https://youtu.be/mifkogfgkl0
11 Eylül 2018 Salı
7 Eylül 2018 Cuma
BİR ÖĞRETMENİN HAYKIRIŞI...
.....Tepki olmasın diye kurbağa yani eğitim haşlanarak
öldürülmekte. Hangi politikacı iktidara gelirse gelsin BOP tıkır tıkır ve
kesintisiz işlemekte.
Daha bugün o projenin parçaları okullara gönderildi.
Öğretmenlerden onaylama raporları istendi.
Sonunda ne yapalım öğretmenler istedi diyecekler.
Oysa öğretmenler baskı altında. Zaten işlerin farkında olanlar
yalnızca bizleriz
Gato diye ABD li bir öğretmen yazarın okulları kötüleyen evde
eğitim sistemi, ‘herkes evde öğrensin okullar
beyin yıkıyor, tek tip eğitim yapıyor, zorunlu eğitim kitle imha silahıdır’
vb diyen saçmalıklarını tartışmaya açmamız ve rapor yazmamız istendi.
Tabi idareci ve onlara yaranmaya çalışan üstelik kripto fetö
ve pkk cı öğretmenlerin olabileceği ortam baskısı altında.
Kitabın özetleri çıkartılıp verildi.
Alabilenler aldı seminerlerde kendi millî eğitimimizin ayağına
MEB tarafından son kurşunu sıkmamız
isteniyor.
Bu kitapta devlet beyin yıkar, herkes bireysel eğitim yapsın,
canının istediğini öğrensin istemediğini öğrenmesin, dört duvar altında eğitim
olmaz vb gibi saçmalıklar var.
Bunun gibi daha üç kitap varmış.
Tabi sadece özeti bile BOP un nasıl işletildiğini açıklamakta.
Görebilenlere. MEB emperyalizmin işgali altında
uzun yıllardır maalesef. ...,
30 Ağustos 2018 Perşembe
30 Ağustos 96. Yılında da güncelliğini korumaktadır.
BASIN AÇIKLAMASI
(30 Ağustos 96. Yılında da güncelliğini
korumaktadır. )
Bugün
30 Ağustos zafer bayramı. İşgalci yağmacı emperyalist haydutların pençesinde
yokluğa, yoksulluğa, cehalete mahkûm edilmiş bir halkın ayaklarının üstüne
kalktığı onurlu bir direnişin 96. Yılı.
Türk
tarihinin ve ulusal yazgımızın köklü bir dönemeci olan 30 Ağustos utkusu Türk
ve dünya tarihindeki hak ettiği saygın yerini almakla kalmamış, aynı zamanda
emperyalizme karşı mücadele eden dünya halklarına da esin kaynağı olmuştur.
Başka bir söylemle 30 Ağustos “buzun kırıldığı, yolun gösterilip açıldığı”
bir halk direnişinin adıdır.
Ancak
unutulmamalıdır zaferlerin kazanılması, onun kazanımlarının elde tutulması,
korunması ve yeniden yaratılmasına oranla daha kolaydır. Bu tarihi direnişin
üzerine kara bir şal örtülme çabalarının yoğunlaştığı günümüzde 30 Ağustos
utkusunun önemi ve güncelliği yaşamsal değerdedir.
30
Ağustos Zaferi yalnızca ülkemizi işgal eden yağmacı emperyalistlere ve onların
maşalarına karşı kazanılmamıştır.
30
Ağustos en az onlara karşı olduğu kadar, ülkenin tüm değer ve varlıklarını
sömürücü, emperyalist odaklara peşkeş çeken,
“kifayetsiz – muhteris” yöneticilere, yüzyıllarca Anadolu halkını
sömüren Osmanlı zihniyeti ve onun yönetim şekline, yerli işbirlikçilere, her
türden kan emici asalaklara karşı da kazanılmıştır.
Bugün
ülkemiz aynı büyük ittifakın işgali altındadır. Türkiye'nin sömürücü
sınıfının ülkeye yaptığı kötülük emperyalist ülkelerinkinden daha az değildir.
Din bezirgânı , “kifayetsiz –
muhteris” hain takımı ülkenin başına
çöreklenmiş, sermaye sınıfıyla birlikte ülkeyi emperyalist odaklara peşkeş
çekmektedirler.
Şunu
da asla unutmayalım, 30 Ağustos’u değersiz kılmak, kendi emelleri için
kullanmak amaçlı olarak sürekli olarak geçmişi parlatıp Osmanlı hayalleri
kuranlarca ortaya atılan “hep
birlikte kazandık” söylemi zihinlerimizi dumura uğratma amaçlıdır. Bin
kez hayır diyoruz! Hep birlikte kazanmadık. İnsanlık tarihine görülmemiş
destansı olağanüstü bir direniş olan 30 Ağustos; yoksul Anadolu halkıyla, kalpaklısı, feslisi,
sarıklısıyla; askeri, çiftçisi, öğretmeni, din adamıyla; Türkçüsü, solcusu,
İslamcısı, liberali, Müdafaa-i Hukukçusuyla o yiğit adamlar ve bir grup
Kemalist devrimcinin kararlı mücadelesidir. Onların karşısında ise günümüzde
olduğu gibi emperyalistler, işbirlikçileri, saltanat ve hilafet yanlısı din
taciri yobaz tayfası vardı.
Biz
kazandık, onlar yenildi. Emperyalistlerin, işbirlikçilerin, saltanat ve hilafet
yanlısı yobazların 30 Ağustos öncesi düzeni yeniden kurma umudunu beslemeleri
karşısında uyanıklığı elden bırakmamak ve kararlı bir bilinçle direnmenin
gerekliliği vazgeçilmez ve ertelenemez görev ve sorumluluğumuzdur.
Bu
nedenlerle 30 Ağustos 96. yılında yeniden ve yeniden güncelliğini korumaktadır.
30
Ağustos'un yaratıcılarına, Başkomutan Mustafa Kemal'e, emperyalist işgale karşı
savaşan halkımıza bin selam olsun
YÖNETİM KURULU ADINA: Mahmut ÖZYÜREK
Ulusal Eğitim Derneği
Isparta Şube Başkanı
Isparta Şube Başkanı
22 Ağustos 2018 Çarşamba
YATAĞA ATILAN GAZETECİLER
Prof. Dr. Mehmet Altan ZAMAN
KİTAP yayınlarından 2001 yılında çıkan <‘Köylü'ler Ne Zaman Manşet Olur>
kitabın’ da “Kendi sorunlarını görmemek için gözlerine mil çeken Türkiye'nin
gelişmesinin önündeki en büyük yapısal engel köylülük ve tarımdır. Türkiye,
inatla görmezden geldiği ve çözmemekte direndiği bu konuyu hayatın zorlaması
sonucunda görmek zorunda kaldı...
Köylülük sadece
fakirlik değil, bir zihniyettir. Köylülerin çoğunlukta olduğu toplumlarda
demokratik tepki gelişmez, birey ortaya çıkmaz. Böyle bir toplum; demokratik
haklar peşinde olmaz, faili meçhuller peşinde koşmaz, Susurluk'a kafa
kaldırmaz, derin darbelere ses çıkartmaz...
Türkiye, bu
sorunla yaşayamaz. Yapısal bir değişikliğe gitmeden ne bu sorun, ne de bu
soruna bağlı olarak ortaya çıkan diğer sorunlar çözülebilir. Yeryüzüne ulaşmak
istiyorsak, köylülük yakamızdan düşmeli....
Artık böyle bir
sorunun olduğunu biliyoruz. Şimdi sıra çözümleri bulma, onları uygulayacak
cesareti göstermekte.” Buyurmuş.
“Türkiye'nin
gelişmesinin önündeki en büyük yapısal engel köylülük ve tarımdır” diyerek Türk
köylüsünü aşağılayan, Türk tarımının yok edilmesini isteyen Prof. Dr. Mehmet
Altan kimdir?
Bu sorunun
yanıtını Araştırmacı yazar Sn. Yılmaz Dikbaş veriyor.
YATAĞA ATILAN GAZETECİLER
AB
hibeleriyle iğfal edilmiş gazetecilerden biri, Mehmet Altan,
19 Mart 2011 tarihli Star gazetesindeki köşesinde, “Çanakkale Savaşı gerekli
miydi?” başlıklı yazısında şöyle dedi: “Ve dün biz bundan doksan altı yıl önce
kendi kendimize yarattığımız ve o dönemin en parlak insanlarını yok ettiğimiz
‘Çanakkale Zaferi’nin yıldönümünü idrak eyledik…”
Tüm
İngiliz tarih kitapları, Çanakkale saldırısının tasarımcısı ve Majesteleri
Kraliçe’nin onaylamasıyla uygulayıcısının, görkemli Britanya İmparatorluğu’nun
kibirli Bahriye Bakanı Winston Churchill olduğunu yazıyor, ateşli geçen savaş
kabinesinin toplantı tutanakları devletin resmi belgeleri arasında duruyor. Ama
Mehmet Altan, Çanakkale Savaşını kendi kendimize yarattığımızı yazıyor!
Sakın
ola Mehmet Altan’a; namussuz, şerefsiz, alçak, yalancı, sahtekâr gibi
sözcüklerle yüklenmeye kalkışmayınız! Bu hem doğru olmaz hem de gerçeği
görmenizi perdeler. Gerçek şu: Mehmet Altan, görev adamıdır. Nasıl
Pentagon’un yatağa attığı gazeteciler görev yapmışlarsa, AB hibeleriyle iğfal
edilmiş Mehmet Altan da şimdi kendisine verilen, Türk tarihini çarpıtmak ve
Mustafa Kemal Atatürk’ü değersizleştirmek görevini yerine getirmektedir.
Yine
aynı yazıda, AB’nin iğfal ettiği Mehmet Altan şunu söylüyor: “Zaten
Çanakkale savaşlarında komutan Alman Liman von Sanders, yardımcıları Vehip
Paşa, Cevat Paşa, Esat Paşa’lardı… Miralay Mustafa Kemal Bey, komuta
kademesinde ancak 34. sıradaydı…” Çanakkale Savaşının tasarımcısı görkemli
Britanya İmparatorluğu’nun kibirli Bahriye Bakanı Winston Churchill, tam 21
yerinde Mustafa Kemal’den söz ettiği, toplam 1668 sayfalık üç cilt, “The Great
War” adlı kitabının 659. sayfasında şöyle yazıyor: “At the head of the 19th.
Division there stood in this strange story, a Man of Destiny, Mustapha Kemal
Bey” Türkçesi: “Bu garip öyküde, 19. Tümenin başında, Geleceği Yazan
Adam, Mustafa Kemal Bey bulunuyordu” Churchill’in toplam 1668 sayfalık üç
cilt “Büyük Savaş” kitabında Alman General Liman von Sanders’in adı sadece 6
kez geçiyor, komuta kademesinde Mustafa Kemal’den çok üstlerde bulunan Vehip
Paşa, Cevat Paşa ve Esat Paşa’ların esamisi bile okunmuyor! Hiç komuta
kademesinde 34. sırada bulunan bir subay, Tümen komutanı olur mu?
Peki,
Churchill, sözü edilecek 33 komutan varken neden tutmuş da 34. sıradaki Mustafa
Kemal’i öne çıkarmış? Hem de o çok kibirli Churchill’in Mustafa Kemal’i
tanımlarken kullandığı deyime bir bakar mısınız: Man of Destiny,
Geleceği Yazan Adam! Biliyorum, komik olacak ama sorayım. Siz Çanakkale
Savaşının tasarımcısı, görkemli Britanya İmparatorluğu’nun Bahriye Bakanı
Winston Churchill’in kendi yazdığı tarih kitabındaki sözlerine mi
inanacaksınız, yoksa AB’nin iğfal ettiği Mehmet Altan’a mı? Yatağa atılmış
gazetecilere de asla inanmayız, AB hibeleriyle iğfal edilmiş gazetecilere de!
Bu gerçeği bıkmadan, usanmadan ve yılmadan halkımıza duyurmak, anlatmak birinci
derecede görevimizdir.
Yılmaz Dikbaş 19 Mart 2011 dikbas@kalinka.com.tr
www.kalinka.com.tr www.dikbas.tv
20 Ağustos 2018 Pazartesi
Bayramınız kutlu olsun ama..
35 yıl önce Kurban Bayramı’nın
ilk günü. Beyrut’ta Filistinlilerin kaldığı Sabra ve Şatila sığınmacı
kamplarında kesif bir kan kokusu! Bayramdan az önce, kara gölgeler… İsrail
ordusunun korumasında çoğu kadın ve çocuk 3000 Filistinli sığınmacıyı
katletti! Kalanlar, o andan sonra yaşayan ölülerdi!
***
11 Haziran 1992 Bosna’da Kurban
Bayramı’nın ilk günü. Ve Yugoslavya adlı, şimdi var olmayan bir ülkenin
yurttaşları birbirini kıyasıya öldürdü! 3 yıl boyunca 100 binden fazla
Müslüman öldü! Arkalarında Azrail gülümsüyordu! Atlantik ötesinden güdümlü!
Afganistan’da bir bayram sabahı!
Tarih 16 Aralık 2001…
Pentagon, Afganistan için
“Lityumun Suudi Arabistan’ı” demişti! 7 Ekim’de işgal edildi! Dört bir yandan
sarıldı, bombalandı… Mezar-ı Şerif, Kabil, Kandahar kana bulanmıştı!.. İngiliz
ve Amerikan özel operasyon birlikleri son sığınakları dağıttı.
16 yıldır Afganistan’da hiçbir
bayram bayram değil ki!..
***
***
11 Şubat 2003 Irak’ın tecavüze
uğramadan önceki son kurban bayramıydı! 20 Mart’ta Irak yerle bir oldu…
Ne tapu daireleri kaldı, ne müzeleri… Bir milyon Müslüman katledildi, iki
milyon Müslüman göç etti. Müslüman maskeli birileri ‘seyretti’!
Bayramları bombalandı Iraklının!
Camileri bombalandı, tarihi, kültürü, evi, barkı, çocukları… Namusu, şerefi
bombalandı!..
2011; Ramazan ayının sonu!
Trablusgarp düşüyor! Libya kanlar içinde… 6 Kasım 2011 Libya’da bir bayram sabahı! Tuzaklarda linç edilmiş bir liderin memleketi… Batılı çeteler tarafından işgal edildi. Namusu da şerefi de yok edildi. Kaddafi 20 Ekim’de katledildi. Terör çeteleri başkentteydi. Trablus yerle birdi… Orada bayram yoktu!..
Trablusgarp düşüyor! Libya kanlar içinde… 6 Kasım 2011 Libya’da bir bayram sabahı! Tuzaklarda linç edilmiş bir liderin memleketi… Batılı çeteler tarafından işgal edildi. Namusu da şerefi de yok edildi. Kaddafi 20 Ekim’de katledildi. Terör çeteleri başkentteydi. Trablus yerle birdi… Orada bayram yoktu!..
Ve Suriye! 8 yıldır her Kurban
Bayramı’na kanayarak giriyor! Sadece askerler değil kadınlar çocuklar, yaşlılar
ve köylüler memurlar, işçiler öldürüldü. Anaların gözünde yaş kalmadı.
Bayramlarda şehitlikler dolup taştı...
Ve Yemen her gün ABD güdümlü Suudi bombalarının çocukları toplu katlettiği Yemen!
Ve Yemen her gün ABD güdümlü Suudi bombalarının çocukları toplu katlettiği Yemen!
Kurban bayramınız kutlu olsun AMA
kurban edilen biziz! Ve gözümüzü açmaz komşularımızla masaya oturmazsak
‘kaderimizi’ değiştiremeyiz...
11 Ağustos 2018 Cumartesi
Ekonomik krize girilirken...Korkut Boratav
"Büyük finansal çöküntüye rağmen IMF’nin kapısına gitmezse iktidarda kalmasını önleyecek bir mekanizma yok. Türkiye faşizme geçmiştir. Faşizm kalıcıdır. Halk sürünecek, dine, imana daha fazla sarılacak. Cemaatler eliyle, dayanmaya çalışacak. Halkın direnme gücü yoktur. IMF seçeneği makuldür, şirketler batar. Bankalar kalır. Şirketlerin batması Cumhurbaşkanı’nın özel problemidir. IMF seçeneği altında Kanal İstanbul gibi büyük yatırım projeleri kalkar. Başlamış olanların şartları gözden geçirilir."
Bu yazı kaleme
alınırken (10 Ağustos’ta) Türkiye, çalkantı içinde ekonomik krize
sürüklenmektedir. Günceli yazıya dökmenin anlamı yok; ortaya çıkan politika
seçeneklerine yazı sonunda değineceğim.
Kriz ortamına
gidişin ana etkenlerini, verilerini tartışmanın daha yararlı olacağını
düşünüyorum. Bunlara “serinkanlılıkla” bakalım; ipuçlarını izleyelim; belki de
bugünün (10 Ağustos’un) çöküntüsüne ulaşırız.
Tipik Bir Kriz
Senaryosu
“Dış kaynak
girişlerinde ani duruş veya tersine dönüş…”
Bu ifade,
neoliberal dönemde sermaye hareketlerini serbestleştiren; ekonomilerini finans
kapitale sınırsızca açan ülkelerde ortaya çıkan bir kriz türünün nedeni olarak
kullanılıyor.
Bu tür kriz
örnekleri “Güney” coğrafyasında, çevre ekonomilerinde yoğunlaştı: 1980’li
yıllarda Latin Amerika’nın borç bunalımı; 1997-2001’de Doğu Asya’da patlak
verip hızla yaygınlaşan kriz dalgası; 2008’de Batı’daki büyük finansal
bunalımın kırılgan çevre ekonomilerine yansıması; bazı özellikleriyle 2011
sonrasında Avro Bölgesi’nin çeperini, zayıf halkalarını sarsan borç krizi…
Türkiye,
“serbest sermaye hareketleri” dalgasına 1989’da katıldı. 1994, 1998/99, 2001 ve
2008/9’da bu tür dört krizden geçti.
Nasıl
tetikleniyor; gelişiyor?
Uluslararası
finans kapital, sistemin çevresine taşarken, hem ekonomik canlılık getirir; hem
de yapısal çarpıklıklar, kırılganlıklar yaratır. Böylece, ileri tarihlerdeki
bunalımın tohumlarını da taşımış olur.
Örneği bizzat
yaşadık: 2003-2007 Türkiyesi’nde yüksek tempolu yabancı sermaye girişleri, hem
büyüme hızını yukarı çekti; hem de üretimin ithalata bağımlılığını tırmandırdı;
durgunlukta bile ortadan kalkmayan dış açıkları ekonominin yapısal bir özelliği
haline getirdi.
“Dış
kaynaklarda sert durma ve çıkışın” bunalıma yol açıp açmayacağı, “giriş”
aşamasında oluşan dış kırılganlıkların, yapısal çarpıklıkların yoğunluğuna
bağlıdır. Örneğin 1997-98’deki krizden ders alan Doğu Asya ülkelerinin çoğu,
cari açıklarını adım adım ortadan kaldırmayı başardı; 2008’de ABD’de patlak
veren finansal krizden pek etkilenmedi.
Türkiye bu
“dersi” öğrenmedi. Aynı koşullarla yoğun dış kırılganlıklar içinde karşılaştı.
2008-2009’da küçülen az sayıda çevre ekonomisinden biri olarak dikkat çekti.
2018
Konjonktürüne Geliş
2009 sonrasında
Batı merkez bankalarının ölçüsüz likidite genişlemesi ile beslenen finans
kapital, emperyalizmin çevresine de taştı; buralarda ekonomik canlanmayı
besledi. FED 2013’te bu konjonktüre son verme işareti verdi; 2016’da parasal
daralmayı başlattı. Şubat 2018’de Batı borsalarında sert düşüşler, finansal
balonlaşmanın son bulma işareti olarak algılandı. 10 yıllık ABD tahvili kritik
bir eşik olarak görülen yüzde 3 sınırına ulaştı.
Uluslararası
finans kapitalin ilk tepkisi, çevre ekonomilerinden adım adım çekilmek olur. En
zayıf, “kırılgan” halkalardan başlayarak… Hangileri? 2013’te Morgan Stanley,
“yükselen ekonomilerin beş kırılganı” başlığı altında bir liste yaptı: Türkiye,
Brezilya, Hindistan, Güney Afrika, Endonezya… Sonraki yıllarda bu liste güncelleştirdi;
Türkiye daima yerini korudu.
2018’inin ilk
yarısında bu listenin durumunu Morgan Stanley’den değil, döviz piyasalarından
izleyelim. Bank of International Settlements (BIS), ülke döviz piyasalarının
verilerini derler; yayımlar. BIS’in Ocak-Haziran 2018 istatistiklerinde doların
fiyatına veya ülkeler-arası enflasyon farklarını da dikkate alan döviz
sepetinin reel efektif kuruna göz atalım. Türkiye, Arjantin’in arkasından
“ikinci en kötü” durumdadır. Meksika, Endonezya, Hindistan ve Brezilya bu iki
ülkeyi bir hayli geriden izlemektedir. Morgan Stanley’in ilk listesindeki
kırılganlara Meksika ve Arjantin eklenmiş; Güney Afrika çıkmıştır.
Tam da o
tarihte (Haziran 2018’de) Arjantin, krize girdiğini resmen ilan etti; 50 milyar
dolarlık bir kredi anlaşması imzalayarak IMF’ye teslim oldu. Haziran sonrasında
tamamen “çılgınlaşan” döviz piyasaları ile Türkiye sıraya girdi.
Arka planda
elbette sermaye hareketleri yatıyor. Son ödemeler dengesi istatistiklerine
odaklanalım.
Ocak-Şubat
2018’de “Balonlaşma”…
Birkaç ay önce
bu köşede, Ocak-Şubat 2018 ödemeler dengesi istatistiklerini, “ekonomide
balonlaşma” başlığı altında incelemiştim. Gerçekten de bu iki ayda, Türkiye
ekonomisi sermaye hareketleri bakımından coşkulu bir konjonktürde görünüyordu.
Bir önceki
yılın (2017’nin) aynı aylarıyla karşılaştırarak özetleyelim:
Dış
borçlanmanın pompaladığı yabancı sermaye girişleri yüzde 78 oranında artıyordu.
Kayıt dışı sermaye çıkışları son buluyor; TCMB rezervleri yükseliyordu.
Yabancı, yerli ve kayıt dışı öğelerinden oluşan toplam sermaye hareketleri de
2017’deki “net çıkış” olgusuna son veriyordu.
AKP seçim
konjonktürü uygulamaktaydı. 2018 başında Batı piyasalarındaki canlılık hâlâ
sürmekteydi ve yüksek tempolu büyümenin dış kaynak gereksinimi şimdilik
karşılanabiliyordu.
Ne var ki, iç
talep genişlemesi üretim sınırlarına tosladı. Enflasyon, ithalat tırmandı.
Ocak-Şubat cari açığı yüzde 100’ü aşan bir tempoda genişledi. Sermaye
girişleri, “balonlaşma”yı besledi.
IMF,
canlanmanın sürdürülemeyeceği teşhisini ve ekonomideki “sıcaklaşma” olgusunu
Mart’ta bir Türkiye Raporu’nda ortaya koydu. Ana öğelerini ve politika
önerilerini burada aktarmış; tartışmıştım.
Mart-Haziran
2018 Gerilimi
Ödemeler
dengesinin Mart-Haziran 2018 verilerini tabloda bir önceki yılla
karşılaştırıyorum. Son dört aylık veriler ekonominin küçülmesini tetikleyecek
bir krizin ön işaretlerini taşıyor mu?
Yazının başında
ifade ettiğim “yükselen piyasa krizlerini tetikleyen ana etken”, yani dış
kaynak girişlerinde, bir önceki yıla göre ani duruş veya tersine dönüş,
Mart-Haziran 2018’de gözlenmekte midir?
Yanıt, tablonun
ilk satırında yer alıyor: Yabancı sermaye girişleri Mart-Haziran 2018’de on iki
ay öncesine göre yüzde 85 oranında daralmıştır (Satır 1). Bu sert yavaşlamayı
“duruş” olarak, bir krizin başlangıç dürtüsü olarak nitelendirebiliriz. İki yılın dört ayında dış kaynak
girişlerindeki azalma 19 milyar dolardır; 2017 dolarlı milli gelir toplamının
yüzde 2,2’sine ulaşan olumsuz bir şok...
Toplamda “net
çıkış” göstermeyen yabancı sermaye, Haziran’da “eksi” değer vermiştir. Bu
durumun Temmuz-Ağustos’ta da süregeldiği anlaşılıyor. Yani, “tam gaz kriz”
süreci içindeyiz.
Dış kaynak
girişlerindeki daralma, hangi tür akımlara yansımıştır? Bunları, “sıcak, dış
borçlanma ve doğrudan yatırım” türlerine ayıralım.
Sıcak para ve
dış borçlanmada, daralma ötesine geçilmiş; net çıkış başlamıştır. Dış
kredilerin döndürülmesinde krizi derinleştirici güçlükler gündemdedir. Yabancı
sermayenin en istikrarlı türü olan doğrudan yatırımlarda ise, ılımlı bir artış
gerçekleşmiştir.
Yabancı, yerli
ve kayıt dışı öğelerin tümünü oluşturan toplam sermaye hareketleri de kriz
işareti vermektedir: On iki ay öncesine göre %52’lik gerileme (Satır 6)…
Türkiye
ödemeler dengesi istatistiklerinin “esrarengiz” bir öğesiyle tekrar
karşılaşıyoruz: Kayıt dışı sermaye girişlerinde 6,9 milyar dolarlık net giriş
(Satır 2)... AKP’li yıllarda dış kaynak hareketlerinde gözlenen her olumsuz
dönemde, kayıt dışı para girişleri “can kurtaran simidi” olmuştur. Bu karanlık
öğenin kaynaklarını uzun yıllar tartışacağımız anlaşılıyor.
Ekonominin
küçülmeye başlaması, Haziran ithalatını ve cari işlem açığını aşağı çekmiştir.
Ne var ki, önceki ivme sayesinde dört aylık dış açık yüzde 20 civarında
artırmıştır (Satır 5). Rezervlerdeki aşırı (11,9 milyar dolarlık) erime, cari
açığın yüzde 62’sini karşılamıştır (Satır 4). Elbette sürdürülemeyecek bir
durum…
Finans kapitale
teslimiyet biçimleri
İktidar, finans
kapitale teslim olacaktır. Tek hamlede mi? Aşamalı olarak mı? IMF’li mi?
IMF’siz mi? Birkaç seçenek gündemdedir.
IMF’li
programın önceliği, bir dış borç krizini önlemektir. Hazine, TC bankalarının
dış kredilerini devralır; bu borçlar IMF kredi taksitleriyle ödenir. Kemer
sıkma politikaları milli geliri küçültür, cari açık bu sayede “sürdürülebilir”
düzeye indirilir. Böylece, bir borç krizi önlenir; ama “kemer sıkma” ve
“yapısal reform”, öncelikle emekçilere yüklenir. Finans kapital, emekçilerin
sırtından kurtarılmış olur.
Bu program,
emeğin gelirleri ve kazanımları dışında kamu yatırımlarını kısacak; iktidarın
kader ve çıkar birliği yaptığı ayrıcalıklı sermaye çevrelerini de bunalıma
sürükleyecektir. İktidar bu nedenle IMF’siz ve aşamalı seçenekler arayacaktır.
IMF’siz ve
“aşamalı” seçenekler, topu TCMB’ye atan “kozmetik” bir programla başlayabilir.
Rahip Brunson operasyonuyla birleşirse sıcak para girişinin hızlanması umulur.
Ne var ki, spekülatif sermaye girişleriyle dış kredilerin döndürülmesi,
finansmanı sağlanamaz. Uluslararası bankaların güvence arayışları, talepleri
farklı aşamaları gündeme getirebilir.
Köşeye
sıkıştığında iktidar, döviz kısıtlarına zorlanabilir. Cumhurbaşkanı Bayburt’ta
bu seçeneğe değinmiştir. Döviz kısıtları, sistematik, yaygın bir model olan
sermaye hareketlerinin denetlenmesi değildir. Yozlaşmış faşizme uyan, kapkaççı,
keyfî, kayırmacı, cezalandırmacı uygulamalara dönüşür. AKP geleneği ile
uyumludur. “Yarenler” takımı kriz ortamında kurtarılır; mümkünse daha da ihya
edilir. Döviz tahsisleri, transferleri, şirket kurtarma operasyonları,
yukarıya, emir-komuta zincirine bağlanır.
Krizin tüm ön
koşullarını yaratan; alkışlayan; bunlardan nemalanan iktidar ve sermaye
çevreleri köşeye sıkışmıştır. Bugünün yozlaşmış ortamında iktidarın,
burjuvazinin siyasî ve iktisadî seçeneklerini sadece teşhir etmekle yükümlüyüz.
Karşılaştıkları seçeneklerden “halkçı, doğru” öğeler türetilemez.
http://haber.sol.org.tr/yazarlar/korkut-boratav/ekonomik-krize-girilirken-245110
9 Ağustos 2018 Perşembe
Sömürüye karşı mücadelenin vazgeçilmezlerinden Aydınlanma
Siyasal ve ekonomik kriz dur durak bilmiyor.
Dağ gibi yığılan enkazla yönetmeyi sürdürmek suskunluğa ihtiyaç duyuyor. Suskunluktan
teslimiyete giden yol sürekli kısalıyor, teslim alınmalar da artıyor. Düzen içi
muhalefetin teslimiyetinden bir parça geçen haftaki yazımın konusuydu. Bu
haftaki konumuz ise dinsel teslimiyetten bir parça.
Tıpkı siyasal ve ekonomik bağımlılığın çok
başlıklı yöntemi olduğu gibi dinsel bağımlılığın da çok yöntemi var. Tarikat ve
cemaatler, dinsel vakıf ve dernekler, dinsel medya, Diyanet İşleri Başkanlığı
ile yönettiği mescit ve camiler, kadrosu şişkin imam ve müftüler… Devletin
kendi içine ve hukukun içine soktuğu, eş zamanlı olarak siyaset yapmanın
olmazsa olmazı haline gelen dinsellik; belediyeler aracılığıyla da kontrol
altında tutulan dinsel yaşam tarzı…
Bu uzayan listeye eklenecek büyük
başlıklardan biri ise eğitim ve öğretim. Başlığın büyüklüğü yalnızca dinselle
el atılan eğitim alanlarından kaynaklanmıyor, daha büyük oranla çocukların
uyuşturulmasından kaynaklanıyor. Çocuklar susturuldukça toplum da susturuluyor,
gelecek de…
Müfredattan başlayarak değerler eğitimi adı
altında verilen kuran ve peygamber hayatı kursları, imam hatipleştirmeler akıl
ve bilimden uzak bir eğitimi hedefliyor. Hukuka aykırılığı mahkeme kararlarıyla
kanıtlanan zorunlu din dersleri ise hepsinin içinde en belirgin olanı.
Müfredat için açılan dava yargının usulden
retleriyle geçiştiriliyor. Müfredatın tamamına dava açılamazmış, tek tek
dersler ayrılacak, o derslerde de davalık bölümler ayrılacak her birine ayrı
ayrı dava açılacakmış. Oysa müfredatın bir bütün olduğu tek tek derslerle
parçalanıp bakılamayacağı, içine dağıtılan akıl ve bilim dışı bölümlerin
ayıklanmasıyla kurtulamayacağı dava dilekçesinde anlatılmıştı.
Ensar Vakfı ile MEB arasındaki protokolde
ise kaçış yolu bulunamadı. “Devletin devredemeyeceği görevler” tanımlamasıyla
laik hukuk devletinin bilimsel ve laik eğitimi bir müdahaleden temizlenmiş
oldu. Şimdi bu tür tüm protokollerin iptali gerekiyor.
Bir kez daha vurgulamakta yarar var; bağımlı
ve taraflı kaotik ortamıyla, hukuku ve savunmayı dışlayan tutumuyla yargının
içinde bulunduğu çürümüşlük davaların mücadele alanı içine alınmasına engel
değil.
Bir kere yargı çürümüş diye hak arama
yoluyla mücadeleden vazgeçmek piyasacı gerici düzenin ekmeğine yağ sürmek,
düzen keyfiliğini ve dayatmasını meşrulaştırmak demektir.
İkincisi haklı olunan konularda mücadeleye
ısrarla ve yaygınlaştırarak sarılmamak, suskunlar arasında kalmak ve kazanılan
davalarda dava açanları yalnızlığa itmek mücadele kırıcılığı sonucunu doğurur.
Üçüncüsü, aynı konuda açılan siyasi
mücadelenin uzantısı olan binlerce, onbinlerce dava bireyin, hukukun ve
yargının sorunu olmaktan çıkıp toplumsallaşmanın yolunu açar.
Zorunlu din dersi davaları toplu eylem için
en etkili olanlardan biri.
AKP döneminde kurumsal ve kamusal
hizmetlerle birlikte siyasal ve toplumsal yaşam dinsel kural ve referanslarla
dönüştürülürken açık ve en büyük darbeyi eğitim ve öğrenim yedi. Çocuklarımızın
bilimsel ve özgür yaşamına atılan el aynı zamanda geleceği de ipotek altına
almayı hedefledi.
Gericiliğe Karşı Aydınlanma Hareketi eğitim
konusunu sürekli gündemine aldı ve mücadele cephesini genişletmek için zorunlu
din dersinden müfredata, mescit uygulamasından sınavlara, tarikat ve cemaat
vakıflarıyla yapılan protokollerden kimlikte din hanesine kadar farklı
konularda davalar açtı, “dava
açalım" çağrısı yaptı.
1982 Anayasası’nın zorunlu kıldığı “din
eğitimi” değil, ilk ve ortaöğretim kurumlarında “din kültürü ve ahlak
öğretimi”. Din kültürü ve ahlak öğretimi, belli bir dini değil tarih içindeki
tüm dinsel ve ahlaksal paylaşımları kapsıyor. Belli bir dinin ya da bir
mezhebin eğitim ve öğretimi Anayasaya göre zorunlu olmadığı gibi devletin “ben
yapıyorum” demesiyle de olmaz. Bu eğitim ve öğretim için kişilerin ya da
küçüklerin yasal temsilcilerinin talebi şart: önce istek sonra ders.
AKP uygulamasında ise istek yok sayılıp
zorunluluk esas kılınıyor. Devlet belli bir dinin kitabının ayet ve
surelerinin, peygamberinin hayatının, bir mezhebin ibadet şeklinin ve duasının
eğitim ve öğretimi zorunlu kılıyor. Hatta Milli Eğitim Bakanlığı, il
müdürlükleri veya il müftülükleriyle imzalanan protokollerle belli cemaat ve
tarikatların akıl dışı hallerinin öğretilmesi zorunlu kılınıyor. Yurttaşlık
değil ümmetçilik, akıl ve bilim değil tapınma duygularıyla bezenmiş kulluk,
kölelik müfredata öylesine yerleştiriliyor ki artık o müfredattan bilimsel
eğitim dışında her şey çıkıyor.
Dayatma karşısında “biz çocuğumuza bu dersin
verilmesini istemiyoruz” diyenlere de karşı çıkılıyor. Anne baba ya da veli de
ancak mahkemeye başvurarak, mahkeme kararıyla zorunlu din dersinden
kurtulabiliyor. Mahkeme kararlarına uymayanlarla mücadele de bu çabanın bir
parçası.
“Hukuk devleti” nutku atan yöneticiler ise
hâlâ bu mahkeme kararlarını münferit görmekte ve itiraz etmekte ısrar
ediyorlar, Anayasa’yı tanımıyorlar. “Kuran, peygamberin hayatı” gibi seçmeli
dersleri bile zorunlu hale getiriyorlar. Siyaset önderleri öyle istiyor.
Mahkeme kararlarını okuyamıyorlar, okuma
yazmaları yok desek, direten bakanlık Milli Eğitim Bakanlığı, yani okuma yazma
öğreten bakanlık.
Diretiyorlar… Çünkü laiklik ve aydınlanma
karşıtlığında gericilik mücadelesi içindeler; çünkü hukuku yalnızca kendi
piyasacı ve gerici siyasetleri için, hukuksuzluklarını örtmek için kabul
ediyorlar.
Diretiyorlar… Çünkü İslami faşizm, düzenlerinin koruma
yolu olarak görülüyor ve zorunlu din dersi için açılan davalar da bu diretme
sonucu onları zorlayacak sayıya ulaşmıyor.
Diretiyorlar… Diretmekle de kalmayıp gerici
politikalarını uygulamak için devlet okullarını imam hatipleştirip laik eğitimi
de parası olan için satışa çıkarıyorlar.
Din özgürlüğü adı altında gericiliği
dayatıyorlar.
Mahkemeler, zorunlu din dersi davalarında bu
konuları tek tek vurguluyor. Son kararlar Konya Bölge İdare Mahkemesinden ve
İzmir İdare Mahkemesinden geldi. Özetle, Zorunlu Din Dersine dayanak olarak
gösterilen “Eğitim ve Öğretim Yüksek Kurulu
Başkanlığının 9.7.1990 günlü ve 1 sayılı kararı”nın da geçerliliği kalmadı. Bu
kararlarda devletin Anayasaya ve uluslararası sözleşmelere aykırı olarak
velilerin dinini açıklamak zorunda bırakılması da hukuk aykırı bulunuyor.
Zorunlu olan “din kültürü ve ahlak
öğretimi”nde, Anayasa'nın öngördüğü amaca uygun bir müfredat, nesnel ve çoğulcu
içerik, kişinin dininin bir ayrım ve eşitsizlik unsuru olarak kullanılmaması ve
devletin dinler karşısında tarafsız kalarak bütün dinsel inançları eşdeğer
görmesi gerekiyor. Öğretimde uygulanan müfredatın belirli bir din anlayışını
esas alması durumunda, bunun din kültürü ve ahlak bilgisi dersi olarak kabul
edilemeyeceği ve din eğitimi halini alacağı, bu eğitimin de zorunlu olmayıp
isteğe bağlı olacağı açık.
Zorunlu Din Dersine karşı mücadele uzun
zamandır devam ediyor. Yargı içtihatlarında da yerleşik hale geldi. Bu konuda tek tek dava açılmasına bile gerek
kalmadı. AKP’nin diretmesini kırmanın yolu toplu, yaygın, örgütlü mücadeleden
geçiyor. Bu konu 2018-2019 eğitim dönemi başlamadan yaygınlaştırılmalı ve
kökten çözümlenmeli.
Gericiliğe Karşı Aydınlanma Hareketi’nin,
"yürürlükteki Anayasa’yı ihlal eden hatta askıya alan bu anti laik
dayatmaya karşı mücadeleden, dava açmaktan korkmayalım, çocuklarımızı zorunlu
din dersinden, gericilikten ve karanlık gelecekten koruyalım" çağrısı,
aynı zamanda örgütlü mücadelenin de çağrısı.
AKP döneminde başta eğitim sistemi olmak
üzere, tüm kurum ve kamusal hizmetler dinsel kural ve referanslarla
dönüştürülmeye çalışılmakta, toplumsal yaşam bu kurallarla tabi kılınmakta.
Özgür bir yaşamı hak eden çocuklarımız için üşenmeden, sakınmadan dava açalım,
mücadele edelim.
Emperyalizmin ılımlı adlı uyumlu İslam
projesi hala geçerli, çünkü ihtiyaçları var. Sömürü gerçeğinin dinsel
uyumlaştırma projesi sınıfsal okunmadıkça geçerli olmaya da devam edecek. 09
Ağustos 2018
Ali
Rıza Aydın
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)