6 Ağustos 2018 Pazartesi

GELDİ BOR’UN PAZARI


GELDİ BOR’UN PAZARI - 1

Korkunç bir ekonomik krizin gelmekte olduğu haberleri yayılıyor.
Eski maliye bakanı Mehmet Şimşek konuştu: “Ekonomik kriz geliyor!”
İktisatçı Prof. Dr. Korkut Boratav dikkat çekti: “Kriz kapıda. IMF programı da gündemde!”
Vatan satan eski başbakan, mason Tansu Çiller’in “beynimin yarısı” dediği eski devlet bakanı Ufuk Söylemez öngörüde bulundu: “Türkiye’yi giderek ağırlaşan vahim bir ekonomik tablo bekliyor!”
Eski Merkez Bankası başkanı, İyi Parti Genel Başkan Yardımcısı Durmuş Yılmaz uyardı: “Döviz borçları her geçen gün artıyor. Borçları ödeyemezsek emekli memur maaşlarını ödeyemez noktaya geleceğiz!”
CHP Bursa milletvekili Orhan Sarıbal panik içinde: “Benzersiz bir kriz geliyor!”
Medyanın kriz çığırtkanları bağrışıyor: “Hükümet, memurların ve emeklilerin maaşlarını ödeyemeyecek! Hükümet, halkın bankalardaki döviz hesaplarına el koyacak!”

Değerli Dostlar,

Hemen söyleyeyim, Türkiye’de anlatıldığı gibi bir ekonomik kriz yaşanmayacaktır!
Türkiye’nin alacaklıları, Türk ekonomisini tümden çökertme girişiminde bulunmayacaklardır!
Artık herkes öğrendi, Türkiye’nin dış borcu yaklaşık 500 milyar dolar!
Alacaklılar ise Amerika’nın ve Batı Avrupa’nın bankaları, bankerleri.
Basit bir soru: Bir alacaklı, kendisine yüklü bir borcu olan kişinin ölmesini ister mi? Borçlu ölürse, alacaklı parasını nasıl geri alacak?
ABD ve Avrupa’nın bankaları ve bankerleri, kendilerine büyük borcu olan Türkiye’de ekonominin çökmesini isterler mi?
Eğer ekonomi tümden çökerse, alacaklı ABD ve Avrupa bankaları ve bankerleri paralarını geri almakta çok büyük güçlüklerle karşılaşacaklarını bilmezler mi?
Alacaklı banka ve bankerler, Türkiye’nin ekonomisini çökertme girişiminde bulunmayacaklardır. Peki, ne yapacaklardır?
İşte, bu sorunun cevabı benim de bu yazımın konusudur.
Alacaklılar, hükümete, devletin bazı varlıklarını satmasını veya kiralamasını ya da bunlara ipotek konulmasını önereceklerdir.
Şimdi diyeceksiniz ki, devletin satmadığı malımız mı kaldı? En son şeker fabrikalarının satışından sonra elde avuçta ne kaldı?
İşte, bunda yanılıyorsunuz!
Hâlâ elimizde çok büyük bir servetimiz var!
Şimdi sıra ona geldi!

Değerli Dostlar,

Şu atasözümüzü hepiniz bilirsiniz: “Geçti Bor’un pazarı, sür eşeği Niğde’ye!”
Bor, Niğde merkezine on üç kilometre uzaklıkta bulunan bir ilçesidir. Eskiden beri çok hareketli pazarı ile ünlüdür. Bu Pazar Salı günleri kurulur, bir gün sonra da Niğde pazarı gelirdi.
Bor’daki pazara yetişemeyenlere, eşeklerini Niğde’ye sürmeleri önerilirdi.
Aslında bu deyimle atalarımız bize, “bir fırsatı kaçırınca, hiç olmazsa bundan sonraki fırsatı değerlendir” demek istemişlerdir.
İşte, şimdi be de bu atasözünden esinlenerek diyorum ki, tasalanmayın! Her ne kadar devletin, yani milletin fabrikaları, işletmeleri, madenleri, bankaları, limanları, tarım toprakları satıldıysa da, tam iflas etmiş sayılmayız! Elimizde hâlâ çok büyük bir servet var!
ABD ve Batı Avrupa’nın ağzının suyunu akıtan bu servetin adı, Bor’dur!
Bu Bor, Niğde’nin ilçesi Bor değildir!
Bu Bor, başka bir Bor’dur ve şimdi ben sizlere ayrıntılı olarak bu Bor’u anlatacağım.

Değerli Dostlar,

Dünyada HİÇBİR ülkede bulunmayan büyüklükteki bir servetin sahibiyiz.
Bu servetin adı, BOR MADENLERİDİR.
Bu ifadenin asla bir abartma olmadığını resmi rakamlarla bu yazımda ortaya koyacağım.
Bu yazımda sizlere, Bor Madenlerimizin gelmişini, geçmişini, bugünkü durumunu ve geleceğini belgeleriyle anlatacağım.
Bu yazımda sizlere, Bor Madenlerimizi geçmişte kimlerin yabancılara teslim ettiğini, kimlerin bu çok değerli servetimize sahip çıktığını tek tek isim vererek anlatacağım.
Bor konusu, benim uzmanlık alanımdadır.
Ancak ben bu yazımda Bor madeni ve türevlerinin kimyasal formüllerine, fiziksel özelliklerine yer vermeyeceğim. Herkesin bilmesi gereken çok önemli somut bilgileri, herkesin anlayacağı bir dille anlatacağım.
İşte, bu anlayış içinde, sizlere önce Bor’un kullanım alanlarını sunuyorum.

Nükleer Sanayi:

Reaktör kontrol çubukları, nükleer kazalarda güvenlik amaçlı ve nükleer atık depolayıcı olarak Bor kullanılır.

Uzay ve Havacılık Sanayi:

Sürtünmeye-aşınmaya ve ısıya dayanıklı, roket yakıtı olarak Bor kullanılır.

Elektronik-Elektrik ve Bilgisayar Sanayinde:

Bilgisayarların mikro çiplerinde, CD-sürücülerinde, bilgisayar ağlarında, ısıya-aşınmaya dayanıklı fiber kablolar, yarı iletkenler, vakum tüpleri, dielektrik malzemeler, elektrik kondansatörleri, gecikmeli sigortalar üretiminde Bor kullanılır.

Askeri ve Zırhlı Araçlar:

Zırh plakalarının yapımında Bor kullanılır.

İletişim Araçlarında:

Cep telefonları, modemler ve televizyonların yapımında Bor kullanılır.

Otomobil Sanayi:

Hava yastıklarında, hidroliklerde, plastik aksamda, yağlarda ve metal aksamlarda, ısı ve ses yalıtımı sağlamak amacıyla üretilen antifrizlerde Bor kullanılır.

Tıp Alanı:

Ostrepoz tedavilerinde, alerjik hastalıklarda, psikiyatride, kemik gelişiminde ve artiritte tedavisinde, menopoz tedavisinde ve beyin kanserlerinin tedavisinde Bor kullanılır.

Enerji Sektörü

Güneş enerjisinin depolanması, güneş pillerinde koruyucu olarak Bor kullanılır.

İnşaat-Çimento Sektöründe:

Direnç artırıcı ve izolasyon amaçlı olarak Bor kullanılır.

İlaç ve Kozmetik Sanayi:

Dezenfekte ediciler, antiseptikler, diş macunları üretiminde Bor kullanılır.

Cam Sanayi:

Borsilikat camları, izole cam elyafı, tekstil cam elyafı, optik lifler, cam seramikleri, şişe ve diğer düz camların üretiminde Bor kullanılır.

Seramik Sanayi:

Emaye ve sır, porselen boyaları üretiminde Bor kullanılır.

Metalurji:

Paslanmaz ve alaşımlı çelik, sürtünmeye-aşınmaya karşı dayanıklı malzemeler, metalurjik flaks, refrakterler, briket malzemeleri, lehimleme, döküm malzemelerinde katkı maddesi olarak ve kesicilerin üretiminde Bor kullanılır.

Tekstil Sektörü:

Isıya dayanıklı kumaşlar, yanmayı geciktirici ve önleyici selülozik malzemeler, izolasyon malzemeleri, tekstil boyaları, deri renklendirici, suni ipek parlatma malzemeleri üretiminde Bor kullanılır.

Kimya Sanayi:

Bazı kimyasalların indirgenmesi, elektrolitik işlemler, flotasyon ilaçları, banyo çözeltileri, katalistler, atık temizleme ürünleri, petrol boyaları, yanmayan ve erimeyen boyalar ve tekstil boyaları üretiminde Bor kullanılır.

Tarım Sektörü:

Gübreler ve böcek-bitki öldürücüler üretiminde Bor kullanılır.

Kâğıt Sanayi:

Beyazlatıcı olarak Bor kullanılır.

Temizleme ve Beyazlatma Sanayi:

Toz deterjanlar, toz beyazlatıcılar ve parlatıcılar üretiminde Bor kullanılır.

Kauçuk ve Plastik Sanayi:

Naylon ve plastik malzemelerin üretiminde Bor kullanılır.

Koruyucu Ürünler:

Ahşap malzemeler ve ağaçlarda koruyucu olarak, boya ve vernik kurutucularında Bor kullanılır.

Patlayıcılar:

Mermi, fişek ve diğer patlayıcılarda Bor kullanılır.

Manyetik cihazlar, spor malzemeleri, zımpara ve aşındırıcılar üretiminde Bor kullanılır.

Fotoğrafçılıkta da Bor kullanılır.

Gelişen teknolojiler, Bor kullanımını ve Bor’a bağımlılığını artırmaktadır.
Bor, artık tüm dünyada, çok değerli stratejik bir mineral olarak kabul edilmektedir.

Değerli Dostlar,

Bor Madenleri, bizim en önemli konumuz olmalıdır.
Bor konusunu sizlere ayrıntılı olarak anlatacak bir yazı dizisine başlıyorum.
Bu yazım, dizinin ilk yazısıdır.
Dikkatle ve önem vererek okumanızı, özellikle de yaşları 40’ın altında olan gençlerimizin okumasını sağlamanızı dilerim.

Yılmaz Dikbaş
26 Temmuz 2018, Perşembe
0532 233 31 52
TÜRKİYE’DE BORUN GEÇMİŞİ

Osmanlı Dönemi:

Osmanlı, yer altı madenlerinin değerini bilmiyordu. 1861 yılında “Madenler Kararnamesi” çıkararak yabancılara Türkiye’de maden işletme hakkını verdi.
1865 yılında Sultan Abdülaziz, Fransız “Desmazures” şirketine Bor madenlerini 20 yıl işletme imtiyazını verdi. Oysa o sırada Osmanlı’nın para kaynakları kurumuş, tarihinde ilk kez Avrupa devletlerinden borç almaya başlamıştı.
Beş yüz yıla yakın fen bilimlerinden uzak durmuş olan Osmanlı, eğer bilimsel ve teknolojik çalışmalar içine girmiş olsaydı, yabancılara vermek yerine Bor madenini kendi çıkartıp kendi işleyebilir ve büyük bir gelir sağlayabilirdi. Hıristiyan Avrupa’ya da el açmak zorunda kalmazdı.
Gerçek dışı öykülerle abartılarak göklere çıkarılan Sultan 2. Abdülhamit de 1865 yılında, İngiliz “Borax Consolidated Ltd.” şirketine Türkiye’de Bor madenlerini işletme imtiyazı tanıdı. Bu işletme imtiyazı 70 yılı aşkın bir süre, 1958 yılına kadar sürdü.
Osmanlı döneminde 624 yabancı şirkete Türkiye’de Bor madeni işletme imtiyazı verilmiştir.

Atatürk Dönemi

Atatürk daha Kurtuluş Savaşı yıllarında topraklarımızın altındaki maden hazinelerinin ancak devletleştirilmesiyle milletimizin yararına işletilebileceğini belirtmiştir.
Mustafa Kemal, 1 Mart 1922 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin (TBMM) birinci dönem üçüncü toplantı yılını açış konuşmasında Savaş sonrasının ekonomi politikasına ışık tutan nitelikteki açıklamaları arasında şöyle diyordu:
“Ekonomi siyasetimizin önemli amaçlarından biri de halkımızın çıkarlarını doğrudan doğruya ilgilendiren kuruluşların ve iktisadi girişimlerin, mali yapımız ve fen bilgimizin elverdiği ölçüde devletleştirilmesidir.
Özetle, topraklarımızın altında kullanılmadan duran maden hazinelerini kısa zamanda işleterek, milletimizin çıkarına açmak da ancak bu yolla mümkündür.”
Atatürk dönemi devletleştirmeleri de bu doğrultuda ve anlayış içinde yürütülmüştür.
İşe önce yabancı sermayeye verilmiş imtiyazlarla işletilen demiryolu, rıhtım, elektrik, su, havagazı, telefon gibi işletmelere devletin el koymasıyla başlanmıştır.
Madencilik alanındaki devletleştirmelere ise 1930’ların ortalarında, temel örgütlenme sorunları çözüldükten sonra başlanmıştır.
Atatürk, 1935 yılı TBMM açılış konuşmasında, ihtiyaca yeter sayıda maden mühendisleri yetiştirmeye vurgu yapıyor ve şöyle diyordu:
“ Madenlerimiz bizim başlıca döviz kaynağımız olduğu için de yüksek dikkatinizi çekmeye değerdir.”
Atatürk’ün yönlendirmesiyle, 1935 yılında bir yanda yer altı servetlerimizi aramakla görevli Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü (MTA), öbür yanda kamu kesimine, yani devlete ait bulunmuş madenleri işletmekle görevli ETİBANK kurulmuştur.
1936 yılında çıkarılan 3034 sayılı kanunla, Alman bankası Deutsche Bank’ın elinde bulunan Ergani Bakır T.A.Ş pay senetleri devlet tarafından satın alınmıştır.
1937 yılında çıkarılan 3146 sayılı kanunla, Fransız sermayeli Ereğli Şirketi İşletmeleri devlet tarafından satın alınmıştır.

Adnan Menderes Dönemi

Türkiye’de 14 Mayıs 1950 – 27 Mayıs 1960 süreci, Demokrat Parti iktidarının dönemidir. Adnan Menderes, bu on yıllık dönemin değişmez başbakanıdır.
1950 yılında Balıkesir’in Bigadiç ilçesinde, kolemanit olarak adlandırılan Bor madeni bulundu.
1952 yılında Bursa’nın Mustafa Kemal Paşa bölgesinde de kolemanit olarak adlandırılan Bor madeni bulundu.
1956 yılında MTA, Kütahya’nın Emet bölgesinde linyit kömürü aramaları sırasında Bor madeni yataklarına rastladı.
Türkiye’de Adnan Menderes’in başbakan olduğu Demokrat Parti dönemi, Osmanlı dönemini hiç aratmadı!
Adnan Menderes hükümetleri, yaptıkları yasal düzenlemelerle başta Bor olmak üzere tüm madenlerimizin işletme ruhsatlarının yabancıların eline geçmesine fırsat verdi.
1887 yılından beri Türkiye’de Bor madenlerini işleten İngiliz şirketi “Borax Consolidated Ltd.”, Adnan Menderes hükümetlerinin çıkardığı yasal düzenlemelerden yararlanmak amacıyla adını “Türk Boraks Madencilik A.Ş.” olarak değiştirdi! Eskişehir’in Kırka bölgesindeki tinkal adı verilen Bor yataklarının ruhsatlarını özel madencilerin elinden topladı. Böylece Türkiye’de Bor madenlerini işleten en büyük yabancı şirket konumuna geldi.

Bor Madenlerinin Devletleştirilmesi

Değerli Dostlar,

Şimdi geldik tarihimizin çok önemli dönüm noktalarından birine.
Bor madenlerimizin yabancılar tarafından işletilmesi 1978 yılına kadar sürdü.
1978 yılında neler olduğunu anlatmadan önce dönemin siyasi tablosuna kısaca göz atalım.
5 Haziran 1977 günü, Milletvekili Genel Seçimleri yapıldı.
Ortaya şöyle bir tablo çıktı:

Bülent Ecevit’in CHP’si: % 41, 4 oy, 213 milletvekili.
Süleyman Demirel’in AP’si: % 36,9 oy, 189 milletvekili.
Necmettin Erbakan’ın MSP’si: % 8,6 oy, 24 milletvekili.
Alparslan Türkeş’in MHP’si: % 6,4 oy, 16 milletvekili.
Turhan Feyzioğlu’nun CGP’si: %1,9 oy, 3 milletvekili.
Faruk Sükan’ın DP’si: %1,8 oy, 1 milletvekili.
Bağımsızlar: % 2,5 oy, 4 milletvekili.
TOPLAM: 450 milletvekili.

Bülent Ecevit’in CHP’si seçimden birinci parti olarak çıkmış, ancak salt çoğunluğu sağlayamadığından, yani 226 milletvekili sayısına ulaşamadığından iktidar olamamıştı.
Süleyman Demirel; MSP ve MHP ile İkinci Milliyetçi Cephe hükümeti kurmuş, ancak bu da kısa ömürlü olmuştu.
31 Aralık 1977’yi 1 Ocak 1978’e bağlayan Yılbaşı gecesi, Süleyman Demirel’in İkinci Milliyetçi Cephe hükümeti verilen bir gensoruyla düşürüldü.
Bülent Ecevit, İstanbul Florya’da Belediyeye ait Güneş Motel’de buluştuğu 10 AP milletvekiline bakanlık vererek T.C. 42. Hükümetini 5 Ocak 1978 günü kurup iktidar oldu.
5 Ocak 1978 günü TBMM’de iktidarda 226 milletvekiline erişmiş Bülent Ecevit’in CHP’si, karşısında ise toplam 224 oya sahip Adalet Partisi(AP), Milli Selamet Partisi (MSP), Milliyetçi Hareket Partisi (MHP), Cumhuriyetçi Güven Partisi (CGP) ve Demokratik Parti (DP) muhalefet cephesi bulunmaktaydı.
1978 yılı başında TBMM’deki tabloyu böylece özetledikten sonra, biz ana konumuza, Bor madenlerine dönelim.

Türkiye’de Bor madenlerinin yabancılar tarafından işletilmesi, 1978 yılına kadar sürdü.
1978 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde (TBMM), Türkiye adına, Türk milleti adına övünülecek şanlı bir olay yaşandı.
TBMM’de 10 kişilik bir Bilim Kurulu oluşturulmuştu.
Anayasa Komisyonu Başkanı da olan CHP İstanbul milletvekili
Prof. Dr. Muammer Aksoy bu kurulun başkanıydı.
İşte, bu Kurul, Muammer Aksoy’un önderliğinde, 2172 sayılı bir yasa tasarısı hazırlayıp TBMM’ne sundu
2172 sayılı yasa tasarısı, tüm madenlerimizin devletleştirmesini öneriyordu.
Meclis’te büyük bir fırtınanın kopacağı biliniyordu!
Muhalefet partileri bu yasaya şiddetle karşı çıkıyorlardı!
Muhalefet Parti milletvekilleri ard arda söz alıyor ve “Siz ne yapmak istiyorsunuz, devletleştirmeyi mi geri getiriyorsunuz?” diye sorarak tartışmaları ateşliyorlardı.
Muhalefetin kaygısı ve korkusu, madenlerimizin devletleştirilmek istenmesiydi!
Muhalefet partisi milletvekilleri, madenlerimiz devletleştirilecek diye hop oturup hop kalkıyorlardı!
İşte, bu ateşli atmosferde Prof. Dr. Muammer Aksoy söz alarak kürsüye geldi ve yasa tasarısını şöyle savundu:
“Bu sadece Atatürk milliyetçiliğinin kaçınılmaz sonucudur. Atatürk bütün 1 Kasım nutuklarında da hep milli maden ve madenlerin devletleştirilmesi üzerinde durmuştur.
Görüştüğümüz bu kanun, yalnız bor madenlerinin devletleştirilebilmesini sağlayabilse dahi belki tarihte hiçbir kanunun Türk devletine sağlayamadığı büyük yararları sağlamış olacaktır.
Bu bir devletleştirme değil, iznin geri alınmasıdır!”

Prof. Dr. Muammer Aksoy, madenlerimizin devletleştirilmesinden kaygı duyan muhalefeti bir bakıma yatıştırabilmek için, yasanın bir devletleştirme yasası olmadığını, madenlerimizin başkaları tarafından işletilmesine olanak sağlayan ruhsatların, yani izinlerin geri alınması işlemi olduğunu söylüyordu. Oysa hiç kuşkusuz, yasa tasarısı madenlerimizin devletin eline geçmesini, yani devletleştirilmesini sağlamaktaydı.

Yasayı savunmak üzere kürsüye gelen Suphi Gürsoytrak, yasanın kabulünü engelleyici yabancı girişimlere değindikten sonra şu çarpıcı açıklamada bulunuyordu:

“ Basından izlediğimize göre, yasaya Amerika Birleşik Devletleri de karşı çıkmıştır. Amerikan hükümeti, Dışişleri Bakanlığımıza gönderdiği bir yazı ile Amerikan yatırımlarıyla Amerikan kökenli kuruluşların kamulaştırılmaları halinde ikili ilişkilerde önemli sorunların doğabileceğini, hükümetler arası sürtüşme riskinin artarak ikili ilişkilerde önemli sorunların doğmasına yol açacağını, böyle durumlarda ikili yardımları erteleyen mevcut kanunları uygulayacağını ve çokuluslu kalkınma bankalarının verebilecekleri krediler hakkında olumsuz oy talep edeceğini ve Amerikan sermayesi ve şirketlerin rahatça çalışmalarını sağlamak için en uygun ve gerekli önlemleri alacağını açıkça bildirmiş bulunmaktadır.
Türkiye'yi, diledikleri gibi idare edebilecekleri sıradan bir ülke, sömürge bir ülke gibi gördükleri gerçeği bir kere daha açığa çıkmış bulunmaktadır''.

Yasa tasarısı, TBMM’de 22 Eylül 1978 tarihinde, 169. Birleşimde saat 14’de oylanarak 226 oyla kabul edildi.
Madenlerimizin devletleştirilmesine, yani Türk halkına devredilmesine karşı olan muhalefet partileri; AP, MSP ve MHP oylamaya katılmadılar!

Değerli Dostlar,

Ortaya çıkan bu tabloya çok dikkatle bakmanızı öneririm.
AP Genel Başkanı, eski başbakan, ileride cumhurbaşkanı olacak
Mason Süleyman Demirel (Gerçek adı: Dolaksızoğlu Sami Süleyman Gündoğdu); kendi topraklarımızın altındaki başta Bor madenlerimiz olmak üzere tüm madenlerimizin devletleştirilmesini sağlayacak yasaya karşıydı!
MSP Genel Başkanı, Milli Görüş’ün lideri, şeriatçı Prof. Dr. Necmettin Erbakan, başta Bor madenlerimiz olmak üzere yeraltındaki tüm cevherlerimizin Türk milletine devrini sağlayacak yasaya karşıydı!
MHP Genel Başkanı, milliyetçi gençlerimizin “Başbuğ” deyip elini öptükleri Alparslan Türkeş (Gerçek adı: Hüseyin Feyzullah), başta Bor madenlerimiz olmak üzere tüm madenlerimizin Türk milletine verilmesini sağlayacak yasaya karşıydı!
Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan ve Alparslan Türkeş, başta Bor madenlerimiz olmak üzere tüm madenlerimizin yabancılar tarafından işletilmesinden yanaydılar!
Yabancılara uşaklığın bundan daha açık bir kanıtı olabilir mi?
“Uşak” sözcüğünü, Arapça olan “hizmetkâr” sözcüğü yerine kullanıyorum, hakaret olarak değil!

Değerli Dostlar,

Bor madenlerimizi yabancıların yağmalamasını önleyen yasanın resmi ifadesi şöyle:

Devletçe İşletilecek Madenler Hakkında Kanun
Resmi Gazete ile yayımı: 14.10.1979 – Sayı: 164 34
Yasa No: 2172

Bu yasanın çıkmasından sonra bakın ne oldu:
Yerli ve yabancı kişi ve şirketlerin elinde bulunan 925 maden sahası yenide devletin eline geçti, yeniden Türk milletinin serveti oldu.
Bu maden sahalarının başında da Bor, demir ve linyit yatakları gelmekteydi.

Değerli Dostlar,

Başta Bor madenlerimiz olmak üzere tüm yer altı madenlerimizin yabancıların eline geçmesini engelleyen 2172 sayılı yasanın tasarısını hazırlamakta önderlik eden, tasarı TBMM’de tartışılırken her türlü övgünün üstünde savaşım veren Prof. Dr. Muammer Aksoy, 19 Mayıs 1989 tarihinde Atatürkçü Düşünce Derneği’ni (ADD) kurdu. Amacı tüm Atatürkçüleri bir çatı altında toplamaktı.
Prof. Dr. Muammer Aksoy, 31 Ocak 1990 günü evine giderken tabancayla vurularak öldürüldü. Önce, cinayeti dincilerin işlediği haberi yayıldı. Daha sonra, bu alçakça saldırı “Faili Meçhul” cinayet olarak resmi kayıtlara geçti.
Faili Meçhul cinayet ne demektir?
Cinayeti, Dünyaya Hükümdar Olan Eşkıyalar işletti, demektir!
Cinayeti, gizli istihbarat örgütleri düzenledi, demektir!
Düzmece dinin yobazları bu tür cinayetlerde sadece tetikçi olarak kullanılır, aldanmayalım!
Cumhuriyet Devrimlerinin savunucusu, gerçek Atatürkçü Prof. Dr. Muammer Aksoy’u en içten sevgi ve saygıyla anıyorum…

Değerli Dostlar,

Yukarıda sizlere, 2172 sayılı madenlerin devletleştirilmesi yasasına AP, MSP ve MHP genel başkanlarının karşı çıkmış olduklarını söyledim.
Bu kadarla yetinemeyiz!
Dünyada hiçbir ülkenin sahip olmadığı büyük ölçüde bir hazineyi, Bor madenlerimizi yabancılara peşkeş çekmek isteyen ve bu tutumlarını hiç çekinmeden 22 Eylül 1978 günü TBMM’de sergileyen milletvekilleri ile de yüzleşmeliyiz!
Bu milletvekillerini de tek tek halkımıza göstermeli, onlardan hesap sorulmasını istemeliyiz!
İşte, dünyada bir benzeri olmayan büyük servetimizi, Bor madenlerimizi yabancılara peşkeş çekmek isteyen milletvekilleri:

Adalet Partisi (AP) Milletvekillerinden Bazıları:

Süleyman Demirel, Aydın Menderes, Mutlu Menderes, Selahattin Kılıç, İsmet Sezgin, Nahit Menteşe, Esat Kıratlıoğlu, İzzet Akçal, Nuri Bayar, Azimet Köylüoğlu, Necmettin Cevheri, Kinyas Kartal, Köksal Toptan, Ömer Barutçu, Tevfik Koraltan, Faik Türün, Şerafettin Elçi, Sabit Osman Avcı, Sadettin Bilgiç, Ekrem Ceyhun, Nilüfer Gürsoy, Celal Yardımcı, Talat Asal, Ali Naili Erdem, Abdüllatif Ensarioğlu, Rıfkı Danışman, Gıyasettin Karaca, Selçuk Erverdi, Seyfi Öztürk, Nizamettin Erkmen, Hüseyin Çelik, Ali Şevki Erek, Ahmet Topaloğlu, Sümer Oral, İsmail Hakkı Yıldırım, Sabati Ataman, Avni Akyol, Ali Elverdi, Yılmaz Ergenekon, Cemal Külahlı, Kasım Önadım.

Milli Selamet Partisi (MSP) Milletvekilleri:

Necmettin Erbakan, Temel Karamollaoğlu, Oğuzhan Asiltürk, Süleyman Arif Emre, Hasan Aksay, Şener Battal, Recai Kutan, Fehmi Adak, Korkut Özal, M. Yaşar Göçmen, Fehmi Cumalıoğlu, Abdullah Tomba, Hasan Seyithanoğlu, Abdülkerim Bir, Tahir Büyükkörükçü, Abdülkadir Timurağaoğlu, M. Emin Saydagil, Abdülkadir Kaya, Salih Özcan, Lütfi Köktaş, Hüseyin Erdal, Muhyettin Mutlu, Muslih Görentaş.

Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Milletvekilleri:

Alparslan Türkeş, Sadi Somuncuoğlu, Agâh Oktay Güner, Nevzat Köseoğlu, Mehmet Doğan, İhsan Kabadayı, Necati Gültekin, İhsan Karaçam, Tahir Şaşmaz, Cengiz Gökçek, Turan Koçal, Mehmet Yusuf Özbaş, Faruk Demirtola, Ali Fuat Eyüboğlu, Mehmet Irmak, Ali Gürbüz.

Değerli Dostlar,

Çetin ekonomik koşullarla karşı karşıya olduğumuz bugünlerde, Bor madenlerimizden daha önemli bir konu olacağını sanmıyorum.
Bor madenlerimizle ilgili yazı dizimi sürdüreceğim.

Yılmaz Dikbaş
5 Ağustos 2018, Pazar
0532 233 31 52

Masonluğun Felsefesi: KABBALA


“Modern Masonluk kabbalist esasları muhafaza etmiştir. Bundan başka mason sistemleri, tamamıyla kabbalist fikirlere ve ilme dayandırılır.” (Çırak Kardeşlik Kolu, no.3, sf.13-14)

Kabbala, Tevrat inmeden çok daha önceleri Yahudi ruhban sınıfının geliştirdiği bir öğretidir. Kabbala büyü ve Şeytani güçlerle bağlantı sanatıdır.
“Negatif güçlerin öğretisi” olarak tanımlanan Kabbalizm temelde Şeytan’ın dininin tüm özelliklerini içerir. Masonluk tamamen kabbalist öğretiye dayalıdır:
“Modern Masonluk kabbalist esasları muhafaza etmiştir. Bundan başka, mason sistemleri tamamıyla kabbalist fikirlere ve ilme dayandırılır.” (Çırak Kardeşlik Kolu, no.3, sf. 13-14)
“Gelenek” veya “Ağızdan kulağa” anlamına gelen Kabbala “sır” esasına dayalıdır. Bu sırların tamamı, Jerusalem Lodge (Kudüs Locası)’nın üç Kabbalisti tarafından ezberde tutulur. Kabbalistlerden biri öldüğünde İsrail'in 70'ler Meclisi’nden (Sanhedrin) seçilen bir aday aynı bilgileri devralır.
“Kabbala kitaplarının metinleri sembollerle doludur. Her devirde, bunların manasını bilen Üç Yahudi bulunur. Bunlardan ölenin yerine, bir alt kademeden (Sanhedrin, 70’ler Meclisi) en iyisi seçilir, diğer ikisi tarafından sırlara vakıf edilir.” (Türk Mason Dergisi, s.21, sf. 1095)
“Sanhedrin üyelerinin tümü büyü bilmek zorundadır.” (Das Reich Satans, Karl R.H. Frick, sf.85)
Fal, Kara büyü ve Şeytanlarla ilişki kurma ile ilgili bilgileri kapsayan Kabbala, Masonik öğretinin temelini oluşturur. Bu nedenle Kabbala’ nın teorik ve pratik uygulamaları ile ilgili bilgiler 33 kademeye ayrılmıştır. Kabbala’ nın vermeye çalıştığı eğitimin özü ise metafizik güçlerle irtibat kurarak Evrenin Ulu Mimarı, yani Şeytan'ın sırrının tüm manalarını içeren bilgiye ulaşmaktır.
“Kabbala büyücülüğün anlamını kavrar. Kabbala sayesinde kara büyü dünya çapında itibar görmüştür.” (Das Reich Satans, Karl R.H. Frick, sf.101)
“Kabbala, bilinçaltının kapılarını açan ve ruhu saran manevi değerlerin dışarı çıkmasını sağlayan anahtardır. Masonluk onu insanın yaşamı anlaması için gerekli görür.” (New Age Mason Dergisi, sayı.77, sf.31)

“Pratikte Kabbala, kötülüklerle ilgilenmenin yolu ve semboller yoluyla psikolojik dünya üzerinde güç kazanmanın tehlikeli bir sanatı ve büyüye dayalı bir formudur.” (Kabbalah, Tradition of Hidden Know-ledge, Z’ev Ben Shimon Halevi, sf.12)

Kabbalist eğitimle yetiştirilecek adaylar, Mason Üstad-ı Azamlar tarafından dikkatle seçilir ve aday, ancak bir kademenin bilgilerini tam anlamıyla hazmedince diğer bir kademeye geçebilir. Bu taktiğe Masonik dilde “Uykulu gözlere ışığın yavaş yavaş verilmesi” denir.

MASONLUK ve ŞEYTAN

Tevrat, Yehova’ya, “Orduların Tanrısı” sıfatını verir ve Yehova, kendi emirlerine itaat etmeleri için, insanları birbirlerine düşürür ve kurbanların kanıyla, kan kokusundan hoşlanır.
(Türk Mason Dergisi, yıl 30, sayı 78/1)

Hakkın karşısında kibirlenip direnmesi, sahip olduklarıyla övünmesi yüzünden Allah’a isyan eden İblis, ilk insanın yaratılışından bu yana kendisine benzer karakterdeki insanları etkisi altına almıştır. Şeytan, hak dinin saptırılması ve hükümlerinin tersine çevrilerek uygulanması üzerine kurulmuş olan dinini, Üstad Kabbalistlere ve Mason Meşrik-i Azamlara öğretmiştir. Masonlar, Yahudi başhahamların liderliğinde düzenli olarak Şeytan çağırma ve adak ayinleri yapmışlardır. Masonların emir almak amacıyla şeytanlarla ilişki kurdukları ayinler Kabala’ nın ‘büyüde pratik uygulamalar’ bölümünde detaylı bir şekilde açıklanmıştır.

Tarih boyunca gönderilen peygamberin karşısında yer alan Yahudi ve Masonlar kendileri büyüyü kullandıklarından, peygamberlerin yaptıkları tebliği, vahiy almalarını ve gösterdikleri mucizeleri de büyü olarak nitelendirmişlerdir. Bu nedenle peygamberlerin tebliğine ilk tepkileri “bu bir büyüdür” demek olmuştur. Bu, büyünün ve uygulamalarının o devirde de kavmin ileri gelenleri arasında yaygın olduğunun bir göstergesidir. Tarih boyunca peygamberlere düşman olan kesim halk değil, büyüyü tüm detaylarıyla bilen, planlı ve organize bir topluluk olan masonlardır. Kuran’da mason karakterini taşıyanların peygamberlerle giriştikleri bu mücadele şu şekilde açıklanmıştır:
“Onlara katımızdan hak geldiği zaman dediler ki: ‘Bu, kuşkusuz apaçık bir büyüdür’.” (YUNUS 10/76)
“Küfre sapanlar mutlaka: ‘Bu, açıkça bir büyüden başkası değildir.’ derler.” (HUD 11/7)
“İçlerinden olan bir adama: ‘İnsanları uyarıp-korkut ve iman edenlere, muhakkak kendileri için Rableri katında 'gerçek bir makam olduğunu müjde ver' diye vahiy etmemiz, insanlara şaşırtıcı mı geldi? Küfre sapanlar: 'Gerçek şu ki bu, açıkça bir büyücüdür' dediler.” (YUNUS 10/2)

Masonik Tanrı: Şeytan

“Bazen bizi kurtarması için Tanrı’ya değil, ŞEYTAN'A YALVARMAMIZ GEREKİR.”
(Mimar Sinan Dergisi, 1974, sayı.17, sf.16)

Masonlar, tarih boyunca Şeytan’ın dinini yoğun telkin ve propaganda yoluyla insanlara öğretmeye çalışmışlar ve bunu yapabilmek için de dışarıya karşı dindar görünmüşlerdir. Örneğin, Nokta Dergisi’nde yapılan bir röportajda Üstad Vekili Halil Mülküs, Masonluğun Allah inancı olan bir kuruluş olduğu imajını vermeye çalışmıştır.

“Nokta: Toplumda ‘Masonlar dinsizdir’ diye bir kanı var?
Halil Mülküs: Evet, o çok ters bir müşahede, yanlış, tamamen yanlış bir müşahede. Biz bir kimseyi mason olarak aramıza kabul edebilmek için ön şart olarak Allah inancını ararız.” (Nokta Dergisi, sayı.40, sf.26-27,13 Ekim 1985)

Masonik kaynaklar detaylı bir şekilde incelendiğinde ise Masonların dini görüşlerinin gerçekte daha farklı olduğu görülür.

Şeytan’ın sembolü olan keçi kafatasının yerleştirildiği 5 köşeli yıldız, büyü ayinlerinde çok önemli bir yer tutar. Kabbala sembolizmine göre beş köşeli yıldız Şeytan’a yol gösterir. Bütün Şeytan çağırma törenlerinde kullanılan bir semboldür.
6.8. 2018
Sedat Şenermen

30 Temmuz 2018 Pazartesi

ADD Kongresi ve Y-CHP'deki Post Kavgası


"Anayasadan Türk sözcüğünün çıkmasına karşı değilim. Türk tanımı kaldırılıp Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır denilebilir. Bu benim görüşüm." Süheyl BATUM

"Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) 15’inci olağan kurultayı Ankara'da gerçekleştirildi.
Genel Başkanlık için Tansel Çölaşan ile CHP eski Milletvekili Prof. Dr. Süheyl Batum yarıştı. Batum, Tansel Çölaşan'ı geride bırakarak ADD'nin yeni genel başkanı oldu. Oylama sonucunda Süheyl Batum 515 oy alırken, Tansel Çölaşan 442 oyda kaldı.
Süheyl Batum'un listesi ise 4 fire verdi. Batum'un listesini delen isimler, Tansel Çölaşan, Öner Tanık, Özgün Şimşek ve Durur Gök oldu."
Gerek ADD kongresi gerekse Cumhurbaşkanlığı (daha doğrusu başkanlık) seçimi sonrasındaki hezimet nedeniyle ortalığın toz duman olduğu ve taraflar arasında şiddetli bir post kavgasının başladığı bir süreçte İlk Kurşun gazetesinde Kasım 2010'da 5 bölümlük dizi yazı olarak yayınlanan Y-CHP'nin Yeni Yönetimi yazılarımı anımsatma gereği duydum. Dizi azının 4. Bölümü ADD'nin yeni başkanı  Süheyl Batum'la ilgiliydi. Diğer bölümleri de aşağıdaki linklerde. CHP'nin ideolojik savruluşunu her nedense yeni keşfeden  Muharrem İnce ve taraftarları (Var olan koltuklarını kaybedenler oldukça aktif bu arada) bu yazıları 8 yıl önce yazdığımızda neredeydi acaba? 
ADD Kongresi ile ilgili dikkat çeken bir diğer nokta da Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu ve İnce etrafındaki kimi eski milletvekillerinin  Batum'a verdiği destekti. ADD Genel Merkezinin delegeler için verdiği yemeğe katılmayan Batum destekçisi delegeler Türkiye Barolar Birliği sosyal tesisinde ağırlandılar. Feyzioğlu'nun bu yarışta açıkça taraf olması ayrı bir talihsizlik oldu. Buradan Tansel Çölaşan taraftarı olduğum gibi bir sonuç çıkarılmasın.  Çölaşan'ın yönetimde olduğu son 8 yıldaki hatalarının alınan sonuçta önemli rolü olduğu unutulmamalıdır. Özellikle yargının cemaatin eline geçtiği 12 Eylül 2010 referandumundaki ikircikli tutumu ve rahmetli Alpaslan Işıklı'nın ADD Başkanlığına aday olduğu 2012 Kongresinde yaşananlar çok büyük bir hatalarıdır. Sonrasında da hatalarına devam etmiştir.
**
Yeni CHP’nin Yeni Yönetimi (4) (Süheyl Batum)


Yeni CHP’nin yeni yönetiminde Genel Sekreter ve Parti Sözcülüğü görevini üstlenen Süheyl Batum Anayasa Hukuku Profesörü. Kısa süre önceye kadar Demokrat Partiye Genel Başkan olacağı söylenen Batum, CHP’deki hızlı değişim sürecinin ardından birkaç ay önce üye olduğu CHP’ye Genel Sekreter oldu.
Batum, Önceki YÖK Başkanı Erdoğan Teziç’in koordinatörlüğünde TÜSİAD’ın 1992 yılında hazırlattığı Anayasa taslağı yazan ekipte yer alıyor. Söz konusu taslak, AKP tarafından Ergun Özbudun’a hazırlatılan Anayasa taslağına olan yakınlığı ile de biliniyor. “İdeolojilerden arınmış, liberal Anayasa” olarak adlandırılan taslağın hazırlayıcılarından olan Batum, TÜSİAD’ın Görüşler dergisinde yazdığı yazılar ve TÜSİAD için hazırladığı AB raporları ile de dikkat çekiyor.

Süheyl Batum’un içinde yer aldığı TÜSİAD’ın taslağında 1961 ve 1982 Anayasalarında yer alan değiştirilemeyecek maddelerin de değişmesi öneriliyor. Konuyla ilgili olarak taslağın giriş bölümünde, “TBMM, 1982 Anayasası’nın “değiştirilemez hükümler” arasında saydığı hükümleri yok saymak ya da değişik formülasyonlara büründürmek hak ve yetkisine sahip midir?” sorusuna cevap aranıyor.
“Türkiye devletinin cumhuriyet” olduğu yönündeki hükmün değiştirilemezliğinin Türk anayasa geleneğinin temel unsuru olduğu belirtilen taslakta, bunun dışındaki maddelerin değiştirilmezlik kapsamına 12 Eylül rejimi şartlarında hazırlanan 1982 Anayasası’yla alındığı kaydediliyor. Bu hükümler arasında değiştirilebilecek kurallar da olabileceği belirtilirken, şu açıklama yapılıyor: “Bu konuda asli kurucu organ yetkisini kullanan bir meclisin kendini bağımsız hissetmesi doğal ve gereklidir. Bu açıdan önerilebilecek ideal formül, yeni bir Anayasa hazırlama girişiminin başında, TBMM’nin bir anayasa değişikliği yaparak, değişmezlik hukukunu daha önceki Cumhuriyet Anayasalarında olduğu gibi ‘Cumhuriyet’ ilkesi ile sınırlı tutması olacaktır. Sonuç olarak çalışma grubumuz, TBMM’nin yeni bir anayasa taslağını oluşturma aşamasında kendisini ‘cumhuriyet hükümet şekli’nin değişmezliği dışında özgür ve bağımsız hissetmesi gerektiğine inanmaktadır.”
Resmî ideoloji olmamalı

Erdoğan Teziç ve arkadaşlarının, AKP Mersin Milletvekili Prof. Dr. Zafer Üskül’ün ideolojisiz anayasa fikrine 15 yıl önce hazırladıkları TÜSİAD’ın anayasa taslağında yer vermeleri de dikkat çeken noktalardan biri. “Liberal demokratik rejimlerde devletin resmî bir ideolojisi olmaz.” denilen taslakta yeni anayasanın ideolojik hükümlerden mümkün olduğu kadar arındırılması gerektiği savunuluyor. Buna örnek olarak da Türk milliyetçiliği ya da Atatürk milliyetçiliği şeklindeki ideolojik anlam verilebilecek kavramların anayasadan çıkarılarak bunun yerine hukuki bir deyim olan ‘milli’ sıfatının koyulması isteniyor. Anayasa’da resmi ideolojinin yer almamasına ilişkin önerinin gerekçesi ise şöyle: “Atatürk’ün nihai hedefi Batı tipi liberal demokrasidir. Liberal demokratik rejimlerde ise devletin resmî bir ideolojisi olmaz. Türkiye’de 1946 seçimleri ile Atatürk’ün nihai hedef olarak belirlediği çoğulcu demokratik rejime yönelmiştir. Bu aşamadan sonra gerçekleştirilmesi gereken liberal demokratik toplumların ilkeleri olan çoğulculuk, özgürlük ve eşitlik olmalıdır.”
Başlangıç bölümü demokratik düzenle bağdaşmaz.

Bu çerçevede Anayasa’da başlangıç bölümüne de gerek olmadığı, böyle bir bölüm olacaksa bile bunun çok temel hukuk ilkelerine ayrılmasının gerekli görüldüğü vurgulanıyor. Dolayısıyla, “1982 Anayasasının ideolojik yönü ağır başlangıç bölümünün bağlayıcı sayılmadığı” ileri sürülüyor. Bir hukuk kuralı olmaktan çok, ideolojik bir yapıya sahip olan başlangıç kısmının 1961 ve 1982 anayasalarında sorun çözmek yerine sorun ürettiğinin altı çiziliyor. Bu konuda şu görüş dile getiriliyor: “Üslup açısından son derece ağır ve bir tek cümleden oluşan ve Anayasanın dayandığı temel görüş ve ilkeler yığınını içeren 1982 Anayasası başlangıç metni otoriter bir devlet ideolojisi çağrıştırır biçimde düzenlenmiştir. Nitekim yargı organlarınca da böyle yorumlandığı olmuştur. Devleti soyut bir varlık olarak yücelten, ona ‘kutsal’ sıfatını ekleyen bir anlayışla, özgürlükçü ve çoğulcu bir demokratik düzenin bağdaştırılması imkânsızdır.”

Genelkurmay, Milli Savunma’ ya bağlansın.

TÜSİAD’ın taslağında bir diğer önemli değişiklik de Genelkurmay Başkanlığının statüsünde göze çarpıyor. Taslakta, bütün NATO ülkelerinde genelkurmay başkanının başbakana değil, Milli Savunma bakanına bağlı olduğu belirtiliyor. Bu sebeple ilgili maddenin, “Genelkurmay başkanı Milli Savunma bakanına karşı sorumludur.” şeklinde değiştirilmesi öneriliyor.

Süheyl Batum, 2000-2003 yılları arasında Bahçeşehir Üniversitesi’nde Hukuk Fakültesi Dekanlığı, 2003 yılından 2007 yılına kadar da Rektörlük görevinde bulundu. Süheyl Batum’u irdelerken Bahçeşehir Üniversitesine de yakından bakmamız gerekir. Bahçeşehir Üniversitesinin Brookings Enstitüsü ile yakın ilişkisi var.
Brookings Enstitüsü Amerikan demokrasisini (!) güçlendirmek, Amerikalıların sosyal refah, güvenlik ve fırsatlarını kollamak, güçlendirmek, daha açık, güvenilir (ABD açısından), işbirlikçi uluslararası bir sistem yaratmak için kurulmuştur.

Yeni CHP operasyonundan kısa süre önce İstanbul Atatürk Havaalanında Kemal Kılıçdaroğlu ile Brookings Enstitüsü’nün Küresel Ekonomi ve Kalkınmadan Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Kemal Derviş’in ilginç bir rastlantı sonucu karşılaşmaları ve kırk beş dakikalık bir görüşme yapmaları da bu bağlamda oldukça dikkat çekicidir.
Brookings Enstitüsü ile Bahçeşehir Üniversitesi arasındaki ağı (şebeke/network) çözümlemek için değerli araştırmacı, yazar Erol Bilbilik’in “Açılım Kıskacı” kitabında önemli ipuçları var.
Projenin hayata geçirilmesi amacıyla, Bahçeşehir Rektörü Prof. Dr. Süheyl Batum ve George Washington Üniversitesi Rektörü arasında ‘Amerikan Araştırmaları Programı’ adlı bir yapılanma için Haziran 2006’da bir işbirliği antlaşması imzalanmıştır. Anlaşmanın ardından Bahçeşehir Üniversite’ndeki ‘Küresel Liderlik Forumu’na katılmak üzere Morton Abramowitz, Marc Grossman, Marc Paris ve Alan Makovsky İstanbul’a gelmiştir.

Toplantıya Prof. Dr. Süheyl Batum, Prof. Dr. Hasan Köni, Prof. Dr. İlber Ortaylı, Prof. Dr. Nilüfer Narlı, Burak Kuntay, Koç Holding’den Can Kıraç, Alarko Holding’den İshak Alaton, Doğan Medya Grubu’ndan Arzuhan Doğan Yalçındağ, Mehmet Acar ve Mehmet Ali Bayar katılmıştır. Daha sonra Amerikalı heyet, TÜSİAD eski başkanı Halis Komili’yle; Koç Holding’den Rüşdü Saraçoğlu’yla; ertesi gün de İlhan Kesici’yle baş başa görüşmüştür. Bu hazırlık görüşmelerinin sonunda, Brookings Enstitüsü Başkanlığı ile TÜSİAD arasında bir anlaşma imzalanması aşamasına gelinmiştir.”

BOP’un Türkiye Enstitüsü: Bahçeşehir Üniversitesi

Brookings Enstitüsü Başkanı, ABD Eski Dışişleri Bakan yardımcısı Strobe Tallbott; “Türkiye 2007 Projesi“ni yürütmek üzere Morton Abramowitz, Marc Grossman, Eric Edelman, ve Marc Parris’ten oluşan bir grup oluşturdu ve ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi Marc Parris’i 1 Şubat 2007 tarihi itibariyle bu projenin direktörlüğüne getirdi. Proje kapsamında TÜSİAD, Brookings Enstitüsü ve Bahçeşehir Üniversitesi Türkiye ve Washington’da ortak konferans ve toplantılar düzenledi. Yapılan dizi toplantılarla Türkiye ve çevresindeki gelişmeler irdelenerek ABD medyasında yer alması sağlandı. Proje kapsamındaki ilk toplantılar Abdullah Gül’ün Exeter Üniversitesinden yakın dostu Zaman gazetesi yazarı Fehmi Koru, Soli Özel ve Murat Yetkin’in katılımıyla Washington’da başladı. Brookings Enstitüsünden toplantılarla ilgili olarak yapılan açıklamada 2007 yılının Türkiye için önemli bir yıl olacağı ve bu seçimlerin Türk siyasal sisteminin yakın geleceğini şekillendireceği, seçim sürecinin yanı sıra Orta Doğu ve Doğu Akdeniz’deki gelişmelerin de Türkiye’nin, ABD, İslam dünyası ve İsrail ile ilişkilerine yön vereceği vurgulandı.

“Brookings Enstitüsü’nün dizi toplantılarından biri de 9 Mayıs 2009’da düzenlenen 4. Sakıp Sabancı Üniversitesi Konferansı ve ardından yenen akşam yemeğiydi. Yemekte AKP’nin kapatılması davası ile daha pek çok konu tartışıldı. Yemekte Brookings Enstitüsü’nün Başkanı, Strobe Talbott, aynı enstitüden uzman Philipp Gordon, Daniel Benjamin, Ömer Taşpınar, ATC Başkanı James Holmes, TÜSİAD-ABD Başkanı Abdullah Akyüz, (Fethullah Gülen destekli) TUSKON-ABD Temsilcisi Hakan Taşçı, Türk medyasının Washington temsilcilerinin yanı sıra Hasan Cemal gibi kişiler yer aldı.
ABD Dışişleri Bakan yardımcılığı görevinden ayrıldığı hâlde toplantıya katılan Nicolas Burns görüşlerin şu başlıklar altında dile getirdi.:
– ABD-Türkiye ortaklığı yeniden: Yeni dönemde ABD Başkanı kim olursa olsun ( ister Barack Obama ister Hillary Clinton, ister John McCain ) Türkiye ile müttefiklik ilişkilerine öncelik tanımalı. Türkiye, terörizm sorununu Irak hükümetini ve bölgesel Kürt yönetimini de işin içine katarak ortadan kaldırmaya çalışmalı, böylece fiili bir durum yaratılmamalıdır.
– Türkiye, Yunanistan, Kıbrıs ve Ermenistan konusunda yeni bir açılım yapabilir. Fener Rum Patrikhanesi ve Ekümeniklik sorununa çözüm yolu bulunmalı; Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması sağlanmalıdır. 2009’un Kıbrıs’ta çözüm yılı olması kimseyi şaşırtmamalıdır.

– İran ve Suriye’ye baskı: Türkiye, İran ile bir 28 yıl daha görüşmeme politikası sürdüremez.

– NATO amacına daha fazla destek: Türkiye’nin Afganistan’da büyük katkısı oldu. NATO’nun amacına da katkıda bulunmalıdır.
– Siviller tarafından idare edilen hükümet yapısı Türkiye’nin geleceği açısından çok önemlidir. Bu şehirde Gül ve Erdoğan’a büyük saygı var. Türkiye dünya sahnesinde iyi oynuyor, bu iki lider de güvenilir ortaklar.

– Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın 1 numaralı yardımcılığına getirilen Philip Gordon, ‘dava sonunda AKP için kapatılma kararı verilmesi, askeri darbeden farklı olmayacaktır’ dedi.

– Brookings Entitüsü’nün Türkiye Masası Direktörü Dr. Ömer Taşpınar da ‘ABD, Türkiye’nin AB’ne üyeliğini daha güçlü biçimde desteklemelidir’ demiştir.

-Brookings Enstitüsü’nde Küresel Ekonomi ve Gelişim Programı Başkan Yardımcılığı’na atanan, aynı zamanda Sabancı Üniversitesi Danışma Kurulu üyesi Kemal Derviş ise “Türkiye artık on yıl önceki Türkiye değil, daha güçlü, paradigmalar değişti. Üyelik süreci tek tarafın yöneteceği bir şey olmayacak artık. Türkiye daha aktif olacağı bir aşamaya gelmek zorunda” dedi.
– 20 Ekim 2009 tarihinde Conrad Oteli’nde Brookings Enstitüsü ile TÜSİAD ortak toplantısında Enstitü Başkanı Strobe Talbott, Başkan Yardımcısı Martin İnydik de Afganistan ve Pakistan konusunda birer konuşma yaptı. (Açılım Kıskacı, Erol Bilbilik, Kırmızı Kedi Yayınevi, 1. Basım, Ağustos 2010. s.55-58)

Şimdi de Bahçeşehir Üniversitesinin web sitesinden Süheyl Batum’un da aktif biçimde yer aldığı bir dizi organizasyon ve etkinliğe daha yakından bakalım.

Siyaset Okulu Amerika

Bahçeşehir Üniversitesi Hükümet ve Liderlik Okulu’nun geleneksel programı “Siyaset Okulu”nun yurtdışı uzantısı olan “Siyaset Okulu Amerika” sertifika programı 2006 yılında başlamıştır ve ilk Siyaset Okulu öğrencilerinin katılımıyla Amerika Birleşik Devletleri’nde büyük bir başarı elde ederek gerçekleştirilmiştir. Programımız her sene olduğu gibi bu sene de Amerika Birleşik Devletleri başkenti Washington, DC eyaletinde gerçekleşecektir.

Programımızın maksadı Türk dış politikasının en önemli unsurlarından ve en önemli diyalog alanlarından biri olan Amerika Birleşik Devletleri’nin siyasi, sosyal, idari, ekonomik dinamikleri hakkında birinci dereceden bilgi alarak bu konuları ve Amerika Birleşik Devletleri siyasi sisteminin işleyişini öğrenmektir.

Program “Siyaset Okulu“nun diğer yurt dışı programlarından farklı olarak siyasi kuruluşların yanı sıra iş dünyası, enstitüler, ABD Temsilciler Meclisi ve Kongresi, “Think-Thank” kuruluşları ve lobiler ile çeşitli yuvarlak masa toplantılarının düzenleneceği bir program olarak dizayn edilmiştir.

Program esnasında Amerika’da lobilerin önemi, yasama, yürütme ve yargı erklerinin sistematik farklılıkları, Senato ve Temsilciler Meclisi arasındaki güç dengeleri, Başkanın fonksiyonu, sistemin işleyişi esnasında karar alma sürecinin oluşturulması, Amerika’daki lobilerin ve sivil toplum örgütlerinin iç ve dış politikaya etkisi gibi birçok konuda toplantılar yapılmaktadır. 

İki hafta sürecek olan programın katılımcıları daha önce gerçekleştirilmiş olan ‘Siyaset Okulu’ programlarına katılmış olan kişilerdir. Öğrencilerin, programda amaçlanan konularda gelecekte Türkiye’ye liderlik yapabilecek uluslararası ilişkiler uzmanları olmaları beklenmektedir.

Program esnasında Washington Institute, Hudson Institude, ATAA (Assembly of Turkish American Association), FDD (Foundation for Defence of Democracies), CATO, The Century Foundation, TUSIAD USA, Livingston Group, Southfive Halkla İlişkiler gibi birçok think-tank kuruluşunun yanı sıra Amerikan Senatosu, Temsilciler Meclisi, Amerikan Yüksek Mahkemesi, Amerikan Kongresi, Türkiye Büyükelçiliği gibi resmi kurumlar ziyaret edilerek, işlevleri hakkında bilgi alınmaktadır.

Süheyl Batum’un da Danışma Kurulu içinde yer aldığı Bahçeşehir Üniversitesi Amerikan Araştırmalar Merkezi’nin partnerleri ise CIA’nın yan kuruluşu RAND Corporation ( http://www.rand.org ) ve Neoconların kurduğu Demokrasi Savunma Vakfı (Foundation For Defense Of Democracies). Bu küresel partner ilişkilerini açık seçik web sitelerine koymaları da çok ilginç.

Bahçeşehir Üniversitesi Amerikan Araştırma Merkezi’nin Danışma Kurulu Başkanı Zeynel Abidin Erdem. Kurulda Süheyl Batum’un yanı sıra G. Lincoln McCurdy, Clifford D. May, Jason Epstein, Mark Dubowitz, Michael Makovsky, David Mack, David Araon, Eser Karakaş, Nilüfer Narlı, Sami Kohen, Nüzhet Kandemir gibi isimler yer alıyor.

Son olarak Süheyl Batum’un Fethullah Gülen’in en stratejik organizasyonu “Abant Platformu” toplantılarının “ Vesayet ve Demokrasi” başlığıyla 3-4 Aralık 2004 tarihinde gerçekleştirilen “Brüksel Abant Platformu” toplantısının katılımcıları arasında yer aldığını hatırlatmak istiyorum. Süheyl Batum ile birlikte Brüksel Abant toplantısına katılanlar arasında Ali Bulaç, Eser/Işıl Karakaş, Mehmet Altan, Nilüfer Göle, Soli Özel, Doğu Ergil, Mehmet Sağlam, Zeyno Baran, Ali Müfit Gürtuna İngmar Karlsson gibi kişiler bulunuyordu.

CHP’nin Atlantik ötesi ve AB’deki güç odaklarıyla hemhal olmuş yeni yöneticilerini incelediğim dizi yazının dördüncüsü burada tamamlanmış oluyor. Yazımın beşinci ve son bölümünde bu bilgiler ışığında küresel işbirlikçi Neo Kemalist yeni CHP yapılanmasıyla ilgili genel bir değerlendirme yapacağım.


Ali Rıza Üçer

İLK KURŞUN



27 Temmuz 2018 Cuma

Tarihe geçmek, tarihe kalmak* Özdemir İnce


Ey Ehali! R.T. Erdoğan’ın en büyük tutkusu tarihe geçmek!
Başbakan, cumhurbaşkanı olarak zaten ve doğal olarak tarihe geçti ama o bununla yetinmiyor. Adının Osmanlı sultanlarıyla, Cumhuriyet’in kurucu babalarıyla birlikte anılmasını istiyor… Beştepe’deki Akkondu, İstanbul Kanalı, Üçüncü Köprü, Üçüncü Havaalanı, Çamlıca Camii, Marmaray, tüneller ve daha başka şeylerle tarihe adını kendi eliyle kazımak istiyor. Bunlardan, Marmaray ve tünelin dışında geriye kalanlarının tamamının gereklilikleri tartışmalı. Özellikle de bir doğa ve yerleşim felaketine yol açacak olan İstanbul Kanalı’nın gereklilik ve zorunluluğu… Aslında tasarlanmış bir cinayet! Halkın hazinesinin milyarlarca lirası R.T. Erdoğan’ın büyüklük kompleksini tatmin için sokağa atıldı. Atılıyor ve atılacak!

Tarihte bu komplekse kapılan bütün muktedirlerin iktidarı felaketle sonuçlanmıştır. Kendi sonları felaketli olsa neyse yönettikleri ülke de aynı felaketin altında perişan olmuştur.

Demokrasi öylesine bir rejimdir ki hiçbir yöneticinin 'büyüklük kompleksi'ne kapılmasına ve bu kompleksi tatmin etmesine izin vermez. Zorlamalar, tepeden inmeler demokrasiyi yok eder.

Bu kompleksin larva ya da mikrobunu taşıyan yöneticiler amaçlarına ulaşmak için önce demokrasiyi yok ederler. Sonunda, süvari birliği eşliğinde makam otomobile binerler. Oysa normal düzende otomobil motosiklet takımı birlikte yürür; Birleşik Krallık’ta olduğu gibi, atların çektiği arabaya da süvari takımı eşlik eder.

***

TARİHE GEÇMEK

R.T. Erdoğan’ın tarih ve toplum bilgisi herhangi bir akademik birikim ve özel okuma çabasından kaynaklanmıyor. Ne biliyorsa, cumhuriyet karşıtı, karşı devrimci şeyh, hoca, mürşit ve ağabeylerin konferans ve sohbetlerinden kulağında kalan şeyler.

Bunlar, doğruluk ve gerçeklikleri; akıl ve mantığın süzgecinden geçirilmeden, biat ve itaat kültürü içinde kabul edilmiş dogmalar ve tevatürler.

Bu derme çatma bilgimsileri, bilimsel bilginin mihenk taşına vurmadığı için, ilk gençliğinden bu yana tam anlamıyla bir fanatik 'yanılan insan', 'anakronik'.

Necip Fazıl Kısakürek’in İdeolocya Örgüsü’nü (Büyük Doğu Yayınları) baştan sona altını çizerek okuduğunu da sanmıyorum. Necip Fazıl, kitabını bilimsel bir yapıt olması için değil göz küllemek için yazmış. Bir tür Hitler’in Mein Kampf’ı… Yani Kavgam… Necip Fazıl’ın Davam’ı…

R.T. Erdoğan’ın, son 6-7 yıllık hal ve gidişinden, İdeologya Örgüsü’ndeki Başyüce figüründen etkilenmiş olduğunu söyleyebiliriz. R.T. Erdoğan bir Başyüce olarak tarihe geçmek istiyor. N.F.Kısakürek döktürüyor:

[-“Başyüce”, kaba ve umumî mânasiyle herhangi bir Miri reisi değil, derin ve girift, içtimaî bir remzdir. Bir timsal…

-Bütün selâhiyetler beşerî haddin en üstünüyle eline teslim edilmiş kâmil ferdin, Allah’ı, vicdanı ve milleti arasında terkibleştirmeye memur bulunduğu kâmil ahenk uğrunda, nefsini selâhiyetsizlikte son mertebeye indirmesi… “Başyüce”nin heykelleştirdiği remz, işte bu mânanın temsilciliği ve şahıslandırıcılığıdır.

-“Başyüce”, milletini tek şahıs içinde yekûnlaştıran bir örnek… Onun içindir ki, selâhiyeti, hak ve hakikate kar­şı bu yekûna eş, kendi öz nefsine karşı da bu yekûnun en ufak parçasından daha küçük…

-“Başyüce”nin kendi öz lisanından başka her edası ve işi “ben milletimin görünürde en ahlâklı, en bilgili ve en akıllı ferdiyim!” diye ilân edecektir.

-“Başyüce”, “Yüceler Kurultayı”nın her şubede lif lif örülmüş kanunlar manzumesine aykırı emir veremez ve ver­mez; fakat her emri, kanunu tamamlayıcı ve belirtici ayrı bir kanundur. Kanunun bir şey söylemediği yerde “Başyüce”nin emri, kat’îdir.

-“Başyüce”nin bir emriyle hükümet değişir.

-Bütün hükümet manzumesi, en büyüğünden en küçüğüne kadar onun adına iş görür...

-Kaza cihazı onun adına işler ve adalet onun adına dağıtılır.

-“Başyüce”, bütün icra vasıtalarının ve bütün şubeleriyle ordunun başıdır. Başbuğ, doğrudan doğruya “Başyüce”nin vekilidir.

-Anlaşılıyor ki, “Başyüce”, İslâmın “ulülemr” diye isimlendirdiği, büyük içtimaî irade ve icra makamını, bu makama en küçük nefs ve hırsı karıştırmamak ve kendi öz nefsaniyeti bakımından mâdum kalmak borcu altında, şahsiyle dolduran ideal ferttir. “Başyüce”, temsil ettiği iman ve hakikat kutbunun, en ileri hürriyet içinde her şeyi ve her şeyi köleleştiren mânasına karşı mukaddes mîzan önünde, her şeyden ve herkesten fazla köleleşecektir… “Başyüce”de pırıldayan kudret ve haşmet ifadesi, onun değil, bütün milletiyle bağlı olduğu mânalar âleminin; ve oradan aksederek, milletinindir.

-Cemiyetin, hangi sahada olursa olsun, en dertli ve ıstırablı unsuru,”Başyüce”yi kendisi kadar dert ve ıstırab içinde olup olmadığını ve derdinin çaresini elinde tutup tutmadığını anlamak bakımından, her ân hesaba çekmeye muktedir, kanunî bir imkân sahibi olacaktır. En küçük suistimale karşı, cüret edicisine en büyük cezayı davet edecek olan bu imkan, her vatandaşın evinde, keyf için çekilmesi yasak bir imdat işareti koludur.

-“Yüceler Kurultayı” beş yıl için seçtiği “Başyüce”yi tekrar intihab edebilir.

-Tekrar seçilmeyen “Başyüce”, yaş haddini aşmamış bulunuyorsa “Yüceler Kurultayı”ndaki yerine avdet eder.

-“Başyüce” için bütün yüceler gibi, makamını temsil gücünü muhafaza ettikçe yaş haddi yoktur.

-“Başyüce’lik makamı üzerinde Kurultaya karşı en tesirli irşad, ölüm, hastalık, çekilme isteği gibi hallerde, “Başyüce”nin kendi yerine bizzat göstereceği namzet veya namzetlerdir. (S.291-293)]

Okuduğunuz metnin en büyük hatası, bir yasa metni olmasına karşın, hukuk söylemiyle (discours) değil yazınsal (edebi) söylemle yazılmış olmasıdır. Bir anayasanın hukuk söylemiyle değil de Necip Fazıl’ın üslubuyla yazıldığını düşünün, ne kadar eğlenceli olur.

“Başbuğ” ile “Başyüce” tiplerinden sadece Başbuğ’un Orta Asya Türk kültüründe bir karşılığı var. Necip Fazıl’ın Başyüce’si kurgusal (fictif) bir tip…

Necip Fazıl, “Büyük Doğu” mefkûresi gereği olarak, “millet meclisi”ne “Yüceler Meclisi” adını veriyor. Yani, böylece, milletvekilleri de “Yüce” oluyor.

“Yüceler Kurultayı”, “milletin; dinde, fikirde, sanatta, ilimde, siyasette, müsbet bilgilerde, ticarette, askerlikte, iradede, işde, hülasa insan kafasının arayıcı hamlelerini ve idrak çilelerini planlaştıran her sahada, eser, keşif, görüş, terkip ve dava sahibi (aksiyon)cu güzidelerden örülüdür.” (S.285)

“Güzide” şu anlama gelir: Seçkin, elit, kalantor!

Şimdi titreyip kendinize gelin:

-“Yüceler Kurultayı” âzası, halkın değil, Hakkın seçtikleridir. (S.288)

-“Yüceler Kurultayı”nın cephe duvarında şu levha ve şu ölçü pırıldar: “Hakimiyet Hakkındır.” (‘S.285)

-Başyüce, “Kendisi ve kendisini murakabe eden yine kendisi olarak, bir insanda iki cephe veya iki cephede bir insan…” (S.289)

R.T. Erdoğan, Başbakan olarak, “İki tane ayyaşın yaptığı yasa...” cümlesini ağzına aldığı gün, 28 Mayıs 2013 günü partisinin grup toplantısında yaptığı konuşmada, gene Necip Fazıl’dan söz eder: “ Nesillere istikamet çizmekle geçen ömründe sadece teoriyle meşgul olmamış eğilmeden, bükülmeden hayatını da bir miras olarak bize devretti. Zor zamanlarda, zor şartlarda yaşadı. Tehditlerle hapiste geçen bir ömre rağmen hak bildiği yoldan geri dönmedi. Bize rehber oldu yolumuza ışık tuttu.”

Okuduklarımızdan aklımızda kaldığına, tanıklıklarımızdan edindiğimiz bilgilere göre; kılavuzu Necip Fazıl olan R.T. Erdoğan bir Başyüce olarak “kendi kendisini denetlemekte”, bunun dışında bir denetim istememektedir.