen Türkmenlerin kulaklarını keserek küpelerini topladığını öğrenmiş ve "İşine devam et" demiştir. 

Hırvat kökenli, Sadrazam Kuyucu Murat döneminde (1606-1611), 155.000 insan doğranmış ya da diri diri kuyulara doldurulmuşlardır. 

Aman dileyen insanlara Kuyucu'nun yanıtı "Vurun şu pis
Türkün başını" olmuştur. 

Cellatların bile öldürmeye kıyamadığı çocuğu atından inerek öldüren Kuyucu Murat, Osmanlı'nın yetkilisi, öldürülen çocuk da Anadolu'nun evladı Türktür.
(Olayı ayrıntıları ile Osmanlı tarihçisi Naima'dan öğrenmek olasıdır.) 

Yavuz Sultan Selim'in, halifeliği zorla da olsa aldıktan sonra, yönetim ile Türk ulusu arasındaki anlayış ve ideoloji ayrılığı
açık şekilde çelişmiştir. 

Yönetime dayalı şeriatçı anlayış üst yönetime egemen olur iken, Anadolu'da yaygın olan Alevilik sayesinde Türk dili kendini koruma olanağı bulmuştur. 

Yönetimin Anadolu'yu dil unsuru aracılığıyla Araplaştırmasına ve Acemleştirmesine karşı olan bu halk, yok edilmek istenmiştir. 

Bu nedenle Anadolu'da öldürülen Türk sayısı, Yavuz Sultan
Selim zamanında 40.000 kadardır. 

Bu gerçek Osmanlı İmparatorluğu'nun Türk halkından koptuğunun açık bir kanıtıdır.(4)

Osmanlı tarihçisi Naima aynı bilinç içinde şöyle yazmaktadır: "Türkmen çözülüp gitmesi yamandır, cem-ü iltiyamına derman yok.

" Yani, Türk ulusu ve unsuru öylesine eriyip çözülecektir ki, bir daha birleşmesinin ve bütünleşmesinin ilacı ve dermanı
olmayacaktır.

Osmanlı tarihçisi Naima "Tarihi"nde Türkler için; nadan (kaba) Türk, idraksiz Türk, hilekâr Türk ifadelerini
kullanmaktadır.(5)

Aslında Türkler hakkındaki kötü yargılar Selçuklulardan beri yaygındır. 

Örneğin, Selçuklu yazar Aksaraylı Kerimeddin Mahmud, şunları yazmıştır: "Hunhar Türkler, köpek ve kurt gibidirler, ellerine fırsat geçerse yağmayı ganimet bilirler, fakat düşman kuvvetleri gelirse kaçarlar."(6)

Osmanlı düşüncesinde, "kavmi necip" olarak görülen Araplar karşısında Türk ulusu aşağılanmıştır. 1912 yılında Sebilürreşt dergisinde çıkan bir yazıda; "Türk" deyiminin kullanılması, dinsizlik, kâfirlik sayılıyordu. "Türk hükümeti", "Türk ordusu", "Türk ülkesi" deyimlerinin Osmanlı halkı üzerinde rahatsızlık yarattığı biliniyordu. 
(Bu günle ne kadar örtüşüyor değilmi? M.Özyürek)

1913 tarihli "Mecmuai Ebuzziya" dergisinin 94. sayısında; "Bizim Türklüğümüz sembolizmden başka bir şey değildir.
Bizler yani Türkler Müslümanlık içinde erimişizdir. Türk falan değil, sadece Müslümanız. Buharalı hanlar bile kendilerini Türk saymazlar. Zira onların cetleri de vaktiyle Türkistan'ı zaptetmiş olan Araplardan başka bir şey değildir," demekle, kendisini ve Anadolu'da yaşayan bütün insanların kimliğini inkâr ediyordu. 

Üniversite profesörlüğü de yapmış olan Ahmet Naim,
1913 yılında yazdığı "İslam'da Davai Kavmiye" adlı kitabında, Türke karşı savaş açmış ve "Türkün geçmişini bilmesine ve öğrenmesine lüzum ve ihtiyaç yok... gerekli olan şeriatı öğrenmektir," demiştir. 

1919-1920 yıllarında Şeyhülislamlık görevine getirilmiş ve
Padişahla birlikte ülkeden kaçmak zorunda kalmış olan
Mustafa Sabri Efendi ise, Türke Türklük benliği vermek
isteyenlere "soysuzlar" yakıştırmasında bulunmuştur.(7)
Bu tutum ve koşullar içerisinde "Türk" kimliği, yönetimin merkezi olan İstanbul'dan uzak, savaştan savaşa asker
toplamak için anımsanan, Anadolu köylerinde kapalı bir
kültür içinde dili ve töreleri ile yaşamıştır. 

Zaman içinde "Türk" yöneticisine o denli yabancılaştırılmış ki, kimi kez "Osmanlı Efendisine Türk' demek hakaret sayılmış", "Türk" sözcüğü, Anadolu köylüleri için kullanılır olmuştur.(8)

İstanbul alındıktan sonra, Osmanlı yönetiminde, devletin en yüksek yürütme organları Türk'e kapalı tutulmuş, devlet adamlarının yetiştirildiği Enderun okullarına Türkler alınmamışlardır.(9)

İstanbul'un alınmasından 4. Murat'ın ölümüne dek geçen 187 yıl içinde, devşirmelerden 66, Türk kökenlilerden de 10 kişinin sadrazamlığa atandığını, aynı dönemde devşirmelerin toplam 167 yıl, Türk kökenli sadrazamların da 17 yıl görev yaptığı gerçeği, Türklere yaklaşımı gösteren
ayrı bir kanıttır. 

Padişahlar, yakın korumalarını da hep devşirme (kul-köle) olanlardan seçmişlerdir.

Osmanlı yönetiminin bu tutumuna karşın halk da kendi
arasında birlik ve beraberlik içinde değildi. 12. yüzyıl ortalarında Ahmet Yesevi'nin kurduğu; Türk geleneğini, dilini ve kültürünü Şamanlık ile bütünleştiren (Bektaşilik gibi) tarikatlar Anadolu'da yayılmaya başladı. 

Bir taraftan Yesevi yanlısı ve Türk kimliğini taşıyan tarikatlar yayılır iken, öte yandan da, Sünni İran kültürünü
benimseyen Nakşibendi Tarikatı, yeniliklere karşı koyma
alışkanlığını güden Zeyni Tarikatları ve Fars diline önem verdiği için daha çok aydınlar (!) arasında yayılan Mevlevilik, yaygınlık gösteriyordu. 

Bu tarikatlar içinde, Türk kökenli olanları, doğal olarak
Arap kültürü görmüş olan medreselilerce aşağılanmaya çalışıldı. 

Bu koşullar altında Türk halkı kendi yurdunda aşağılanmış oldu. "Kaba Türk", "Anlayışsız Türkler", "Pis Türkler" gibi önyargılar dönemin özelliklerinden oldu.(11)

Osmanlı yönetiminde Türk'e yaklaşım o denli aşağılayıcıdır ki, o günlerden kalan aşağıdaki şiir bu yaklaşımı özetlemektedir:

"Türk değil mi, Merzifon'un eşeği,
Eşek değil, köpekten de aşağı."

Osmanlı'nın bu yaklaşımına Türkün verdiği yanıt, bir şiirin dizelerinde şu şekilde yer almıştır:
"Şalvarı şaltak Osmanlı
Eğeri kaltak Osmanlı
Ekmede yok biçmede yok
Yemede ortak Osmanlı" (12)

Kendi yöneticilerinin bu tutumu karşısında, yabancılardan da olumlu yorum beklenemezdi. 

Yabancılar, Türkleri "yaklaşık 1000 yılına kadar Arapların
esiri olan Türkler dağ insanı niteliğinde bir kavimdir" şeklinde yorumluyorlardı. 
(13)

Ulusçuluğun etkisi ile etnik kökenlilerin, Osmanlı yönetiminden birer birer ayrılmaya başladığı 
19. yüzyılın ilk yarısında hatta sonlarında bile, Osmanlı
yönetiminin Türk'e olan yaklaşımı değişmemişti. 

1874 yılında "Dünya Tarihi" kitabının yazarı, Askeri Okullar Bakanı Süleyman Paşa, "Osmanlı devletin adıdır,  milletimizin adı Türktür" görüşünü savunmasına karşın, bu düşüncesini kendi kitabında bile kullanmaya cesaret edememişti.(14)

Koçu Bey, 4. Murat'a sunduğu risalesinde (küçük kitap) Türkler hakkında şunları yazıyordu:
"...mezhebi bilinmeyen şehir oğlanı, Türk, çingene, tatar, kurt, ecnebi, laz, yörük, katırcı, deveci, hamal, ağdacı, yol kesen, yankesici ve diğer çeşitli kimseler..."

"Harem-i Hümayuna kanuna aykırı olarak Türk ve yörük, çingene, Yahudi, dinsiz, mezhepsiz, nice kallaş ve ayyaş şehir oğlanları girer oldu." Bu sözler yazılıp Türk olduğu söylenen Padişaha veriliyordu.(15)

Abdülhamit'in Araplara ve islamiyete dayanan siyaseti, Türkü, Türkçüleri baş düşman olarak görmekteydi. 
Onun zamanında "Türküm demek, Türkten söz etmek büyük suçtu".(16)

Devletin dayandığı kendi halkına bu denli yabancılaşmasından olsa gerek, 

Osmanlı Devletinde kamu ile ilgili belgelerde, 
Türkçe sözcüğe 1876 Anayasasına değin rastlanmadı.(17)

Zaten, dini ile dilini de değiştiren bir ulusa Osmanlı Devletinden başka yeryüzünde rastlanmamıştır.

Osmanlı yönetimi, kendilerini Türk olarak görmedikleri için, Türk kökenliler "azınlık" konumunda kaldı. 

1897 tarihinde, bir İngiliz gezgini şunları söylüyordu: 
"Türk adı nadiren kullanılır, onun iki yolda kullanıldığını işittim; ya bir ırkı ayırt eden deyim olarak, örneğin bir köyün 'Türk' veya Türkmen' olup olmadığını sorarsın, ya da bir hakaret deyimi olarak, örneğin İngilizce söyleyeceğin 'eşek kafalı' anlamında, 'Türk kafa' diye homurdanırsın."(18)

Aynı yıllarda, Türk-Yunan Savaşı ortamında Şair Mehmet Emin'in yayımladığı kitapta, "Ben bir Türküm dinim cinsim uludur"dizeleri yer alıyordu. 

Ancak, üstünlüğü kanıtlamak için şiirler yeterli değildi.
Kendi yöneticisi tarafından aşağılanan, üst üste gelen yenilgiler sonucunda benliğini, kişiliğini yitiren ve varlığını yitirmek üzere olan Türk halkı tarihin en zor dönemini yaşıyordu.

Yabancıların Türk imgesi ise Osmanlı'nın, Türk'e yaklaşımından farklı değildi. Türkologlara göre Türkler; insanlar arasında anlayış bakımından sonuncudur. İnançtan ötesini kavrayamazlar; anlamaya da çalışmazlar. 

İslam dininin Türkler üzerindeki etkisi iyi sonuç vermemiştir. Türkler, Müslüman Asya'nın Avrupa'ya karşı savaşan askeri oldu. Müslümanlık, Türk dehasına ters düştü. İslam, bu "Yarı Çinliler"den "Acımasız İranlılar" yarattı.(19)

Türk aydınının durumuna gelince; çok az sayıda olsa da
uyanma belirtileri başlamıştı. 

Bunlar arasında en önemlisi Ziya Gökalpadını taşıyor.
"Sorma bana oymağımı boyumu,
Beş bin yıldır millet gibi yaşarım...
Deme bana Oğuz, Kayı, Osmanlı,
Türküm, bu ad her unvandan üstündür,"
diye haykırıyordu.

Öte yandan, özgür düşüncenin olmadığı bir ortamda, kendi ulusal çıkarlarını savunma olanağından yoksun olan bir avuç kişi yurt dışında özgürlük arıyorlardı. 

Bu aydınlar, yurt özlemi ile, ülkelerinden aldıkları yüz kızartıcı haberlerin ve kötü gelişmelerin ezikliği
içindedirler. 

Onlardan birisi, o günlerin koşullarını,
şu duygusal satırlarla günümüze aktarmaktadır:

"Bir mayıs sonu ya da bir haziran başı idi. 
Bağımsız fakat, bütün kalbiyle İttifak Devletlerinin zaferini kutlayan bir Avrupa şehrinde, başım eğik, gözlerim yaşlı dolaşıyorum. Yüreğim bir derin uçurum, kafam bir cehennemdir....

Gün geçmiyor ki, bir mağazada bir lokantada Türk olduğum
anlaşılınca acı bir alay edilme veya ağır bir hakaretle karşılaşmayayım. ...lakabımız 'makak'tı. (bir çeşit şempanze maymun türü). ... 
gönül verdiğimiz genç kızlar Türklüğümüzü sezince bizden
iğrenip kaçıyordu. 

İşte, o şehrin bu cehennem atmosferi içinde, bir gün yılgın ve çekingen dolaşırken, gözlerim, ansızın, bir gazete
satıcısının sergisinde, bir sürü gazete adı ve başlıkları arasında, iri harflerle dizilmiş şu satırlara ilişiverdi: 

'Bir Türk generali İtilaf kuvvetlerine karşı yeniden harbe hazırlanıyor.' Titreyerek gazeteyi aldım. Yürürken okuyorum; 
'Mustafa Kemal Paşa isminde bir Türk generali.' "(20)

İşte o Mustafa Kemal önce bölgesel sonra ulusal
toplantılarla Türk'e Türklüğünü, dünyaya insanlığını anımsatacak uğraşısını başlatmadan önce geldiği İstanbul'dadır. 

Ancak biz başa dönerek, 
Osmanlı yönetiminin birinci derecede yöneticisi konumunda olan padişahların kökenlerine bir kez göz atalım. 

Böylece, 3. padişah olan 1. Murat'tan başlayarak padişah analarının kökeni öğrenilecek, Türk Ulusunun kanı ve canı
üzerine kurulan saltanata karşın, Türke düşman oluş nedeni daha iyi anlaşılacak, "ecdat" özlemi çekenlerin "ecdatları" daha iyi tanınmış olunacaktır.


 __________________________________________________
On Fri, 10/11/13, Ergün Özel


Dipnotlar:
1) Şevket Süreyya Aydemir, Makedonya'dan... C.2, s.440.
2) Burhan Oğuz'dan aktaran, Şakir Keçeli, a.g.y., s. 118.
3) Aktaran, Şakir Keçeli, a.g.y., s. 121.
4) Çetin Yetkin, Türk Halkı... s.161.
5) Naima Mustafa Efendi, Tarih-i Naima, Türkçeleştiren: Zuhuri Danışman, İstanbul,      
    C.1, s.168, 238, C.2 s.536. C.3, s.1180, C.4 s.169.
6) Aktaran, Çetin Yetkin, a.g.y., s.12.
7) Mustafa Coşturoğlu, a.g.y., s.278, 279.
8) Bozkurt Güvenç, Türk Kimliği, s.22, 23, Cahen'den aktaran, Bernard Lewis, Modern      Türkiye'nin Doğuşu, s.1.
9) Hikmet Bayur, a.g.y., s.15.
10) Hikmet Bayur, a.g.y., s.17.
11) Özer Ozankaya, Türkiye'de Laiklik, İstanbul, 1990, s. 253.
12) Özer Ozankaya, a.g.y., s.121.
13) Warshew'den aktaran, Bozkurt Güvenç, a.g.y., s. 311.
14) Bozkurt Güvenç, a.g.y., s.26.
15) Aktaran, Çetin Yetkin, a.g.y., s.145.
16) Esat Kamil Erkut, a.g.y., s.63.
17) M.Rauf İnan,Atatürk'ün Evrenselliği, Önder Kişiliği, Eğitimci Kişiliği ve Amaçları,            Ankara, 1983, s.198.
18) Ramsay'dan aktaran, Bernard Lewis, a.g.y., s.331.
19) Türkoloji uzmanı Cahun'dan aktaran, Bozkurt Güvenç, a.g.y., s.308.
20) Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Atatürk, İstanbul, 1971, s.24, 25

"Gelişmiş toplumlar dindar oldukları için değil, dine rağmen gelişmişlerdir."
Mark Twain

7 Ekim 2013 Pazartesi

755 YILLIK CAMİYİ KİM YIKTI?.. - MUSTAFA YILDIRIM -



"Dünya mirası", "din-inanç turizmi" denilerek, uygulanan programla, cemaatsiz kiliseler kuruldu; antik kiliseler yenilendi.
Aynı dönem içinde sayısız tarihsel cami ya yıkıma terk edildi ya da bilerek ve istenerek yıkıldı.
Türklerin 1211 yılında kurdukları Denizli kentinde yaşandı olay.
Türkler, çıplak bir tepeye kale kurdular.  İlk yerleşimde kalenin elli metre aşağısına Ulu Cami’yi yaptılar.
Sayısız depremden sonra onararak açık tuttular 755 yıllık Ulu Cami’yi.
Eylül 1899 depremiyle sarsılan cami yıkılmamış; ama iyice hırpalanmıştı. Balkan, Trablus, I.Dünya savaşları döneminde öylece kaldı.
15 Mayıs 1919 sabahı Denizli, İzmir’in işgaline karşı Türkiye’deki ilk kitlesel gösteriye hazırlanıyordu.
Bir gece önce kurulan "ulusal heyet" kenti hazırlamıştı gösteriye.
İşbirliğine hazır, Hanedan’ın emrinden çıkmayan İtilaf Fırkası yandaşlarının çoğu da işgalle uyanmışlardı.
Daha sonra Ulusal Heyet Başkanlığına getirilecek olan Müftü Ahmet Hulusi Efendi, Kayalık Camisi önünde toplananların başına geçti ve eski kalenin aşağısındaki "Bayram yeri" ne yürüdü.
Yıkılmak üzere olan Ulu Cami’nin önünden geçerken, arkasındakileri bir el işaretiyle durdurdu; camiye girdi; sancağı alıp çıktı ve arkasındakilerle yeniden yürüdü.
Müftü Ahmet Hulusi Efendi, alanda toplananları işgale karşı direnişe çağırdı; "elinde silah olmayanların dahi düşmana taş atması" gerektiğini anlattı.
Müftü’nün başkanlığında, subay ve aydınlardan oluşan Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti kuruldu.
Cemiyet, hiç ikirciklenmeden ulusal direnişe katıldı.
İşgalcileri Denizli’ye 25 km ötede durdurdular.
Yunanlılar Denizli’ye savaş sonuna dek giremediler.
İşgalcilerin zulmünden kurtulmak için Denizli’ye sığınan Egeli aileler Ulu Cami’nin avlusunda kurulan çadırlara yerleştirildiler.
Heyet-i Milliye Başkanı Mustafa Kemal, Sivas Kongresi’ne katılan Denizli delegelerine "Sizin Aydın Kuvayı Milliye’sinde patlattığınız tüfeklerin sesi Versailles Sarayı’nda (Paris Teslim ve Parçamla Konferansı) çınladı!" dedi.
Bağımsızlık Savaşı sürüyordu.
Denizlili yurtseverler Anadolu’daki varlıklarının tapusu olarak gördükleri Ulu Cami’yi onardılar; 30 Ağustos 1922’ye yakın ibadete açtılar; 16-18 yaşlarındaki son savaşçıları oradan Bağımsızlık Cephesine dualarla uğurladılar.

TÜRKLER CAMİYİ YIKIYOR
Caminin ilk açılışından tam 755 yıl geçmişti.
Ulu Cami ve Selçuklu minaresi, iki gecede belediye ekiplerince yıkıldı.
Yıkımın ardından yedi gün geçti.
AB parasıyla ve devlet eliyle yenilenen yalnızca taşları kalmış 11 kiliseden biri olan Pamukkale Kilisesinin yıkıntılarında ayin düzenlendi.
Ayinin birinci grubu, Amerikan Presbiterian Kilisesi üyeleriydi.
25 kişilik ikinci grup, Koreli Sun Myung Moon’un Birleştirme Kilisesi temsilcileriydiler.
Ayinciler, Vali Yardımcısı Musa Uçar’a konuk oldular; armağanlar aldılar.
(Moon örgütü ayrıntıları için bkz.Sivil Örümceğin Ağında)
Türklerin Denizli’deki 800 yıllık geçmişlerinin kanıtı, alçak gönüllülüğün simgesi, kırmızı kiremitli Ulu Cami ve sayısız depreme direnen kırmızı tuğlalı minaresi işte böyle yıkıldı.
Yıkanlar, Ulu Cami’nin arkasındaki alana estetikten yoksun, betonarme bir cami yaptılar; fosforlu plastik şeritlerle bezeli minareler diktiler.
Onun adını da, alay edercesine, "Ulu Cami" koydular"Ulu" demekle ulu olunamayacağını anlamadıkları gibi vatanın da satılacak arsa olmadığını bilemeyecek denli imanlıydılar!
Emperyalizmin, onların emrine giren Arapların, Atatürk’e ve Türkiye Cumhuriyeti’ne düşman Hizbullahilerin ellerini sımsıkı tutan ılımlı(!) Müslümanlar, başta İstanbul’da olmak üzere, birçok kentte, Türklere ait hangi tarihsel kalıt varsa yıkmaya kararlılar.
Belki bundandır Türklerin Mekke’deki el-Ciyad kalesinin yıkılmasına ses etmemeleri.
Bir düşünün; camisini ve tarihini kendi elleriyle yıkanlar daha neyi yıkmazlar ki!
NotlarL1) Denizli’de Ulu Cami yıkılmadan önce bir tabela asılmıştı bahçe duvarı parmaklıklarına: "Ulu Cami Yaptırma Cemiyeti" Eksik yazmışlardı "cami yıktırma" daha yakışırdı.
(2) Müftü’nün torunu M.
Haluk Müftüler, 19.Dönem ANAP Milletvekiliydi..